Ali Atıf Bir

İnsan en zor dinini değiştirir!

5 Ocak 2003
<B>JUSPER Kunde</B>'nin <B>‘‘Corporate Religion’’</B> isimli kitabı Mediacat Yayınları'ndan <B>‘‘Şirket Dini’’</B> ismiyle çıktı. Mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Marka yapılandırma konusuna yabancı değilseniz farklı bir bakış açısını okumak zevkli olabilir. Bu konudan hiç haberiniz yoksa marka yapılandırmaya böyle kafadan girmek daha bir keyifli olabilir. Kunde kitaba bir soruyla başlıyor: ‘‘İnsan hayatta en zor neyini değiştirir.?’’ Sonra da yanıt veriyor ‘‘Dinini.’’

Buradan yola çıkarak da Kunde şöyle diyor: ‘‘Öyle markalar yaratmalısınız ki, insanlar onları dinleri gibi görmeli ve kolay kolay da değiştirmemeliler.’’

Ne kadar doğru değil mi? Haydi Coca-Cola içiyorsanız başka bir markaya geçin de görelim bakalım! Hemen savunmaya geçersiniz ‘‘Diğerleri çok tatlı ama..’’ Yalan. Ya da Marlboro içiyorsanız kendinizi şöyle savunursunuz ‘‘Diğerleri sert ya..’’ Kuyruklu yalan. Bu markaların cemaatine girdiniz, dindar oldunuz, farkında değilsiniz. Bir kere cemaate girdiniz mi de artık geçmiş olsun.

Kunde kitap boyunca, basit bir üründen nasıl din haline gelmiş marka yaratılır, bunun yolunu öğretiyor. Bir de ‘‘ruhani lider’’ kavramını sorguluyor. Kunde'ye göre din haline gelmiş her markanın arkasında bir başarılı ruhani lideri ya da liderleri var. Markayı ürün halinden alıp, din haline getiren de öncelikle bu ruhani liderin ya da liderlerin vizyonu, misyonu ve motivasyonu. Alın size başka örnek. Gazetenizi, Hürriyet'i değiştirebilir misiniz? Çok zor. Biraz zorladılar mı hemen başlarsınız, kıvırmaya: ‘‘Diğerleri tatmin etmiyor, çok boş geliyor...’’ Çünkü Hürriyet de Kunde'nin yaklaşımıyla, okurları için bir din haline gelmiştir. Onun ruhani lideri de... Lideri de.. Söyleyemem, çarpılırım valla. (Şirket Dini, Mediacat Yayınları 2002, 277 sayfa).


Turkuaz Üsküdar'ı geçiyor


DÜNYANIN üç büyük sucusu var. Coca-Cola, Nestle, Danone. Bunların üçü de Türkiye'de ama şu ana kadar en başarılısı yerli Turkuaz markası ile pazara giren Coca-Cola...

Türkiye'de yaklaşık yıllık 1 milyar litrelik küçük şişe su pazarı var (10 litreden küçük) ve bu da yaklaşık 300-350 milyon dolarlık bir pazar demek. Ve her yıl tüketim artıyor. 2005'lerde bu pazarın 500 milyon dolara ulaşması bekleniyor. Yani Coca-Cola nerede dansedeceğini çok iyi biliyor. Coca-Cola Turkuaz'ı ‘‘sofra içeceği’’ olarak dağıtmaya 2001'de başladı. Daha sonra yasal engelleri aşarak, ‘‘İyilik onun özünde var’’ reklam kampanyasını Temmuz 2002'de yaptı.

Dünyanın saygın araştırma şirketlerinden TNS PİAR araştırma şirketi de Kasım 2002'deki trendpoll araştırmasında, bizim için, Türkiye temsili 18 yaş üstü 2013 kişiye ‘‘akıllarına gelen ilk üç şişe suyu’’ markasını sordu. 1641 kişi (% 81) en az bir şişe suyu markasını anımsadı. Ve sıkı durun, bu kısa süre içinde Turkuaz % 20,5 pazar payı ile beyinlerde üçüncü sıraya yerleşti. Müthiş bir başarı değil mi? Bunda kuşkusuz sadece reklamın payı yok. Araştırmaya dayanan bir iş planı ve buna bağlı tutarlı pazarlama etkinliklerinin payı var. Burada Cola'nın dağıtım gücünü anımsatmak lazım. Bugün ‘‘Coca-Cola’’ bir bakkal için öyle bir markadır ki, eğer bulundurmaz ise müşteri kaybeder. O yüzden sıkıysa Turkuaz satmasın! Ama su gibi bir malı sadece rafa çıkarmak yetmez tabii ki. Tüketicinin de reddetmemesi lazım. Turkuaz'ın mükemmel şişe formu, başarılı ambalajı, haber yönetimi ve reklam kampanyası da onu tüketiciye daha ‘‘dost’’ hale getirmiştir.

Marka Ligi sıralamasına baktığınızda dağıtımı iyi olan dev firmalar görürsünüz. Ama çoğu Turkuaz rekabetine karşı fiyat ve kanal promosyonundan başka bir şey yapmadılar. Cola'nın ekmeğine yağ sürdüler. Pazarlama oyunu böyle bir şey, gerektiği zaman gerekeni yapmazsan atı alan Üsküdar'ı geçiyor.


Bebe bisküvilerinden ‘U’ dönüşü


‘‘BEBE bisküvisi kategorisi’’nde yıllardır iki marka çarpışıyor. Eti ve Ülker... Onlar sayesinde bugün 20 yaşındaki ‘‘koca dana’’ların bile süte bebe bisküvisi daldırıp yediğini araştırmalardan biliyoruz. Eti Bebe'nin de Ülker Bebe'nin de ‘‘bol süt, mineral ve vitamin katkısını’’ öne çıkaran reklamları iyice aşınmış, dikkat eşiğini geçemez olmuşlardı. Buna ilk dur diyen Eti Bebe oldu. İlk çocukluların ‘‘kronik mama yedirme sendromuyla’’ dalga geçerek, markayı mizahın için yedirerek hoş bir reklam yaptı. Şimdi Ülker'in onu izlediğini görüyoruz. Ülker de bu kez ilk çocukluların ‘‘önce anne mi diyecek yoksa baba mı sendromuyla’’ dalga geçiyor. ‘‘Bebe-baba’’ esprisiyle mizahı markaya hoş bir şekilde yediriyor. Ben bu değişiklikler ve ortaya çıkan işler için iki markayı da kutluyorum. Ancak ürünün, bir anne için ‘‘esas’’ olan vaatlerinden, uzunca bir süre ayrılmamaları konusunda onları uyarıyorum. Bu ‘‘hoşluk’’ bir süre daha devam edebilir ancak arasıra sıkıcı da olsa diğer formata dönmek de fayda var. (Ülker'in reklam ajansı: Medina Turgul, Rating: * * * *, Eti'nin reklam ajansı: Neo ajans Rating: * * * *)


Bonus Card kullan Avrupa Birliği'ne gir!


BONUS Card bu kez Mazhar Alanson'la karşımızda.. Strateji aynı strateji.‘‘Bonus’’ kafa ile farklılaşılmaya çalışılıyor. Yine mizahın kullanıldığı bir reklam. Ama bu kez ‘‘jip ve at benzetmesi’’ gibi alt esprilerin sonuca hizmet ettiğini söylemek zor. Kahya Mürtüz (ben öyle anladım) ‘‘Bonus Card’’ı alınca birden ‘‘Bonus Kafa’’ oluyor. Efendisi de, ‘‘Takma, aynı Avrupalı gibi oldun’’ diyor. Alışverişe çıktıklarında da Avrupalı bir kadın Mürtüz'ü tercih ediyor. Yani bu kez taktik hafif değişik. ‘‘Bonus Card’’ taşıyana ayrı bir hava dan başka, bir de batılı bir kimlik kazandırıyor! Hafif bir prestij meselesi gündemde yani. Oyunculuk çok başarılı olsa da, Alanson'un, özellikle de Mürtüz'ün bu reklamda neyi temsil ettiğini anlamak hayli zor. Sanırım reklamın anlama eşiği biraz yüksek, reklamın sonundaki ‘‘puan kazandırma’’ esprisi de daha önceki reklamlardaki ‘‘alsak alsak bedavaya ne alsak’’ hareketliliğini yansıtamıyor. (Reklam Ajansı: Y&R Reklamevi Rating: * *)


Çekirgelik


Dünyanın en güç işi bir şeyin nasıl yapılacağını bilirken, başka birinin nasıl yapamadığını ses çıkarmadan izlemektir.

Jusper KUNDE
Yazının Devamını Oku

‘Hip-hop’çuların fendi ‘iletişim sanattır’ı yendi!

29 Aralık 2002
<B>ARİA</B>'nın Turkcell ve Telsim'e karşı her cephede verdiği gerilla savaşını hayranlıkla izliyorum. Pazarlama açısından fazla sorun görünmüyor. İletişim açısından ise işler biraz <B>‘‘Arapsaçı 2003 Modeli’’</B>ne dönmek üzere. Sayelerinde iki üç saatte bir ayağa kalkıp, halk oyunları durumuna geçtiğimiz, <B>‘‘tey tey’’</B> diye iki döndüğümüz hip-hopçular bizi Ekstra Kart'a koşullandırmıyor muydu? ‘‘İletişim sanattır’’ konsepti ya da teması da faturalı hatlara? E şimdi ne demeye faturalı hatlara ilişkin bir promosyonda hip-hopçu kardeşlerimiz kullanılıyor. Yöneticimiz uyuyor mu? Yoksa ‘‘gel vatandaş gel ne alırsan 120 bine’’ şeklinde özetleyeceğimiz böyle saldırgan bir promosyon ‘‘iletişim sanattır’’ konseptine kalın mı geldi? Buna katılırım ama konsept dediğin de öyle zırt pırt değişecek bir şey değil ki be birader.

Herşeye rağmen biraz zorlanılsaydı, tonla monla oynanılır, ‘‘iletişim sanattır’’ adı altında da bu promosyonu duyuracak bir uygulama bulunabilirdi. Kabul ediyorum iletişim sanattır ama bilimin söylediğine de kulak vermek lazım. Oku bakim....

O Kent'le bu Kent farklı Kent mi?

