7 Mart 2003
Top 50Aşka İki Hafta gibi romantik komedilere İngilizce'de ‘‘Feel Good Movies’’ de deniyor. Türkçesi ‘‘mutlu eden filmler’’ ya da ‘‘iyi hissettiren filmler’’ gibi bir şey işte! Ben bu filmlere ‘‘Tavuk Suyuna Filmler’’ listesi de diyorum. İki, üç ay önce yabancı mesleki bir derginin içinden ‘‘Tüm zamanların en iyi 50 Tavuk Suyuna Filmi listesi’’ni veren bir ek çıkmıştı. Bir ara kullanırım diye saklamıştım. Aşka İki Hafta'yı izleyince aklıma geldi, sizinle paylaşayım dedim. Liste Toyota'nın sponsorluğunda ‘‘Zagat Survey’’ (zagat.com) tarafından gerçekleştirilmiş. Binlerce insanla görüşülerek tüm zamanların en iyi 50 tavuk suyuna sıralaması elde edilmiş. Bu sıralama yaptırılırken oyunculuk, öykü, filmin çekildiği zamandaki prodüksiyon kalitesi dikkate alınmış. Saydım, 32 tanesini izlemişim. Aşka İki Hafta bu otuz iki tavuk suyu arasına giremez. Bence ilk 50'ye de giremez ama yine de diğerlerini izlemeden yorum yapmamak lazım. Siz kaç tanesini izlediniz? Önce bir sayın bakalım, sonra da bu hafta izlemediklerinizi izlemeye başlayın. İşte size iş. Daha ne istiyorsunuz?İşte 50’lik liste1. Wizard of Oz (1939)2. Singin'in the Rain (1952)3. Sound of Music (1965)4. My Fair Lady (1964)5. It's a Wonderful Life (1946)6. The Sting (1973)7. Mary Poppins (1964)8. E.T. (1982 )9. Shrek (2001)10. When Harry Meet Sally (1989)11. Yankee Doodle Dandy (1942)12. Zorba (1964)13. Miracle on the 34th Street (1947)14. Babe (1995)15. Tootsie (1982)16. Rocky (1976)17. Shakespeare In Love (1998)18. Stand by Me (1986)19. Moonstruck (1987)20. Gigi (1958)21. American Graffiti (1973)22. Forrest Gump (1994)23. A Hard Day's Night (1964)24. Norma Rae (1979)25. It's a mad... Mad World (1946)26. Breaking Away (1979)27. Big (1988)28. On the Town (1949)29. Fried Green Tomatoes (1991)30. High Society (1956)31. Grease (1978)32. Ferris Bueller's Day Off (1986)33. Hoosiers (1986)34. Pretty Women (1990)35. The Natural (1984)36. Easter Parade (1948)37. Field of Dreams (1989)38. Parenthood (1989)39. Erin Brockovich (2000)40. Sleepless in Seattle (1993)41. Ghost (1990)42. The Goodbye Girl (1977)43. Fame` (1980)44. Stand and Deliver (1988)45. Father of the Bride (1991)46. Remember the Titans (2000)47. A League of Their Own (1992)48. Splash (1984)49. Baby Boom (1987)50. Karate Kid (1984)Sanki bu senaryo çalıntı gibi... Aşka İki Hafta (Two Week Notice) bana ciddi bir şekilde, Tom Hanks ve Meg Ryan'ın başrollerini oynadıkları You've Got Mail (Mesajınız var) filmini anımsattı. Hatta hafif 'çalıntı' durumu ile karşı karşıyaymışız gibi geldi bana... Anımsadınız mı? Hani Meg Ryan küçük bir kitapçı işletiyordu, Hanks ise büyük bir kitapçının yöneticisi idi ve Ryan'ın dükkanının karşısına kitapçı açmak istiyordu. Sonra çatışma, komik olaylar, sırılsıklam aşk sahneleri ve mutlu son.Aşka İki Hafta'da, benzer şekilde Sandra Bullock, mahallelerindeki tarihi binalardan biri olan ‘‘Halk Eğitim Merkezi’’nin yıkılmaması için mücadele eden idealist avukat Lucy Kelton'u oynuyor. Hugh Grant ise kalender, işinin içine düşmüş, zengin işadamı George Wade. Merkezi yıkmaya hazırlanan şirketin ortağı. Çatışma kaçınılmaz anlayacağınız. Bullock, kendisi için bir şey istiyorsa namert, sadece yıkıma engel olmak için, Grant'ın teklifini kabul eder ve onun baş hukuk danışmanı olur. Zaman içinde Grant hukuk baş danışmanını, annesi sanıp, neredeyse iç çamaşırı seçimini bile ona bırakınca işler biraz karışır. Grant, Bullock'a öyle bağlanır ki, ona sormadan tuvalete bile gidemez hale gelir. Hatta bir keresinde birlikte erkekler tuvaletine giderler ve oral seks yaparken basılırlar! (Bence bu sahne filmin en komik sahnesi.) Sonra kaçınılmaz çatışma, komik olaylar, sırılsıklam aşk sahneleri ve işten - aşktan ayrılmak için verilen iki hafta süre, sonra da mutlu son. ‘‘Ya ne olacaktı’’ diyorsunuz değil mi? Doğru, romantik komedide formül bu. Ama öykü bu kadar da bayat ya da taklit olmak zorunda değildi. Bazı espriler bazen hadi ‘‘komedi’’ bölümünü yerine getirelim diye oraya buraya sokuşturulmuş gibi duruyor. Oyunculuğa diyeceğimiz bir şey yok. Zaten bu filme gidilecekse sadece Hugh Grant'le Sandra Bullock'un oyunculuklarını izlemek için gidilir. Mimikleriyle ünlü Bullock'un bu filmde de mimiklerini izlemek büyük zevk. Kaçırmayın diyemeyeceğim. Kaçırabilirsiniz. ‘‘İlla ki göreceğim’’ derseniz, beklenti seviyenizi düşürün. Bidi Bidi Çekirge'yi bir daha düşün KanatGittin, ‘‘Bidi Bidi Çekirge’’ isimli şarkıyı da ‘‘içimizden söylediğimizde bile Nıah! dedirten 10 şarkı’’ arasında saydın! Valla çok teessüf ederim. Geçen akşam bizim üniversitede 400 kadar İletişim Fakültesi mezunu bir zamanlar ders aldıkları hocalarıyla bir araya geldi. Birlikte yediler, içtiler, sonra şarkılar, türküler, peşinden herkes döküldü. Bir oynama, bir oynama... Ama sen asıl oynamayı orkestra ‘‘Bidi Bidi Çekirge’’ şarkısını çalarken görecektin. O koca koca profesörlerin, doçentlerin, o koca koca iletişim dünyası çalışanlarının karşı karşıya geçip seke seke ‘‘çekirge, çekirge’’ diye oynamalarını bir görseydin, içinden ‘‘Nıah’’ mı derdin yoksa Baltalı İlahımız Zagor şeklinde ‘‘Yeaahhhhh’’ diye ortalarına mı dalardın onu bilemem! Hatırlar mısın, Güzin ile Baha ‘‘Kovaladıkça kaçan ateş böceğim misin?’’ dediklerinde parmaklarını alınlarına boynuz gibi götürür, güya ateşböceği olurlardı. Koca koca hocalarda da hareket aynı. Tam boynuzun yapıldığı kısımda da hep birlikte katharsis'e ulaşma: ‘‘Çekirge, Bidi Bidi Bidi Bidi Çekirge...’’ Kendilerinden geçtiler, kendilerinden.Bence sen şu çekirge şarkısını bir daha düşün Kanatçığım ya! Kırma beni. Ne olur. Hani hocalara falan ayıp olur tamam mı? Halka, çok sıkı bir gerilim filmiHalka, son zamanlarda izlediğim en iyi gerilim filmi. Dikkat edin gerilim filmi diyorum, korku filmi değil. Korkacağınız bir iki sahne olabilir ama film boyunca hissettiğiniz gerilim, hatta merak, öyle böyle değil. Ortada çok zekice, oya gibi işlenmiş bir öykü olduğunu kabul edelim. Hatta Japon yazar Koji Suzuki'nin zekasına hayranlık duymamak elde değil. Suzuki'nin romanının ilk film denemesi Ringu adıyla Japonya'da yapılmış ve çok da başarılı olmuş. Yurtdışındaki eleştirmenlerden bazılarına göre ise Ringu Japon sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri. Bizim izlediğimiz Amerikan Ring'e gelince... Oyunculuk oldukça sağlam. Öykünün özünde o kadar çok simge ve metafor var ki, bazen yönetmenin kendi üslubuyla kodladığı bu metaforları çözeyim, simgeleri açayım derken filmin bazı ayrıntılarını kaçırmak işten bile değil. Ama çözümler yapıldıkça, simgeler açıldıkça da film daha bir hoşuna gidiyor insanın. Sanırım Ring 2 de kısa bir süre sonra sinemalarda olur. Çünkü ‘‘Peki kasedi diğer izleyenlere ne olacak?’’ sorusuyla biten film şimdiden bizi ikinci filme de hazırlamış durumda. ‘‘Ne kasedi?’’ demeyin işte. Şimdi size ‘‘Bir kaset var, insanlar izlemezse meraktan çatlıyor ama izleyince de yedi gün sonra ölüyor’’ filan diye filmin konusunu mu anlayatım. Gidin işte, sürpriz olsun. Mideniz gerilim filmi kaldırıyorsa gidin. Bundan iyisi Şam'da kayısı...İşkembeci listemize isyan eden ufaklık Anımsarsanız ocak ayında şu anda elinizde tutuğunuz Hürriyet'te Türkiye'nin en iyi işkembeciler sıralamasını vermiştik. Bu sıralamaya 10 yaşındaki okurumuz Seren Yeşilova'dan itiraz geldi. Seren'in mektubu aynen şöyle: ‘‘Hürriyet Cuma yazarlarına. 07.02.2003 tarihinde yazmış olduğunuz Cuma Hürriyet Gazetesi'nde, Türkiye'nin en iyi işkembeciler sıralamasını gördüm. Babam çorbacıdır. Siz hiç bizim dükkanımıza gelip de çorba içtiniz mi? Sizi dükkanımıza davet eder, ondan sonra sıralamayı baştan yapmanızı isterim. Siz gelemezseniz başka bir damak tadı olan arkadaşınızı gönderin. Haa! Bir de isterseniz haber vermeden gelin, biz her müşterimize aynı kalitede çorba sunarız. Dükkanımızın ismi YEŞİLOVA PAÇA EVİ'dir. Babamın adı Ercan'dır. Adresimiz Işıkkent Ayakkabıcılar Sitesi, No: 17, Pamukbank yanı. Telefonumuz 231 88 04.’’Ne diyorsunuz? Bence bu çorba gidip içilir. Çünkü Ercan Bey'in her halinden işi bildiği çok belli. Hem küçük okurumuz Seren'i, hem de Ercan Bey'i kutluyorum. Bence çorbacılığı yanında bir de küçükten reklam işine girmeyi denese fena olmaz. Çünkü ikna taktiklerini iyi biliyor ve Türkiye'de bu kadar ‘‘ince’’ düşünen insanı her zaman bulmak mümkün olmuyor. Kutlarım. Düzeltme: Geçen hafta nasıl olduysa Oktay Ekinci'yi Mimarlar Odası Başkanı diye tanımlamışım. Oysa ‘‘eski’’ Mimarlar Odası Başkanı diyecektim. Bir de sen ‘‘Tarihi binalar konusunda Ekinci kadar radikal değilsindir. Niye bu kadar övdün’’ diyen mesajlar geldi. Ben iki konunun farklı olduğunu düşünüyorum. Ekinci kadar tarihi binaları koruma konusunda ‘‘radikal’’ olmasam bile, bana ‘‘adanmışlık’’ duygusu veren her insana sempati ile bakıyorum. Değiştirmem. Bu gerçek, hissediyorum, yazıyorum. Kusura bakmayın.Cuma AlıntısıHayatta en zor şey hangi köprüden geçeceğine, hangi köprüyü yakacağına karar vermektir. (David Russell) Cuma TakıntısıBonnie Raitt'in Silver Lining Albümü... Country sevenlere. Tabii bir de feminist severlerse kaymaklı ekmek kadayıfı olur.
button
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2003
Oktay Ekinci Anadolu'daki kültür ve tarih hazinelerimizi korumak için çırpınan birkaç aydından biri. Mimarlar Odası Genel Başkanı. Bir görevi daha var, o da Tarihi Kentler Birliği Encümenliği. Kendisini tanımam. Cumhuriyet Gazetesi'ndeki yazılarını mümkün olduğunca okumaya çalışırım. Yazılarından bildiğim bir şey var, köşesinde tarihi kentlerdeki belediyelerin korumacı çabalarına destek verir, onlara yol gösterir, özendirir.
