1 Aralık 2002
<B>EN</B> sonunda Kent'in <B>‘‘bayrama sahip çıkan’’</B> filmlerinden birini beğendim. Anımsarsanız, 2000 bayram sezonunda çoğumuzun elde mendil hüngür hüngür ağladığı ilk Kent filmini yerden yere vurmuş, duygu sömürüsünün dozu kaçırıldığı için doğru bulmadığımı belirtmiştim. 2001 yılında ise Kent gençlere bir bayram ziyareti yaptırdı ama bu filmin de duyguları alınmış olduğu için gece geçen gemiye benzedi. Bu sezon vizyona giren filmde ise her şey dozunda. Bir kere oyuncu seçimi mükemmel, mekanlar mükemmel, çok iyi bir oyunculuk var. Filmde bayramı simgeleyen ayrıntılar adeta oya gibi işlenmiş.
Örneğin muz sahnesinde erkek oyuncumuz öyle bir bakıyor ki; bu bakışı al, Türkiye'deki gelir dağılımı rezaleti raporu diye Dünya Bankası'na ver, birçok şeyi rakamlardan daha iyi anlatır. Filmin sonunun bağlandığı nokta da çok zekice. Zaten filmi ‘‘dozunda’’ tutan da biraz bu bakış açısı.
Müziğin gücünü de unutmayalım. Barış Manço'nun ‘‘Kol Düğmeleri’’, filmde anlatılan öyküye çok yakışmış.
Belirteyim, ‘‘Kol düğmeleri’’nin hakları satın alınarak, Ömer Özgür tarafından bu reklam filmi için yeniden düzenlenmiş. Gelelim kritik konuya. Bu filmde yönetmen değişmiş. Daha önceki filmleri Sinan Çetin çekmişti. Bu reklam filminin yönetmeni ise genç yönetmenlerden Bahadır Karataş.
Böyle olunca kafam gerçekten biraz karıştı. Eğer ilk filmi de Bahadır Karataş çekmiş olsaydı, film yine o kadar ‘‘hüngürdeme’’ özelliklerine sahip olur muydu acaba? Yani Sinan Çetin bazı senaryolarda vur deyince öldürüyor mu?
Belki de reklam sektörünün asıl sorgulaması gereken şu: Bir reklam ajansının mutfağından hangi senaryo çıkarsa çıksın aynı reklam yönetmeniyle çalışılması mı doğru, yoksa mutfaktan çıkan işe göre reklam yönetmeni seçmek mi? Bence ikincisi doğru. Senaryonun özelliğine göre yönetmen seçmek. Aynı son Kent filminde kanıtlandığı gibi. (Reklam Ajansı: Güzel Sanatlar Rating: * * * * *)
Ries'ın aklından zoru var
AL Ries aklı başında bir pazarlama stratejisi uzmanıydı. Daha doğrusu biz onu öyle sanıyorduk. Stratejist Jack Trout'la birlikte 20 yıl önce yazdıkları ‘‘Positioning: The Battle for Your Mind’’ (Konumlandırma: Zihinleri Fethetme Savaşı) kitabı pazarlama ve reklam uygulamacıları arasında çok büyük yankı uyandırmış, özellikle reklam stratejisi alanında düşünce devrimi yaratmıştı.
1990'lı yılların ortalarında Trout ile Ries'ın arasına kara kedi girdi.Trout, Al Ries'a sinirlenip ‘‘New Positioning’’ (Yeni Konumlandırma) kitabını Steve Rivkin ile birlikte yazdı. Al Ries ise devreye kızını sokup Laura Ries ile birlikte ‘‘Marka Yaratmanın 22 Kuralı’’, ‘‘Internette Marka Yaratmanın 22 Kuralı’’ gibi kitaplar yazmaya başladı.