KENT
, Kinder'den esinlenerek çocuklara yönelik, içinden küçük oyuncaklar çıkan yeni bir ürün çıkardı. Adı Toybox. Bir süredir televizyonda animasyon (çizgi film) tekniğiyle hazırlanmış şarkılı reklamını izliyorsunuzdur. Zekice bir pazarlama atağı. Reklam da görevini yerine getiriyor. Benim derdim Toybox ismiyle. İlk bakışta, rakipleri ile karşılaştırıldığında pozisyon alması bakımından, yabancı isim tercihi doğru görünüyor.

Sakın yanlış anlamayın, ‘‘Hııııı’’ diye parmak sallayıp ‘‘Niye Türkçesini kullanmadınız? Oyuncak Kutusu'nun nesi var? Bitirdiniz laayn Türkiye'yi bitirdiniz’’ edebiyatı yapmak istemiyorum. Türkçe'nin katledilmesi sorunu çok daha büyük ve toplumsal bir sorun ve Kent'i kurban seçip günah keçisi haline getirmenin alemi yok. (Türkçe'nin katli konusunda hangimiz masum ki?)

Benim derdim Kent'in genel duruşu ile ilgili. Kent üç yıldır, bayrama sahip çıkan reklam kampanyaları ile ciddi bir gündem oluşturuyor. Hálá markanın ‘‘yaşlı’’ çağrışımlarının arttırıldığı konusunda çekincelerim devam etse de, bayrama sahip çıkmanın ya da daha genel anlamıyla bu ülkeye ait olan bazı değerleri korumanın, Kent markasının üzerine güzelce yapıştığını söyleyebilirim. Bu her markaya nasip olmayacak önemli bir avantaj. Ama tutarlı olmak lazım. Eğer Kent bu alanda bazı değerlere sahip çıkıyorsa, ürün isimlerinde de İngilizce kullanmamalıydı. Orada bazı değerlere sahip çık, burada Türkçe'yi katlet, olmaz. Yoksa bayramlara sahip çıkan Kent ile Toybox'u çıkaran Kent farklı Kentler mi?

İnsan ‘‘Demek ki sadece satış amaçlı geçici bir ikna oyunuymuş’’ demeden kendini alamıyor. Dikkat etmek lazım. Bilinmek kolay ama marka olmak çok zordur. Konsept olarak ortaya koyduğun değerlere gerçekten inanmak ve her alanda savunmak gerekir. Bilmem anlatabiliyor muyum?


RTÜK uyuma, halka sahip çık!

TELEVİZYONLARDA
tam bir reklam çılgınlığı yaşanıyor. Neredeyse televizyon logolarına bile reklam alınacak. İçimiz dışımız reklam oldu. Yasalara göre televizyonların ne kadar süre reklam alabilecekleri belli. Hepsi bu süreleri aşıyorlar. Hadi ‘‘kriz dönemidir, sıkıntı içindeler buna ses çıkarmayalım’’ dedik ama normal reklam kuşakları dışında işin resmen şeyini çıkardılar. Vur dedi mi de bu kadar öldürülmez ki! Ekranın üstünden kafamıza düşen tüpler, su pompaları, damacanalar; sağdan gözümüze giren sabunlar, deterjanlar, ayakkabılar, terlikler; soldan kulağımıza giren otomobiller, traktörler, koltuk takımları; alttan neremize girdiği pek belli olmayan her boy ve ende yazılar da yazılar...

Bunlar da yetmiyormuş gibi dizilerin içine planlı olarak yerleştirilen traş bıçakları, meşrubatlar, sigorta poliçeleri, gözlükler, çerezler, cep telefonları, bilgisayarlar... Yok böyle bir şey! Dünyada halkına bu kadar zulmeden başka bir televizyon sistemi yok. Aslında Türkiye'de de yok. Olmaması lazım. Çünkü bunların hepsi yasa ve yönetmeliklere göre yasak! Allah aşkına saygı gösterin şu halka, Allah aşkına rica ediyorum sizden! Hadi televizyonlar saygısız diyelim. Senin de mi bu halka saygın yok RTÜK? Eğer, bu halkı televizyonların gazabından korumayacaksan varlığının sebebi ne! O zaman çekin gidin, açın Türkiye'nin önünü! Bizde size güvenmeyip, kendi başımızın çaresine bakalım.

Arpaş: Film gibi...

ARPAŞ
'ın ilk önce tam sayfa basın reklamını gördüm. Sarışın, hoş bir kız fotoğrafı vardı başlıkta da ‘‘Aşk Değerli Bir Hediyedir’’ yazıyordu. Aferin Arpaş'a iyi iş becermiş dedim. Televizyon reklamını izlediğimde ise bir süre kendime gelemedim. Bir reklam kadınlara güzel birşeyler söyleyeceğim derken onları ancak bu kadar aşağılayabilir. Aşk bu kadar ayağa düşürülebilir. Aynı film gibi.. (Sinan Çetin'in aynı isimli programıyla hiçbir ilgisi yoktur. Karakterler tamamen uydurmadır!)

Ne o ‘‘Şapkasız çıkmam abi’’ gibi, ‘‘Vermeden ben de sana vermem abi’’ durumu. Tek kelime ile iğrenç! Seviyesiz! Reklamda cinselliğin kullanımı ile ‘‘argo’’ kullanımı arasında dünyalar kadar ‘‘fark’’ var. Anlayın şunu artık. Mücevher gibi ‘‘prestij’’ ürün, hangi sınıf hedeflenirse hedeflensin, kaldırır mı bu kadar seviyesizliği. Savunmaya bak: ‘‘İrrite (tahriş, tahrik değil) etmek istedik, üç günde de marka olduk...’’

Reklamdaki saatin yanına bir hamamböceği koysaydınız o zaman. Hem daha fazla tahriş eder hem de bir daha unutulmamak üzere anımsanırdınız. Çağrışımlar beyler çağrışımlar! Markanın ne adına orada olduğu yani. Eğer Arpaş ‘‘alan-veren kadının’’ markası olmak istiyorsa onu bilmem. Haydi öyle kadınlar var diyelim. Kocaları bu saati aldı, onlar da hemen aldı.

Söyler misiniz, toplumda ‘‘Verme muhabbetiyle’’ tartışılan bir saati bir kadın nasıl koluna takar? Hadi taktı diyelim ona biri şöyle dese ne der: ‘‘Verdi ha! Sen de verdin mi? Sonuç?’’ Arpaş iyi işler yapıyor(du). Lütfen hata yapmayın, yaptırmayın. (Reklam Ajansı: CAG Rating: Protesto ediyor yıldız vermiyorum.)

Çekirgelik

Bir ülkenin dini sendelemeye başladığında, her şey sendelemeye başlar.

(Friedrich von Schiller)
Yazının Devamını Oku

30 milyona tam keselendik!

27 Aralık 2002
İki hafta önce Antalya, Belek'teki Beş Yıldızlı Cornelia Otel'e gittim. Belki yılbaşını Cornelia'da geçirecekler olabilir. Bazı konuları onlarla paylaşmamda fayda var. Otel bu yaz başında hizmete girmiş. 'Herşey dahil' konseptini de başarıyla uyguluyor. Mutfaktan çıkan herşey çok lezzetli. 24 saat yeme içme bedava olsa da sıkma portakal suyu dahi sulandırılmadan veriliyor. Üst üste beş kere 'Bir bardak Cola rica edeyim' desen de hiçbir çalışanın yüzü sirke satmıyor. Takdir ettim.

Otelin mimarisi değişik, ilk başta odalara ulaşmak bir labirentte çıkışı aramaya benziyor ama insan herşeye alıştığı gibi buna da alışıyor. Kapalı mekanı bol, can sıkıntısı kişisel tercihlere bırakılmış durumda. Ancak odalarda ve kapalı mekanlarda baş parmaklara kadar hissedilir bir ısınma sorunu var. Ama otelin bir yaz oteli olduğunu düşündüğünüzde bu kısmi soğuğu hoşgörüyle karşılayıp, keyfinize de bakabiliyorsunuz.

SİBİRYA HAMAMI

Havuzun, saunanın ısıtmasında sorun yok. Masaj 40 milyon TL, fiyat makul. Türk Hamamı'nın soğuğu karşısında ise ben utandım. Türk hamamı değil Sibirya Hamamı. Belli ki, tasarruf yapmak için hamam ısıtılmamış. Bu tuhaf tutumla gittiğim birçok otelde karşılaşıyor ve çok kızıyorum. Hiç profesyonel değil. Bir alanı hizmete açıyorsanız tam açın, ya da hiç açmayın.

Türk hamamı açık değil, deyin. Türk hamamı açık deyip milleti kandırmayın. Üstelik bir kese de tam 30 milyon TL. Yani Yuh! Bir adam bu kadar iyi keselenebilir. Bir de masajın ve kesenin parasını almak için akşam uykusunun en güzel yerinde odanızı aramasalar! Kasayı kapatacaklarmış! Odaya iki de çek-senet mafyasından bıyıklı gönderseydiniz de icabımıza baksalardı bari! Sanırım otel yazın, bahçe kısmı ve sahili ile cennetten bir köşe oluyordur. Ama kışın, bana faydası ne? Otelini hizmet veriyorum diye kışın açacaksan, aksaklıklara da göz yumacaksan, böyle eleştirilmeyi de hazmedeceksin!

Angelina Jolie, olmuş size Barbi Monroe

Bu haftaki filmimizin adı Hayatın Hakkını Ver. Çok çekici bir isim değil mi? Kim istemez kapitalist hayatın gündelik hırsları içinde her geçen gün daha da köleleşen ruhlarımızı özgürleştirmenin reçetesini öğrenmeyi? (Son cümlem için kendimi tebrik ediyorum) Hele de afişte, platin renkli saçıyla Angelina Jolie'yi görmüşseniz, ister istemez ‘‘Tamam ben filme gideceğim ve filmin sonunda kendimi iyi hissedeceğim’’ diyorsunuz. Rock Yıldızı, 101 Dalmaçyalı, Ölü Ozanlar Derneği (Peter Weir'la beraber), Üç Silahşörler filmlerinden anımsadığımız yönetmen Stephen Herek yakaladığı öykünün hakkını verse, filmin sonunda kendimizi iyi hissedeceğiz ama adam bırakmıyor ki! Film tam bir yaratıcı kabızlık kurbanı.