Nereden Oktay Ekinci'ye geldik derseniz, Ekinci'nin Cumhuriyet Gazetesi'ndeki yazıları, ‘‘Seyir Defteri’’ adıyla kitaplaştırıldı. Eğer Oktay Ekinci'yi daha önce okumamışsanız, bu kitabı okumanızda yarar var. Tabii ki tarihi değerlerimize duyarlıysanız...
Kitap 2000'den 2003 yılına kadar Tarihi Kentler Birliği'ni kurmak için neler yapıldığını anlatan bir ‘‘Seyahatname’’. Daha doğru tanımlamak isteniyorsa, Oktay Ekinci'nın yazıları bu ülkede nasıl söke söke aydın olunur, onun belgeseli. Alanya'dan, Antalya'ya, oradan Mudurnu'ya, oradan Edirne'ye uzanan herkesin kolay kolay yapamayacağı bir yolculuk.
Farklı bir dünyaya adım atmak, Ekinci ve arkadaşlarının tarihi kentlerdeki değerlerimizi koruma mücadelesine tanıklık etmek istiyorsanız, Ekinci'nin ‘‘Seyir Defteri’’ni bir inceleyin. Öyle bir çırpıda okunacak yazılar değil, kitabı da çok özenerek basmamışlar. Yine de zaman zaman kitabı elinize alıp bir bölümünü okuduğunuzda, farklı bir dünyanın kapılarını aralayabildiğinizi göreceksiniz.
(Oktay Ekinci, Tarihi Kentler Birliği Yayını, 2003, 152 sayfa)
Rus Gelin televizyonda da iş yapar
Son üç haftanın sinemada en iyi iş yapan filmi Rus Gelin. Rus Gelin'i şu anda istediğiniz TV kanalında yayınlayın orada da iş yapar. Niçin?
Rus Gelin yer yer insanın zekasıyla dalga geçiyor. Konu bayat. Bazı espriler çoluk çocuğun bile sırıtmayacağı türden. Belden aşağı kaba saba espriler sinir bozuyor. Moldovyalı'nın hem kekeme, hem geveze Türkçesi evlere şenlik.
Filmin ikinci yarısı konu örgüsü açısından feci ve sonu ise birden ‘‘Son’’ diye yazıp biten Türk filmleri gibi. Metin Akpınar'ın eski pehlivan rolündeki performansı ise görülmeye değer tek şey.
Namaz esnasında uyuma sahnesi uzun sure akıllardan çıkacak bir sahne değil. Çok komik.
Rus Gelin, bildiğimiz, yıllardır televizyonda tekrar tekrar gösterilen ve her defasında da rating alan Zeki-Metin filmlerinden biri işte. 2003 yılına gelindi, değişen bir şey yok. Ne bir eksik ne bir fazla.
Bu nedenlerle de Rus Gelin, şu anda televizyonda yayınlansın, ilk oynamada iyi rating alır, sonra her ay bir kere yayınlansın ağırlıklı olarak C2D gruplarından yine rahatlıkla izleyici bulur.
Türkiye Zeki-Metin filmlerini seviyor, izliyor. Kimseye kızmamak lazım. Belki de Zeki Alasya seviyeyi yükseltse, doğru dürüst bir film çekse televizyonlar yüzüne bakmaz, film de sinemadan sonra elde kalır.
‘‘Ya bu adam neden söz ediyor, Zeki-Metin filmleri fıstık gibi fimler’’ ya da ‘‘Ben Zeki-Metin'i herşeye rağmen sinemada da izlemeyi severim’’ diyorsanız ve hala gitmemişseniz Rus Gelin'e hemen gidin. ‘‘Belki bu kez bir farklılık vardır’’ diye düşünüyorsanız, sabredin. Televizyona yakında düşer, olmadığını görürsünüz.
Kime niye aşık oluruz? (1)
Daha önce size Helen Fisher'in ‘‘Cinsel Aşkın Anatomisi’’ kitabına döneceğimizi söylemiştim. Bu kitap bazı doğal dürtülerimizi anlamak açısından çok önemli. Bu doğal dürtüleri anlarsak, kendimizi daha iyi tanır ve daha dingin bir hayat süreriz.
Fisher ünlü bir antropolog ve kitabın ikinci bölümünde, ‘‘kime niye aşık oluruz’’ konusuna açıklık getiriyor. İlk saptaması çok ilginç. Şöyle diyor Fisher:
‘‘Aşık olma, en birincil özelliklerimizden biri olan koku duyumuz tarafından kışkırtılabilir... Fransız doğa bilimci Jean Hanri Fabre'nin bir yüzyıl önce kanıtladığına göre birçok yaratık baştan çıkarmak için kokulara başvurur. İnsan vücudu da bilinen en güçlü koku afrodizyaklarını üretebilir. Gerek erkeklerin gerek kadınların koltuk altlarında, meme başlarının etrafında ve kasıklarında apokrin bezleri vardır. Bu koku kutularının salgıları bakterilerle birleşince ekşimsi ve ağırlaşmış ter kokusunu oluşturur’’.
İlginç değil mi? Örneğin; Baudelaire insan ruhunun, söz konusu erotik terde barındığına inanırdı. On dokuzuncu yüzyılda yaşayan Fransız romancı Karl Huyamans Bir kadının koltuk altı kokusunun erkeğin içindeki hayvanı kolayca kafesinden salıverdiğini yazmıştı. Napolyon da metresi Josephine'e yazdığı bir mektupta ‘‘Yarın akşam Paris'e dönüyorum. Sakın Yıkanma’’ diyordu.
Peki doğal kokudan etkilenme açısından erkekle kadın arasında fark var mı? Fisher'a göre var. Erkekler kadın kokusundan uzak mesafeden bile etkileniyorlar.
Kadınlar da hemcinslerinin kokusundan rahatlıkla etkileniyorlar ancak erkeğin vücuduna doğrudan temas etmedikleri sürece erkeğin doğal kokusundan etkilenmeleri mümkün değil! Anlayacağınız erkeklerin işi biraz zor.
Eğer ter kokusu bu kadar etkili bir kokuysa neden deodoran, parfüm gibi şeyler kullanıyoruz! Fisher'e göre bunda reklamcıların payı olsa da eşlerimizin üstüne yapay kokuların sinmesindan hoşlanıyoruz. Hem erkekler hem kadınlar açısından yapay koku cinsel çekicilikte önemli bir etken. Terle ilgili olarak ise ciddi kültür ayrılıkları var. Hele Türkiye'de ciddi alt kültür ayrılıkları var.
Fisher'in söylediklerinden benin anladığım birini çekici bulursak bunun içinde mutlaka kokunun bir payı var demektir. Hatta romantizme ulaşmak için kokuyu izlemek gerekir. Sonra aşk başlar, sonra sevgilinin kokusu cinsel bir uyarıcıya dönüşür ve koku sayesinde aşk güçlenir. Ve sonra iki taraf da nezle olup koku alma duyularını yitirmemeye çalışırlar. Niye mi bunları anlatıyorum? Bahara şurada ne kaldı arkadaşlar, ha ne kaldı!
Fularlı kart horoz nerdee, mahallenin racon kesen abisi nerdee
Hıncal Uluç bir meslektaşı tarafından ‘‘mahallenin racon kesen abisi’’ diğer bir meslektaşı tarafından ‘‘fularlı kart horoz’’ olarak tanımlanınca, geçen hafta bir isyan yazısı yazdım.
Geçen Cuma ‘‘mahallenin racon kesen’’ abisi tanımlamasını yapan gazeteci arkadaşımla İletişim Şurası'nda bir araya geldik. ‘‘Bana haksızlık etmişsin, bir; ben adını sanını vererek yazdım, iki; fularlı kart horoz nerde, mahallenin racon kesen abisi nerde’’ dedi. Yani biri adam öldürme, diğeri cinayete teşebbüs demeye getirdi. Hak verdim. Ama yine de öyle bir başlığa gerek olmadığını, ‘‘Hıncal Abi ben çocuk değilim’’ türü bir başlığın ona daha çok yakışacağını söyledim. Kabul etti. Anlaştık. Böyle biline.
Gülüm iyi okunmamış!
Bir okurum ‘‘Gülüm filmine demode diyorlar, anımsadığım kadarıyla siz iyi bulmuştunuz, ne dersiniz?’’ diye mesaj atmış.
Doğru, ben Gülüm'ü bazı klişe sahneleri dışında beğenmiştim. Konuyu asla demode bulmadım. Eğer filmdeki ilişkiler iyi okunursa görünürde demode gibi görünen atmosferin, kişilerin, ilişkilerin hiç de demode olmadıkları görülür.
Filmde kuşak farkı yönetmen tarafınca titizce dokunun altına işlenmiştir. Demode görüşünü benimseyenler sanırım bu alt dokuyu iyi okuyamamışlar. Söyler misiniz hangi demode filmde erkek karısının kendisini aldattığından şüphelenirdi de, bunu güzel güzel onunla konuşurdu? Ya da hangi demode filmde oğluna içki getiren, bunu zevkle yapan baba görürdünüz? Hangi demode filmde de aile ortamı bir karı-koca hesaplaşmasına dönüşürdü? Hangi demode filmde kişisel gelişim konusunda eğitim veren bir koca olurdu?
Bu soruları çoğaltmak mümkün. Filmleri de daha iyi okumak...
Cuma Alıntısı
Başarının peşinden koşma. Öyle bir insan ol ki, başarı senin peşinden koşsun.
(Jim Rohn)
Cuma Takıntısı
Bu hafta hamsiye taktım.
Mısır ununda tava ama.
Şöyle yeşilliklerden bir de salata. Yanında ne
içeceğinize de siz karar verin. O kadar da değil.
