Ne olursa olsun iş konuşmamak, internete girip mail bakmamak, mümkün olduğu kadar az telefon görüşmesi yapmak, internete girip Türkiye’de olan bitenle ilgilenmemek kararı ile tatile gittim.
Hani gerçekten bir tatil olsun, hepimizin çoğu zaman şikayet ettiği ‘rutin hayatımız’dan bir kopuş olsun, moda deyimiyle ruhum dinlensin (Ne demekse) istedim. Bunun da en kolay yolu olarak yurtdışına tatile gitmeyi seçtim.
Tatilin ilk günlerinde telefonla konuşmamayı, elektronik postalarıma bakmamayı, Türkiye’den haber almamayı başardım da. Ta ki, tatilimi geçirdiğim otelin Türk olan müdürü Mehmet Bey’le yemek yerken birdenbire ‘Duydunuz mu, Türkiye’de hızlı tren raydan çıkmış ve 139 kişi ölmüş’ diyene kadar.
Bu haberi duyar durmaz, daha uçakta tatile giderken okuduğum gazete haberi geldi aklıma. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden bir öğretim üyesi ‘Hızlı tren derhal seferden kaldırılmalı, ne ben o trene binerim, ne de yakınlarımı bindiririm’ diyordu. Buna Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın da bir cevabı vardı tabii ki, ‘Zaten bilet yok, istese de binemez!’ (Ve ne yazık ki bilet bulup binmenin değil, bilet bulup binememenin ne büyük şans olduğu anlaşıldı! )
Yemek boyunca neredeyse sadece bu konu konuşuldu.
139 kişi ölmüştü maalesef.
* * *
Hemen yemekten kalkıp internetin başına geçtim. Sayfayı açar açmaz bu kez ölü sayısı 36, yaralı sayısı 43 olarak çıktı karşıma. Telefonla Türkiye’yi aramama kararımdan derhal vazgeçerek, arkadaşlarımı aradım ve nedir, ne oluyor diye sordum. Onlar da talihsiz kazayı anlattıktan sonra, ölü sayısının 39 olarak açıklandığını söylediler. Yahu ben yurtdışındaydım, tam olarak anlayamadım, önce niye bu sayı 139 olarak açıklandı? Sonra nasıl 39’a düştü?
Tabii internete otelin internet kafesinden giriyorum, bunca insan manasız bir inatlaşma yüzünden hayatını kaybettiği için de yüksek sesle de söyleniyorum sinirli sinirli. En güvenli ulaşım aracı olarak gösterilen trenin bu kadar cana mal olmasını hazmedemiyorum. (Ben liseye giderken her gün yaşadığımız kasabadan 30 dakika uzaklıkta başka bir kasabaya giderdim, okul için. Babam trenden başka hiçbir ulaşım aracına binmemi istemezdi. En güvenli ulaşım aracı tren derdi. Şimdi bütün bildikleri birbirine karıştı sanırım!)
Yanımdaki bilgisayarda, internete giren bir Avusturyalı turist çok özür dileyerek, bana döndü ve ‘Nedir? Umarım çok önemli bir sorun yoktur’ dedi. Ben de olanları anlattım adamcağıza. Adamdan gelen ikinci soru şu oldu, ‘ İlgili bakan istifa etti mi?’ Benden giden ve hiçbirimizi şaşırtmayan ‘Yoo, istifa falan etmedi’ cevabı, Avusturyalı turisti doğal olarak çok şaşırttı ve tek yanıtı şu oldu ‘İnanmıyorum!’
* * *
Ertesi akşamüstü saat beş civarlarında cep telefonuma arka arkaya mesaj yağmaya başladı. Mesajların ana içeriği şuydu ‘Az evvel yeni reklamını gördük. İnsan haber verir. Çok güzel olmuş!’. (Yahu ben reklam filmi çektiğimi beni tanıyan herkese haber vermek zorunda mıyım? ) Hah dedim, işte şimdi oldu, reklam filmi yayına girdi. O akşamım da reklam filmi faciasıyla zehir oldu anlayacağınız. Ertesi sabah iş yerinden sekreter kızın telefonuyla fırladım yataktan. ‘Armağan Bey rahatsız ediyorum ama (Eveeet ediyorsun! Hem de çooook! ) sizi gazeteciler arıyor ve sizinle görüşmek istiyorlar.’
‘Peki dedim bağla bakalım.’
İlk ve devam eden gazeteci arkadaşların merakı da şuymuş efendim, ‘ Reklam kampanyasından kaç lira almışım. Bilmem ne kadar dolar aldığım konuşuluyormuş doğru muymuş? ‘ Değil, dedim ama dinletemedim!
Şimdi bu kadar çok telefon gelince, ben de doğal olarak merak ettim tabii bu reklam filmleri ne menem şeyler diye... (Yok vallahi, narsistlikle falan alakası yok!)
Bu kez de aldı mı beni bir Türk televizyonu alan yer bulup reklamları izleme telaşesi!
En sonunda onu da buldum. Reklamın bir tanesini seyrettim. Hazır televizyon bulmuşken, merak ettiğim reklamımın arasına bir haber bülteni birkaç da klip attırdım. Aaaa o da ne, Buse isimli 14- 15 yaşlarında bir kız çocuğu ‘Bir tek dileğim var, mutlu ol yeter’ diye şarkı söylüyor bir klip kanalında. Şaka gibi! O yaştaki bir çocuğa ağır gelmiyor mu bu şarkı? Ne söylediğinin anlıyor mu bu çocuk? Bu kadar derin bir aşk acısı çekmiş midir bu yaşta? Çektiyse bravo vallahi diye düşündüm! Şaka gibi dedim ve çıktım televizyonu seyrettiğim yerden.
* * *
Tatil dönüşünde uçağın penceresinden İstanbul’u seyrederken, ne kadar özlediğimi düşündüm her şeyi. İşimi, evimi, İstanbul’u. Kısacası ne karar verirseniz verin, bazen alışkanlıklarınızı ve hayatı yaşama biçiminizi değiştiremiyorsunuz. Bazı şeyleri fazla da zorlamamak gerek! Olmayınca olmuyor işte!