BİR HAFTALIK ÖMRÜN KALIRSA

Hırslı televizyon muhabiri Lanie (Jolie)'ye, Amerika'da her köşe başında görülen sokak kahinlerinden biri, bir haftalık ömrü kaldığını söylüyor. Lanie önce kulak asmıyor ama Kahin Bey'in bazı öngörüleri gerçekleşince, Lanie'nin eli ayağına dolanıyor. Daha sonra, beklediğimiz, filmin temposunun yükselmesi Lanie'nin 'sınırlarını aşma' sürecinden geçip, hayatını dilediği gibi yaşaması. Ama işler hiç de öyle olmuyor. Daha önce, bir gece birlikte olduğu kameraman Pete (Edward Burns) ile bir aşk yaşanıyor, birden durup duruken Pete'in askerlik yaşına gelmiş oğlu filmin ortasına 'güm' diye düşüyor. Sonra içmeler, eğlenmeler, bir de bir grevin tam ortasında naklen yayın yaparken Rolling Stones'un 'I can't get no satisfaction' şarkısını söylemeler. Tam 'bu ne perhiz bu ne lahana turşusu durumu' anlayacağınız. O arada bir de, ne olduğu anlaşılamayan bir muhabirlik dersi.

Herek, filmdeki karakterlerin derinliğine girip onları izleyiciyle yüzleştirmemek için elinden geleni yapmış. Geriye de biraz Marilyn Monroe, biraz Barbie kılıklı, bir dudağı yerde bir dudağı gökte Angelina Jolie kalmış.

Yönetmene rağmen, parçalar biraz hayalgücü ile birleştirilip, öykünün sıcaklığından keyif almak mümkün. Görülebilir. Bir de Jolie, kendine biçilen 'karikatür' tipten sıyrılıp insan olmayı başarmış. Takdire değer.

Bu oyunu izlemeye Eskişehir'e gidilir

18 Aralık'ta Eskişehir Büyükşehir Belediye Tiyatrosu'nda Turgut Özakman'ın yazdığı Ergin Orbey'in yönettiği Resimli Osmanlı Tarihi isimli oyunun galasını izledim. Bu oyunu ilk kez 1983 yılında Ankara Sanat Tiyatrosu'nda yine Ergin Orbey sahneye koymuştu. Orada da izlemiştim. 20 yıl sonra aynı oyun ve aynı yönetmen! Benim için ilginç bir deneyim oldu. Resimli Osmanlı Tarihi'nde Turgut Özakman, dünyanın en çok anayasa yapıp, en çok anayasa yıkan milleti olmamızı, kıvrak bir zeka ile eleştiriyor. Bilimin ne dediğine aldırmadan anayasa yapan iktidarlarla dalgasını geçiyor. Ne tesadüf! Yine yeni bir anayasanın arefesindeyiz ve yine bilim adamları kimsenin umurunda değil. Oyunun ana fikri de bu zaten: Anayasa yapma tarihimiz tekerrürden ibaret! Engin Orbey 1983'le karşılaştırıldığında farklı bir rejiye gitmemiş. 1983'de anlatıcı Aslan'ı günün anlam, önemini belirtecek şekilde 'faşo bir lümpen' kılığında karşımıza çıkarmıştı, 2002 yılında ise Aslan'ın bir kimliği yok. Aynı günümüz gençliği gibi. Bir iki ufak da güncel espri eklenmiş. Orbey'i bu kadar olanaklı bir oyunu 20 yıl sonra harfi harfine aynı şekilde sahneye koyduğu için eleştirmek mümkün. Ancak 1983'de de 2002'de de oyunu izlemekten büyük keyif aldığım için 'değişiklik ama ne adına' diye sorgulamaktan da kendimi alıkoyamıyorum. Resimli Osmanlı Tarihi'nin 2002 modelinin kıyafetleri de, kareografileri de çok daha iyi idi. Kareograf Ercan Arslan Kazbek ve Nalan Türkoğlu'nu kutlamak gerek. Bir de Eskişehir'den yetişen iki oyuncuya dikkat çekmek istiyorum. Biri Mahmure'yi oynayan Elçin Tezcan. Diğeri Hüseyin Avni Paşa, Mithat Paşa ve Fehim Paşa'yı oynayan Mert Bulut Kırlak. Hem Resimli Osmanlı Tarihi'ni, hem de bu iki genç sanatçıyı izlemek için Eskişehir'e gitmeye değer. (0-222-3304500)

Bu kadar yatırımı futbola yapsa süper başkan olurdu!

Resimli Osmanlı Tarihi'nin galasını yönetmen Ergin Orbey, yazar Turgut Özakman, Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Prof.Dr. Yılmaz Büyükerşen, Tepebaşı belediye Başkanı Ahmet Ataç ve Prof.Dr. Zühtü Altan'la birlikte izledik. Yazdığı oyunu izlerken Özakman'ı gözlemek çok ilginçti. Gözlerinin içi gülüyor, sanki sahnede oynanan oyunu bütün bedeninde yaşıyordu. Özakman, birkaç kere, üstüne basa basa, iki yıldır Eskişehir'de tiyatro ile yüz yüze gelmenin, kendisine, daha önce hiçbir tiyatro etkinliğinin vermediği keyfi verdiğini söyledi. Bu farklılığın mimarı da Yılmaz Büyükerşen. Büyükerşen, Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı olalı neredeyse üç yıl olacak, tiyatroya yaptığı yatırımı futbola yapsa şimdiye kadar çoktan ‘‘En Büyük Başkan Bizim Başkan’’ olurdu. Gelin Eskişehir'e, Tepebaşı ve Turgut Özakman sahnelerini, inşaatı devam eden Muttalip Kültür Merkezi'ni görün, bir iki oyun izleyin, geçen sezon satılan 40 bin biletin koçanlarını inceleyin, benimle aynı duyguları paylaşmamanız mümkün değil. Büyükerşen, futbolu sevmiyor. O bir tiyatro sevdalısı. Yakında bütün Eskişehirliler tiyatroya sevdalanacak.. Perihan Mağden'in de Gülay Göktürk'ün de kulakları çınlasın. Eğer medyanın her kapsamadığını 'yok olmuş' sayacaksak bu nice okumaktır.

AKP, Aklı Karışıklar Partisi, dememiş miydim?

AKP kurulduğunda, parti amblemi tartışmaları yaşanırken 'Aklı Karışıklar Partisi' diye bir yazı yazmıştım. Çok kızmışlardı! Yediğim küfürlerden iki gün alı al, moru mor dolaştım. İşte haklı çıktım. Bakın, 58'inci AKP hükümetinin hemen hemen her konuda aklı karışık. Kıbrıs konusunda karışık, vergi alma konusunda karışık, ihale yasası konusunda karışık, nemalar konusunda karışık, af konusunda karışık, bedelli askerlik konusunda karışık. Bu ve benzeri konularda hükümette her kafadan bir ses çıkıyor. Bunun sonucu da uygulamalar iki ileri, bir geri şeklinde. Bu karışıklığı da en güzel Başbakan Sayın Abdullah Gül'ün şu sözü ortaya koyuyor: 'Siz bizim söylediklerimize bakmayın, parti programımıza bakın!'. Akıl karışıklığının had safhada olduğunu bu sözden daha iyi ne yansıtabilir.

AKP'nin kafasının karışık olmadığı tek konu ise 'türban'. Daha doğrusu 'dincilik' eksenindeki konular. Din dedi mi AKP'de hedef tek: Türkiye müslümandır, müslüman kalacak! Sanki müslümanlığa itiraz eden var da! Bu konular gündeme geldi mi maşallah AKP tek vücut! Bu nedenle, çok özür dilerim, geleceği çok parlak görmüyorum. AKP hükümet olmayı geçip bir iktidar olabilse, performansının nerede iyi nerede kötü olacağı şimdiden belli. Hala AKP'liler müslümanlık edebiyatının karın doyurmayacağını anlayamadılar! Ya da AKP'liler bu kısa sürede 'karın doyurucu' konularda bir şey yapamayacaklarını anladıklarından 'müslümanlık' edebiyatından başka bir şeyin karın doyurmayacağını çok iyi anladılar!. Böyle kamikaze gibi tek hedefe kilitlenmiş kafalarla 'birlikte yaşama' amacına ulaşamayız. Çok yazık çok. Tansu çiller bile kendine verilen krediyi bu kadar çabuk harcamamıştı.
Yazının Devamını Oku

Benim ‘Hürriyetim’ var, eleştiririm

22 Aralık 2002
<B>‘‘HAYDİ sıkıysa Hürriyet'in reklamını eleştir de görelim’’</B> dediğinizi duyar gibi oluyorum. Eleştireyim, görün bakalım. Önce reklamı bir güzel anımsatayım. Onüç-ondört yaşlarında bir kız çocuğu Hürriyet binasının hemen yan tarafındaki arsada Dubai-Singapur seferini yapmaya hazırlanan THY'nin TK 203 sayılı uçağına girip oradaki hostese ‘‘Genel Yayın Yönetmenini’’ görmek istediğini söylüyor.

Bunu da nereden çıkardın demeyin, reklamı iyi izleyin! Bugünlerde THY'de bile böylesi yok aslında. Siz bu kızı en iyisi bir Bond kızı olarak ele alın, ‘‘işi belli olmasın diye THY'de çalışıyormuş gibi yapıyor’’ diye düşünün.

Neyse, hostes uyanık tabii, THY'nin başında Genel Müdür, bir gazetenin başında ise Genel Yayın Yönetmeni olacağını kavrayıp, genç kızımızı yan binaya, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni'nin yanına gönderiyor. Buraya dikkat edin, ekranda Ertuğrul Özkök'ün adı yazmıyor. Ertuğrul Özkök, Ertuğrul Özkök'ü değil, Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni'ni oynuyor. Bence iyi taktik.

Hemen belirteyim, Ertuğrul Özkök'ün oyunculuğunu çok beğendim ve reklamda alınan dramatik tatta bu oyunculuğun payı bence çok büyük. Özkök ve genç kız arasındaki konuşmalarda anlıyoruz ki, genç kızımız da, okullarında çıkarılan bir duvar gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yapıyor ve gözü yükseklerde! Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni olmak istiyor.

Özkök, ‘‘Peki, Niye Hürriyet'e geldin?’’ diye sorduğunda ise genç kız ‘‘Ben Türkiye'nin geleceğiyim, buraya gelmeyip de nereye geleceğim’’ diye yanıt veriyor. Tam burası reklamın zirve yaptığı nokta. Daha sonra da reklam ‘‘Türkiye'nin Hürriyet'i var’’ sonsözüyle bitiyor.