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2003
Niye bu reklamda Çelik Japonya'ya geldi? Niye bekçi Sırrı sınıf atladı, koruma oldu? Niye Japonlar biri robot olmak üzere sadece iki Türk'ün bulunduğu bir ortamda birbirleriyle İngilizce konuşuyorlar. Çelik ve Sırrı'ya kulaklık verip, simultane çeviri yaptırsalar olmaz mıydı? Niye Türkler'in bulduğu bir şeyin adı ‘‘Direct Drive’’? Niye Japonlar Türkler'in bulduğu bir şey için hasetlerinden çatlayacakları yerde zil takıp oynuyorlar? Koruma Sırrı niye daha önce bildiği bir şey için çıkıp Japonlar'ı tahrik ediyor? Hem de Türk Türk gidip Blues Brothers'ı taklit ediyor?
Eğer ‘‘Direct Drive’’ çamaşır makinelerinin sessiz çalışmasını sağlıyorsa niye ikna etmek için sadece ‘‘Bu salon kadar sessiz’’ benzetmesi kullanılıyor? Niye ‘‘Direct Drive’’ın ürüne yönelik faydası gösterilmiyor? Niye sadece Arçelik'in teknoloji üreten bir firma olduğu kanıtlanmaya çalışılıyor? Sessizlik artık bir çamaşır makinesinin olmazsa olmaz bir özelliği değil mi? En son olarak da sorum şu: Arçelik gerçekten ne söylemek istiyor?
Şimdi kaç yıldız? Daha bulamadınız mı?
Biraz daha yardım edeyim. Bu kez sorularım size:
Reklamı beğendiniz mi? Çelik ve koruma Sırrı ikilisinin hareketlerini sevdiniz mi? Onları tekrar tekrar izlemek hoşunuza gidiyor mu? Kaç yaşındasınız? Evde 10-18 yaşına kimse var mı? Onlar reklamı beğendiler mi? Çocuklarınız kalkıp kalkıp Çelik ve bekçi Sırrı gibi dans etmeye çalışıyorlar mı? Yıldıza karar verdiniz mi? Verdiniz. Bakalım doğru mu.
Daha önce de yazdım. Robot-Çelik; sesiyle ve hareketleriyle çok sevimli bir karakter. Eski bekçi Sırrı, yeni koruma Sırrı da öyle. Onların varlığı bu Arçelik reklamını da beğenilir kılıyor, Arçelik markasına karşı olumlu duygular beslenmesine yol açıyor. Ama sadece o kadar. Reklamdaki öykünün hiçbir nesil için inandırıcı hiçbir tarafı yok, bu öyküyle de Arçelik'in malum rakiplerine karşı ‘‘üstün teknoloji’’ algısı yaratması mümkün değil! O halde Arçelik gerçekte ne yapıyor? Arçelik ileriye yatırım yapıyor, çocuklara ve gençlere oynuyor. Onların gözünde eskiyen, hantallaşan markasını daha diri, daha enerjik hale getiriyor. Nereden mi biliyorum? Görünen köy, bizim köyümüzdür.
Ve ben bu yaklaşımı doğru bulmuyorum. Tüketicinin bu kadar ele avuca sığmaz olduğu bir çağda iki üç yıl sonra bile kimin hangi güdüyle neyi talep edeceğini kim öngörebilir bir.
Rakiplerin bugün eli armut topluyor yarın ne yapacaklarını kim öngörebilir iki.
Dayanıklı tüketim malı satın alma karar sürecinde hálá ‘‘tavsiye’’ çok önemli yer tutuyor ve bugün unutulan nesiller yarının tavsiye edicileri üç.
Eğer bugün satışa gereksinim yoksa o kadar satış kampanyasına ne gerek var dört.
Japon mühendisin unutma sahnesi çok yapmacık, dansa geçiş sahnesi de çok zorlama beş.
Arçelik logosu güme gitmiş altı.
O güzelim logo ile süper sevimli Çelik'e rağmen böyle yazılar yazıp üzülüyorum yedi.
(Reklam Ajansı: Young and Rubicam/Reklamevi, Rating: * *)
Her pazartesi CNN Türk'te saat 23.10'da buluşalım
ANLADINIZ değil mi? Artık her pazartesi gecesi ne kadar kilo aldım, ne kadar saçlarım döküldü, elden ayaktan kesildim mi, ne kadarım himiniler tarafından törpülenerek çuvala dolduruldu, birinci elden tanık olup, öğrenebileceksiniz.
Sırf bunları öğrenebilin diye tabiiprogramda birkaç reklam analizi de yapacağım. Burada yer almayanlar ama.. Farklı analizler. Hakkında konuştuğunuz reklamlar bir bakacaksınız, pazartesi gecesi benle CNN Türk ekranlarında..
Dünyadan, Türkiye'den marka savaşlarının perde arkaları, reklamların kamera arkaları, ünlü ve ünsüz konuklar. Yarın gece konuk olarak kim var biliyor musunuz? Tofita'nın Ayça'sı.. Ona ‘‘Sen mi meşhur oldun Tofita mı?’’ diye sordum, bir de ‘‘Bu degaje ne demek’’ dedim. ..
Hişşt.. Okuyucu, ne cevap verdi biliyor musunuz? Söylemem, gelin izleyin. Programa ekip olarak çok emek verdik... CNN üst yöneticileriFerhat Boratav ve Efe Önbilgin program fikrinin mimarları. Onların desteği olmasa işim çok zordu. Program müdürü Başar Başarır, yapımcı-yönetmen Sinem Küçükgörmez, executive producer Ahmet Sönmez, stüdyo yönetmeni Özcan Maviş projeye hem beyinlerini hem kalplerini koydular. Yine CNN Türk teknik servisi ve grafik servisi yemediler içmediler, her şeyi oya gibi işlediler, mükemmel işler çıkardılar. HTP'den Vural Çakır ve Millward Brown'dan Betül Khan reklam araştırması desteği ile programı renklendirdiler.
Dört tane de İletişim Fakültelerinden öğrenci çırağımız var: Ezgi Arıduru, Gonca Görgün, Mine Işıklar, Özgür Can Akbaş. Bir yandan da eğitim görevini unutmuyoruz. Kısa sürede Voltranı oluşturduk, hem eğleniyoruz, hem bir şeyler üretmenin keyfini yaşıyoruz.
Programın logosunu sevgili dostum Emre Senan yaptı. Bakalım ne ifade ettiğini çözebilecek misiniz. Sonra yarın akşam bir maniniz yoksa Atıf Hoca ile Reklam ve Rekabet'e bekliyorum.. Çok mu ‘‘reklam’’ oldu? Öyle olması gerekmiyor mu? Aksi takdirde ‘‘Terzi kendi söküğünü lafını’’ yapıştırmaz mısınız? Yapıştırırsınız.
Alfemo bir de gençle orta yaşlıyı birbirinden ayırsa
ALFEMO reklamında bir Robinson'umuz (Kerim Afşar) var. Adanın kıyısına bir takım sandıklar vuruyor. Robinson onları açıp, içindeki Alfemo'ları bir güzel evine yerleştiriyor ve papağanı Cuma ile birlikte mutlu mutlu yaşamaya başlıyor. Sonra Robinson'u almak için bir gemi gelip evin önünde korna çalıyor, Robinson'un umurunda değil! Çünkü onun mobilyaları Alfemo. Neymiş? ‘‘Bazı erkekleri evlerinden ayırmak zorlaşmış!’’ Ne diyor bu cümle? ‘‘Erkeğin evi’’ tamlaması daha çok evli erkekler için kullanılmaz mı? Adam dırdır nedeniyle evinden ayrılıp, Robinson olmuş gibi durmuyor mu? E ne demeye Alfemo ‘‘Erkekleri evinden ayırmak zorlaştı’’ diyor? Eğer evli erkek çağrıştırılmak istenmiyorsa niye daha genç biri kullanılmamış.. Özeti ben bu reklamın söylediğini anlamadım. Üstelik Alfemo'yu aradık, reklamı hangi ajansın yaptığını bile söyleyemediler. Özür dileriz ama puan veremiyoruz puan da alamıyoruz!
GEÇEN hafta Ankara'da, Başbakan Abdullah Gül'ün himayelerinde, Devlet Bakanı Beşir Atalay'ın gözetiminde RTÜK'ün öncülüğünde iki gün süren İletişim Şurası düzenlendi. Açılış konuşmasını Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yaptı. Daha sonra Basın Komisyonu, Radyo ve Televizyon Yayıncılığı Komisyonu, Kamu Yayıncılığı ve TRT komisyonu, İnternet Komisyonu ayrı ayrı çalışmalarına başladı. İki gün boyunca, akademisyen kimliğimle, Radyo ve Televizyon yayıncılığı komisyonunda görev yaptım. Bu komisyonun amacı yeni hazırlanacak Radyo ve Televizyon Yasası için hükümete bir ‘‘altyapı raporu’’ hazırlamaktı. Diğer komisyonların görevleri de kendi çalışma alanları kapsamında aynı idi. Raporlar hazırlandı, sunuldu. Yasa taslakları hazırlanana kadar Şûra'ya ‘‘Art Niyetli Şûra’’ demek mümkün değil. Şu ana kadar iyi niyet hakim. Bu nedenle de Şûra ilgili gözlemlerimi yasa taslakları hazırlanana kadar kendime saklamaya kararlıyım. Taslaklar bir ortaya çıksın, kel varsa görünsün, sizleri Şûra raporlarının yasa taslaklarını yansıtıp yansıtmadığı konusunda aydınlatmak ilk görevim. (Tabii Şura raporlarının komisyonlarda olan biteni ne kadar yansıttığı konusunda da..)
Amerika'nın adı Abbas mı olmalı Cabbar mı?
GEÇENLERDE ‘‘Türk Kültüründe Argo’’ isimli kitap ilgimi çekti, dayanamadım aldım. Prof. Dr. Emine Gürsoy-Naskali ve Doç.Dr. Gülden Sağol'un hazırladıkları kitabın girişinde Naskali söyle diyor: ‘‘...Medyanın kötü örnek olduğunu ve yasaklayıcı önlemlerin alınması gerektiğini savunanlar var... Ancak dilin insanın iç ve dış dünyasını yansıttığını, bu dünyaların da tek kalıp olmadığını, başka dünyaları kavrayabilmenin de bir zevk olabileceğini düşünebiliriz. Argo, sanki, insanın karşısına geçip, ‘benim gibi olman gerekmiyor, ama seveceksen, beni olduğum gibi sev!' diyor.’’
Galiba niye argo sözcük öğrenmekten hoşlandığımı anladım. Çünkü argo sayesinde farklı dünyalarla iletişim kurabiliyorum. Bu kitapta bunu daha çok fark ettim. Kitabın içinde neler var neler. At yarışı argosu var, argoda kadın var, Beyoğlu argosu var (Beyoğlu dolaylarından sorumlu köşe yazarımız Kanat Atkaya'ya soracağım bakalım oralarda Haraşo ne demekmiş. Bilemezse korkarım, Beyoğlu yazılarıyla da karşınızdayım! Yoksa korkan siz mi olsanız?), tiyatroda, şiirde argo var, medyada argo var, anlayacağınız kitapta var oğlu var.
Bir de bizi yakından ilgilendiren satıcı argosu var. Pazar esnafı argosunda fort sürtünme, fortçu müşteri olmadığı halde sırf kadınlara sarkıntılık edebilmek için pazara gelen erkek, ayazlamak işlerin kötü gitmesi, gasgallamak çürük mal şokuşturmakmış. Bit pazarı argosunda ise çay içmek bir alışverişten caymak, bitlemek yeni alınmış bir malı karıştırmak, Anadolu aptal, taşralı demekmiş.
