2 Şubat 2003
<B>GEÇEN</B> hafta Galatasaray'ın resmi internet sitesinin reklamını yorumlarken Galatasaray.org yerine Galatasaray.com, <B>‘‘Tatlı Hayatmış Gibi Yapan’’</B> sigorta reklamlarından söz ederken de Anadolu Hayat yerine Anadolu Sigorta yazmışım. Eğer bu markaların reklamlarına bu kadar maruz kalıp hálá bu hataları yapıyorsam hata bende olamaz! Dönüp göz önündeki iletişim öğelerinde markanın nasıl yer aldığına bir daha bakmak lazım. Hadi ben gelen anımsatmalarla doğrusunu öğrendim, bu ayrımları yapamayan diğer insanlara nasıl ulaşacağız? Tek tek mektup mu yazacağız? Daha kısa bir yol bulsak!
GENÇ Parti'nin savaş karşıtı reklamlarındaki doğrudan hedefi yine ABD... Bir parti ABD karşıtı politika izlemeyi seçmiş ise biz bu konuda ne diyebiliriz! Ama eğer reklamlarında Irak'tan söz ederken ‘‘Hele hele karşıdaki Müslüman bir ülkeyse..’’ deyip savaşılacak ülkeleri müslüman ve müslüman olmayanlar diye ikiye ayırmaya kalkar ve damardan ‘‘din serumu’’ verirse o zaman soracak şöyle bir sorumuz olur: AKP eğer savaş karşıtı reklam kampanyası yapıp reklamlarında da ‘‘Hele hele bu savaş müslüman bir ülkeye karşı yapılıyorsa...’’ deseydi kendini DGM Başsavcısı'nın önünde bulur muydu bulmaz mıydı?
VESTEL, Süreyya Ayhan'a sponsor oldu. Çok da iyi etti. Şu anda Piramit Ajans tarafından Levent Semerci'nin yönettiği bir de reklam filmi çekiliyor. Avrupa'ya oynayan Vestel'e, Süreyya Ayhan'ın çağrışımları yakışır. Geçen hafta Hürriyet'teki köşe yazarı arkadaşlarımdan biri Süreyya Ayhan'a bir firmanın sponsor olmasını ‘‘mutlulukla karşılayan’’ bir yazı yazdı. Böyle sponsorlukların artmasını diledi. Ama koca yazıda Süreyya Ayhan'a kimin sponsor olduğunu söylemeyi unuttu. Eğer Süreyya Ayhan'ın sponsoru üzerine bir köşe yazı yazıp, sponsorun ismini vermekten kaçınırsak, söyler misiniz kim kime niye sponsor olsun!
Bitsin artık bu çile...
SİZ sanıyorsunuz ki Sinan Çetin ismini duyunca dikenlerim tüy tüy oluyor. Yok böyle bir şey. Çetin'e yönelik eleştirilerim tamamen mesleki, kişisel hiçbir şey yok. Çeşitli internet sitelerinde Sinan Çetin yazılarım nedeniyle tarafıma çeşitli ödüller verildiği için bu anımsatmayı yapayım dedim. En son Mediacatonline.com'da Fuat Çakar, iki hafta üst üste Sinan Çetin ile ilgili yazı yazmadığım için beni ‘‘Sinan Çetin Obsesyonundan Kurtulma’’ ödülüne layık görmüştü, umarım bu haftaki yazılarım nedeniyle ödülümden olmam!
Bu haftaki Tempo'da Sinan Çetin'le yapılmış bir röportaj var. Röportajın tamamının okuyunca içimden ‘‘Pes yani’’ dedim... ‘‘Bir adam bir başkasının işine bu kadar sahip çıkabilir...’’ Sinan Çetin'in röportajını okuyunca sanırsınız ki Plato (Sinan Çetin'in prodüksiyon şirketi) Bonuscard, Hazır Kart, Türkpetrol, Sunny, Arçelik, Turkcell, Kinetix markalarının reklam ajansı! İnsaf!
Şunu anla artık Sinan Çetin kardeşim ya! Sen reklam ajansı değilsin. Bu markaların arkasında reklam stratejilerini geliştiren, reklam senaryolarını yazan, seni çalıştıran Young&Rubicam Reklamevi, Kare, Yorum gibi reklam ajansları var. Sen tabii ki çektiğin filmlere kendi tarzını yansıtıyorsun, bunu yadsımıyorum, ama bu yansıtma seni reklam ajansı yapmaz. Ben biliyorum ama suçlunun kim olduğunu. Adamı koca bir reklam ajansının resmi reklam yönetmeni yaparsan, o da çizmeyi aşar bütün işlerine böyle sahip çıkar Sevgili Serdar Erener, sana sesleniyorum..
Bir reklam böyle katledilir
TANSAŞ reklamları tüketici hakları üzerine gidiyor, bunu yaparken de ciddi ciddi rakiplerine vuruyor.
İlk reklam filminde eğer bir mal indirime girdiği hafta rafta kalmazsa, Tansaş'ın bu mal yerine benzer bir malı aynı fiyatla verdiği anlatılıyor. İkinci filmde ise yanlış etiketleme yapılmış ise raftaki fiyatın geçerli olduğu söyleniyor.
Gerçekten söylenebiliyor mu? Söyleniyor. Belki diğer zincir marketlerde aynı uygulamalar vardır ama Tansaş bunu bir farklılaştırıcı öğe olarak ortaya koyuyor ve altına da imza atıyor.
Strateji Tansaş'ın müşteri portföyünün beklentilerine ‘‘damardan’’ yanıt verdiği için başarılı.
Rakiplerin tüketiciyi hesaba katmayan uygulamalarını simgeleyen kasiyer ve market çalışanı karakterleri bir harika. Pörtlek gözlü tüketici ise tam bir şaşkoloz. Daha etkili olabilecek canım reklamı Sinan Çetin bu şaşkolozla katletmiş. Sen kasiyer gibi, market çalışanı gibi mükemmel karakterler yarat, sonra git reklamı unut, tarzının kurbanı ol! Neymiş efendim, Türkler salak sulak tiplerden hoşlanırmış.
İyi de ‘‘Kim sana Türkler sirkin palyaçosu olmak ister’’ dedi. Bu reklam Cenajans'ın mutfağından çıkmış ama yönetmen Sinan Çetin'in inançlarına karşı durulamamış.
(Reklam Ajansı: Cenajans, Rating: * * *)
Sucuk reklamına porno film muamelesi
ERTUĞRUL Özkök, iki hafta önce, RÖK tarafından Özdenetim İlkeleri'ne aykırı bulunmayan ama halk tarafından sakıncalı bulunduğu RÖK tarafından Pınar'a bildirilen, ‘‘İllaki Pınar Sucuk’’ reklamı ile ilgili bir yazı yazmış ve noktayı koymuştu: Gelir dağılımındaki adaletsizliğin, ekonomideki kötü yönetimin faturasını ekonominin çalışan çarklarına kesmek insanın kendi bindiği dalı kesmesidir!
Konu tartışılmaya devam ediyor. İki kelime de ben etmeden duramayacağım. RÖK'ün ‘‘halk, sucuk reklamınızdan rahatsız oluyor, bilgilerinize’’ diye Pınar'a yazdığı yazıyı onaylamam mümkün değil. RÖK'e çok şikayet gelmiş olabilir. Bunun nedeni, bu reklamla RÖK'ün kendini tanıttığı kampanyanın aynı günlerde yayınlanmasıdır. Belki başka zaman kampanya yapılsa başka reklamlarla ilgili, böyle ‘‘reklamın genel duruşuna yönelik’’ şikayetler de gelebilirdi. Her zaman da gelecektir.
Gerçi burada krize özel bir sorun varmış gibi görünüyor ama burada sorun aslında daha genel.. Türkiye'de değil tüm gelişmekte olan ülkelerde yaşanan bir sorun. Biz Türkler, liberal ekonomiye kağıt üstünde geçsek bile zihniyet olarak bir türlü geçemedik. Reklamlara karşı hoşgörü de bir zihniyet sorunu...
Reklamların farklı yaşam standartlarında farklı algılanması kaçınılmaz.. Eğer bu algılama farklarını hesaba katarak reklamcılığı yönlendirirsek, Özkök'ün dediği gibi ulus olarak bindiğimiz dalı keseriz.
RÖK'ün burada bir kastı yok, bence biraz boş bulunulmuş. Ama bu yaklaşım, bizi, çikolata, otomobil, dondurma, çay, bisküvi reklamlarını porno filmi gibi aile izleme saatleri dışında yayınlamaya, hatta bu ürünlerin reklamlarını içeren gazeteleri poşet içinde satmaya doğru götürebilir ki, bu tüm ekonomi açısından ciddi bir tehlike...
Eğer bu uygulama yaygınlaşırsa, başta Pınar sucuk fabrikasında çalışanların çocukları olmak üzere, daha çok çocuk sucuk görüp yalanmaya devam eder! Cezalandırılan Pınar sucuk reklamını sembolik olarak beş yıldızla ödüllendirip yarasını hafifletmeyi görev biliyorum. Umarım gelecekte hiçbir reklamveren reklam yaptığı için Pınar'ın düştüğü duruma düşürülmez.
(Reklam Ajansı: Cenajans, Rating: * * * * *)
Çekirgelik
Yanlış bildiklerimizi atabilsek, zihnimizin yükü o kadar hafifler ki...
(C. Şehabettin)
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2003
Korkacağımı bile bile niye korku filmine giderim anlamam. Hadi gittim diyelim niye bir de gözlerimi kapatırım. 'Korkut beni, korkut beni' diye koşa koşa git, sonra film boyunca gözlerini açama! Bu da başka bir zevk galiba. Bu felsefi tartışmaya daha sonra döneriz, cuma cuma sizi fazla şişirmeyeyim.
Hayalet Gemi'nin özellikle ilk yarısında gerim gerim gerileceğiniz, hatta gerilime dayanamayıp gözlerinizi kapatacağınız pek çok sahne var. Özellikle filmin ilk on dakikasında gözünüzü bir an bile kırpmamanızı öneririm. Çünkü bu sahnelerde görecekleriniz başka bir yerde yok! Uzunca bir sürede görebileceğinizi sanmıyorum.