Reklamın fikrine beş yıldız. Hürriyet'in liderlik konumuna ve marka değerlerine hizmet ettiği, onları pekiştirdiği konusunda şüphe yok. Reklamda bir erkek çocuğu değil de bir kız çocuğunun kullanılması ise bence Hürriyet'in Türkiye'ye nasıl bir perspektiften baktığını göstermesi açsından çok anlamlı. Sorun uygulamada. Kız çocuğunun seçiminde gerçekçi davranılmış ama ben bu konularda biraz daha ‘‘ideal’’ olandan yanayım. Tabii yapmacıklığa kaçmamak şartıyla. Reklamın zirve yaptığı yere kadar olan hazırlık aşamasının biraz daha yükselen tempoda olması gerektiğini düşünüyorum. Müzik de bu tempoyu desteklemeli ve zirvede izleyiciyi vurmalıydı. O zaman etki çok daha güçlü olurdu.

Bu tür fikirler zor yakalanır, yakalayınca da hakkını vermek lazım. Ayrıca, bu tempo ile reklam bazen yarıştığı reklamların gölgesinde kalabiliyor. Yükselen tempo ve müzik bu sorunu da çözebilirdi.

(Reklam Ajansı: Klan Euro RSCG, Rating: * * * *)



Fazla abartmayın inanabilirim!


DEĞERLİ
okuyucularım, ben sizler için varım, sizin varlığınızla soluk alıyor, sizin varlığınızla kendimi iyi hissediyorum. Canlarım benim. Ama aşağıdaki gibi abartmayın lütfen inanabilirim:

SİZİ zevkle okuyan genç okurlarınızdanım, geç de olsa ‘‘reklam’’ üzerine fikirlerinizi kitlelerin anlayabileceği dilde sunduğunuz için tebrik ederim. Şimdi sizi Hürriyet'in Cuma ekinde de görüyoruz. Bence Cuma ekinde de yine iletişim yazıları üzerine yoğunlaşmalı, zaten birçok kişinin yazdığı sinema, oraya gitti buraya gitti, futbol yazılarınızı azaltmalısınız. Medyada az yer bulan farklı bir bakış açısını sinemadan, internete birçok konuda okuyabilirsek daha iyi olur diye düşünüyorum. (Nur Yeşilnur)

15 YILDIR Hürriyet okuyorum. Şu anda da öğrenci olarak yurt dışında bulunuyorum. Gazetemi internetten düzenli olarak takip ediyorum. Hürriyet yazı işlerinin son yıllarda yaptığı en akıllıca iş size diğer günlerde de (Cuma'dan söz ediyor) sinema, kitap gibi değişik konularda da yazdırmak olmuş. Sadece yazılarınızı büyük bir keyifle takip ettiğimi söylemek istedim. Bir de ‘‘Küçük Himinilere’’ selam...(Selçuk İlkateş)

BEN BARAN. Sizin bir okurunuzum yani gazete alıyorum ve sizin de yazılarınızı takip ediyorum. Gerçekten çok iyisiniz yaaa.. Devam... (Baran Özdemir)


Ne kadar sallarsan salla, kimse çakmıyor valla!


BUGÜNLERDE
herkes marka uzmanı. Bir ‘‘kokoreççiye’’ bile mikrofonu uzatsan marka konusunda kesin söyleyecek birşey buluyor. Hadi o kokoreççi, kendine televole mikrofonu uzatıldı sanıp sallıyor diyelim, ya bir takım entelektüellere ne oluyor. Onlarda da durum farklı değil. Mikrofonu gördüler mi dayanamayıp bilgi sahibi olmadıkları her konuda ‘‘ne kadar sallarsan salla kimse çakmıyor valla’’ durumuna geçiyorlar.

Kokoreççi adı üstünde kokoreççi, ‘‘kokoreçin iyisi nasıl olur’’ dışında yaptığı her konuşmaya gülüp geçiyorsun. Entelektüel bilmediği konuda konuştu mu işler ‘‘sarpa’’ sarıyor. İki kitabi cümle, iki yabancı sözcük (Arapça da olabilir), iki göz süzme, gerdan kıvırma izleyenler tuş! Çünkü adı üstünde entelektüel! (Önünde akademik rütbesini gösteren harfleri taşıyan soyuna dantellektüel deniyor!)

Yanlış anlamayın ‘‘dantellektüel’’, ‘‘dandik entelektüel’’in kısaltılmışı değildir. Sadece ‘‘Dante gibi hayatın ortasına gelen’’ entelektüeli anlatmak için kullanılır). Sonra işin yoksa ayıkla pirincin taşını.

Aynı ‘‘Hülya Avşar markadır, değildir’’ tartışmasında olduğu gibi. Sallayan, sallayana. Hülya Avşar marka değilmiş. Ufak atın. Hülya Avşar istediğiniz marka modeline göre inceleyin, markadır. Beğenelim ya da beğenmeyelim, Hülya Avşar bugünkü geldiği noktada bir ismin ötesinde bir marka ‘‘konsepti’’ haline gelmiştir. Biraz düşünürsek bu konseptin ‘‘işini bilen güzel kadın’’ olduğunu görürüz. Bu konseptin altında girip kadın dergisi çıkarabilir (şekil 1'de görüldüğü gibi) yemek dergisi çıkaramazsınız. Parfüm çıkarabilir, kolonya çıkaramazsınız. Fitness center açabilir, internet cafe açamazsınız. Hatta Epilasyon makinesi çıkabilir, Ağda çıkaramazsınız. Eğer bu ürünleri Hülya Avşar konseptiyle doğru birleştirir, doğru iletişim yatırımını da yaparsanız, paraya para demezsiniz. Marka olmanın başka bir anlamı var da biz mi bilmiyoruz? Bilmem iyi sallata, pardon anlatabiliyor muyum?


Verip veriştirince kızmayın


MOLPED
, Hülya Avşar reklamıyla harikalar yaratmış ve bence iyice Orkid'e rakip olduğunun sinyallerini vermeye başlamış. Kadın bağı kullanımın daha başında olan kızların şirinliği de, ünlünün yerinde ve markanın önüne geçmeyecek şekilde kullanımı da mükemmel. Linens baksın da ünlü nasıl kullanılır öğrensin. (Reklam Ajansı. Güzel Sanatlar/Bates Rating: * * * * *)

FİNANSBANK tüm kredi kartlarını CardFinans yaptı, şimdi lansman kampanyası ile karşımızda. Beş ayrı film var. CardFinans'ın geçtiği Mudo City, Gima, Marks&Spencer, Philips ve Sevil Parfümeri filmlerin odak noktası. Filmlerin esprisi logonun etikete dönüştürülmesi. Bir de Gima filmi hariç hepsinde buram buram cinsellik kokuyor. Sevil Parfümeri, Mudo City ve Mark&Spencer için hazırlananlara diyecek yok. Hepsi iç açıcı filmler (yoksa iç gıdıklayıcı mı?) Gima ve Philips filmleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Onlar genel anlatımın dışına mı çıkılmış ne? Bir de şu Sevil Parfümeri logosunu değiştirse çok iyi olacak. O logoya harcadığı paraya yazık. (Reklam Ajansı: Ultra Rating: * * * *)