Daha bitmedi. Bir de döviz satıcıları argosu var:
Çekik: Yen, Çukulata: İsviçre Frangı, Hacı: Riyal, Makarna: Liret demekmiş, Türk parasının ise, belki çoğunu biliyorsunuz, Memet, mangiz, mangır, pul, tıngır, Turgut, köprülü, Konyalı, kayme, gibi adları varmış.
‘‘Askeri okul argosu’’ na ne dersiniz? Tuzla Deniz Harp Okulu Öğrencileri'nin üstleri için Abbas ve Cabbar sözcüklerini kullandıklarını biliyor muydunuz? Abbas döven, söven hiç acımayan üstler için Cabbar ise kötünün iyisi için üstler için söylenirmiş. Şöyle diyor kitap: ‘‘Abbas kelimesinin karşılığı; ‘arar bulur, bulduğu anda ...', Cabbar kelimesinin karşılığı ise 'coflatır (korkutur), arar bulur; bulduğu anda rapor eder'dir.’’
Acaba Amerika'yı 11 Eylül'den sonraki tavrı nedeniyle Abbas diye mi tanımlamak doğru yoksa Cabbar diye mi? Bence Abbas diye. Peki Amerika'nın argodaki adı ‘‘Abbas’’ olursa Saddam'ın adı ne olur? Bildiniz ‘‘Abbas Yolcu’’...
Çekirgelik
Söylediklerinize dikkat edin düşüncelere dönüşür, düşüncelerinize dikkat edin duygularınıza dönüşür, duygularınıza dikkat edin davranışlarınıza dönüşür, davranışlarınıza dikkat edin alışkanlıklarınıza dönüşür, alışkanlıklarınıza dikkat edin değerlerinize dönüşür, değerlerinize dikkat edin karakterinize dönüşür, karakterinize dikkat edin kaderinize dönüşür.
(Mahatma Ghandi)
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2003
Beş altı ay öncesine kadar Eminem'le ilişkim sıfırdı. Hatta 'Ya bunun bizim Emine ile ne alakası var?' diye de düşünmediysem ne olayım. İlişki kapı duvardı anlayacağınız. Ara sıra orada burada kulağıma çalınır ama ilgi duymazdım. Sonra büyük Himini sayesinde iki üç kere Eminem'in 'Cleaning Out My Closet' isimli şarkısının klibini izledim, istikamet en yakın müzik market, 'The Eminem Show' albümü alındı, o günden bugüne çalına çalına bitirilemedi.
'Ne işin var Rap'le Hip-hop'la' diyorsunuz değil mi? Sizi bilmem ama ben kulağıma iyi gelen, hoşuma giden her müziği seviyorum, öyle müzikleri de yüksek kültür ürünü alçak kültür ürünü diye de ayırmıyorum. Her rap, her hip-hop'da hoşuma gitmiyor onu söyleyeyim. Bir Eminem'i seviyorum hepsi bu!
Bu nedenle '8 Mil' filmine 'görev' icabı değil, isteyerek gittim. Çoğu zaman yaptığım gibi de filmle ilgili hiçbir şey okumadan, izlemeden, dinlemeden gittim. Beklentim Eminem'in yaşam öyküsünden daha fazla kesit bulmaktı. Bulamadım, sadece bir kesit buldum. Pişman değilim ama iyi ki gitmişim..
Sonradan öğrendim ki 8 Mil'de Eminem'in yaşantısından biraz esinlenilmiş, asıl amaç Eminem'in 'asi karizmasını' törpülemek, tribünlere oynayıp, hafif yollu Karate Kidvari bir kahraman yaratmakmış..
'Asilik törpülenmiş mi, kahraman yaratılmış mı?' diye sorarsanız, ilkine evet, ikincisine hayır derim. Eminem'in asi karakterinden filmde eser yok. Hip-hop’çu atışmasının doğası ise bir kahraman yaratmaya elverişli değil. Film zenci ve beyaz mahallelerinin kesiştiği bir noktada (Detroit'e 8 Mil yolu üzerinde) kısmen sokak çeteleri içinde kendi kimliğini bulmaya çalışan gençlerin öyküsünü anlatıyor.
8 Mil'de yönetmenin (Curtis Hanson) çok gerçekçi bir 'varoş atmosferi' yaratmış olduğunu, birinci elden onaylayabilirim. Eminem, Kim Bassinger, Brittany Murphy çok doğal oynamışlar. Eminem’i severseniz 8 Mil'e mutlaka gidin. Sevmeyip giderseniz, pişman olmazsınız, gitmezseniz bir şey kaybetmezsiniz.
Not: Türkçe altyazılar küfürlü sokak dilini tam anlamıyla kapsamıyor. Rap'in en önemli özelliği de uyaklar. Şarkılar Türkçe'ye çevrilince uyaklar bozuluyor, alınan tad kuşkusuz azalıyor. Film orijinal sesiyle izlenebilse çok daha keyifli.
Niçin birinci elden tanığım!
Amerika'da, Wisconsin-Milwaukee'de öğrenciyken, keseme uygun (ayda 240 dolar) bulabildiğim tek apartman dairesi beyazlara ve siyahlara ait mahallelerin kesiştiği Farwell Avenue üzerindeydi. Okula 1981 model Crysler Cordoba arabamla giderken, siyahlara ait mahalleden de korka korka geçerdim. Bunun nedeni günlerden bir gün, siyahlara ait mahallede, vitrinlerden birine bakmak için arabadan dışarı adımımı attığımda, beyzbol sopaları ile donanmış bir grup siyahın saldırısına uğramamdı. O gün kaçıp canımı zor kurtarmıştım.
Hıncal Uluç bu yakışıksız tanımlamaları hak etmiyor, protesto ediyorum...
Geçen hafta, kimin, ne amaçla tanımladığı önemli değil, Hıncal Uluç bir meslektaşı tarafından 'Mahallenin Racon Kesen Abisi', diğer bir meslektaşı tarafından 'Fularlı Kart Horoz' olarak tanımlandı. Her iki tanımlamadan da, Türk basını adına çok utandım. Yerin dibine girdim.
Hıncal Uluç'un yazılarını okuyun; sevdiklerini yazar, sevmediklerini yazar, zaman zaman öğüt zaman zaman ders verir, bazen tanımlamalarda bulunur ama, bir gün olsun ne meslek dışından bir kimseye ne de meslektaşına böyle yakışıksız bir tanımlamada bulunduğunu ben anımsamıyorum.
Bu nedenle Hıncal Uluç bu tanımlamaları asla hak etmiyor. Her ne nedenle olursa olsun hak etmiyor. Hıncal Uluç, Türkiye'de, birçok alanda gazeteciliğin paradigmalarını değiştirmiş, 'ekol' olmuş, hatta birçok insana gazete okumayı sevdirmiş bir değer. Yılların emeği ile ortaya çıkan Hıncal Uluç gibi değerleri har vurup harman savurursak, az gidip uz gidip daha sonra arpa boyu yol gitmez miyiz?
Eli kalem tutan herkesi de bu yakışıksız tanımlamalara karşı çıkmaya ve protesto etmeye davet ediyorum.
İşte Suda öğretileri testi
1 Aşık olan insanın konuşma yeteneği dumura uğrar.
2 Aşık olan kendine daha çok dikkat eder.
3 Aşk telefon faturalarını kabartır.
4 Aşık olan yemeden içmeden kesilir.
5 Kadınlar aldatılmayacaklarına kendilerini ikna ederler.
6 Aldatılan kadın, boşanmak yerine bir çocuk daha yapar.
7 Aldatılan erkek, hemen boşanmaya kalkar.
8 Kadınlar bütün ilişkilerinde hesap, kitap içindedirler.
9 Kadınlar vücutlarını göstermeye bayılırlar.
10 Kadın ve erkek için kavga etmek bir ihtiyaçtır.
11 Erkekler doğal görünümlü kadınlardan hoşlanırlar.
12 Erkekler vahşi kadınları severler.
13 Erkekler ilgi odağı olmaya bayılırlar.
14 İnsanın kilosu düşerken kültür seviyesi yükselir.
15 Aldatılmamış kadın yoktur.
16 Kadınlar aşkı yoğun yaşar.
17 Erkek eve gelince dut yemiş bülbüle döner.
18 Erkekler bütün kadınlarla yatmak ister.
19 Erkekler aşık olmazlar.
20 Erkek aşık olsa bile önüne çıkan ilk kadınla yatar.
21 Erkekler evli kadınla beraber olmaktan korkarlar.
22 Kadınlar çok eşli olmak için yanıp tutuşur.
23 Kadınlar birbirini sevmez.
24 Erkekler kadınları sadece yatakta sever.
25 Erkekler üstün yaratıklar olduklarını düşünürler.
Puanladınız mı? Şimdi hesaplayın puanları eğer 40-50 arası puanınız varsa tebrikler! Suda tarikatının ciddi bir üyesi olmuşsunuz, daha ne istiyorsunuz. 20-39 arası puanınız varsa biraz çalışmanız lazım. İlişkilerinizi salak salak yaşayacağınıza öğrendiklerinizden anlam çıkarın da seviye atlayın, Suda tarikatına girebilin. 19 ve daha aşağı puana sahipseniz, Suda tarikati sizin neyinize... Önce Güzin Abla'yı okumayı bırakın, sonra elinizi karşı cinsten birinin eline falan değdirin, ya da ne bileyim Doğan Cüceloğlu'nun 'İnsan İnsan'a' kitaplarını falan okuyun. Ben kendime uyguladım mı? Tabi uyguladım. Sonucu söylemem sonra yanlış anlaşılıyor.
Not: Bu yazı espri olarak yazılmıştır. Lütfen kimse ciddiye almasın!
Poyrazoğlu'nun stand-up'ını çok beğendim
Bayramda Ali Poyrazoğlu'nun 'Ödünç Yaşamlar' isimli oyununu, daha doğrusu stand-up'ını izledim. Çok güldüm, çok da beğendim. Poyrazoğlu'nun güldürürken verdiği hayat dersi de öyle yabana atılır cinsten değil. Poyrazoğlu'nun Cem Yılmaz ya da Yılmaz Erdoğan'dan farklı bir yanı var. Sadece söze dayalı espri yapmıyor, aynı zamanda vücudunu da aynı mükemmellikte kullanıyor, konuştuklarını oynuyor. Bu, kuşku yok ki görselliği daha zengin kılıyor, daha 'teatral' bir stand-up ortaya çıkarıyor. Ben Poyrazoğlu'nu orta yaşlıların olduğu bir atmosferde izledim, sanırım espriler bu yaşa uygun seçilmişti. Çok komikti. Bir de onu 15-24 yaş grubunun ağırlıkta olduğu bir atmosferde izlemek isterim, eğer orada da frekansları tutturuyorsa Türkiye'nin stand-up'çı sıralamasını bir daha yapmak lazım.
Cuma Alıntısı
Coşkulu insan yaşamın fanatiğidir; iyi şeyler olacağına inanır ve o iyi şeyler de olur. (Motivasyon Mucizesi, George Shinn)
Cuma Takıntısı
Lanzerac Cabernet Sauvignon. Güney Afrika Şarabı. Akranlarına göre çok ucuz. Bir deneyin. Vazgeçemeye-ceksiniz. Süper.