Filmde 1962 yılında kaybolan bir 'Aşk Gemisi'nin peşine gemi kurtarmacıları düşüyor ve kıyıya çekmeye çalıştıkları gemide başlarına gelmedik kalmıyor. Film neredeyse kısa filmler kategorisinde yarışacak kadar kısa. Sadece 88 dakika. Süre ilerledikçe de korku temposu düşüyor. Hatta filmin sonlara doğru korku filmi türünden çıkıp MTV'sel bir komedi filmi türüne girdiği bile söylenebilir.
Dramatik örgüde bir sürü saçmalık var. Hálá, koca gemi, sahibinin elinden kurtulmuş köpek gibi o boğaz senin bu boğaz benim nasıl dolaşıyor anlamış değilim. Film biraz daha uzun olsa, geminin, Çanakkale Boğazı’na bir uğraması işten bile değildi..
Korku filmlerinin çoğunda olduğu gibi bu filmde de ne oyuncular ne de oyunculuk pek fazla önemsenmemiş. Çoğu oyuncu da eğer özel ilginiz yoksa, tanıyacağınız soydan değil. Aslında filmde diyalog olmasa da olurmuş. Çünkü diyaloglar öyle yavan ki bırakın karakter oluşturmayı, normal işlevine bile hizmet etmiyor.
Karl Urban. Gemi kurtarıcılarından Munder'i oynuyor. Hani Yüzüklerin Efendisi'nin Paris'te yapılan galasına gitmiştim ya. İşte Urban'la orada tanışmış, hatta Cüneyt Özdemir'le birlikte sohbet etmiştik. Urban, Yüzüklerin Efendisi'nde Rohanlı güzel Eowyn'in kardeşi Eomer'i oynuyor. O sohbette bu filmde rol aldığından söz etmişti. Çok büyük bir rolü yok ama Yüzüklerin Efendisi'iyle özdeşleştirdiğim bir oyuncuyu başka bir kılıkta görünce bir hoş oldum işte.
Can alıcı soru: Gitmeye değer mi? Değer. Halloween kültürü ile yetişmiş Amerikalılar’a Hayalet Gemi'nin 'light' geleceğinden eminim. Onları bu film kesmez. Gulyabani kültürü ile yetişmiş bizlere ise korkunun bu kadarı yeter de artar bile.
Her sabah kahvaltıdan önce bir kurbağa!
Bu hafta sonu mesleki bir kitap okumak isteyenlere, Brain Tracy'nin 'Ye O Kurbağayı!' isimli kitabını öneriyorum.
Hemen 'Iyyyyg..' diye bir ses çıkarıp 'Haftasonu da mı iş!' diye yaka silkmeyin.
Aramızda 'Evet, haftasonu da iş var mı?' diyen sapıklar çıkabilir, herkesi kucaklamamız lazım.
Brain Tracy, Amerikalı profesyonel bir satışçı. Geliştirdiği satışçı ve satış yöneticisi eğitim paketleri birçok ülkede satışçı eğitiminde kullanılıyor.
Türkiye'de bu eğitimleri PDR International şirketi veriyor.
Geçen yıl, 'Profesörüm, her şeyi bilirim' demedim koca dört gün ayırıp Tracy'nin satış eğitimlerini aldım.
Çok da faydalı oldu. Tracy'nin yazdıklarına ilgim biraz da bu yüzden.
Tracy 'Ye O Kurbağı' kitabında işleri savsaklamadan başarılı olmanın 21 yolunu öneriyor.
Temel görüş şu: Açık ve net bir şekilde önceliklerinizi belirler, önce her sabah bir kurbağayı canlı canlı hızla yutarsanız harika planlar yapan, çok konuşan bir dahiden çok daha fazla yol alırsınız.
Kurbağa neymiş?
Savsakladığımız ama aslında en öncelikli yapmamız gereken işlermiş.
Eğer iki kurbağayı yemeniz gerekiyorsa ne yapacak mışsınız?
Çirkin olanından başlayacakmışsınız. Eğer kurbağayı canlı canlı yemeniz gerekiyorsa ne yapacakmışsınız?
Uzun süre oturup onu izlemeyecek bir an önce kurbağayı ham yapacakmışsınız İğrenç ama gerçek. Tracy öyle diyo...
Ne diyo? Zamanınızı ve hayatınızı düşük-değerli etkinlikleri yapmaktan vazgeçtiğiniz ölçüde kontrol altına edebilirsiniz diyo?
Nasıl mı? Bakın, şu anda çok değerli bir etkinlik olarak beni okuyorsunuz.
Galiba siz bu işi biliyorsunuz. Ama illa 'Ya ben bu kurbağayı nasıl yiyeceğim?', derseniz 'Tracy'nin kitabı çok kolay okunuyor, iki saattte de bitiriliyor, hemen başlayın derim.
Tracy'nin azıcık 'Önce çişini yap, sonra sifonu çek, lavobaya yönel, musluğu aç...' şeklinde özetlenebilecek Amerikalı eblehlere yönelik bir tavrı var ama yine de söylediklerine bir göz atsanız iyi olur...
Eğer sol şeride geçip kökleme arzusundaysanız tabii ki. (Brian Tracy, Ye O Kurbağayı, Arıtan Yayınları, 2002,. 117 sayfa).
Not: Şu anda Pakize Suda'nın 'Ağız Tadıyla Şevişemedik' kitabını okuyorum. Haftaya onu yazacağım. Başlığı şimdiden söyleyeyim: 'Sen de ağız tadıyla sevişmediysen Pakize, biz ölelim be ölelim!'.
Ali Poyrazoğlu ‘Abartmış’ demiştik!
Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) 2002'nin en iyi erkek oyuncu adayları arasına Ali Poyrazoğlu'nu niye aldığını anlamış değilim. 9'u ben de izledim. Eğer benim izlediğim 9'la SİYAD üyelerinin izlediği 9 aynı 9 ise bu seçimle ilgili ciddi şüphelerim var.
Sinema oyunculuğunun tiyatro oyunculuğundan farklı olduğu izlemekle anlaşılmıyorsa, öğrenmek için bir iki sinemaya giriş kitabı okumak yeterli (En ünlüsünü ben önereyim: Understanding Movies, Louis Giannetti, 2002, s. 246-293)
Sinema oyunculuğunda içsel yaşamı yüze yansıtmak ve bir karakteri öne çıkartmak önemli değil midir? Söyler misiniz bana Ali Poyrazoğlu 9'da hangi karakteri ortaya çıkarmış da ben anlamamışım.
Bir kere 9'un dramatik kurulumu bir oyuncunun bir karakteri ortaya çıkarmasına izin vermiyor, ikincisi Poyrazoğlu da bu kimliksizlik girdabındaki çırpınışları abartılı bir oyunculuğa yol açıyor.
SİYAD'ın Türk sineması Oskarlarını, her alanda verilen abuk sabuk ödüllerden ayırıyorum.
Eleştiriyorum çünkü önemsiyorum... Bir de SİYAD kendine ne zaman bir web sitesi edinecek? Var da benim haberim mi yok!
Cinsel Aşkın Anatomisi
Michael Haneke'nin Piyanist filmini izleyememiştim. Geçen çarşamba gece ikilere kadar oturup Digitürk MovieMax'te izledim. Hálá etkisindeyim. Tek kelime ile müthiş. Bu Haneke kesinlikle etki sihirbazı. Asla kaçırmamak lazım. Eğer izlemediyseniz bir yerlerden bulun izleyin.
Bu film bana çok önceden okuduğum Helen Fisher'in Cinsel Aşkın Anatomisi kitabını anımsattı. Bu kitapta antropolog Fisher, cinsel aşk ve aileye bağlılığın beyindeki kimyasını inceliyor. İnsanın geçirdiği tüm evrim boyunca cinsel davranışlarının ne yönde geliştiğini ve bugünkü cinsel kalıplarımızın atalarımızdan miras kaldığını enfes bir biçimde ortaya koyuyor. Bakın Fisher, kur yapmak için vücut yaralanan tek yaratığın erkekler olmadığını nasıl ortaya koyuyor:
'Göğüs kabartmak, tüm hayvanlar dünyasında duruş yoluyla iletilen temel bir mesajdır. 'Boylu gözükmek dürtüsü'. Otoriter yaratıklar vücularını şişirirler. Morina balıkları başlarını kabartır ve pelvis yüzgeçlerini öne uzatırlar. Yılanlar ve kurbağa türleri vücutlarını şişirirler. Antiloplar ve bukalemunlar cüsselerini belirtmek için yan dönerler. Erkek geyikler, boynuzlarını karşıdakine yan bakarak sergilerler. Kediler tüylerini diker. Güvercinler kabarırlar. Istakozlar bacaklarının ucunda dikili ve kıskaçlarını açıp öne uzatırlar. Goriller göğüslerini yumruklarlar. İnsan cinsinin erkekleri ise sadece göğüslerini kabartmakla yetinirler'.
Fişher'le birlikteliğimiz bitmedi. Cinsel aşkımızın anatomisini anlamaya özellikle erkek milleti olarak ihtiyacımız var. Bu nedenle zaman zaman ona döneceğiz (Helen E. Fisher, Cinsel Aşkın Anatomisi, Cep Yayınları, 1995).
Cuma Takıntısı
ECM New Series'den Arvo Part'ın Orient&Occident albümü... 28 Şubat'ta Grammy'yi götüreceği rivayet olunuyor.. Şimdiden dinlemek lazım...
Cuma Alıntısı
Aşk karşı (sın) dakini bulunmaz Hint kumaşı zannetmekle, aslında hıyarın teki olduğunu anlamak arasında geçen süredir
(Pakize Suda, Ağız Tadıyla Sevişemedik)
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2003
<B>BALKÜPÜ</B> Çay, geçen hafta vizyona giren yeni reklamında, NTV'nin <B>‘‘90 Dakika’’</B> isimli programına konuk oluyor. Hıncal Uluç, Haşmet Babaoğlu ve Kenan Onuk ‘‘90 Dakika’’nın ortasında açmışlar çayları keyif yapıyorlar. Bir yandan da Balküpü çayın ne kadar kaliteli bir çay olduğunu, dangadak dangadak kafamıza kakıyorlar.