Çekirgelik

Yaşamı bir tiyatro oyunu gibi oynayın

(Plato)
Yazının Devamını Oku

Cüneyt Arkın Statham'a nal toplatır

20 Aralık 2002
Taşıyıcı (The Transporter) filminin afişi hoşuma gitti. Senaristler arasında da Luc Besson'un adı geçince ister istemez umutlandım. Filmin yönetmeni Cory Yuen'in ise Kiss of The Dragon ve The One filmlerinde dövüş sahnelerinin kareografilerini yaptığını öğrendiğimde, hem merakım arttı, hem beklentim yükseldi. Filmi izledim. Tam bir hayalkırıklığı. Öykü iyi başlıyor ama sonrası tam bir sabun köpüğü. Jason Statham emekli asker Frank Martin rolünde. Adam kendine iş kurmuş, parasını verirsen her şeyi naklediyor. Arkadaşımız biraz kuralcı. Asla pazarlık esaslarını değiştirmiyor, isimleri kullanmıyor ve taşıdığı paketin içine bakmıyor. Bir gün şeytan dürtüyor, taşıdığı bir paketi açıyor. İçinden güzel kızımız Lai çıkıyor. Sonra da başına olmadık bela geliyor. Meğer Lai'nin babasının işin başında bulunduğu bir çete, Çinden konteynerler içinde göçmen getirip, pazarlarmış. Hepsi bu. Başka da bir şey yok. Filmde ikinci bir Van Damme olma şansı verilen Jason Statham bu şansı bozuk para gibi harcamış! Statham'ın Van Damme olması için kırk fırın ekmek bile yetmeyebilir. Şu haliyle Cüneyt Arkın gelse Statham'a nal toplatır. Çinli oyuncu Shu Qi'nin oyunculuğu da evlere şenlik. Lai'nin babası rolündeki aktör ise, Türkiye'deki saç ektirme merkezlerinin birinin reklamında oynasa daha hayırlı bir iş yapar. Filmdeki diyaloglar diyalog değil, geçiş noktaları tam bir rezalet. Bazen ne olduğunu anlayana aşk olsun. Bir yağlı güreş sahnesi var ki insan ağlasın mı gülsün mü bilemiyor. Filmin tek güzel yanı ara sıra Fransız Riviera'sı havası almanız. Bir de filmin sonlarına doğru tır içinde geçen bir dövüş sahnesi var ki izlemeye değer. Bu sahnedeki müzik de çok etkileyici. Eğer içeriği önemsemeyip sadece vurdudan kırdıdan hoşlanıyorsanız, filmi izleyince hoşlanacak bir şeyler bulabilirsiniz. Bunun dışında son sözüm şu: Gitmeseniz bir şey kaybetmezsiniz. (Bir kurban yetmez mi?).Hero ve Leandros'un Acıklı ÖyküsüGrup Laendros, ismini Kız Kulesi'ne yakıştırılan öykülerin birinden almış. Öyküye göre Hero, Afrodit'in rahibelerinden biriymiş ve Kız Kule'sinde aşka yasaklı bir şekilde yaşıyormuş. Yıllar sonra Afrodit'in tapınağında bir törene katılmak için kuleden ayrılmış orada Leandros ile birbirlerini aşık olmuşlar. O günden sonra Laendros Kule'ye gizlice yüzerek gelmeye, Kız Kulesi de her gece bu iki gencin aşkına ve yasak sevişmelerine tanıklık etmeye başlamış. Leandros'un yüzerek kuleye gelmeye çalıştığı bir gecede Hero'nun yaktığı sevda ateşi sönmüş. Leandros karanlıkta yolunu kaybetmiş ve boğazın sularında can vermiş. Sevgilisinin boğulduğunu anlayan Hero'da kendini Kız Kulesi'nden boğazın sularına bırakıvermiş.Kız Kulesi'nde kameralı evlenme teklifi Kız Kulesi'ne her gittiğimde, özellikle de gece, çok heyecanlanıyorum. Salacak'tan ya da Kabataş'tan kalkan tekne kısa süre sonra Kızkulesi ile burun buruna gelince yüreğim 'küt küt' atmaya başlıyor. Sanki Kule'nin üzeri, ışıklardan bir duvakla örtülmüş de ben onu açmaya geliyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum. Bu şehri, bu ülkeyi sevdiğimi Kız Kulesi'nde başka bir türlü hissediyorum. İnsan İstanbul'da yaşar da kendini Kız Kulesi'ni hissetme zevkinden nasıl mahrum eder anlamıyorum. Geceleri, restoranda 'dünya mutfaklarından' konsepti hakim. Kırmızı et, beyaz et her tür yemeği bulmak mümkün. Grup Leandros tüm gece boyunca bence Kız Kulesi'ne yakışan, klasik müzik ağırlıklı, çok seviyeli bir müzik yapıyor. Tarihe saygıda kusur etmeyen keyifli bir müzik. Grubun Solisti Zeynep hem keman çalıyor hem söylüyor. Bir zamanlar Zeynep Uğurlu adında tanımadığım birinin kasetini almıştım. Meğerse bu Zeynep o Zeynepmiş. O kaseti dinlerken farklı bir şeyler, bir 'zarafet' hissetmiştim zaten. Yanılmamışım. Çapa'nın mekanlarından yetişen Burçin Bey gece boyunca misafirleri memnun etmek için dört dönüyor. Burçin'den öğrendiğime göre evlenme teklifi için Kız Kulesi'ni mekan olarak tercih edenlerin sayısında artış varmış. Bazıları da 'Ben tam evlenme teklif ederken gizli kamerayla çeker misiniz?' diye soruyormuş. Talebe bakar mısınız? Hatta ısrar karşısında birkaç kere de böyle çekimler yapmak zorunda kalmışlar! Ya teklifi alan 'tak sepeti koluna' durumuna geçerse? Al sana koca bir kamera şakası! Neyseki 'teselli ikramiyesi' durumu söz konusu. Hüsran görüntülerini al istediğin kanala istediğin fiyata sat! Tabii hemen Kule'nin tepesine çıkıp 'İstanbul Kanatlarımın Altında' durumuna transfer olmamışsan! (0-216-3424747).İki elim yakanızda olur bunu bilin1968 yılında Türkan Şoray'ın başrolünü oynadığı 'Vesikalı Yarim' filminin 'Hak Yol'u ismiyle yeni bir versiyonu çekilecekmiş. Filmin konusunu bilmeyenlere anımsatalım. Filmde bir kadın pavyona düşer ve daha sonra evli bir erkekle yasak aşk yaşamaya başlar. Filmin yeni versiyonu için erkek oyuncular belirlenmiş: Murat Soydan, Salih Kırmızı ve Hakan Alkoç. Şimdi sıkı durun. Türkan Şoray'ın yerine kim düşünülüyormuş biliyor musunuz? Kaya Çilingiroğlu'na 'Tecavüzcü Çoşkun' muamelesi yaparak bir anda 'meşhur' olan 'Q kızı' Reyhan Gökdeniz. Buna inanabiliyor musunuz? Ben inanmadım ama her olasılığa karşı filmin yapımcısı ve yönetmenini buradan uyarıyorum. Eğer Türkiye'de yüzlerce kadın sanatçı işsiz oturup, iş beklerken Türkan Şoray'ın rolünü bu Q kızına verirseniz, iki elim teneşire kadar yakanızda olur. Sabahtan akşama da bu köşede onun Q'sunu, sizin IQ'nuzu tartışma konusu yaparım. Diyelim ki filmi çektiniz. Kurtulduk sanıyorsunuz değil mi? Kurtulamazsınız. Filmin oynadığı her sinemanın kapısına adam diker, izlemeye gelenleri yan salondaki filmi izlemeye ikna ettiririm. Sanırım bu konuda benimle aynı IQ seviyesini paylaşan okurlarımın da çorbada tuzu olur. Olur değil mi? Özgürleşmek isteyen kadınlar striptiz yapsınİTÜ'lerde okuyup koca mimar olacaksın, ailenin 'evlenme o adamla' diye karşı çıkmasına rağmen, dinlemeyip evleneceksin. 12 yıl evli kalacaksın, birden yanında yatan kocanın vücudunu 'mayalanmış hamur' gibi görüp tiksineceksin. Mutlu aşkın ve mutlu sevginin olmadığını söyleyecek, evliliğin; kadını, erkeği, dürüstlüğü aşkı ve varoluşu reddeden bir kurum olduğunu düşüneceksin. Sonra da ağına kafanda tasarladığın mükemmel erkek modellerini düşürmeye çalışacaksın. Üstelik bir de ne istediğini bilemeyeceksin. Büyük bir aşk? Anlayışlı bir sevgi? Tatmin edici bir seks ya da çerezlik bir ilişki? Ama emin olduğun da bir şey olacak: O erkekten bu erkeğe gitmek çözüm değil! İnsan kendine giden yolu bulmalı! Yeni tarz kızımızın, bir bakıma 'Özgür Kızımız' Lal'in, toplumun kendini şekillendirmesine karşı duyduğu öfke karşısında da tek isteği var: Bir payvonda çatır çatır striptiz yapmak... Böylece topluma meydan okuyacak, toplumun ona biçtiği rolden 'soyunacak' ve bedenini, daha doğrusu varoluşunu yüceltecek. Meltem Arıkan, 'Kadın Bedenini Soyarsa' romanında 'özgürleşmeyi hedef alan, hedefi öncelikle kendini tanımak olan' bir kadının çelişkili iç yolculuğunu anlatıyor. Lal gibi özgürleşme çalkantısı yaşayan kadınlar için bu kitap bire bir. Hatta Lal'in iç yolculuğunu okurken uygulamaya geçmek için bir de kendilerine eylem planı hazırlayabilirler. Örneğin Filipinler’de bir tatil ayarlayıp on beş gün evden uzaklaşma, kendini bir dinleme gibi! Özellikle erkek ve kadın psikolojisini anlatan bazı bölümler, bana, 'ders kitaplarından alıntı' yapılmış gibi geldi. O yüzden bazı yerlerde roman tadını yitirdim. Bir de kitabın iyi bir editöre gereksinimi varmış. Çünkü bazı cümleleri yanlış cümle kuruluşu nedeniyle anlamak oldukça zor oluyor. (Meltem Arıkan, Kadın Bedenini Soyarsa, Everest Yayınları, 2002, 328 sayfa, 8 milyon TL)
Yazının Devamını Oku

Vaaaay be, ne logoymuş ya!

15 Aralık 2002
<B>GEÇEN</B> hafta yazdığım Arçelik yazıları ile ilgili yüzlerce e-posta geldi. Mesajların çokluğu karşısında <B>‘‘Vaaay be ne logoymuş ya’’</B> demeden edemiyor insan. Kırk yıllık logo değişince, her evde de en azından bir Arçelik ürünü olunca beyni olan düşünüyor tabi ki! Gelen bazı mesajları sizlerle paylaşmanın yararlı olacağını düşünüyorum.İşte bazı alıntılar: ARÇELİK'in yeni logosu yazınızdaki gibi, gülen bir tüketici ve çeliği değil, basit bir kağıt parçasını anımsatıyor... Arçelik'in eski logosu neyi ifade etmekte yetersiz kaldı ben onu anlayamadım.. Logo değiştirilmeden yeni Arçelik yazısının önüne getirilseydi, ne eksik olacaktı?... Şöyle bir düşünün, bir Mercedes ya da bir Opel alıyorsunuz ve otomobilin önündeki amblem kalkmış ve yerine ufak bir ‘‘mercedes’’, ‘‘opel’’ yazısı gelmiş ne kadar hoş olur değil mi? (Aycan Ercan).

İKİ yıl önce İstanbul'a gelen ünlü ‘‘Egg’’ grubunun gönüllü kılavuzluğunu üstlenmiştik. Onlara İstanbul'u gezdirirken üzerinde Arçelik logosunun bulunduğu bir açık hava reklamı görüp kahkahalarla gülmeye ve resmini çekmeye başladılar. ‘‘Ç’’ harfi biliyorsunuz ingilizcede ‘‘S’’ olarak okunur, ‘‘Arçelik’’ ingilizce okunduğunda ise ‘‘Arselik’’ diye telaffuz ediliyor ve ağızdan ‘‘Arce lick’’ diye bir şey çıkıyor. Bunun da ne anlama geldiğini öğrenmek için sadece sözlüğe bakmak yeterli! Sonuç olarak ‘‘Arçelik’’ markasının dünya markası olabilmesi için ‘‘logo’’ değişiminden çok daha fazlasına gereksinimi var... (Serhat Çetintürk).

YENİ Arçelik logosunu beğenmiş olmanızı esefle kınıyorum. Grafik mezunuyum, sanat yönetmenliği yapıyorum. Yanımızda çalıştırdığımız stajyere Arçelik logosunu ödev olarak verseydik, bu logoyu getirselerdi, bu onların son işi olurdu (Metin Uzun).