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2003
Beş altı ay öncesine kadar Eminem'le ilişkim sıfırdı. Hatta 'Ya bunun bizim Emine ile ne alakası var?' diye de düşünmediysem ne olayım. İlişki kapı duvardı anlayacağınız. Ara sıra orada burada kulağıma çalınır ama ilgi duymazdım.Sonra büyük Himini sayesinde iki üç kere Eminem'in 'Cleaning Out My Closet' isimli şarkısının klibini izledim, istikamet en yakın müzik market, 'The Eminem Show' albümü alındı, o günden bugüne çalına çalına bitirilemedi. 'Ne işin var Rap'le Hip-hop'la' diyorsunuz değil mi? Sizi bilmem ama ben kulağıma iyi gelen, hoşuma giden her müziği seviyorum, öyle müzikleri de yüksek kültür ürünü alçak kültür ürünü diye de ayırmıyorum. Her rap, her hip-hop'da hoşuma gitmiyor onu söyleyeyim. Bir Eminem'i seviyorum hepsi bu!Bu nedenle '8 Mil' filmine 'görev' icabı değil, isteyerek gittim. Çoğu zaman yaptığım gibi de filmle ilgili hiçbir şey okumadan, izlemeden, dinlemeden gittim. Beklentim Eminem'in yaşam öyküsünden daha fazla kesit bulmaktı. Bulamadım, sadece bir kesit buldum. Pişman değilim ama iyi ki gitmişim..Sonradan öğrendim ki 8 Mil'de Eminem'in yaşantısından biraz esinlenilmiş, asıl amaç Eminem'in 'asi karizmasını' törpülemek, tribünlere oynayıp, hafif yollu Karate Kidvari bir kahraman yaratmakmış.. 'Asilik törpülenmiş mi, kahraman yaratılmış mı?' diye sorarsanız, ilkine evet, ikincisine hayır derim. Eminem'in asi karakterinden filmde eser yok. Hip-hop’çu atışmasının doğası ise bir kahraman yaratmaya elverişli değil. Film zenci ve beyaz mahallelerinin kesiştiği bir noktada (Detroit'e 8 Mil yolu üzerinde) kısmen sokak çeteleri içinde kendi kimliğini bulmaya çalışan gençlerin öyküsünü anlatıyor.8 Mil'de yönetmenin (Curtis Hanson) çok gerçekçi bir 'varoş atmosferi' yaratmış olduğunu, birinci elden onaylayabilirim. Eminem, Kim Bassinger, Brittany Murphy çok doğal oynamışlar. Eminem’i severseniz 8 Mil'e mutlaka gidin. Sevmeyip giderseniz, pişman olmazsınız, gitmezseniz bir şey kaybetmezsiniz.Not: Türkçe altyazılar küfürlü sokak dilini tam anlamıyla kapsamıyor. Rap'in en önemli özelliği de uyaklar. Şarkılar Türkçe'ye çevrilince uyaklar bozuluyor, alınan tad kuşkusuz azalıyor. Film orijinal sesiyle izlenebilse çok daha keyifli.Niçin birinci elden tanığım!Amerika'da, Wisconsin-Milwaukee'de öğrenciyken, keseme uygun (ayda 240 dolar) bulabildiğim tek apartman dairesi beyazlara ve siyahlara ait mahallelerin kesiştiği Farwell Avenue üzerindeydi. Okula 1981 model Crysler Cordoba arabamla giderken, siyahlara ait mahalleden de korka korka geçerdim. Bunun nedeni günlerden bir gün, siyahlara ait mahallede, vitrinlerden birine bakmak için arabadan dışarı adımımı attığımda, beyzbol sopaları ile donanmış bir grup siyahın saldırısına uğramamdı. O gün kaçıp canımı zor kurtarmıştım. Hıncal Uluç bu yakışıksız tanımlamaları hak etmiyor, protesto ediyorum...Geçen hafta, kimin, ne amaçla tanımladığı önemli değil, Hıncal Uluç bir meslektaşı tarafından 'Mahallenin Racon Kesen Abisi', diğer bir meslektaşı tarafından 'Fularlı Kart Horoz' olarak tanımlandı. Her iki tanımlamadan da, Türk basını adına çok utandım. Yerin dibine girdim. Hıncal Uluç'un yazılarını okuyun; sevdiklerini yazar, sevmediklerini yazar, zaman zaman öğüt zaman zaman ders verir, bazen tanımlamalarda bulunur ama, bir gün olsun ne meslek dışından bir kimseye ne de meslektaşına böyle yakışıksız bir tanımlamada bulunduğunu ben anımsamıyorum. Bu nedenle Hıncal Uluç bu tanımlamaları asla hak etmiyor. Her ne nedenle olursa olsun hak etmiyor. Hıncal Uluç, Türkiye'de, birçok alanda gazeteciliğin paradigmalarını değiştirmiş, 'ekol' olmuş, hatta birçok insana gazete okumayı sevdirmiş bir değer. Yılların emeği ile ortaya çıkan Hıncal Uluç gibi değerleri har vurup harman savurursak, az gidip uz gidip daha sonra arpa boyu yol gitmez miyiz?Eli kalem tutan herkesi de bu yakışıksız tanımlamalara karşı çıkmaya ve protesto etmeye davet ediyorum.İşte Suda öğretileri testi1 Aşık olan insanın konuşma yeteneği dumura uğrar.2 Aşık olan kendine daha çok dikkat eder.3 Aşk telefon faturalarını kabartır.4 Aşık olan yemeden içmeden kesilir.5 Kadınlar aldatılmayacaklarına kendilerini ikna ederler.6 Aldatılan kadın, boşanmak yerine bir çocuk daha yapar. 7 Aldatılan erkek, hemen boşanmaya kalkar. 8 Kadınlar bütün ilişkilerinde hesap, kitap içindedirler.9 Kadınlar vücutlarını göstermeye bayılırlar.10 Kadın ve erkek için kavga etmek bir ihtiyaçtır.11 Erkekler doğal görünümlü kadınlardan hoşlanırlar.12 Erkekler vahşi kadınları severler.13 Erkekler ilgi odağı olmaya bayılırlar.14 İnsanın kilosu düşerken kültür seviyesi yükselir.15 Aldatılmamış kadın yoktur.16 Kadınlar aşkı yoğun yaşar.17 Erkek eve gelince dut yemiş bülbüle döner.18 Erkekler bütün kadınlarla yatmak ister.19 Erkekler aşık olmazlar.20 Erkek aşık olsa bile önüne çıkan ilk kadınla yatar.21 Erkekler evli kadınla beraber olmaktan korkarlar.22 Kadınlar çok eşli olmak için yanıp tutuşur.23 Kadınlar birbirini sevmez.24 Erkekler kadınları sadece yatakta sever.25 Erkekler üstün yaratıklar olduklarını düşünürler. Puanladınız mı? Şimdi hesaplayın puanları eğer 40-50 arası puanınız varsa tebrikler! Suda tarikatının ciddi bir üyesi olmuşsunuz, daha ne istiyorsunuz. 20-39 arası puanınız varsa biraz çalışmanız lazım. İlişkilerinizi salak salak yaşayacağınıza öğrendiklerinizden anlam çıkarın da seviye atlayın, Suda tarikatına girebilin. 19 ve daha aşağı puana sahipseniz, Suda tarikati sizin neyinize... Önce Güzin Abla'yı okumayı bırakın, sonra elinizi karşı cinsten birinin eline falan değdirin, ya da ne bileyim Doğan Cüceloğlu'nun 'İnsan İnsan'a' kitaplarını falan okuyun. Ben kendime uyguladım mı? Tabi uyguladım. Sonucu söylemem sonra yanlış anlaşılıyor.Not: Bu yazı espri olarak yazılmıştır. Lütfen kimse ciddiye almasın!Poyrazoğlu'nun stand-up'ını çok beğendimBayramda Ali Poyrazoğlu'nun 'Ödünç Yaşamlar' isimli oyununu, daha doğrusu stand-up'ını izledim. Çok güldüm, çok da beğendim. Poyrazoğlu'nun güldürürken verdiği hayat dersi de öyle yabana atılır cinsten değil. Poyrazoğlu'nun Cem Yılmaz ya da Yılmaz Erdoğan'dan farklı bir yanı var. Sadece söze dayalı espri yapmıyor, aynı zamanda vücudunu da aynı mükemmellikte kullanıyor, konuştuklarını oynuyor. Bu, kuşku yok ki görselliği daha zengin kılıyor, daha 'teatral' bir stand-up ortaya çıkarıyor. Ben Poyrazoğlu'nu orta yaşlıların olduğu bir atmosferde izledim, sanırım espriler bu yaşa uygun seçilmişti. Çok komikti. Bir de onu 15-24 yaş grubunun ağırlıkta olduğu bir atmosferde izlemek isterim, eğer orada da frekansları tutturuyorsa Türkiye'nin stand-up'çı sıralamasını bir daha yapmak lazım.Cuma AlıntısıCoşkulu insan yaşamın fanatiğidir; iyi şeyler olacağına inanır ve o iyi şeyler de olur. (Motivasyon Mucizesi, George Shinn)Cuma TakıntısıLanzerac Cabernet Sauvignon. Güney Afrika Şarabı. Akranlarına göre çok ucuz. Bir deneyin. Vazgeçemeye-ceksiniz. Süper.
button
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2003
<B>‘‘SABUN Marka Ligi ne durumda acaba?’’</B> diye düşünmeye başladığımda aklıma birden Adora sabunları geldi. Bilmem Adora'yı anımsayanınız var mı? Türkiye'nin dizi diye sadece Dallas'a, Bonanza'ya, Küçük Ev'e, Kaçak'a, Petroçelli'ye esir olduğu yıllarda Adora bir reklam kampanyasıyla gümbür gümbür pazara girmişti. Çıkması da yine aynı şekilde gümbür gümbür oldu. Nedenini anımsamıyorum. Adora'nın anımsadığım tek özelliği ortasının yuvarlak oluşuydu.. Düşünebiliyor musunuz zekayı? Sabun ve ortasında koca bir delik! Niye? Kolay tutulacakmış.. Adora'nın ne tür ‘‘hamamcı’’ esprilerine kurban gittiğini tahmin edersiniz. Batışı bundan mı oldu bilemem ama Türk kadını nasıl bir zamanlar evine Ajda Pekkan çarşaflarını sokmak istemediyse Adora'yı da benzer nedenle sokmak istememiş olabilir.
Beynimdeki sabun dosyasını biraz daha kurcalayınca, bu kez ünlü film yıldızlarının kullanıldığı Lux reklamlarını anımsadım. Örneğin aklımdan çıkmayanı Catherine Deneve'lü olanı. Nasıl unuturum dünyaca ünlü o güzelim sloganı: ‘‘Yıldızların Güzellik Sabunu’’
Konumlandırmadaki güzelliğe bakar mısınız?
Şimdi nerede böyle işler, şimdikilerin çoğu doldur boşalt.
Biraz daha beynimi yoklayınca ‘‘tak, tak, tak’’ diye sabunların tokuşturulduğu Duru reklamlarını, sonra renkli, kokulu, hatta hamamlı Hacı Şakir reklamlarını anımsamakta fazla zorlanmadım. Her nedense aklıma Çarkıfelek, Mehmet Ali Erbil ve bir sepetin içindeki Duru sabunlar geldi.. Bir de karıştırılmakta olan krema görüntüsü ile Dove.. Durun, durun.. Bir de feci bir Fax sabun reklamı anımsıyorum. Belli belirsiz, kapıcı kılıklı bir adam falan vardı.. Hepsi bu. Siz de söyle bir beyninizi bir yoklayın bakalım, hangi sabun markaları ve özellikleri aklınıza geliyor?