Balküpü reklamında ana sorun reklamdaki atmosferin çay tüketimi ile olan ilgisizliği. Öyle bir ilgisizlik var ki, inandırıcılık sorunu yaratıyor. İzleyici, reklamdaki ünlülerin Balküpü'nü sadece reklam olsun diye içtiklerini bal gibi hissediyor.
Bu sorun hissedilmiş olacak ki, reklamın sonunda Hıncal Uluç'a ‘‘Bal Gibi Gol’’ dedirtilerek zoraki bir ilişkilendirme çabası içine girilmiş. Aslında Haşmet Babaoğlu'na ‘‘Bu futbolcu amma ballı ya’’, Kenak Onuk'a‘‘Ballandıra ballandıra’’ anlatıyorsunuz dedirtilerek kare tamamlanabilir, ‘‘ilişkilendirme’’ konusunda nirvanaya ulaşılabilirdi. Nasıl olmuş da böyle bir fırsat kaçırılmış anlamıyorum!
Ben Balküpü'nün bu formatına ‘‘TV programıymış gibi yapan reklam formatı’’ diyorum. Bu formatı Anadolu Sigorta icat etti. Anımsarsanız, Haluk Bilginer'in oynadığı reklam, ‘‘Tatlı Hayat’’ dizisiymiş gibi yapıp, sigorta poliçesi reklamı yapıyordu. Çok da başarılıydı. Çünkü sigorta rasyonel güdülerle alınıyor ve daha fazla bilgi ağırlıklı reklam gerektiriyor, ‘‘Tatlı Hayat’’taki konu örgüsü de öğreten bir öykü yaratmaya elveriyordu.
Çay ise daha çok duygusal güdülerle tüketiliyor ve ‘‘dangadak dangadak’’ mesajları kaldırmıyor. Bu nedenle eğer Hıncal Uluç ve Haşmet Babaoğlu böyle bir karikatürize ortamın dışında, gerçek hayatlarında Balküpü ile buluşturulup, onlarla çay arasında daha duygusal bir ilişki yaratılsaydı, iki ünlünün hayranları Balküpü'nü bulunduğu yerden daha öteye taşıyabilirlerdi.
Yeni reklamdaki karikatürize ‘‘90 Dakika’’ ortamı bilinen bir markayı biraz ünlü biraz mizah yardımıyla bir kez daha bilinilir kılıyor o kadar. Belki markayı biraz daha geniş ve erkek bir kitleye yaygınlaştırıyor olabilir ama bu durumda da atılan taş ürkütülen kurbağaya değmiyor. (Reklam Ajansı: Birikim/FCA, Rating: * *)
Galatasaray'da zamanlama hatası
GALATASARAY'ın resmi internet sitesini duyurduğu reklamın amacı site trafiğini arttırmak.
‘‘Galatasaray.com Galatasaray gerçeğini ayrıntılarıyla bulabileceğiniz tek yerdir’’ mesajı ikna edici bir şekilde verilebilirse trafiğin artacağı öngürülmüş. İkna çengeli ise doğallık. Düşünce doğru. Soyunma odasında geçen reklamda Fatih Terim, kendine özgü el kol hareketleriyle içeriği çok merak edilen ve bugüne kadar ekranlarda görülmeyen ‘‘motivasyon’’ konuşmalarından birini yapıyor. Doğallığı yakalamak için belli ki epeyce uğraşılmış, kameralar bir süre Galatasaray'la içiçe yaşanmış.
Sonuç, Fatih Terim'in hareketlerinde kamera baskısıyla, hafif bir yapaylık hissedilse de (elleri ağzından çıkanlardan daha hızlı hareket ediyor) oldukça başarılı. Doğallık izlenimi öngörülen iknayı sağlamakta gecikmiyor. Keşke bu kadar başarılı bir reklamda zamanlama hatası yapılmasaydı. Söyler misiniz maçların devre arasında, insanların futbola, dolayısıyla Galatasaray'a ilgilerinin azaldığı bir ortamda böyle başarılı bir reklamı gösterime sokmanın ne anlamı var?. Eğer ikinci devrenin daha başında gösterime girseydi etkisi çok daha kalıcı olurdu. Yayına girecek üç galatasaray.com reklam filmi daha varmış haberiniz olsun.. (Reklam Ajansı: Red, Rating: * * * *)
Dünyanın kullanma süresi hiç bitmemeli!
DÜNYAYI, ‘‘el bebek gül bebek’’ davranarak koruma anlayışına ‘‘sürdürülebilirlik’’ deniyor. Eğer reklamcıların ‘‘sürdürülebilirlik’’ konusunda ne yapmaları gerektiğini öğrenmek istiyorsanız adres 30 Ocak 2003 Lütfi Kırdar. Reklamcılar Derneği bu konudaki en yetkin kişi Mike Longhurst'ü konuşmacı olarak getiriyor. Üstelik ücretsiz. Kaçmamalı.. (Ayrıntıları www.rd.org.tr'den öğrenebilirsiniz)
Çaycı Hüseyin neye hizmet ediyor?
ÇOCUKLAR Duymasın'la yıldızı parlayan ‘‘Hüseyin’’in oynadığı Starcep reklamı dikkat çekmede başarılı. Starcep'in ‘‘hattı açık kontörlü telefon’’ olduğunu, kapsama alanı sorunu olmadığını (köy gibi bir yerde çekilmiş ya) açık seçik anlatıyor. Ama yine ‘‘Arap yağı bol bulunca’’ deyişini hakederek, kulağı ters taraftan tutarak ve kullanılan ünlünün neye hizmet ettiği belli olmadan. Nüfus kağıdını unutma esprisi ise çok zorlama. Hatta tam kel (ben) alaka! (Reklam Ajansı: ATCW Rating: * *)
Oralet kültürü TylolHot'a çalışıyor
GEÇENLERDE şifayı kaptım, halsizlik, baş ağrısı, ateş.. Çok geçmeden de kendimi, sağlığında koç, hastalığında kuzu her erkek gibi iki seksen bir doksan yatakta buldum. Başucumda da ev sağlık müdürümüz Ecmel, elinde de dumanı üstünde TylolHot.. Türkiye'mizin yeni soğuk algınlığı ve grip ilacı.. ‘‘Sıcak içilecek iç!’’ komutuyla dayadım bardağı ağzıma, iki yudum aldım, ağzım, boğazım, yemek borum, midem her yanım kavruldu. Bu TylolHot eziyeti bütün gün boyunca devam etti: ‘‘Sıcak içilecek iç!’’ Neymiş efendim, TylolHot'ın sıcak içilmesi gerekiyormuş, aksi takdirde etkili olmuyormuş. Bir de Türkiye'de işkence yok diyorlar!
Sonraki gün dayanamayıp doktora indim, pardon çıktım. Ağzımı açmamla ‘‘Bademcik iltihabı’’ teşhisini yedim. Sıra reçeteye geldiğinde ‘‘İki kutu da TylolHot yazar mısınız?’’ diye sordum, ‘‘Yazmam’’ dedi doktor, ‘‘Bademciklere sıcak iyi gelmediği için TylolHot vermiyorum.’’
Sonra da devam etti: ‘‘Zaten yeni moda da bu ilaç, herkes bilip bilmeden kullanıyor. Biz Türklerde ‘soğuk algınlığı durumunda sıcak bir şey içersek iyileşiriz' inancı var ya ondan yararlanıyorlar. Aslında hangi soğuk algınlığı ilacı sıcak suyla alınsa aynı etkiyi yapar. Bir paketinde çok fazla şeker var. Çok fazla tepki gelince içinde tatlandırıcı bulunan TylolHot D'yi çıkardılar.’’
Hemen ailemizin kulak, burun, boğaz uzmanı Prof. Dr. Cemal Cingi’yi aradım. Nasıl arama evdeki ‘‘Sıcak içilecek iç!’’ işkencesini düşünsenize! Cingi, ‘‘Valla ben de öneriyorum. Neyi sıcak içersen kana çabuk karışır, dolayısıyla normal bir tableti de sıcak suyla içersen kana karışması hızla olur. Ama çok sıcak olmamalı, sıcak ılık olmalı. Şeker konusu doğruysa ilginç’’ dedi.
Sonra TylolHot'u üreten yerli ilaç firması Nobel'i aradım. Sıcak içilen parasetamol kombinasyonlarında hem daha kısa sürede etki yarattığını hem de etkinin daha uzun süreli olduğunu söylediler. Soğuk içilirse de etkili imiş ama daha uzun sürede etki edermiş. ‘‘Aman’’ dediler ‘‘Kaynar kaynar içmeyin sıcak-ılık olsun!’’ (Alooo işkenceci, okunuyor değil mi bu satırlar?) Normal bir poşet TylolHot ise 5 kesme şeker içeriyormuş ve 62 kalori veriyormuş. Yani günde üç tane içseniz 186 kalori. Aman diyabetikler dikkatli olun..
Sonuç: TylolHot ‘‘sıcak iç, söktürsün’’ damarımıza basan bir pazarlama harikası. Kentlerde eczane ve doktorlara da iyi pazarlanıyor. Ancak Nobel'in özellikle içerdiği şeker ve yanlış kullanımı konusunda daha bilgilendirici olması gerekir. Siz yine de bir doktora danışmadan kullanmayın. İlaç reklamları serbest olsa, inanın bu sorunları yaşamayız. Durun eczacı arkadaşlar, hemen kızmayın, ‘‘Bacak kadar çocuklar eczanelerde reçetesiz antibiyotik satıyor’’ dedim mi? Demedim. Hem anlamıyor musunuz, burada sizin için bir fırsat var. Evdeki işkenceden kurtulamama yardım edin bir daha kapitalistlere ruhunu satan namert!
Çekirgelik
Birinden bir şey beklemeyince asla düş kırıklığına uğramaz insan.
(Sylvia Path)
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2003
Siz 'Bond filmleri 40.yılını kutluyor' dendiğine bakıp da James Bond karakteri yaratılalı 40 yıl oldu sanmayın. Ian Fleming ilk James Bond romanı, Royal Kumarhanesini, 1953 yılında yayınladı. İlk film ise 'Dr.No' ismiyle 1962 yılında gösterime girdi.