AMBLEM gerçekten de (sizin not ettiğiniz gibi) ‘‘gülen müşterinin ve şekil alan çeliğin gizlendiği’’ bir biçim mi? Öyle bile olsa kullanıcının bunu algılaması gerçekten bekleniyor mu? Daha da ötede, global Pazar düşünülürse (ki öyleymiş) o pazarda kim isimdeki ‘‘çelik’’ alt kelimesinin steel, stahl, acier, accaio,...anlamına geldiğini bilsin de amblemin hafif bükülmüş çelik levha olduğuna karar versin?.. ‘‘Ç’’ harfinin çengeline gelince. Atsan atılmaz, satsan satılmaz. Harf devriminin aceleye getirilmesinden (ama başka yol yoktu) kalan problemler. Ama böyle palyatif çözümler de beni rahatsız ediyor. Yani, atacaksan at, ya da namusluca kullan. Ya da drastik çözümlere git ve ‘‘arçelik’’i at, olsun bitsin. Koç nasıl dış pazarda Ram olduysa... Arçelik de isterse yurt dışında farklı birşeyler olsun, ama iç pazarda da Arçelik'le beraber normal ‘‘Ç’’ kullanılsın (bir sürü imli ve çizgili harfleri olan İsveçliler, Danimarkalılar, Polonyalılar, çekler ne yapıyorlar global markalarında) diye düşündüm. Skoda hálá ‘‘üstü imli S’’ kullanıyor ama kimse de aldırmıyor) (Mehmet Asatekin)

EĞER konu logo ise yeni logoyu o meşhur sevimli robotunuzun üstüne işleyebilirlerdi. Ayrıca reklamın sonunda yer alan ‘‘Arçelik'te bi' şeyler oluyor’’ yazısında da yeni logo olmalıydı. Binlerce dolar ver, bunu gözden kaçır, olmaz! (Mete Saraçoğulları)

ADIM Cemre.. 15 yaşındayım. Arçelik logosu hakkındaki yazınızda sorduğunuz bir sorunun yanıtını bildiğime inanıyorum. Yapılan bir araştırmaya göre yalnız Türk insanının kullandığı bazı kalıplar varmış. Bunlar özellikle ‘‘hemşe(h)ri’’ anlayışına dayanan sorular, ilk sırada da ‘‘nerelisin’’ sorusunun hemen ardından gelen ‘‘içinden mi?’’ sorusu var. Ben reklamı ilk izlediğimde bu sorunun Arçelik'in bir Türk markası olduğunu vurgulamak için sorulduğunu düşündüm. İçimdeki ukalayı susturamayıp size bu mesajı gönderiyorum. Umarım bana böyle bir fasarya için zamanınızı aldığımdan dolayı kızmazsınız. (Cemre Kıvırcık)

ARÇELİK reklamındaki bayan orada mühendisleri yöneticileri, beyaz yakalıları temsil ediyor. Bekçi tek başına ‘‘Hadi yeni logo yapalım. Bu artık eskidi’’ diyecek karakter değil. Robotla ikisi yeni bir logo çalışması yapsalardı, bu şu anki reklamın anlattıklarını anlatmış olamazdı. Böyle köklü bir kararda beyaz yakalıya gereksinim var... ‘‘İçinden mi?’’ sorusu ‘‘Made in Turkey’’ anlamına geliyor. Bu espri ikinci filmde de devam ediyor. ‘‘Yaa! Bi dakka yaa’’ ve ‘‘Estağfurullah’’ ile pekiştiriliyor. (Bence sizin Sinan Çetin'i sevmiyor olmanız onun çevirdiği reklam filmlerini yorumlarken objektifliğinizi etkiliyor.) (Ercan Çalışkan).

Ben yine diyorum ki;

Sevgili okurlarım her türlü eleştiriye saygım sonsuz. Ama ilk düşüncem de ısrarcıyım. Arçelik'in yeni logosu mükemmel. Arçelik'in logosu o kadar doğru bir logo ki, ‘‘Ben de yaparım ya bunda ne var’’ hissi veriyor insana... Chermayeff tarafından yapılan Koç logosu da öyleydi, Demirdöküm logosu da..İşin püf noktası da burası.

Sado-Mazo musunuz?


GEÇEN Perşembe ve Cuma günleri Yürekli Danışmanlık tarafından düzenlenen Marka konferansı SwissOtel'de yapıldı. Burada Hürriyet'in efsane (efsane yani mit, yani oralarda buralarda hakkındaki söylentiler nedeniyle bir dudağı yere bir dudağı göğe ermiş biri, yani uçmuş biri, yani bu dünyaya ait olmayan biri) Reklam Grup Başkanı Ayşe Sözeri Cemal her zamanki kuğu haliyle süzüle süzüle dolaşıyordu.

‘‘Ayşe ayıp oluyor, benim sayfaya çok reklam alıyorsunuz, okurlarım kızıyor, yazılarıma yer kalmıyor’’ dedim. Ayşe Sözeri Cemal, hemen atıldı ‘‘Ama biz Türkiye'de ilk kez bir proje başlattık. Reklamverenin gereksinimlerine yönelik birebir yaratıcı basın reklamı çözümleri üretmeye başladık. Buna basında yaratıcı medya kullanımı dönemi de diyebilirsiniz hocam’’ dedi.

‘‘Bak Ayşe’’ dedim, ‘‘Yaptığınız işin benim sorumla ne alakası var?’’

Ayşe Sözeri
devam etti: ‘‘Bu uygulamamızın çok başarılı olacağını ve Türkiye'deki basın reklamcılığında çığır açacağını umuyoruz! Basın reklamcılığının gerçek gücüyle daha yakından tanışıyor artık reklamveren.’’

Ben yırtınmaya devam ettim: ‘‘Ayşe allahaşkına söyle bunun benimle ne alakası var? Tamam yaptığınız iş gerçekten hayırlı bir iş. Türkiye bu konuda dünyadaki gelişmelerin gerisinde kalamazdı. Gazetenin ne kadar vazgeçilmez bir reklam medyası olduğunu anlamayanlar da umarım bu projede bu gerçeğin farkına varırlar. Ama benim sayfadaki reklamlar?’’

Ayşe Sözeri
şöyle bir bakış fırlattı: ‘‘Senin sayfayı istiyorlar ben napim? İstiyorlar işte. Senin okuyucunla kendilerinin tüketicilerini özdeşleştiriyorlar. Biz de bu çözümü sunuyoruz onlara tabii...’’

Ağzım açık kaldı. Ağzımdan ister istemez şu sözcükler döküldü:

‘‘Bizim reklamveren sado-mazo mu ya? O hafta ne yazacağımı bilmiyor ki! Riske bakar mısınız? Helal olsun!’’

Dövseydiniz bari


GENEL Sigorta'nın ‘‘54.yıl’’ kutlama reklamı ‘‘Arena’’ dan beter olmuş! Reklamda tok bir ses ‘‘100 trilyonluk ödenmiş sermayemiz var, uluslararası rating kuruluşları bize A+ notu verdi. Biz başardık, Türkiye'de başaracak’’ diyor ama dövse dahi iyi olur. Bu reklamı izlemedinizse, izleyin nasıl dayak yediğinizi siz de göreceksiniz. ‘‘Kurumsal imaj’’ reklamlarında ya da bilgi içeren reklamlarda niye böyle ‘‘insan azarlar’’ gibi bir ton seçilir anlamam. Bu ‘‘dövme tonunun’’ güvenilirliği, inanılırlığı arttırdığı mı düşünülüyor acaba? Türk halkı mazo eğilimler taşıyabili,r taşıyabilir ama bu eğilimlerinden reklamda yararlanmak doğru olmayabilir.

İKİ hafta önce Mio reklamını eleştirirken sloganı doğru düşünüp yanlış yazmışım. Aklımda ‘‘Temizliğin Güneşi’’ vardı ama her nedense tuşlara ‘‘Temizliğin Gücü’’ diye döktürmüşüm. Bazen böyle olur bilirsiniz, aklınızdan başka bir şey geçer ama başka bir şey ifade edersiniz. Reklam metninde bir ‘‘güç’’ten söz ediliyor sanırım o aklıma takıldı. Neyse, o slogan ya da bu slogan sonuç değişmiyor. Bir deterjanın doğumunu müjdeleyeceksen, bütün ürünleri yan yana koyup ‘‘Biz geldiiiiiik!’’ demek yetmiyor. ‘‘Tamam sen doğdun da, bana ne yararı?’’ diye soruyorlar adama. Mio'nun deterjan pazarındaki pozisyonunu ve faydasını açıklamak için ikinci filmi beklemek gerekmiyordu.


Çekirgelik


Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa, orada güneş batıyor demektir.

(Çin Atasözü)
Yazının Devamını Oku

Yüzüklerin Efendisi’nin galası rüya gibi geçti

13 Aralık 2002
Cumartesi'den bu yana Yüzüklerin Efendisi İki Kule'nin ilk gösterim etkinliklerini izlemek için Paris'teyim. Edindiğim izlenim ilk filmle büyük bir gişe başarısı elde eden Yüzüklerin Efendisi'nin (310 milyon dolar harcamaya karşı 860 milyon dolar gelir etmiş, üstelik isim hakları telifleri hariç. Öğrendiğime göre gelecek ay Almanya'da Harley Davidson Yüzüklerin Efendisi serisi çıkaracak, tanesi de 120 bin dolardan satılacakmış!), ikinci filmiyle de büyük bir rekora hazırlandığı yolunda. Yönetmen Peter Jackson 'ilk filmde kumar oynadık' diyor ama bence ikinci filmde oynanan kumarda kimin kazanacağı şimdiden belli.

Cumartesi diğer gazetecilerle birlikte Elysees Biarritz basın özel gösterimini izledim.

Pazar günü de, Paris'in ünlü oteli George V'de, filmin, Yeni Zelandalı yönetmeni, bütün oyuncular tarafından 'çılgın' diye adlandırılan Peter Jackson'la ve oyuncularla yuvarlak masa röportajlarına katıldım. Salı gecesi de Reks sinemasındaki 'ilk gösterim' törenlerini izledim, daha sonra filmin yapımcısı New Line International Eyfel Kulesi'nin hemen yanında bulunan Chailllot Sarayı'nda ya da diğer ismiyle Varşova Sarayı'nda görkemli bir davet verdi. Bu davete de gittim. Tabii ki sizin için. Kendim için bir şey istiyorsam namerdim!