Hacı Şakir ve Duru nefes nefese
SİZ sabun markalarını düşüne durun, TN Sofres/Piar Trendpoll araştırmasında bizim için 18 yaş üstü Türkiye temsili 2002 kişiye ‘‘Anımsadığınız ilk üç sabun markası nedir?’’ diye sordu, ben onun sonuçlarını açıklayayım.
İlk sonuç şu: İnsanların % 97'si en az bir sabun markası anımsadı. Sabun tüketiminde gerideyiz ama en azından bir sabun markasını aklımızda tutabiliyoruz. Bu sevindirici.
İkinci sonuç şu: Reklamın gücüne gerçekten inanmak lazım. Duru, halis muhlis eline yabancı eli değmemiş bir Türk markası. 1980'lerde reklam yatırımına başlıyor, günümüze kadar da sektirmeden reklam yatırımlarına devam ediyor.
22 yılda Duru'nun geldiği nokta ortada. Türkiye'de sabunun atası, yabancı sermaye pistonlu Hacı Şakir (% 74,1) Duru'nun nefesini (% 75,8) ensesinde hissediyor. Daha sonra ise sırayı yine reklama yatırım yapan Dove (% 24,9) ve Lux (% 15,5) markaları alıyor.
Sizce haksız mıyım reklamın gücüne inanmak lazım demekle?
Değilim, değilim. Bence bu sonucun bütün markalara ders olmazı lazım.
Pazar pazar içinizi köpürttüm
PAZAR pazar içinizi köpürttüm ama bu konu emin olun çok önemli. Konuyu biraz daha anlayabilmek için gelin ‘‘Sabun Marka Ligi’’ tablosu nasıl bir pazar payı görüntüsü ortaya çıkarmış ona bakalım.
2002 yılında Türkiye'de 75 bin tonluk bir katı- sıvı sabun pazarı var, bu pazarın parasal değeri de yaklaşık 155 milyon dolar. Sabun pazarında tonaj ve ciro açısından Hacı Şakir marka lideri, Duru ise ikinci marka. Daha çok anımsanan markalar aynı zamanda çok satan markalar anlayacağınız. Ama ciroya bakınca biraz işler değişiyor.
Lux, Palmolive ve Dove ise düşük pazar paylarına rağmen yüksek ciro payı elde eden markalar. 2002'de Hacı Şakir ve Duru toplam % 49 pazar payına karşı % 43 ciro payı elde etmişler. Lux, Palmolive ve Dove ise toplam % 7 pazar payına karşı % 19 ciro payı elde etmişler.
Lux, Palmolive ve Dove'de ortak bir özellik görüyor musunuz? Bildiniz. Sadece temizlik satmıyor bu markalar. Kadınlara aynı zamanda güzellik, yani bir bakıma umut satıyorlar. Yani kuru kuru temizlik vaadindan ayrılıp, başka bir değer yaratıyor, bu değeri de daha yüksek fiyata pazarlıyorlar. İşte çağdaş pazarlama bu. İşte markanın gücü bu. Daha ne diyeyim?
Anne mi satılık, Selpak Havlu mu?
NE zamandır Selpak Havlu reklamını yazacağım. Üstelik bu reklamla ilgili ‘‘Çocuklara kötü örnek oluyor’’ diye yığınla mesaj aldım. Hangi reklam mı? Hani şu mutfakta Örümcek Adam gibi düz duvarda yürüyen, Matrix filmindeki gibi havalarda uçuşan kaçışan annenin olduğu reklam.
Ne yapıyor savaşçı annemiz? Elindeki Selpak Havlu sayesinde çocukların batırdığı mutfağı kısa sürede eski haline getiriyor. Size ‘‘abartmışlar’’ gibi gelmiştir ama bizim evde son on yıl içinde bunun gibi kaç olay yaşandı bir bilseniz. Bir keresinde Ecmel havada uçuşan kül tablasını yakalamak için bir zıpladı, sanırım o olayda kendini üçlü salto ile aparmana giren çıkanı selamlarken bulmuştu. Pencere açıktı da..
Bir keresinde de ben televizyon ekranına doğru giden futbol topunun üzerine Mondragon gibi bir atladım. Gözümü açtığımda sağ ayak bileğim alçıdaydı, televizyon da sizlere ömür...
Tahmin ediyorum bu reklamı çok sıradan bulduğum için bir süredir yazmıyorum. Aslında izlemesi hoş reklam ama sonucunda anneyi mi alacağım yoksa Seplak Havlu'yu mu bir karar verebilsem! Tamam yönetmen yabancı, genç annemiz Fransız, izlemesi hoş reklam bütün bunlardan bize ne? Demek Selpak Havlu'nun mutfağın bütün yükünü alacağını söylemek istiyorlar.. Genç anneleri de taçlandırıyorlar ha! Reklamın kötü örnek mötü örnek olduğu da yok yani! Doğru valla. Ana baba da evde bostan korkuluğu değil ya. Sahip çıksınlar çocuklarına!
(Reklam Ajansı: Rpm Radar, Rating: * * *)
Çocuğunuzu düşünün eve hafta arası da gazete alın!
TÜRKİYE'de gazete okurluğu değişik bir döneme girdi. Bazılarınızın, hali, vakti, eğitimi yerli yerinde olmasına rağmen, yani bazılarınız potansiyel gazete alıcısı olmanıza rağmen, hafta içini es geçip sadece Cumartesi-Pazar gazete almaya başladınız.
Mazeret de hazır: ‘‘Hafta içi işyerinde okuyorum..’’ ya da ‘‘Hafta içinde eve öyle yorgun geliyorum ki yani bırakın gazete okumayı elimi kaldıracak zamanım olmuyor...’’
Hepsi bahane! Bir türlü entelektüel seviyeniz düzenli gazete okuru olmaya elvermedi onu itiraf edemiyorsunuz.
Hemen ‘‘Bu gazetelere mi entelektüel seviyem yetmeyecek!’’ savunmasına geçmeyin. Evet, bu gazetelere entelektüel seviyeniz yetmiyor, çünkü bu gazeteler kadar bile çevrenizdeki olaylara duyarlı değilsiniz. Üstelik çocuklarınızı da okur yazar olmamaya özendiriyorsunuz. Sizin seviyeniz yetmiyor, onların ki hiç yetmeyecek! Bir çocuk okumaya, gazete okumaya nasıl alışır sanıyorsunuz. 14-15 yaşlarında sizi göre göre.. Siz gazete okumayınca o da gazeteye önem vermeyecek.
Hani üzerine titiriyorsunuz ya.. Lütfen çocuklarınız için hafta içi de gazete alın. Ne alırsanız alın, ama mutlaka hafta içi de eve gazete girsin ve çocuklar sizi gazete okurken görsün. Seviyeniz yetmiyorsa da okuyormuş gibi yapın!
Şaka yapıyorum hemen kızmayın. Dost acı söyler. Ama şunu unutmayın. Ana babası gazete okuyan çocuk gazete okuyor, çevre, ülke, dünya sorunlarına da daha duyarlı oluyor.
‘Köy-Tür yine batar’ demiştim!
PİLİÇ pazarında Köy-Tür yine krizde.. Alacaklılar kapıda.. İki yıl önce batma noktasına geldiğinde, ‘‘Yapmayın, kurtarmayın, iyi yönetilmiyor, yine batar’’ diye yazı yazmıştım. Hálá inatla kalkınmayı köyden başlatacağını ifade eden Bülent Ecevit dinlemedi, Köy-Tür'e Ziraat Bankası'ndan 10 milyon dolar destek çıkması için bastırdı. Ben haklı çıktım. Yine para verin Köy-Tür'e, iki yıl sonra yine topu dikmesin ben de o gün Irak'a, bilemediniz en yakın savaşa gönüllü canlı kalkan yazılayım. Nereden mi biliyorum Köy-Tür'ün bir daha batacağını?
Eğer bir markete yolunuz düşer ve hálá rafta Köy-Tür ürünü bulabilirseniz, lütfen poşetli ve tabaklı ürünlerinin üstüne bir bakın bakalım, 800'lü tüketici hattı numarası ya da bir adres bulabilecek misiniz? Konumuzla ne mi alakası var? Siz isterseniz beni okumaya biraz ara verin. Alzeimer başlangıcı olabilir. Biraz bir tedavi olun bakalım, sonra derslere yeniden başlarız.
Çekirgelik
Yaşam sen başka şeyler planlarken olan şeydir.