Yani Bond karakteri bu yıl yarım asırı deviriyor. Ben de sanırım bir 25 yıldır (Beni Seven Casus'tan bu yana) Türkiye'ye gelen her Bond filmine gidiyorum.
Hatta aramızda kalsın 1980'li yılların ortalarında, Korkmaz Alemdar'dan aldığım bir doktora dersinde 007 çözümlemesi bile yapmıştım. Hem de Umberto Eco'nun 1966 yılında yapmış olduğu bir James Bond romanları çözümlemesine dayanarak...
Bildiğiniz gibi esas Bond romanlarında kötüler hep Ruslar ya da Yahudiler, iyiler ise İngilizler ve Amerikalılardır.
Bond ise insanüstü özellikleri olan , yakışıklı, nazik, çapkın, hafif süvari bir İngiliz ajanıdır. Bond'un öykü boyunca boşu yoktur. Bond her öyküde en az iki huriyi koleksiyonuna katar. Bunu görmesek bile hissederiz.
'Başka Bir Gün Öl'de de klasik 007 James Bond şemalarının ve karşıtlıklarının hepsi yer alıyor: Düşman yine komünist, bu kez Kuzey Kore, yine batıya hükmetmek için acayip bir silah geliştiren gözü dönmüş kötü adam, aşağılık ırk olarak resmedilen, hatta bu sefer bir de genleriyle oynatarak batılı olmaya bile öykünen doğulular, ihanet çemberine takılan güzel hafif frijit bir kadın, Bond'un sırtını dayadığı güzel ama sıcak olmayan başka bir kadın ve (sözde) teknoloji harikası Bond oyuncakları..
Önemli bir farklılık, yönetmen Lee Tamahori'nin bu filmde aksiyon konusunda ölçüyü biraz fazla kaçırmış olması .
Gürültü, film boyunca rahatsız edici boyutlara ulaşıyor. Bilgisayarda yaratılan bazı görüntüler ise çok acemice, çok komik, öykünün değerini düşürüyor. Buz evindeki araç kovalamaca sahnesinde neyin ne olduğu, kimin nereden geçtiğini anlamak mümkün değil.
İzlediğim diğer Bond filmlerini düşününce bu Bond uyarlamasını oldukça sıradan buldum. İçinizden 'Gidelim mi’ne tavsiye ediyorsunuz?' derseniz yanıtım şu: Bond fanatiği iseniz, nostalji yapmak istiyorsanız, aksiyon severseniz, geçici işitme kaybı yaşamak istiyorsanız gidin. Diğer durumlarda daha iyi alternatifler kesinlikle var.
Daha Kaç Bond Çekilir?
'Başka Bir Gün Öl' ü izledikten sonra, varolan şematik konu örgüsüyle Bond filmlerinin fazla ömrünün kalmadığını düşünüyorum. Pazarlama ittirmesiyle, yeni filmde yapıldığı gibi eski filmlere nostaljik göndermelerle, üç dört film daha 'yaşlı nüfus' sayesinde gişe yapar ama sonrasında Hollywood'un bütün afetleri gelse nafile! Nedeni de ortada. Batı'nın 'düşman' algılaması değişiyor, İşte 11 Eylül, işte Saddam! İnsanların
kafasındaki ajan algılaması değişiyor. İşte kimliksiz,
yüzleri seçilemeyen Matrix tipi ajanlar! İnsan-
teknoloji ilişkisi değişiyor. İşte daha beşaltı yaşında,
Playstation 2'de, Bond filmlerine parmak ısırtacak
numaralarla seviye atlamaya çalışan çocuklar.
Özeti dünya değişiyor, insanların
inandıkları şeyler değişiyor, Bond şemaları
yerinde sayıyor. 007 James Bond artık kabak
tadı veriyor. James Bond tespih olsa
çekilmiyor...
Ateşli bir öpüşme sahnesini çocuklarla izleyince RTÜK üyesi olup çıkıyorum!
Yeni Bond filminde eskilere göre bir farklılık göze çarpıyor..
Bu kez karşımızda biraz daha şapır şupur öpüşen, sevişen 50 yaşlarında antropozik bir Bond var. Adam antropozik olmasa 'Bana ne, bana ne.. Seviştiğim görülsün görülsün' diye tutturur mu?
Olan bizim 'baba' karizmasına oldu. Brosnan amcanın antropozik kaygıları yüzünden resmen büyük himini Gülce (14) ile kol kola şapır şupur öpüşme sahneleri izleyip karizmayı çizdirdik.
Ben ne bileyim bu kadar şapur şupur bir Bond filmi olduğunu. Eski Bond filmleri gibidir deyip, himinileri aldım gittim işte.
Öyle ahım şahım açık seçik sahneler de yok. Ama çocuklar yanımızdayken ateşli bir öpüşme sahnesi bile izleyince ben kendimi RTÜK üyesi, Ecmel de kendini altın makas sansür kurul başkanı gibi hissediyor.
Gülce'nin yanında oturan 15 yaşlarındaki delikanlının elini kolunu nereye koyduğunu kontrol edeyim derken de sağ gözüme inme inecekti neredeyse..
Bond'un Halle Berry ile seviştiği sahnede de küçük himini Görkem (9) iki eliyle gözlerini kapatmış Ecmel'e şöyle diyordu: 'Buralar benim için tehlikeli olabilir, ben en iyisi bakmayayım.'
Görüyor musunuz çocuğa verilen terbiyeyi. Kendi kendini muzır ve hınzır neşriyattan koruyor. Her eve böyle altın makas anne lazım. Ciddi söylüyorum.
Keyifli bir meyhane: Tenedos
Meyhane sever misiniz? Ben seviyorum. Meyhane muhabbeti de hoşuma gidiyor. Bu hafta size İstanbul'da bir meyhane önereceğim. Muhabbetin adı Tenedos.
Tenedos hemen Galata Kulesinin yanında Anemon Oteli var, onun mahzeni. Geçen hafta oradaydım. Dekoruna bayıldım. Mahzen havası korunmuş, eski yüzlü bir meyhane atmosferi yaratılmış. Önce Rumca ve Türkçe şarkılar söyleyen bir grup çıkıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde bu grup yerini otantik Rumca şarkılar söyleyen başka bir gruba bırakıyor. Keyifli söylüyorlar, iyi de eğlendiriyorlar.
Mezeler lezzetli. Bir de Ege otları olsa çok iyi olur. Piliç saç kavurma yedim, size de tavsiye ederim. Aklım et saç kavurmada kaldı, inşallah bir dahaki sefere. Limonda ezilmiş sıcak tahin helvası ise süper.
Tenedos'a öyle iki kişi romans yapmaya falan gitmeyin. Arayın dostlarınızı, can arkadaşlarınızı, en az altı kişi, kız kıza, erkek erkeğe, karışık, felekten bir Tenedos gecesi geçirin. Ben oradayken kalabalık dört beş grup vardı, bir eğlendiler, bir eğlendiler nasıl imrendim anlatamam.
Telefon: (0212-243 70 51)
Cuma Takıntısı
Dal Martino ve Reiner Winterschladen'den
'Metro Bar Nighthawks' isimli CD..
Tünel'de Lale Plak’ta var. Cazımtrak , sakinleştirici bir müzik. Trompet bir harika.
Cuma Alıntısı
Kırılmamak için bükül, düz olmak için eğil, dolmak için boşal, parçalan ki yenilen..(Doğu Mitolojisinden)
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2003
<B>İKİ</B> ay önce İzmir'e gittim. Kaldığım otelin resepsiyonundaki görevliye <B>‘‘İzmir'in en iyi sineması nerede?’’</B> diye sordum. Beni <B>‘‘Konak Pier’’</B>e yönlendirdi. Konak Meydanı'nda, İzmir'in tam göbeğinde, denizin tam kenarındaki ‘‘Konak Pier’’i gezince o kadar etkilendim ki o anda kaleme kağıda sarılıp içimdeki coşkuyu sizinle paylaşmak istedim. Nasıl coşku duymam, nasıl sevinmem! Birileri çıkıp, köhne bir balık halini almış, sinemalarıyla, kafeleriyle, mağazalarıyla, Remzi Kitabevi ile dünyaya parmak ısırtacak bir alışveriş merkezi yaratmış.
Çok büyük bir yer değil. Amerikalılar'ın ‘‘neighborhood mall’’ yani ‘‘mahalle alışveriş merkezi’’ dedikleri türden.. Ama emin olun Amerika'daki birçok örneğine on basar.. Ben gezdiğimde hizmete yeni girmişti ve çok da kalabalıktı. Remzi Kitabevi'nin kalabalığını da görmeliydiniz. Konak Pier'e hayranlık duymak için Remzi'deki kalabalık yeter.
Niye bunları yazıyorum? Bunları yazıyorum çünkü iki gün önce öğrendim ki ‘‘Konak Pier’’deki mağazalar ruhsatsız oldukları gerekçesiyle belediye tarafından mühürlenmiş. ‘‘Niye?’’ diye soruşturdum. Karşıma tarih öncesi çağdan kalma bir sürü abuk sabuk neden çıktı. Bayındırlık Bakanlığı imar planına aykırıymış da, 1/1000 değil 1/5000 miş de, Kordon Yolu ve viyadüklerinin orda böyle bir yapı olmazmış da, Mimarlar Odası aleyhindeymiş de, Mühendisler Odası sevmezmiş de..
Yalan. Sorun zihniyet sorunu. Bazıları serbest piyasa ekonomisinin, liberalizmin yarattığı her türlü sistemi, ürünü, hizmeti bilinçaltında reddediyor, hatta yıkmaya çalışıyor. Sorun bu. Hastalık bu. Doğru teşhis edelim. Ve Yazık etmeyelim bu ülkeye. Bugün, eskinin komünist ülkelerinde bile, böyle enti püften gerekçelerle ‘‘Konak Pier’’ gibi projelere karşı çıkılmıyor, hatta bu tür projelerin önü açılıyor. Çıkarın kafanızı gömdüğünüz kumdan, dünyaya bir bakın, Türkiye'nin sizin gibilerle vakit kaybedecek vakti yok. Anlayın artık.
Reklamcılar halktan koptu!