NE YAZIK Kİ MÜZİK BAYATTI

Challot Sarayı'nda davet için yapılan hazırlıklar muhteşemdi. Sarayın duvarına dışarıdan iki kule ve savaş görüntüleri yansıtılmış, Saray'ın önündeki havuz rengarenk ışıklandırılmış ve girişteki yürüme yoluna neredeyse iki yüz metre turuncu halı serilmişti. Saray'ın girişine doğru bu halı üzerinde yürürken, her iki yanda değişik ateş oyunları ile eşlik eden akrobatlar görülmeye değerdi. Girişte merdivenlerde ise gaydaya benzer estrümanlarla bir grup müzik yapıyordu. Daha sonra ana salona geçtiğinizde ise karşınıza kocaman bir Yüzüklerin Efendisi Sharon'un heykeli çıkıyordu. Duvarlara yansıtılan ikinci filmin görüntüleri belleklerde unutulmaz izler bırakıyordu. Yiyecek ve içecek açısından oldukça zengin olan davette fakir olan tek şey konuklara eşlik eden müziğin bayatlığı idi. Gece boyunca filmin yıldızları konuklarla sohbet ettiler, imza dağıttılar. 01.30 sırasında yazılarımı yazmak üzere ayrıldığımda davet hálá ediyordu.

BİR ÇİMDİK ATAYIM, DEDİM

Elijah Wood (Frodo), Liv Tyler (Arwen) Andy Serkis (Gallum) Sean Astin (Sam), Miranda Otto (Eowyn), Karl Urban (Eomer), John Rhys-Davies (Gimli, aynı zamanda Ağaçsakal'ı seslendiriyor ), Christopher Lee (Saruman), Bernard Hill (Theoden), Brad Dourif (Solucandil), Billy Boyd (Pippin) ve Dominic Monaghan (Merry) teker teker önümde resmi geçit yapınca bir an 'Bir tanesine çimdik atıp gerçek mi değil mi kontrol edeyim duygusuna' kapıldım. Bir gece önce boya küpüne batmış bir şekilde rol kesen oyuncuları karşında günlük elbiseleri ve tavırları ile görmek hoş bir duygu.

ŞANSLI OYUNCULAR

Oyuncuların tamamı filmde rol buldukları için şanslı olduklarını ve bu filmin kariyerlerinde bir dönüm noktası olduğunu söylemeye çalıştılar. Yeni Zelanda'da çalışmak hepsi için hem güdüleyici hem de ilginç olmuş. Çoğunu da ikna etmek için oradan bir ev vermişler. Başlarda da bu filmin bu kadar başarıya ulaşacağını tahmin etmemişler. Yönetmen Jackson net gelirden yüzde 10 alıyormuş ama diğer oyuncuların ne aldıklarını öğrenemedim. Özellikle Eowyn'i oynayan Miranda Otto'nun tiyatro oyunculuğuna sıkı sıkıya bağlı olduğunu açık açık söylemesi, sinemanın yarattığı kurgu aleminden hoşlanmadığını belirtmesi çok hoşuma gitti.

İZLEMESİ ZEVKLİ SAVAŞ

Savaş sahnesi Tolkien'de bu kadar uzun yer almıyor. Peter Jackson'a, kitaba sadık kalmadığı için eleştirildiği ve bu konuda ne düşündüğü sorulunca şöyle dedi:' Kitaptan kaynaklanıp birebir kitaba benzeyen film bulamazsınız. Tolkien severler için kitabın özüne bağlı kaldık. Diğer izleyiciler için ise başka şeyler kattık. Eğer iyi film yaparsak Tolkienseverlerin de bizi affedeceğini umuyoruz'. Bence de kitaba sadık kalmadığı iyi olmuş. İzlemesi çok keyifli savaş sahneleri çıkarmış Peter Jackson.

BEĞENDİM Mİ?

Beğendim. Bu bir destan ve Jackson da bu destanı izlenir kılmak için teknolojinin elverdiği ölçüde hayalgücünün bütün olanaklarından yararlanmış. Gollum'un çift kişiliğini gösterdiği ve Hobbitlerin Ağaçsakal ile konuştuğu sahneler biraz uzun olmuş, hafiften cansıkıcı. Bunun dışında daha hareketli bir film var karşımızda. Özellikle iyilerle kötülerin kitle halinde savaştığı sahneleri görmek lazım. Frodo'nun yoldaşı Sam filmde şöyle bir şeyler diyor: 'Dünya kötülerle savaşmak için varını yoğunu koymaya değer bir yer'. Eğer filmi Tolkien'in böyle bir 'değer'e sahip çıktığını düşünerek izlerseniz daha keyifli oluyor. Örneğin filmin sonunda birden ortaya çıkıp 10.000 kötünün üstüne giden atlıları bir dakika karanlık eyleminde yakıp söndürülen ev ışıklarına pekala benzetebilirsiniz.

TOLKIEN FANATİKLERİ BANA NE DEDİ?

Paris'te Tolkien fanatiklerinden biri bana şöyle dedi: 'Sorulması gereken soru 'Kaç kere görelim?' olmalı.' Doğru olabilir, Tolkien fanatiklerinin birden fazla görmek isteyebilecekleri bir film olabilir karşımızdaki. Ben ikinci kere biraz düşünürüm. Yanıtı sonra size söylerim.

EFEKTLERİ KURCALAMAYIN, ÖYKÜNÜN TADI KAÇIYOR

Howard Shore'un müzikleri mükemmel. Savaş sahnelerinde yüreğim yerinden fırlayacak sandım. Bana film müziklerinin yer aldığı CD'yi hediye ettiler. Ne yapın yapın bir tane edinin. Fazla özel efektlere dalıp filmi izlerken 'Bunu nasıl yapmışlar ya?' diye sorgulamayın. Anlatılan öykünün tadı kaçıyor. Öykü daha güzel.

İki Kule ne anlatıyor?

İlk bölümün sonunda iyi büyücü Gandalf, Khazad-dum'daki çukura düşmüş, Bro mir'in ölümünden sonra da Yüzük Kardeşliği dağılmış, grup üçe ayrılmıştı. İki Kule aynen kaldığı yerden devam ediyor. Filmin başında Gandalf'ın ölmediğini daha güçlenerek geri döndüğünü anlıyoruz. Daha sonra da film üç ayrı öykü olarak yoluna devam ediyor. Hobbitler, Frodo ve Sam, yüzüğün 500 yıllık kölesi Gollum'un kendilerini takip ettiğini anlıyorlar ve onu yakalıyorlar. Gollum'un çift kişiliği, kaypaklığı bu filmde daha fazla görünüyor.

Gollum daha sonra Hobbitleri Mordor'un Kara kapıları'na götürmeye söz veriyor. Sam ise Gollum'a güvenmiyor. Frodo 'Yüzüğün Esiri'olmak ne demek iyi bildiğinden Gollum'a daha hoşgörülü yakalıyor.

Orta Dünya'nın başka bir köşesinde ise Aragorn, okçu Elf Legolas ve Cüce Gimli kuşatma altındaki Rohan Krallığı ile karşılaşıyor. Rohan Kralı Theoden'i önce , Saruman'ın casusu Solucandil'in yönlendirmeleri sonucu kötü adam olarak görüyoruz.

Bu arada savaşçı Argorn da Kralın yeğeni Eowyn'un gözünden kaçmıyor. Yakışıklı Aragorn'a kim dayanabilir. İlk filmde de Aragorn, Elf Arwen'in gözünden kaçmamıştı biliyorsunuz. Aragorn da Eowyn'in cazibesine kapılır ama Arwen'e verdiği sözü ve diğer şeyleri (!) unutmaz. Burada kitapta olmayan aşk sahnelerine dikiz.

Hobbitler, Merry ve Pippin filmin başlarında Uruk-hai'lerin elinden kaçmayı başarıyorlar ve bir ormana sığınıyorlar. Burada da kendilerine yaşayan ve yürüyen bir arkadaş ediniyorlar: Ağaçsakal. Hobbitler film boyunca Ağaçsakal'ı kötülere karşı savaşmaya ikna etmeye çalışırlar. Ağaçsakal da sonunda kötülerle savaşta herkesin rol alması gerektiğine inarak diğer ağaçları Saruman'a saldırmaya ikna ediyor.

İki Kule'de birbirine paralel üç yolculuğu izlerken, iyilerin kötüyü yok etmek için birleştiklerini ve Saruman'ın 10.000 kişilik kana susamış ordusuna karşı ölüm kalım savaşı verdiklerini görürüz. Bu arada da yüzük Frodo'nun ruhunu ele geçirmek için her türlü yolu deniyor.. Daha fazlası için doğru sinemaya...
Yazının Devamını Oku

Gaspar Noe'den beş para etmez nefret terapisi!