(John Lennon)
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2003
Gülüm'ü Acıbadem taraflarındaki Tepe Cinemaxx'da izledim. Hem de hemen Tehlikeli Aklın İtirafları'ndan hemen sonra. O kötü filmde, sinema tıka basa dolu iken, Gülüm'de sağdan say on kişi, soldan say on bir kişi vardı. Arada da anons ettiler, Tehlikeli Aklın İtirafları'nın bir sonraki seansına da bilet yokmuş. Çıldırmak işten bile değil!İki filmin liglerinin farklı olduğunu kabul ediyorum. (Biri en azından Amerikan. Clooney de ünlü yönetmen ya, nasıl kaçırırız!) Gülüm bütçe kısıtlılığı içinde dar mekanlara sıkışmış, insan odaklı, ilişkilere dayalı bir film. Aynı Güle Güle gibi.Haksızlık etmeyelim. Biraz da teknoloji var. Filmin konusunun odak noktası olan cep telefonu mesajları ve ‘‘virüs’’ yazan bir bilgisayar ekranı... Zaten hayatımızda da teknoloji bu kadar yer tutmuyor mu? Türk sineması ne yapsın!Gülüm'ün konusu da öyle bir konu işte! Belki biraz Türkiye'deki toplumsal değişimi, nesiller arasındaki düşünce farklarını hissedebiliyorsunuz ama yine de konu ‘‘vay be’’ dedirten cinsten değil. Tarık Akan'ın kızı Gül ölmüş, karısı terketmiş, oğlu Okan Bayülgen'in de karısıyla ‘‘uçkur’’ sorunu yüzünden arası açık. Tarık Akan ve dünürü Rutkay Aziz de torun falan bekliyorlar. Sonra ilişkiler, çatışmalar...Rutkay Aziz ve Tarık Akan çok iyi ikili olmuşlar. Birlikte oynadıkları sahneler keyif veriyor. Okan Bayülgen'i hiç yadırgamadım. Çok da iyi oynamış. Asıl kutlanması gereken de, Bayülgen'in karısı rolündeki İdil Fırat. Oyunculuğu hiç batmıyor, üstelik birçok sahnede Bayülgen'den daha iyi bile oynamış denebilir. Filmin en ‘‘tahriş’’ edici sahneleri Bayülgen'in ‘‘mutluluk dersleri’’ verdiği sahneler. Eski Türk filmlerinin acemiliğinde, komik sahneler bunlar. Türk yönetmenleri kalabalıkları yönetemiyor. O da yakında olur inşallah. Bir de bu sahnelerde niye herkes mini etek giymek zorunda anlamak zor. Konu sıradan, oyunculukla, klişe mekan görüntüleriyle kurtarıyoruz falan ama, emin olun filmi başından sonuna merakla ve keyifle sıkılmadan izliyorsunuz. Gülüm'den çıktığınızda da şu sıralarda oynayan hiçbir filmde hissetmediğiniz birşeyi hissediyorsunuz. İnsan olduğunuzu... İşte bu Zeki Ökten farkı. Bu konuda Clooney'e on basar. Zeki Ökten'e haksızlık etmeyin, Gülüm'ü görün, görün ki daha iyi Zeki Ökten filmleri izleyelim. Bakın elin oyunculuktan bozma yönetmeni Clooney sayenizde ikinci filmini çekmek üzere. Utanın!Tehlikeli Aklın İtirafları ‘‘R Rated’’. Kim biliyor?Filmleri sınıflandırma ve aileleri bilgilendirme sistemini bir an önce kurmalıyız. Tehlikeli Aklın İtirafları resmen Amerikan Sinema Derneği tarafından ‘‘R’’ olarak sınıflandırılmış. Yani 17 yaşın altı için aile onayı gerektiren ya da aile yanında izlenmesi gereken bir film. Çünkü seks ve şiddet ögeleri içeriyor. Amerika'daki film sınıflandırma sistemi gönüllü bir sistem. Filmler bir grup aile tarafından izlenip G (herkes izleyebilir), PG (Az şiddet ya da seks içeriyor, aile kılavuzluğunda izlense iyi olur), PG 13 (13 yaşın altına uygun değil), R (17 yaş altı için aile kılavuzluğu şart) ya da NC 17 (17 yaş ve altı kesinlikle giremez) diye sınıflanıyor. İsteyen sinema yapımcısı sorumluluk gereği bu sınıflandırmayı tanıtımına taşıyor, aileleri uyarıyor. ABD'de bu iş gönüllü olmasına rağmen herkes sınıflamaları duyurma işine sıkı sıkıya bağlı. Biraz da kendi bindikleri dalı kesmek istemiyorlar. Biz de ise böyle bir sistem yok. Örneğin Gülüm bana göre Amerikan sınıflamasına göre PG 13 diye sınıflanması gereken bir film. Çünkü bol bol küfür içeriyor. Hadi Türkiye'de böyle bir sistem yok, takan da yok diyelim, peki niye sevgili film dağıtıcıları yurtdışında yapılmış sınıflamalardan aileleri haberdar etmiyorlar? Ne bu sorumsuzluk? Bu işe el atıyorum, yakında bu sinemada...Clooney'e 'sıkıyorsun' demek az, daral getiriyor Berlin Film Festivali'nde, George Clooney, başrolünü oynadığı ‘‘Solaris’’ isimli filme ‘‘sıkıcı’’ diyen Radikal film eleştirmeni Ahmet Boyacıoğlu'na açmış ağzını yummuş gözünü: ‘‘Aptal herif sen önce film çek, sonra karşımıza gel!’’Aferin George Clooney'ye özü sözü bir adammış. Boyacığlu'nun yüzüne ne düşünüyorsa dan, dan söylemiş. Bizdeki korkaklar gibi yüze gülüp, daha sonra arkadan sinsi sinsi şerefsiz tetikçilere orada burada yazı yazdırmaya kalkmamış...Clooney haklı mı? Tabii ki haksız. Eğer bir şey üretip ortaya çıktıysan her türlü eleştiriye de açık olacak, sinirlenmeyeceksin. Tabii ki, özgüvenin varsa, yaptığın işten eminsen. Sana ‘‘Basın toplantısına katıl!’’ diyen mi var? Sinirleneceksen yapma o zaman. Herkes oynadığın her şeyi beğenmek zorunda mı? Eleştiri, insan olmanın gereği. Düşünen değil, eleştirebilen insandır. ‘‘Sen kim oluyorsun da eleştiriyorsun’’ diyen ise, hayvanın pardon sosyal hayvanın ta kendisidir. Aklın varsa sen de eleştirenin eleştirisini eleştir. İçeriğini ama, eleştiriş şeklini değil...Nerede Clooney'de o akıl! Ben de ‘‘Tehlikeli Aklın İtirafları’’nda bir sıkıldım ki sormayın. Daral geldi daral... Filmde Chuck Barris'in tehlikeli aklını, Clooney'nin ise aklını görene aşk olsun!Film 1960'lı yıllarda TV yarışmaları ile ünlenen Chuck Barris'in 1981'de yayınlanan ama doğru olup olmadığı kanıtlanmayan anılarına dayanıyor. Bir yandan Barris'in nasıl TV işinde ünlendiğini, diğer yandan nasıl hayatındaki kadınlara hayatı zindan ettiğini, diğer yandan ise CIA'in sözleşmeli ajanı olup otuz üç kişiyi öldürdüğünü anlatıyor. Konu ilginç ama Tersyüz (Adaptation) ve John Malkovich Olmak’tan (Being John Malkovich) saygı duyduğumuz ünlü senaristimiz Charlie Kaufman bu kez Barris'in hayatının içinden çıkamamış, ayrıntılarda boğulmuş. George Clooney de ilk yönetmenlik denemesinde işi yüzüne gözüne bulaştırmış. Bazı yerlerde ritim öyle düşüyor ki, öykü öylesine paramparça oluyor ki, şeytan diyor ki kalk git! Bu zorlama senaryoyu filme çekmek için stili olan bir yönetmene gereksinim varmış, Clooney'de olmayan da bu. Zaten kendisi de birkaç ropörtajında bunu itiraf etmiş: ‘‘Sevdiğim bazı yönetmenlerin, bazı sevdiğim sahnelerine sadık kaldım!’’Kimse kendini zorlayıp, bu filme iyi demeye falan kalkmasın. Barris'i oynayan Sam Rockwell ile sevgilisi Penny'yi oynayan Drew Barrymore'un oyunculukları dışında dişe dokunur bir şey yok. Julia Roberts'ın hayır işi için oynadığı belli. George Clooney de kendi filmi olmasa ‘‘Ajan hamisi’’ rolünü hayatta kabul etmezmiş. Ortada oynanacak bir rol yok çünkü. Özeti, gitmeyin, zamanınıza yazık.Bu haftasonu önerim Safran Eskiden Çapa Ailesi’nin işlettiği Liman Lokantası'nı Aslı Altan aldı, Safran yaptı, yazmayan kalmadı. Şunu söyleyeyim, benim öyle ‘‘daha önce yazıldı gitmeyeyim, eskidi yazmayayım’’ diye bir takıntım yok. Giderim, görürüm, izlerim, okurum, yerim, içerim, değerse ya da bir hata görürsem yazarım. Yeter ki kullanma tarihi geçmemiş olsun!Safran'ı sevdim. Hele ‘‘arka oda’’ konsepti müthiş. Aslı Altan'a aferin... Eski Liman'ı almış, hoş bir buluşma noktası yapmış. Ben gittiğimde tenha idi ama cuma, cumartesi iğne atsan yere düşmediği söyleniyor. Mönüde Müzeyyen Senar'ın kızı Feraye Hanım'ın parmağı var. Mutfak'ta ise Hasan ve Mevlut ustalar. Bulgur salatasını yerken az daha parmaklarımı yiyordum. Aynı şekilde patlıcan sufle için yiyecek bir yerim kalmamıştı. Borani ve patlıcanlı mantarı da mutlaka ama mutlaka denemelisiniz. Ana yemeklerden köfte ve pirzolayı denedim. Mezeler kadar parlak bulmadım. Kötü değiller ama bir özellikleri de yok. Daha iyileri mönüde vardır belki. Denemek lazım... Gecenin geç saatlerinde ise aynalı duvardan ‘‘arka odaya’’ süzülmeyi unutmayın. İsmi iç gıcıklayıcı ama sandığınız gibi değil arka odada club müziği var. İçkini alıyorsun, rahat koltuklara oturuyorsun, müzik dinliyorsun, manzaranı seyrediyorsun, daha Altan'dan ne istiyorsun! DJ'lik yapmasını mı? Sorun bakalım belki sizi kırmaz. Ama benim söylediğimi söylemeyin, şansınıza Müslüm Baba bile çıkabilir, espri diye canııım, sorumluluk da kabul etmem. Tel: 0212 292 39 92Buda değil Suda ÖğretileriEvdeki (!) baskılara rağmen Pakize Suda yazımı yazmaya karar verdim. Üstelik baskılar geçen hafta yazdığım yazıdan sonra daha da arttı. Pakize Suda'ya ayıp etmişim, onunla alıp veremediğim varmış, yazmak zorunda mıymışım, düzüşmek lafı hiç bana yakışıyor muymuş, yazmasam ölür müymüşüm, aslında inadına yapıyor muşum... falan filan. Evliyken yazarlık yapmak da ne zor şeymiş ya! Bekara yazı yazması kolay. Ohh, salla babam, salla... Onu seviyorum, buna aşığım, kedimle yatıyorum, köpeğimle kalkıyorum. Ya evliler? IMF denetlemiş, Saddam haketmiş, gelir dağılımı uçurumu artmış, Tayyip azıtmış... Bir yığın ipe sapa gelmez, dostlar ciddi erkek sansın yazısı. İşte en yakın örnek: ‘‘Seviyorum ya seviyorum... Var mı diyeceğiniz? Ben Pakize Suda'nın yazılarını kadınlar kadar seviyorum’’ diyeceğim yanlış anlaşılır diye iki haftadır söyleyemiyorum. (Bakın yanlış anladınız işte! Yazılarını seviyoruuuuum) Hatta Pakize Suda'nın insan ilişkilerini bazı kişilerarası iletişimcilerden, bazı sosyal psikologlardan bile daha iyi çözümleyip, bize yalın bir dille ilettiğini düşünüyorum. Bir sosyal psikologla konuşsanız, onun ilaç prospektüsünden hallice laf kalabalığına getireceği durumu Pakize Suda berrak berrak anlatıyor işte. Siz de keyiften dört köşe. Ben Suda'nın bu berrak berrak anlattığı şeylere ‘‘Buda öğretilerinden’’ yola çıkarak ‘‘Suda Öğretileri’’ diyorum. Bu öğretileri ne kadar içselleştirdiğinizi ortaya çıkarmaya çalışan bir de test hazırladım. Ama önce ‘‘Ağız Tadıyla Sevişemedik’’ kitabını okumanız lazım. Okuyun, haftaya, eğer sağ kalırsam, testiniz burada! Cuma Alıntısıİçinde bulunduğunuz sorunların felsefi boyutlarını kavramadıkça, hayatın anlamını bulamazsınız (Doğan Cüceloğlu, Savaşçı, s.30)Cuma TakıntısıECM New Series'den Eleni Karaindrou, Trojen Women, biraz pahalı bir albüm ama dinleyince paranın karşılığı olduğunu göreceksiniz. Ney seviyorsanız tam sizin için...
button
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2003
<B>TÜRKİYE</B>'de yıllardır iki medya reklamverene bağımsız araştırmalarla hesap veriyor.. Biri televizyon diğeri gazete ve dergiler, yani basın... Bir reklamveren televizyona ya da basına reklam verdiğinde en basit anlamıyla kaç kişiye ulaştığını, bu kişilerin kaçının erkek kaçının kadın, kaçının genç kaçının yaşlı olduğunu, kaçının orta direk, kaçının üst direk, kaçının alt direk olduğunu biliyor. Sonra da bu bilgiden yola çıkarak tahminler yapıyor, malını kime satmak istiyorsa reklamını o kişilerle medyada buluşturuyor.