‘‘Gazeteleri çekemediler, halktan koptu’’ tartışmasından haberiniz var mı bilmiyorum ama yeni Falım ve yeni Tofita reklamlarını izledikten sonra karar verdim bu reklamcılar kesinlikle halktan koptu! ‘‘Etiler'de Ulus'ta, Bebek'ten, bir elleri yağda bir elleri balda, Türkiye'ye ahkam kesiyorlar! Ne alakası var kardeşim sakızın uzayla muzayla! Ne alakası var şekerin Zaga'la Ayça'yla?’’ dememi bekliyorsunuz değil mi? Demicem işte.. Her iki reklamı da beğendim.
Falım ambalajını değiştirmiş. Drajeleri ufaltmış. Ambalajın üstüne altı tane de fal koymuş. Bunları ‘‘uzaylı ambalaj’’ altında piyasaya sunuyor. Reklamda da ‘‘uzaylı ambalajının’’ çevresinde yapılandırılmış süper ‘‘saçma, salak’’, hafif gerçeküstü (sürrealist) bir öykü var. ‘‘Sizin oralarda aşk var mı aşk’’ diyen bir uzaylı, bir motorsiklet, bir merinos... Böyle ‘‘saçma, salak’’ öyküler Falım'a yabancı değil... Reklamın çekici noktası da burası, söz konusu ‘‘saçma salaklık’’ bilerek yapılıyor ve ne kadar ‘‘saçma salak’’ olunursa o kadar hoşa gidiyor. Hele bir de işin içine Falım'daki gibi mizah katılmış ise ‘‘saçma salaklık’’ tadından yenmiyor. Üstelik reklam literatüründe de bunun yeri var bu tür reklamlara, anlaştığı üzere, ‘‘saçma salak’’ (nonsense) reklamlar deniyor.
(Reklam Ajansı: Y&R Reklamevi
Rating: * * *)
Tofita reklamı da hafif ‘‘saçma salak’’ reklam izleri taşıyor. Ama işin içinde bir yarı- ünlü, bir de yüksek dozda mizah girince bu reklamı daha çok mizahi reklam kategorisinde değerlendirmek gerekiyor. Tofita reklamında Ayça resmen yıkılmış! (Hele o degajesi yok mu o bölüme yıkılan biri varsa o da benim). Reklamı komik ve bir o kadar da beğenilir kılan Ayça'nın abartılı oyunculuğu. Bu oyunculuk içine Tofita'nın çeşitleri başarıyla yedirildiği için mizah ürünü gölgelemiyor hatta ‘‘Böörtlen, çılak, portıkal’’ gibi söyleyişler sokağa inerek ek bir fayda yaratıyor. Yıllar sonra, üşünmedim, bir çılak bir de Böörtlen Tofita aldım. Böörtlen'i almaz olaydım. Ne o öyle ilaç gibi..
(Reklam Ajansı: Güzel
Sanatlar Saatchi& Saatchi,
Rating: * * * *)
Arçelik ve Beko kapıştı
ANIMSARSANIZ Arçelik'in Çelik'e su verdiği reklam kampanyasını yorumlarken ‘‘Nurtopu gibi bir dünya markamız daha mı olacak!’’ diye şöyle bir dokundurmuş ‘‘Eğer böyleyse niye yıllardır Beko'yu ‘dünya markası' diye farklılaştırmaya çalıştınız?’’ demeye getirmiştim. Bu aynı zamanda bir ‘‘Yöneticimiz uyuyor mu?’’ uyarısıydı.
Beko da benim gibi düşünüyor olacak geçen pazar tam sayfa gazete reklamı ile bütün Türkiye’ye şöyle seslendi:
‘‘Türkiye'nin ‘bir' dünya markası var.’’
Buradaki ‘‘Bir’’in benle hiç alakası yok. Buradaki ‘‘Bir’’ ilk bakışta ‘‘Bizim bir dünya markamız var’’ diyo.. Ama gerçekte dediği şu:
‘‘Beko Türkiye'nin bu kategorideki tek dünya markası, Arçelik sen niye kendi kendine gelin güvey oluyorsun?'
Evet, ben de şimdi Koç Dayanıklı Tüketim Grubu'na soruyorum, bu markaların birinin sahibi Mars'tan diğeri Venüs'ten mi?
(Reklam Ajansı: TBWA,
Rating: * * *)
NOT: Reklamda Beko'nun dünya markası olduğuna kanıt olarak ‘‘Dünya üzerinde her üç buçuk saniyede bir Beko markalı bir ürün satılıyor’’ deniyor. İki konuyu merak ediyorum: 1) Bu ülkelere Botswana da dahil mi? 2) Acaba hesap yapılırken bir satış noktasının kaç saat çalıştığı varsayımından hareket edildi?
Balkonları yeni girişi de kolay!
GÖRDÜĞÜNÜZ kadın fotoğrafının dergilerde yayınlanması, geçen hafta, Norveç Pazarlama Konseyi tarafından yasaklandı. Yayınlayana da 30 bin 000 Norveç kronu (yaklaşık 7 milyar TL) ceza verildi. Ne var bu fotoğrafta diyorsunuz değil mi? (Ben de sizin gibi bizim arka sayfa güzeliyle günde iki saat göz mesaisi yapsam böyle düşünürüm) Söyleyeyim: Konsey, bu fotoğrafın kadına saldırdığını ve onu küçük düşürdüğünü düşünüyor. Hemen ‘‘Bir de Norveç'te yani ha.. Ben demiştim zaten bu zındıkların bizden daha tutucu olduğunu.. Sansürcü zihniyete bakar mısınız?’’ diye başlamayın. Bu fotoğraf bir emlakçının, elindeki evlerden birini satmak için verdiği dergi reklamında yer alıyor ve altında da şu ifade yazıyor: ‘‘Yeni balkonları ve kolay girişi ile çok çekici...’’
Hálá zihniyetin sansürcü olduğunu düşünüyor musunuz?
Sarar'ın indirdiği ne?
SARAR'ın ‘‘indirim’’ başlıklı davetiyesi postayla elime ulaştı. Zarfı açar açmaz ‘‘öhüm’’ falan oldum. Sağımı solumu kontrol kolaçan edip malzemeyi (görsel olanı tabi ki) yakından incelemeye koyuldum. Kısa bir süre sonra anladım ki, Sarar hálá, bizim bildiğimiz Sarar. İş alanı falan değişikliği de yok. İndirim o kadar güçlü bir indirim ki, Sarar'ın birbirinden güzel elbiseleri, gömlekleri kapanın elinde kalıyor. Açıkta kalan mankenlerin orasını burasın kapatmak da, herhalde, satış görevlilerine, düşüyor. Zaten başka ne olabilirdi canım. Öyle değil mi?
Çekirgelik
Öfkeliyken konuş, göreceksin, pişman olacağın en güzel konuşmayı yapacaksın.
(Amrose Bierce)
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2003
Önüne gelen birine ödül veriyor. Ödülü alan niye aldığını bilmiyor, veren niye verdiğini bilmiyor, onları izleyenler şaşkın şaşkın ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor. Ödül mü ödül, biri veriyor ya, sorgulama, al. Tam bir rezillik yaşıyoruz anlayacağınız. Ödül verenin bütün amacı birilerine ödül vermek ve haber olmak. Ödül alanın da amacı birilerinden ödül almak ve ne kadar ‘‘iyi’’ olduğu konusunda birilerini ikna etmek. Belki de buna bir çeşit ödül ticareti desek daha doğru olur. İşte en son Radyo-Televizyon Gazetecileri Derneği'nin ‘‘2002 Televizyon Oskarları’’ başlığı altında verdiği ödüller. Neyi kimin seçtiği de, neyin niye seçildiği de belli değil. Biz verdik oldu! Oskar Oskar olalı böyle zulüm görmemiş, Türkiye'deki gibi değersiz hale getirilmemişti... Elini sallasan ödüle değiyor. Bir ‘‘Altyazıyla en iyi ekran kapama’’ ödülü verilmemiş, ödül almayan da kalmamış. ‘‘Aman bir tatsızlık çıkmasın durumu’’ anlayacağınız. Ya da ‘‘Körler sağırlar birbirini ağırlar durumu’’ da diyebilirsiniz. Suçlu kim biliyor musunuz? Biraz Uğur Dündar, biraz Ali Kırca, biraz da Reha Muhtar. Yıllarca kendilerine Kanarya Sevenler Derneği bile ödül verse, gittiler aldılar, bir de bu ne idüğü belirsiz ödüllerin ödül törenlerini ilk haber olarak ana haber bültenlerinde yayınladılar. Onlar bu haberleri yayınladıkça haber olmak, ekranda görünmek, ‘‘imaj yaratmak için’’ bütün dernekler bu tür programlara ödül üstüne ödül verir oldular. Hatta, verdikleri iletişim eğitiminin kalitesi açısından Uganda'da bile sıralamaya giremeyecek olan bazı iletişim fakültelerinin dekanları, adlarından söz ettirebilmek için, bu tür programlara ödül yağdırır hale geldiler. Sonuç da ortada: Ödül enflasyonu. Benim anlamadığım ne biliyor musunuz, bu kadar değersiz olduğunu bile bile değerleri konusunda en ufak şüphe duymadığım bunca insan niye koşa koşa bu ödülleri almaya gidiyorlar. Niye? Bir öz-değer sorunu mu var?
İki dudak arasına sıkışmak?
Orada, bir yerlerde, bilmediğimiz, tanımadığımız ne çok yıldız var. Bunlardan bazıları daha onları bilemeden, tanıyamadan, sessizce, başımızın üstünden kayıp kayıp, uzaklara gidiyorlar. Onları uzaklara gitmeden tanımanın bir yolunu mutlaka bulmamız lazım. Mutlaka.
Benim son örneğim, Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi araştırma görevlilerinden Zafer Ekin Karabay. Zafer 12 Ağustos 1975 yılında başladığı hayat yolculuğunu 13 Eylül 2002 günü kendi eliyle sonlandırdı. İntiharını üniversite gazetesinden öğrendim. Mekan olarak da üniversitedeki odasını seçmiş.