6 Aralık 2002
Feriye'de 39 yaşındaki Fransız sinemacı Gaspar Noe'nin Dönüş Yok (Irreversible) isimli filminin gece yarısı özel gösterimini izledim. Filmin ilk on beş dakikası tam bir eziyet. Bir siren müziği var, birtakım acayip koşuşmalar, birtakım adamlar, ara sıra 'Hain' filminden tanıdığım, Cassel'in suratı görünüyor. Kamera, kamera mı sandal mı belli değil. Cassel 'Tenya' diyor başka bir şey demiyor. Aranan kişinin adı Tenya, barın ismi de Rektum olunca ister istemez çağrışımlar havada uçuşuyor tabii ki. Sonra hayal meyal ama acayip bir şiddet sahnesi, kafası yangın tüpüyle parçalanan bir adam, polisler falan... Bu arada filmin abukluğuna dayamayıp çıkanlar. Gaspar Noe, Uluslararası Toronto Film Festivali'nde yaptığı basın toplantısında şöyle demiş: 'Dayanamayıp çıkanlar filmden nefret edenler değil, duygularını kontrol etmeyi bilmeyenlerdir!'. Sonra iğrenç bir tersten tecavüz sahnesi. Bir şey gösterdiği yok, hemen heyecanlanmayın. Ama çok uzun süren, çok hayvani, çok iğrenç.Hemen sonra da o gereksiz şiddet sahnesi. Kadının suratı yerlerde. Sonra Noe'ye göre yine duygularını kontrol edemeyip çıkanlar! Toronto'daki basın toplantısında Gaspar Noe iğrenç tecavüz ve şiddet sahneleri için de şöyle demiş: 'Bu filmi bir nefret terapisi olarak görebilirsiniz. Kafasında tecavüzü tasarlayan birinin benim filmimi izledikten sonra tecavüze yeltenme isteği azalacaktır. Benim filmimde çok kötü bir güç gösterisi var ama bu güç gösterisi Amerikan filmlerindeki silahların yarattığı güç gösterisi kadar istismar edici değil'. Daha sonra ise fırtınadan sonraki sessizlik ve kısmen mutlu son. GEÇ BUNLARI GASPAR BEYAnlıyoruz ki, film sondan başa doğru oynuyormuş. Afişte de her şeyin tersten yazılması da bu yüzdenmiş. (Belki tecavüz bile bu yüzden tersten gerçekleştirilmiş olabilir!) Bu noktadan sonra biraz yönetmenin yaptığı şeyin farkına varıp keyif alınmıyor değil ama bu kadarcık keyif için de can sıkmaya, iç karatmaya kesinlikle değmez. Bu iğrenç hastalıklı tecavüz sahnesini izleyen kadınların erkeklerle ilişkilerini gözden geçirmemeleri mümkün değil. (Ne gerek ver kadını bu kadar erkekten soğutmaya. Zaten erkekler konusunda paranoyaklar! Bütün erkekler onların gözünde potansiyel Tecavüzcü Coşkun. Ne gerek var bir de göstere göstere bu önyargıyı onaylatmaya!) Noe'nin dediği gibi filmi keşke bir nefret terapisi olabilse...Filmi izlerken izleyicilere damardan elektrik şoku verilebilse belki. Noe yaptığı iğrençliğe sadece kılıf uyduruyor. Ya tecavüze eğilimliler dakikalarca süren tecavüz sahnesinden zevk alıyorlarsa... Ya aynı hazzı bir daha yaşamak isterlerse... Geç bunları Gaspar Bey geç, terapin beş para etmez. Filmin? Eziyet çekmek isteyenler gidebilir. Nefret Terapisi nedir?Nefret terapisi insanları alkol, sigara, uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklardan kurtarmak için uygulanan klinik tedavi yöntemi. Hatta 1970'lerin ortalarına kadar eşçinsellik 'zihinsel bir hastalık' olarak görüldüğünden eşcinsellere de uygulanıyormuş. Mide bulandırıcı haplar ve elektrik şoku eşliğinde eşcinsellere homoerotik görüntüler izlettirilip, 'kötü alışkanlıktan kurtulmaları', normal davranışa geçmeleri amaçlanıyormuş. Küçük himini köpek olmak istiyorEvimizde yaşayan en küçük canlı 9 yaşındaki Görkem. Küçük himini diye çağırdığımız Görkem'in 3 yaşından bu yana tek isteği var: Köpek olmak! Nedeni ise insanların köpekleri başka bir türlü sevmeleri. Köpekler kucakta besleniyormuş, başları okşanıyormuş, ‘‘gel kuçu kuçu’’ deniyormuş. Hem köpek olursa sahibini de üzmeyecekmiş, tıpış tıpış gidip çişini dışarı yapacakmış. Harry Potter fırtınasından sonra ise Görkem artık köpek olmayı değil, Harry Potter olmayı istiyor. Nedeni basit. Eğer Harry Potter olabilirse , kendini köpek yapabilirmiş. Küçük himini ilginç çocuk. Önce Harry Potter filmlerini izleyip sonra kitaplarını okuyor. Söylediğine göre yabancı isimler kafasını karıştırdığı için önce kitabı okuyunca bir şey anlamıyormuş. Sırlar Odasına da ilk günden baskılara dayanamayıp gittik tabii. Aslında filmdeki bazı sahnelerden Görkem'in korkacağında emindim ama yine de baskısına dayamayıp götürdüm işte. Genel olarak bakarsak Harry Potter kitapları ve filmler çocuk ruh sağlığına olumsuz etki yapacak unsurlar içermiyor. İyi büyücülerle kötü büyücüler savaşıyor ve hep iyiler kazanıyor. Çocuğunuzla 'büyücülük' üzerine konuştuğunuz sürece sorun yok. Bir şekilde kolay kolay kendini köpek yapamayacağını anlatmalısınız ona. Çocukları götürelim mi?Yönetmen Chris Columbus'un Sırlar Odası'nda öyle karanlık sahneleri var ki, bu sahneler için çocuğunuzu bir tartsanız iyi olur. 8 yaş altına Sırlar Odası'nı önermiyorum ben. 9 yaş üstü için küçük himini örnek olsun. Uykuları üç gündür düzensiz. Potter'ın hayaletle konuşması, örümcek saldırısı, yılanla dövüş ve duvara kanla yazılan yazılar sahnelerine dikkat etmek gerekiyor. Örneğin Küçük Himini en çok örümceklerden etkilendi. Çocuğunuzu en iyi siz tanıyorsunuz, bu sahneleri kaldırabileceğini düşünüyorsanız götürün, eğer kaldıramaz diyorsanız ve baskılar sonucu götürüyorsanız, yanınızda bir haftalığına yer açın gece yarısından sonra davetsiz bir misafiriniz olabilir. Sırlar Odası, Felsefe Taşı'na göre daha bir çocuk filmi olmuş gibi geldi bana . Biraz da uzun olunca hafiften canım sıkıldı. 'Bir sonrakine gider misin?' derseniz. Himiniler istemese bile kaçırmam mümkün değil. Her şeye rağmen içimdeki çocuğu bir yerlerden beslememe yardımcı oluyor...Galatasaray bu maçı alır Galatasaray eski Galatasaray değil. Gol yollarında etkisiz, orta sahada da topa basamıyor. En son Galatasaray'ın Barcelona maçını, Barcelona'da izledim. Galatasaraylı oyuncuları uzun süredir bu kadar aciz görmemiştim. Barcelona o maçta top oynamadı antreman yaptı. Ama Pazar günü oynanacak Beşiktaş maçı farklı. Bu maçta taktiklerden daha çok motivasyona yönelik faktörler etkili olacak. Daha fazla kazanmayı isteyen maçı da kazanacak. Unutmayın, eğer Galatasaray kaybederse hem Fatih Terim'in hem de Galatasaray'ın kaybedecekleri daha fazla. Takımın psikoloğu Acar Baltaş takımı kesinlikle maça bu yönde hazırlıyordur. Bu nedenle ben banko Galatasaray diyorum. Pazar Günü ya maça gidin ya da televizyondan izleyin. Sanırım muhteşem bir futbol şöleni olacak. Yüzüklerin Efendisi'ne gidiyorum, sorularınızı akşama kadar gönderinPazar günü, İkiz Kuleler'in Avrupa Gala programına katılmak için Paris'te olacağım. Hem filmi izleyeceğim, hem de sizler için yönetmen Peter Jackson'dan, oyuncular Eliyah Wood'dan, Liv Tyler'dan, Andy Serkis'ten, Christopher Lee ve daha başka oyunculardan birinci elden bilgi toplayacağım. Eğer onlara 'Yüzüklerin Efendisi' ile ilgili soracağınız bir şey varsa bu akşama kadar aabir@anadolu.edu.tr adresine gönderin. Gelecek hafta sizlerle izlenimlerimi paylaşacağım. Görüşmek üzere. Trendy&FrIendly İzmir MekanlarıGeçen hafta İzmir'e varır varmaz arkadaşlara 'Bana trendy bir yerler önerin' dedim. Önce bir süre suratıma baktılar. 'Trendy, trendy..' diye birkaç kere tekrar ettim. Baktım ses yok. 'Tamam dedim fazla trendy olmayabilir bu yüzyılda hizmete girmiş olsun yeter! Her geldiğimde tutturmuşunuz bir Deniz Restoran bir Körfez Restoran bir Naci Usta.. Başka bir yer yok mu bu İzmir'de ya. 'Jeton düştü, 'Haa öyle söylesene, seni 1988'e götürelim dediler. Gittik. Alsancak, Punta'da bir Rum evi. Hemen girişte üç dört masa var, insanlar atıştırıyor, orta oda dans pisti, arka odada ise bir bar ve yüksek masalar var. Her Cuma tango gecesi varmış, ortalık epeyce hareketli. Ön masalar dolu, geçtik arkadaki bar kısmına oturduk, yemek siparişimizi verdik. Sefaret böreği, safranlı kalamar, biberli biftek, Ege usulu çöp şiş. Hepsi mönüde çok lezzetli duruyordu. Çok geçmedi ki 'Sahip' pozisyonundaki orta yaşlı bey hafiften bar kısmında oturmamızdan kıllandı. Bar tıklım tıkışık, biz de bir an önce olduğumuz yerde yemeği yer gideriz diye düşünüyoruz. 'Sahip' ise Ali ismindeki garsona yaptırdığı çeşitli sortilerle bizi taciz etmeye başladı. Yerlerimizi değiştirmemizi istiyor. Ali gelip gelip 'Ön tarafa masalara geçecekmişsiniz, patron öyle diyo!' diyor ama yüzündeki ifade de şöyle: 'Bana kalsa burada oturun ama adam patron işte, benimle gelin de ağzımızın tadı bozulmasın'. SAHİP KILLANDI!Ali'ye acıyıp, girişteki masalardan birine geçiyoruz. Kapı ağzı buz gibi. Servis yavaş. Ali bir oraya, bir buraya koşturuyor. Öğreniyoruz ki, diğer iki garson aldıkları parayı beğenmeyip işe gelmemişler. Ali, dili dışarıda her şeye yetişmeye çalışıyor. Öyle güleryüzlü, öyle konuşkan ki, her masaya uğrayışta iki çift gönül alıcı söz ediyor, kızamıyorsun bile. Bence bu tür yerleri çalıştırmayı Ali gibilere bırakmak lazım. 'Sahip' mümkünse ortalarda dolaşmasın, dolaşacağı zaman da önüne 'Çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz' diye pankart assın! Sezarın hakkı sezara, yemeklere diyecek yoktu. Hepsi çok lezzetliydi. Gecenin ilerleyen saatlerinde arkadaşlar çenemden korkmuş olacaklar şair Eşref Bulvarı üzerinde Club En-Velo diye bir özel kulübe götürdüler. Türkçe ve yabancı pop ağırlıklı canlı müzik var. İnsanlar çok samimi, kafalarına göre oldukları yerde dansediyorlar, üstelik ortada sizi sinir edecek hiçbir 'Sahip' de görünmüyor. Club En-Velo'ya gidilebilir. Ama önceden bir rezervasyon yaptırsanız iyi olur (0-232-4632869)
Yazının Devamını Oku