Diğer medyalarda ise, örneğin radyoda, açıkhavada, internette şu anda bir reklamverenin ne kadar kişiye ulaştığını, bu kişilerin kimler olduğunu sağlıklı bir şekilde bilmesi mümkün değil. Çünkü bu medyalar reklamverene hesap vermiyor.
Bir müjde vereyim. Reklamverenler Derneği ve Reklamcılar Derneği'ninin işbirliği ile radyo ve açıkhava medyaları da hesap verir hale geliyorlar. Her ikisinde bağımsız araştırmayı yapacak kuruluşlar belirlendi. Radyocular işbirliği yapıyorlar ve hesap vermeye istekliler! Açıkhava da ise problem var. Özellikle Kültür A.Ş. ve Clear Channel (ki bir Amerikan şirketi) hesapverme konusunda istekli değiller, minder dışına kaçıyorlar..
Ben de buradan tüm reklamverenlere sesleniyorum. Lütfen çağdaş anlamda medya planlaması yapın, reklamlarınızı sadece hesap veren medyalarda kullanın. Bu çağda, kaç kişiye ulaştığı bilinmeyen bir medyaya insanın reklam vermesi için mutlaka Türk vatandaşı olması lazım. Her ucuz medya işinize yarayan medya demek değildir. Önemli olan amaca uygun medya kullanmaktır. Tabi eğer ‘‘şanım yürüsün’’ dışında bir amacınız varsa...
Hürriyet Pazar haberi Lay's reklamına ilham oldu
LAY'S Cip'in ‘‘İkinci Evin Ana Vakası’’ olarak tanımlayabileceğim ‘‘Ödemişli Ayşe Teyze’’ reklamını görünce altı yedi ay önce Hürriyet Pazar'da okuduğum bir yazı aklıma geldi. Araştırdım, aklıma gelen Şermin Sarıbaş tarafından yapılan ‘‘Patates Kraliçeleri’’ başlıklı habermiş. Şermin, yememiş içmemiş Ödemiş'lere kadar gidip, şimdiki Lay's reklamında patatesleri ‘‘Yavruuum maşallah’’ diye çağıran Ayşe Elmalı gibi kadınlarla görüşme yapmış. Tabii içimden ‘‘Aaa ne tesadüf!’’ demeden edemedim. Frito Lay'in Genel Müdür'ü Ümran Beba'yı aradım. Frito Lay dünyanın lider cips şirketi. Aynı şekilde Türkiye cips pazarında da % 65 pazar payı ile lider. Tırtıklı pazarda Ruffles, tırtıksız pazarda da Lay's başa güreşen markaları. Rakip ise kısa bire süre önce Kraft'a geçen Cipso. Pringels kısmen rakip gibi görünse de onu başka bir kategoride incelemek gerektiğine, Beba gibi ben de katılıyorum.
Ümran Beba, Şermin'in yapmış olduğu haberin izlemekte olduğumuz Lay's reklamıyla bağlantılı olduğunu hatta Lay's reklamına ilham kaynağı olduğunu kabul etti. Yeni reklamla Türkiye'deki cips tüketimini artırmayı amaçlıyorlarmış. Biz Türkler günde üç öğün yemek yiyoruz ya.. Bu nedenle atıştırma kültürümüz zayıfmış, atıştıracağımız zaman da simit, poğaca gibi hamur işlerine yöneliyormuşuz. Biz Türkler yılda bir de kişi başı 400 gr. cips tüketiyormuşuz. Bu rakam ABD'de kişi başı 8 kiloya kadar çıkıyormuş. (Amerikalılara da bu konuda içimden bir ‘‘yuh’’ demek geldi. İzin verirseniz bir yuh diyeyim: Yuuh!) Yine biz Türkler cipsin sağlıklı bir şey olmadığını, cips üretiminin biraz karışuk kuruşuk bir süreç olduğunu düşünüyor muşuz.
Şimdi Ödemişli Ayşe Teyze reklamının neyi başarmak istediğini anladınız sanırım: ‘‘Cips dediğin doğal bir şeydir, tarladan patates alınır, bitki yağıyla kızartılır, masana getirilir, gönül rahatlığıyla ye..’’ demek istiyor reklam. İnandırıcı olmak önemli. Ödemişli patates üreticilerini doğal halleriyle, doğal dilleriyle kullanmak da inandırıcılık sorununu çözmüş. Basit anlatım ve seviyeli mizahi anlatım birleşince başarı kaçınılmaz olmuş.
Peki ya, Adapazarlı ve Nevşehirli patates üreticileri ‘‘Ya bizi de reklama çıkaracan ya da sana yağmurlu havada su yok’’ derlerse? O zaman Frito Lay'in işi zor. Tek kurtuluşu var. O da o senaryoları bu kez erkekler üzerine kurması. Erkekler pinekledikleri kahvelerde görünmek istemeyeceklerinden, senaryolar onaylanmayacak, sorun da kendiliğinden çözülecektir.. Yediler canım Ayşe Teyzeleri yediler bu erkekler. Bi ömür...
(Reklam Ajansı: Alice BBDO
Rating: * * * * *).
Kot pantolon marka ligi
GEÇEN haftalarda bir Levi's yazısı yazmıştık. Bu hafta da kot pantolon marka ligini verelim. TN Sofres/PIAR, bizim için, Trendpoll araştırmasında 18 yaş üstü Türkiye temsili 2016 kişiye ‘‘Aklınıza gelen ilk üç kot pantolon markasını söyleyiniz’’ sorusunu sordu. 1383 kişi (%69)'u en az bir kot pantolon markası anımsadı. Levi's hálá en çok belleklerde izi olan marka (54,8), daha sonra ise sırayı % 44'le Mavi Jeans alıyor. Mavi Jeans'in performansına da şapka çıkartmak lazım. Daha sonra ise sırada Rodi, Lee, Loft var...
Not: Haftaya Sabun Marka Ligi'nde durum nasıl onu bakacağız...
Hovarda reklamcılık dönemi bitiyor
TELSİM'in CepPaket'i tanıtan ‘‘Tersten okuma esprili’’ reklamları dikkatinizi çekmişti değil mi? En azından ‘‘Ne yazıyor?’’ merakıyla bir kere aval aval baktınız. ‘‘Tersten okuma’’ esprisine de en az bir kere güldünüz.
Peşinden CepPaket'i tanıtan ekran yazılarını okuyacağım diye şeş beş oldunuz.
Araya Yılmaz Erdoğanlı, Adnan Bey reklamı girdi. Erdoğan ve canlandırdığı karakter o kadar baskın ki, Adnan'ın konuşma hızına ve şekline bakacağım derken, mesajı kaçırdınız. Zaten Cep Paket'in vaadi o kadar ortada ki, tanıtmak için bir ünlüye ne ihtiyaç var anlamak mümkün değil..
Sonra yine yazılar, yazılar, yazılar.. Ve ortada tam anlamıyla teknik bir facia var.
Akılda ne kaldı bir dürtsenize kendinizi. Yeni bir tarife var adı CepPaket. Hepsi bu. Başka? Yok. Çünkü kampanya bir medya olarak televizyonun sınırlarını zorluyor. Bu kadar ayrıntıyı, bu kadar karmaşayı televizyonun kal-dır-ma-sı müm-kün de-ğil.
Televizyona bakılıyor, gazete- dergi okunuyor, radyo dinleniyor, afiş görülüyor, internette sörf yapılıyor, Telsim ise bize televizyonu okutmaya çalışıyor.
Telsim bunu hep yapıyor. Gazeteyi iyi ama televizyonu çok kötü kullanıyor.
Telsim kıt kaynaklarını yanlış kullanıyor, hatta bence har vurup harman savuruyor. Yapılanlar işler tüketici zihninde sakinleştirici etkisi yaratacağına karmaşa etkisi yaratıyor..
Çok merak ediyorum, bu kadar reklam yapan Telsim, reklam araştırmasına ne kadar para harcıyor? Yapılan her reklamın iletişim ve satış sonuçları ölçülüyor mu? Girdi-çıktı etkinliği analizi yapılıyor mu? Reklam hedefleri ile ulaşılan sonuçlar karşılaştırılıyor mu?
Türkiye'de bunları yapan var mı da Telsim yapsın derseniz buna bir şey diyemem. Ama bildiğim Telsim kadar reklam yatırımı yapan global şirketlerin çoğu reklam sonucu elde ettiklerini ciddi sorguluyorlar. Hatta reklam ajanslarına da arttırdıkları pazar payı üzerinden para ödüyorlar. Halkla İlişkiler şirketlerini bile böyle adam edenler var. ‘‘Dostlar bülten yazarken görsün’’ halkla ilişkilerciliği de tarihe karışıyor artık.
Anlayacağınız, artık global şirketler hesapvermeyen reklam dönemini kapatıp, ‘‘ne kadar ekmek o kadar köfte’’ dönemine geçiyorlar. Darısı hovarda Türk şirketlerinin başına..
Ocak 2003'ün en iyi gazete reklamları
SÜRPRİİİZ! Bu aydan başlayarak, her ay yayınlanan gazete reklamları arasından ‘‘en iyileri’’ seçmeye karar verdim. İtirazınız yok değil mi? Hatta ‘‘Müthiş olur!’’ diyorsunuz. Seçiyorum. İşte Ocak 2003'ün en iyi gazete reklamları:
Çarşı'nın indirim ilanını çok sevdim. Telesiyej ve kış manzarası ile dikkat çekilirken, Telesiyej koltuğunun arkasındaki ‘‘sallanmayın’’ yazısı ile de ‘‘eliniz çabuk tutun, kapışılacak’’ mesajı esprili bir şekilde veriyor. Rafineri Ajans basın reklamlarında bunu hep yapıyor, harikalar yaratıyor. Rafineri'yi basın reklamlarını ciddiye aldığı, sıradan bir indirim ilanında bile yaratıcılığı önemsediği için özel olarak kutluyorum. (Reklam ajansı: Rafineri, Rating: * * * * *)
Çok beğendiğim diğer basın reklamı Vichy Oligo 25 reklamı. Televizyon filmi de var. Ama televizyon olmasa da Oligo 25 basın reklamının tek başına da ayakları üstünde durabileceğini düşünüyorum. Reklamda ‘‘solgun yüz sorunu’’, sembolik olarak kadının yanakları lastikle sıkılarak anlatılmış, lastiğin kesilmesiyle elde edilecek ferahlıkla ürünün vaadi arasında güçlü bir bağ kurulmuş. Bir basın reklamında bir ürünün ne işe yaradığı ancak bu kadar güzel, bu kadar etkili anlatılabilir. (Reklam ajansı: Euro RSCG Worldwide (Grup Tanıtım), Rating: * * * * *)
Not: Perşembe günleri çıkan Tempo dergisinde de dergi reklamları ile ilgili yorumlar yapıyorum. Sonra haber vermedi demeyin.
Çekirgelik
Reklamverenler özel televizyonların reklam tarifesi üzerinden % 90 indirim yaptıklarını söylüyor... İndirimle pazarlama yapılmaz... Bizde fuzuli İndirim yok. (Atilla Oray, TRT Reklam Dairesi Başkanı, Medicat Şubat, 2003)
Yazının Devamını Oku