O güne kadar adını duymamıştım. İntiharlar, sırasız, zamansız, genç ölümler, kahramanı tanımasam da hep üzer beni. Dışardan belli etmem ama bir süre için için su alırım. Zafer'e de çok üzüldüm.
Sonradan, bir dost toplantısında, Zafer'in hukukçuluğun yanında edebiyatçılığının da olduğunu, hatta engin edebiyat bilgisi nedeniyle, intiharından kısa bir süre önce Bilkent Üniversitesi'nde edebiyat alanında doktora programına kabul edildiğini öğrendim. Çok da şaşırdım. Hatta Zafer'in 'Şubatta Saklambaç' isimli bir de şiir kitabı varmış. Bu şiir kitabı 2000'de bir şiir yarışmasında da ödül almış. Hemen, bir yerlerden bulup şiirleri okudum. Şiirlerini okurken başımın üstünden farkında olmadan kayan bu 'yıldızı', yaşarken tanıyamadığım için çok daha fazla üzüldüm. 'Saklı' isimli şiir içimi dağladı. Bu şiirde ölümün ayak izlerine rastladım. Bakın ne diyor 'Saklı' şiirinde Zafer:
uyurdum, dokunduğum camlar kırılırdı
derinliğinde uykumun. Nil, gözlerimden
geçsin diye güne kirpiklerim kırılırdı.
oysa saklambaç oynayan bir çocuktu
büyüttüğüm; babasının dudaklarına
sıkışmış ve unutulmuş...
sobelendim, saklandığım saydam düşlerin
ardında. sunacak başka şeyim yoktu,
bir çocuğun bayram sabahındaki
beklentisini sundum yaşama ve tedirginliğini
oğlu savaşta bir annenin. uzak ezgisini
dinleyerek bırakıp gitmelerin.
nil güne akarken şubat gibi biriktim;
dört yıl topladığı acısını yirmi dokuzuncu
adımında gösteren. ve çıktım yaşama
onun sakladıklarını sunarak saklandığım
yerden. sonra kendime dönüp dinledim
yeniden acılarımı sordum:
yaşamın neresinde saklanmalı ozan,
ya da nasıl saklamalı yaşamı?
Ne dersiniz? Ölüm geliyorum demiş değil mi? Lütfen, Zaferlerin iki dudak arasına sıkışmalarına ve unutulmalarına izin vermeyelim (Zafer Ekin Karabay, Şubatta Saklambaç, Mayıs Yayınevi, Aralık 2002, 67 sayfa. 0-232-446 46 36'dan sipariş verebilirsiniz)
Bir şey anlatmıyor ama çok iyi güldürüyor
Analyze This'i Türkçe'ye ‘‘Anlat Bakalım’’ diye çevirmişlerdi, ‘‘Analyze That’’e ise ‘‘Anlatamadım mı?’’ çevirisini layık görmüşler. Ne denirse densin ortada bir gerçek var. Dünya sineması yeni bir komedi ikilisi kazanıyor gibi. Aynı Lorel-Hardy, Abbot-Castello ya da Yavru-Katip gibi... Yeni ikilinin adı ise Vitti-Sobel ikilisi. Sizi bilemem ama bu ikili beni çok güldürüyor. Mafya babası Vitti'yi Robert De Niro, psikiyatristini ise Billy Crystal oynuyor. Ama ne oyunculuk. İkinci filmde de biri klişe İtalyan mafya babası karakterini diğeri ise klişe psikiyatristi öyle bir 'klişeleştiriyorlarki', aralarında doğan zıtlaşmaya ve diyaloglara gülmemek için taş olmak lazım taş. İlk filmde de çok gülmüştüm, ikincide de çok güldüm. Hatta ikinci filmden daha fazla zevk aldığımı söyleyebilirim. Konu mu? Bu tür filmlerde konunun ne önemi var. Araya Oidipus kompleksi falan sıkıştırıldığına kafayı takıp da filmi kendinize zehir etmeyin. Senaryo yazarı filmin anlam ve önemine uygun olarak bir hoşluk yapmış ve Vitti-Sobel ikilisinin babalarıyla olan sorunlarına öyle bir gönderme yapmış işte. Yoksa ortada öyle ahım şahım bir konu yok. Parça parça bir sürü komik olay işte. Gideceksiniz, durmadan güleceksiniz. İki saat rahatlayıp, 'Oh dünya varmış' diye sinemadan çıkacaksınız. Filmin bir yerindeki komik bir sahne her nedense bana İbrahim Tatlıses'i anımsattı. Vitti ile yardımcısı, bir adamı, konuşturmak için bir apartmanın çatı katından aşağıya baş aşağı sallandırıyorlar. Adam korkusundan konuşunca Vitti yardımcısına 'Bırak' diyor. Yardımcısı da bırakıyor, adam kafa üstü yere çakılıyor. Vitti ekliyor 'Salak herif ben sana serbest bırak demiştim'. Tatlıses'i anımsamakta haksız mıyım? Hani Duruns...Vuruns...
Falan oldum tamam mı?
İğrenç, mega iğrenç, iğrenç ötesi, dermişim, ezik, kasma ya, manyak güzel... Son yıllarda gençliğin dilindeki moda sözcükler bunlar. Nereden buluyorlar, nerelerinden uyduruyorlar bilmem ama bence, Türkçe’ye yeni sözcük kazandırmada oldukça başarılı... Şimdilerde de yeni bir eğilim daha başladı. Uygun bir sözcük bulamadı mı cümleyi 'falan oldum tamam mı?' deyip bitiriveriyorlar. 'Geçen gün adamın biri önüme geçip bilek salladı şaşırdım falan oldum tamam mı?' , 'Baktım çıktığım çocuk kolunda bir körpeyle karşıdan geliyor. Önce ‘ne oluyoruz’ falan oldum tamam mı?' , 'Cep telefonumdan bilgisayara görüntü transferi yapabildiğimi görünce b.k gibi falan oldu tamam mı?' gibi... Aziz Türk gençliğine niye varolan Türkçe sözcükler yetmiyor acaba? Türkçe sözcük dağarcığımız artık hayatın gerçekleriyle birebir örtüşmüyor mu? Daha doğrusu güzel Türkçemizin varolan sözcükleri gençliğin yaşamına ayak uyduramıyor mu? Yoksa gençler, sadece ve sadece sözcük uydurmuş olmak için uydurmuş falan mı oluyorlar? Umarız öyledir.
Eyvan’da mutfakta biri mi var
Geçen hafta Hürriyet Cumartesi'de Figen Batur Celal Çapa'nın yeni mekanı Eyvan'dan söz ediyordu. Figen Batur oralara gider de ben aşağı kalır mıyım? Yemedim, içmedim ben de gittim. 'Koca profesör yediğini içtiğini yazar mıymış, yesin, içsin, şişmanlasın ama yazmasın' diyenlere inat olsun diye. Bir de durduk yerde, sinemaya gideceğim, eleştireceğim, bir yığın 'sinema sanattır eleştirilemez' diyen ucubeyi sinirlendireceğim; tiyatroya gideceğim, eleştireceğim, 'huysuz ihtiyarı' kızdıracağım falan, neme lazım ben paşa paşa Swissotel'in yanındaki Eyvan'a gideyim dedim... Celal Çapa bakmış gençlerden, icralık olduğu kardeşi İzzet Çapa'dan hayır yok, yine soyunmuş gözde mekan yaratma işine. İyi de yapmış. Eyvan'ın nezih ve ferah ortamını beğendim. Barın üstündeki o bir dudağı yerde bir dudağı gökte beyaz lamba yakışmamış. Bunun dışında gözüme çarpan bir şey olmadı. Mönüden hamsili pide, tel şehriyeli karides ve külbastıyı seçtim. Az daha parmaklarımı yiyordum. Olmaz böyle bir şey. Tamamı müthiş lezzetliydi. 'Mutfakta biri mi var' diye sordum. Liman'dan ve Hammam'dan tanıdığımız Resul Açıkalın varmış. Lezzetin sırrı da buradaymış. Müziğin sesi kısıkken ben ayrıldım. Ama gece yarısından sonra 'club müzik' yapılıyormuş. Kısa bir süre sonra da alt kat dans bar olarak hizmete girecekmiş. Bu hafta sonu bir denenebilir. Rezervasyonsuz gitmeyin ama. (0-212-3261100)
Cuma Takıntısı
Andante klasik müzik dergisi.
Sayı bir ve iki. Serhan Bali çıkarıyor.
Klasik müzik meraklıları için birebir.
Hatta ikiyeiki..
0216-3252713
Cuma Alıntısı
Varılacak yere aldırış etmeyen kişi nereye gittiğini sormaz
(Milan Kundera)
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2003
<B>24 HAZİRAN</B> 2001'de <B>‘‘Siz hálá annenizin blucinini mi giyiyorsunuz?’’</B> başlıklı bir yazı yazarak Levi's'ın dünya satışlarının 1996'daki 7.1 milyar dolardan 4.6 milyar dolara düştüğünü haber vermiştim. Bu düşüşün nedeni ise dünya blucin pazarındaki şiddetli rekabetti! Levi's o dönemde bu krize modellerinde kısmen değişiklik yaparak ve büyük bir reklam kampanyası ile cevap verdi. Ama bugüne gelindiğinde anlaşılıyor ki, bu strateji, Levi's'ın derdine çare olmadı. Wrangler, Lee, Riders, Rustlers, Guess, Earl Jean, Diesel, Mavi gibi büyüklü küçüklü markalar başta ABD olmak üzere Levi's'ın pazar payından tırtıklamaya devam ediyorlar. Ama Levis'ın da eli armut toplamıyor.. Daha düne kadar işçisinden yüksek sosyeteye herkesi ‘‘tek fiyat, tek model’’ stratejisi ile kucaklardı, şimdi farklı pazar bölümlerine, farklı fiyat, farklı ürün ve farklı mağazalar stratejisi ile ulaşmaya karar verdi. Tabii şu anda sadece ABD'de ama kısa sürede yayılacak..
Levi's ‘‘Ne yaptı?’’ derseniz, ‘‘Üç farklı pazara, yine Lev'i's markasının gücünden vazgeçmeden, üç ayrı marka yarattı’’ derim. İlk marka Levi's Vintage. Neiman Marcus, Sharon Segal gibi prestij mağazalarda satılacak. Vintage, Klasik Levi's tasarımlarından esinlenen, değişik kesimli pantolonları içeriyor ve bu pantolonların fiyatları 85 dolarla, 220 dolar arasında değişiyor.
Levi's orta direğe (ABD'de orta direk bizim gibi sürüngen bir orta direk değil, bayağı omurgalı bir orta direk) Levi's Red Tab'ı üretti. Red Tab, Macy's, Sears, Kohl's gibi orta direk mağazalarda satılacak. Red Tab'ın kesimleri daha gösterişli ve daha trendy, fiyatı ise 30 ile 85 dolar arasında değişiyor.
Daha alt kesime ise Levi's Signature markası yaratıldı. Signature Klasik koyboy kesiminin dışında farklı kesimlerde üretilecek, fiyatı 30 doların altında, satış yerleri Wal-Mart, Target gibi indirim mağazalar.
‘‘Vay anasını!’’ diyorsunuz değil mi? Tabi ki ‘‘Vay anasını’’. Rekabetçi strateji buna deniyor işte. Ben liderim diye ortalarda kasıla kasıla dolaşacağına böyle savaşacaksın. Peki, Levi's 30 dolara satılan kotuyla 220 dolara satılan kotunu gerçekten farklılaştırabilecek mi? Levi's ‘‘vücuda oturuş, dokuma türü ve marka imajı’’ ile bu farklılığı yaratabileceğini söylüyor. Yaratması da lazım, çünkü Levi's ana markasını cepheye sürüyor. Eğer bu farklılığı yaratamazsa koca Levi's markası öyle gümbür gümbür gider ki, onu Bush'un füzeleri bile kurtaramaz.
Bana sorarsanız (sormadığınızı biliyorum ama söyleyeyim) ek markalar doğru yönetilir, imajları kontrol altında tutulursa Levi's başarıya ulaşabilir. Levi's'ın bu atağına karşı Wrangler, Riders, Rustler, Lee (ki hepsi aynı firmanın, VF'nin markalarıdır) reklam harcamalarını şimdiden ikiye katladı.. Levi'sçılar bir yandan ‘‘Dünyanın en demokratik markası olduk’’ diye diğer yandan onu ait olduğu ‘‘annemizin’’ pazarına hapsetmeye çalışanın çok olacağı ortada.. Dev markaların da kaderi bu...
Reklamlara güveniyor musunuz?
EĞER başlıktaki soruma ‘‘hayır’’ yanıtını veriyorsanız bu ülkedeki yasalara dayanan reklam kurulları da RÖK gibi, gönüllü reklam kurulları da görevini yapmıyor demektir. Reklam tüm pazar ekonomilerinin can damarıdır. Reklam ekonomik büyümeyi uyarır, rekabeti ateşlendirir, tüketicinin seçim yeteneğini arttırır. Tüketici reklamlar sayesinde yeni ürünlerden haberdar olur, varolan ürünlerin doğası, kalitesi, çeşitleri ile ilgili sürekli bilgilenir. Reklam pazar payını arttırma ya da korumanın en önemli unsurudur. Biraz ders gibi oldu ama böyle. Reklamın tüm bu yaşamsal görevleri yerine getirebilmesi için de tek şeye gereksinimi vardır: Güvenilmek. Eğer halk, reklamlarda yalan söylenildiğine, gerçeğin çarpıtıldığına, saldırgan davranıldığına inanıyorsa reklamın çalışması mümkün değildir ve reklamcılığın tamamı bundan zarar görür. Dolayısıyla reklam sektörünün doğru, kurallara göre işlemesi öncelikle reklam sektörünün kendi yararınadır. Ne yapar reklam sektörü halkın reklama olan güveninin sarsılmaması için? Bildiniz Reklam Özdenetim Kurulu'nu yani RÖK'ü kurar, uluslararası reklam standartlarına bağlı kalarak ulusal reklam standartları oluşturur ve bu standartlara uygunluğu sağlar, tüketici şikayetlerini değerlendirir. Türkiye'nin RÖK'ü 1994 yılında reklamverenler, reklam ajansları ve medyanın gönüllü işbirliği ile kurulmuştur. Şu anda televizyonlarda, basında reklamlarını gördüğünüz işte bu RÖK'tür. Özdenetim özveri ister. Bugüne kadar RÖK üyeleri beş kuruş para almadan özveriyle çalışıp RÖK'ü bir yere getirmişlerdir. RÖK'ün tam anlamıyla KÖK söktürebilmesi için iki ana değişiklik şarttır:
1) Kararları şeffaf olmalıdır.
2) Hatalı reklamı yapanın hatası yanına kar kalmamalı, hatasını kamuoyu önünde kabul etmelidir.
Nokta.
Yasal kurullar var RÖK'e ne gerek var?
PEKİ niye Sanayi Bakanlığı Reklam Kurulu, gibi yasal kurullar varken RÖK'e gerek duyulur? Anlatayım. Anımsarsanız 14 ve 21 Nisan 2002'de ‘‘Kiremit neden yapılır?’’ ve ‘‘Kiremit deyince aklımıza ne gelir?’’ diye iki yazı yazmıştım. Lafarge Braas markasıyla ‘‘Beton Kiremit’’ üretip, reklamlarında ‘‘Kiremit’’ ürettiğini söylüyordu. Tuğla ve Kiremit Üreticileri Derneği (TUKDER)'de Braas'ı 1.4.2002 Sanayi Bakanlığı Reklam Kurulu'na şikayet etmişti. O zaman Lafarge bana yazdığı mektupta kendini şöyle savunmuştu:
‘‘Kiremit temel olarak kil, çimento, perlit agrega, metal, kumla kaplı metal, emaye, cam gibi değişik hammaddelerden mamul bir çatı kaplamasının genel adıdır. Kiremit sözcüğü sadece pişmiş kilden ürünleri kapsamaz.’’
Ben de bu görüşün doğru olmadığını söylemiştim. ‘‘Türkiye'de kiremit deyince insanların aklına kilden yapılmış kiremit gelir. Aksi durumda reklamlarda mutlaka tüketiciyi uyarmak gerekir’’ demiştim. Reklam Kurulu'nun doğru karar vereceğinden emindim. Bu nedenle ‘‘Bekleyelim, görelim’’ dedim.
Günler günleri, aylar ayları kovaladı. Yıllar yılları kovalayacaktı ki, başvurudan tam 7 ay 11 gün sonra, 12.11.2002 günü, her nedense AKP'nin iktidara gelmesinden bir hafta sonra (!) Reklam Kurulu karar verdi:
‘‘Kil kiremit ve beton kiremit aynı şeydir. Braas reklamlarında ürünün içeriği konusunda yanıltıcı bilgi vermemektedir!’’
Şaka gibi değil mi? Şimdi siz, bu yasal Reklam Kurulu ile mi halkın reklamcılığa olan güvenini koruyacaksınız. Tam 7 ay 11 bir gün sonra, ‘‘Kil kiremit ile beton kiremit aynı şeydir’’ diyen Reklam Kurulu ile mi? Reklamcılığı, reklam sektöründen korumak için niye RÖK gibi sektör kurullarına gereksinim var bilmem anlatabildim mi.
RÖK reklamları daha iyi
REKLAM Özdenetim Kurulu (RÖK) dört yıl önce de ‘‘Bir Kalemde Sileriz’’ sloganıyla başka bir kampanya daha yapmıştı. O dönemde RÖK'ün tepeden bakan kampanyasını biraz sert bulduğumu ‘‘Kendini RTÜK sanan RÖK’’ başlıklı yazımla eleştirmiştim. Bu kez RÖK'ün kendini duyurma biçimi daha insancıl, daha ses getirici, daha meramını anlatıcı, özeti daha başarılı.
‘‘Palavracı’’ ve ‘‘Saldırgan Pazarcı’’ filmlerine beş yıldız veriyorum. Her ikisi de hem metafor kullanarak (bir şeyi gösterip başka bir şey anlatmak) anlatmak istedikleri şeyleri esprili bir dille anlatıyorlar, hem de uygulamaları güzel. ‘‘Gösterişçi Anne’’ filminde kullanılan metaforda ise, sevmediğim birşeyler var. Uygulama yine iyi ama bu reklam sanki bir malın çok fazla övülmesini kusurmuş gibi gösteriyor. Gereksiz yere, reklam düşmanlarının ekmeğine yağ sürebilir. Bu nedenle iki yıldızını kırpıp üç yıldızla yetiniyorum. Basın ve açıkhava reklamlarının fikrini ise, çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Bu mantıkla gidildiğinde televizyonda da ekranı karartmak ve ‘‘Bu reklamı RÖK halletti’’ demek yeterli olabilirdi. Peki sizce şimdiki kadar etkili olurmuy du? Sanmıyorum. Basın ve açıkhava reklamlarına * * *. (Reklam ajansı: Leo Burnett)
Çekirgelik
Eğilmeyi öğrenin, kırılmaktan iyidir.
Leo Buscaglia
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2003
Bu hafta hadi yine yaşadınız. Köşede ‘‘iki film birden durumu’’ söz konusu. İkinci filmimiz bir Levent Kırca filmi: Şeytan Bu İdare Edin Olacak O Kadar... Karıştırdım galiba. Filmin ismi ‘‘Şeytan Bunun Neresinde’’. ‘‘Son’’ filminden sonra ‘‘Bir daha Levent Kırca filmi mi, imkansız’’ demiştim ama yine kendimi tutamadım gittim işte. Korktuğum da başıma geldi. Yine karşıma bir ‘‘Olacak o kadar’’ uyarlaması çıktı. Ama bu uyarlama, bence, ‘‘Son’’dan daha başarılı, bunda da görüntü yönetmeni Cengiz Tacer'in şık görüntülerinin payı büyük. Kırca da bu kez bazı karikatürize planları daha gerçekçi planlar haline getirebilmiş. Ancak Kırca, inatla, televizyon dilinden sinema diline bir türlü tam geçiş yapamıyor. Anlatmak istediğini o kadar ‘‘kalın’’ anlatıyor ki, ‘‘kör gözün parmağına etik dersleri’’ bazen insanın tahammül sınırını aşıyor. Filmde bir tarafta Reşo (Levent Kırca) ve ailesi ile Doğu'nun dramı, insan hayatının beş para etmediği resmedilmeye çalışırken diğer tarafta Gazete Genel Yönetmeni Yusuf'un (Levent Kırca) çevresinde geçen olaylarla medya eleştirisi yapılıyor, Batı'nın kokuşmuşluğu vurgulanmaya çalışılıyor. Özellikle Yusuf'un iktidarsız patronuna ve bir bakana kadın bulduğu sahneler tam ‘‘Olacak O Kadar’’ sahneleri. Hatta 1970'lerin ortalarındaki Türk seks filmlerindeki bazı sahneleri bile anımsatan sahneler var. Kırca televizyonun taşıyamadığı ‘‘skeçleri’’ filmin arasına sıkıştırmış galiba. Kırca'nın filmini komedi olarak yorumlamak yanlış olur. Daha çok kara komedi diyebiliriz. Örneğin Yusuf, bir mankeni iktidarsız patronuyla yatması karşılığında köşe yazarı yapıyor. İster istemez insan bir yandan ‘‘Kırca abartmış’’ diye düşünürken bir yandan da ‘‘Abartacak kadar da var hani’’ diyor. Bazı esprilere çokça gülmedim desem yalan olur. Yusuf'un, doğuda bir köyde jandarma karakolunda nezarette beklerken ‘‘taksi durağı var mı?’’ diye sorması ve jandarmanın da ‘‘Var. Sağa dönünce Mcdonalds'ın yanında’’ diye yanıt vermesi karşısında tam bir kahkaha ‘‘dumuru’’ oldum. Peki bu filme gidelim mi? ‘‘Aman Türk sineması yaşasın, her filme gidin, şu fakire bir sadaka’’ diyenlerden değilim. Kırca'nın filminin sonunda bir ‘‘eksiklik duygusu’’ hissediliyor ama kesinlikle ‘‘Keşke gelmeseydim duygusu’’ hissedilmiyor. Kasmayın, gidin.
CineTempo'yu kaçırmayın...
Tempo her hafta CineTempo adında çok güzel bir sinema ve sanat rehberi eki veriyor. CineTempo'da vizyondaki filmler, tiyatrolar ve diğer sanatsal etkinlikler, görselliği de yeterince ağırlık verilerek çok hoş bir şekilde duyuruluyor. Sadece onaltı sayfa olmasına rağmen Çiğdem Kömürcüoğlu ve arkadaşları her hafta bu ekte harikalar yaratıyorlar. Onları gerçekten kutlarım. Ben bu ekleri biriktiriyorum. Size de tavsiye ederim. Neden biliyor musunuz? Gittiğim filmlerden çok güzel fotoğraflar kullanıyorlar. Gittiğim filmleri bu fotoğraflar aracılığıyla gelecekte yeniden anımsamak çok hoş olur diye düşünüyorum. Böyle de küçük takıntılarım var işte..
Vidocq'a dedektif demek için bin şahit lazım!
Vidocq'un kim olduğunu Vidocq filmi ile ilgili bir bültenden öğrendim. Vidocq'u izlemeden önce dağarcığıma depoladığım bilgiler şunlardı: ‘‘Meğer bu Vidocq Bey 1775-1857 yılları arasında yaşamış ünlü bir dedektifmiş. Çiçeği burnunda bir delikanlı iken 'suçlu sınıfına' giren Vidocq Bey, daha sonra kendini yasal işlere adamış, önce Fransız polis teşkilatını daha sonra da dünyanın ilk dedektiflik bürosunu kurmuş. Balzac'ın, Edgar Allen Poe'nun bile ondan ilham alarak karakter yarattığı söyleniyormuş. Hatta hatta ‘‘Sherlock Holmes’’ karakteri bile ondan ilham alarak yaratılmış olabilirmiş ve de muş’’. Filmi izledim. O dünyaca ünlü dedektiften eser yok! Dağarcığımdakiler olmasa Vidocq'un kim olduğunu bile anlayamazdım. Bu filmdeki Vidocq'a dedektif demek için bin şahit lazım. Galiba yönetmen Pitof, dijital kameranın başdöndürücü çekiciliği karşısında, görsel efektlere dikkat edeyim derken, filmin bir de öyküsünün olabileceğini unutmuş. Filmin ilk beş dakikasında Vidocq (Gerard Depardieu) sizlere ömür! Allahtan Pitof ‘‘Ya benim bir başrol oyumcum vardı ama... Kimdi...Kimdi... Hah Gerard!’’ diye anımsamış da sonradan bir iki kere geri dönüşlerle sahneye çıkan Vidocq'un yüzünü görebiliyoruz. Daha çok, ortalarda, Vidocq'un yaşam öyküsünün peşinde olan ve bir anda ortadan kayboluşunun sırrını çözmeye çalışan genç gazeteci Etienne Boisset dolaşıyor. Boisset seks partileri senin, Anti-aging'in ilk meraklıları olan işadamları benim, iz peşinde koşarken anlıyoruz ki Vidocq, Paris'te işlenen esrarengiz cinayetlerin peşindeymiş. Cinayetleri işleyen de öldürdüğü insanların ruhlarıyla beslenen bir simyacıymış. Filmin sonunda da bir sürpriz var. Öyle kaba saba bir sürpriz ki, yani Türk sinemasında bile böylesi yok. Sanırım Pitof fazla masraf olmasın diye Simaygerin kıyafetini de Peter Jackson'dan ödünç almış. Simyacı aynı yüzüklerin efendisi Sauron. Tabii biraz aynalı Sauron. Vidocq, izleyerek kendimizi iyi hissettiğimiz filmlerden değil. Sezarın hakkını da verelim. Pitof'un bilgisayar aracılığıyla yarattığı 1830 Paris'i mükemmel. Filmin geneli karanlık ve iç karartıcı olsa da, birçok planı al, çerçevelet, duvarına tablo diye as. Sinemada farklı tatlar peşinde koşuyorsanız ilginç bir görsel deneyim yaşayabilirsiniz. Aksi durumda görseniz de olur görmeseniz de..
Ben nereden dava arkadaşınız oluyorum ya...
Cep telefonum yol geçen hanına dönünce geçen ay cep telefonu numaramı değiştirdim. Hay değiştirmez olaydım. O gün bu gündür ciddi bir ANAP mesaj bombardımanı altındayım. Her şey ‘‘Değerli dava arkadaşımız sayın Genel Başkan Vekili Ekrem Pakdemirli bu akşam (31.12.2002) saat 19.30'da TGRT ana haber programında canlı yayındadır. İyi Seneler.’’ mesajıyla başladı. Birden irkildim. ‘‘Dava arkadaşım’’ tanımlaması hoşuma gitmedi de değil. Biri beni ANAP'a sokmuştu da benim haberim olmamış mıydı? Sonra mesajlar patır patır dökülmeye başladı:
‘‘Yeni yılın size ve ailenize sağlık ve mutluluk getirmesi dileklerimle saygılarımı sunarım. Feyzi Başaran. ANAP Genel Başkan Yardımcısı ve Genel Sekreter’’
‘‘2003 yılının mutluluklar getirmesini dilerim. İst. İl Başkanı Ercan Erdem’’
‘‘Değerli dava arkadaşımız bugün saat 16.45'de başkan vekilimiz Ekrem Pakdemirli Star TV'de canlı yayında olacaktır. İyi günler’’
‘‘Lütfen saat 17.00'de Starhaber 24'ü saat 19.00'da Haberturk'ü, saat 20.20'de Kanal 7'yi izleyiniz. Lütfullah Kayalar’’
‘‘Değerli Dava arkadaşımız Salı günü 08.00'de CNN TURK'de, 23.15'de TGRT'de sayın Genel Başkan vekilimiz Ekrem Pakdemirli olacaktır. Saygılarımızla.’’
‘‘Sevgili kardeşim, birazdan (7.1.2003) TGRT ekonomi kulisi programında canlı yayında olacağım. Sevgiler, saygılar Ali Talip Özdemir’’
‘‘İnternet sitemiz açıldı. www.pakdemirli.com. Sayın genel başkan vekilinin kongreye kadar olan programını inceleyebilirsiniz’’
Gelen her mesajda ‘‘Vay be’’ dedim içimden 'Mesut Yılmaz zamanında böyle çalışsalardı, AKP tek başına iktidarı zor görürdü''. En son ‘‘Değerli Dava arkadaşım, 3. Olağan Kongremizin hayırlı olmasını diliyor sizlerin desteğiyle MKYK adayı olmak istiyorum. En derin saygılarımla. Tuncay Karahancı’’ mesajını alınca benim dava arkadaşlığımda bir sorun olduğunu anladım. Birileri beni ya ANAP delegesi sanıyordu ya da bir ANAP'lıyla karıştırılıyordum. Böyle düşünceler içinde dolaşırken telefon çaldı, açtım, karşıdaki ses ‘‘Sayın Bakanım’’ dedi. ‘‘Ne bakanı ya..’’ dedim. ‘‘Mehmet Bey’’ dedi. ‘‘Hangi Mehmet’’ dedim. ‘‘Mehmet Keçeciler’’ demesiyle gerçek dava arkadaşının kim olduğunu anladım. Şimdi buradan Mehmet Keçeciler'e sesleniyorum: ‘‘Sayın Keçeciler, telefon numaralarımızın sadece bir numarası farklı, bu nedenle dava arkadaşlarınız beni sizle karıştırıyor. Lütfen yanlış anlamayın ama ben bu saatten sonra davamdan dönecek değilim. Yukarıdaki mesajlar size gelen mesajlar. Lütfen beni kimse adam yerine koymuyor diye kızmayın ve bu Cumartesi-Pazar gidin, gönül rahatlığı ile istediğiniz genel başkan adayına oy verin. Ben seçimi Lütfullah Kayalar alacak diye duydum ama Ekrem Pakdemirli de fena çalışmıyor hani...
Cuma Takıntısı
Fourplay'den Heartfelt'i koleksiyonunuza katın... Cazseverler için...
Cuma Alıntısı
Hayatın nesnesi değil öznesi olabilmek için yıkanmak istemeyen çocuklar olalım (Ünsal Oskay)
Yazının Devamını Oku