Ve son olarak 2002 yılında yine kızı Laura Ries'la birlikte ‘‘The Fall Of Advertising, The Rise Of PR’’ (Reklamın Düşüşü, Halkla İlişkilerin Doğuşu) isimli kitabı çıkardı. Bu kitabı okurken, nasıl olur da Al Ries'ın bu kadar yanlı, bu kadar gerçeklerle uyuşmayan bir kitap yazabildiğine şaştım. Kitapta Ries kafadarlar ‘‘Reklam Öldü’’ demiyorlar ama ‘‘Reklamın fonksiyonlarının bittiğini, reklamın artık nesnel olarak ölçülemez olduğunu, bu nedenle sadece halkla ilişkilerin marka yaratabildiğini, reklamın ise yaratılan markayı ancak savunabildiğini’’ söylüyorlar.
Yalan, koca bir yalan. Al Ries'ın yıllar önceki kankası Jack Trout BonusAkademi için Türkiye'ye geldi. Levent Erden'in Bilgi Üniversitesi'ndeki ders saatinde de gelip bir konuşma yaptı. Ben de gittim. Oradaki ikili konuşmalarda Trout, ‘‘Al Rise kızını meşhur etmek için her yolu deniyor. Son kitabı da bu çabalardan bir tanesi’’ demeye getirdi. Başka ne olabilir ki!
Bugün benim küçük himini bile (Görkem 9) reklam olmaz ise gazetenin yaşayamayacağını, gazete olmayınca da halkla ilişkilerinden söz edilemeyeceğini en azından tahmin eder. Halkla ilişkilerin önemli fonksiyonlarının olduğu, rolünün değiştiği doğrudur. Ama bu reklamın öldüğü anlamına gelmez. Aksini söyleyen ya kızını meşhur etmek istiyordur ya da aklından zoru vardır!
Mio göle maya çalıyor
MİO reklamını görmüşsünüzdür. Bir yığın ‘‘ne buldunsa koy’’ görüntü var, görüntüler boyunca da deterjan baloncukları havada uçuşup Türkiye'yi dolaşıyor. Söylenmek isteneni anlamak zor. Galiba ‘‘Herkes Mio kullanır’’ falan denmek isteniyor. ‘‘Bütün Türkiye'yi Mio temizleyecek’’ falan da deniyor olabilir. Emin değilim yazılıp verilmesi lazım. ‘‘Temizliğin gücü’’ sloganı ise Mio'nun güçlü bir deterjan olduğunu söylemeye çalışıyor. Başka? Başka bir şey yok.
Peki, kim niye alsın bu Mio'yu? Niye durup dururken varolan deterjanımızı değiştirelim? Mio'yu farklı kılan ne ki? Kime sesleniyor bu Mio? Aslında herkese sesleniyorum derken, kimseye seslenemiyor. Anlayacağınız Mio göle maya çalıyor. Tutması da Allaha havale edilmiş durumda.
Lütfen biraz pazarlama öğrenelim. Ya da pazarlama bilenleri istihdam edelim, pazarlama bilenlerden hizmet alalım. Türkiye'nin pazarlama öğrenmeden ekonomik krizlerden başını kurtarabilmesi mümkün değil. Hatta ben diyorum ki, ilköğretimdeki zorunlu trafik dersini kaldırıp yerine zorunlu pazarlama dersi koyalım. Nasıl olsa trafik dersleri fasulyeden yapılıyor. Pazarlama öğretmeyi belki daha iyi beceririz.
Örneğin çocuklar bir hafta deterjan ünitesi üzerinde çalışsınlar! Deterjan pazarında pazar bölümlemesinin çıplak gözle bile görülebileceğini öğrensinler, yeni piyasaya giren bir deterjanın özelliklerini pazar bölümlerinden biri ile örtüştürmediğiniz sürece tutunamayacağını öğrensinler, farklılaşamayan bir deterjanın fiyat rekabetine girmekten başka bir çaresinin kalmayacağını, yeterince kár edemediği için de iflas bayrağını çekebileceğini öğrensinler.
Şaka yapmıyorum. Ben artık ancak bu aşamadan başlarsak Mio türü reklamlar yapmamayı öğrenebileceğimizi düşünüyorum. Haklı değil miyim?
Terlikçiler uçmuş haberimiz yok
BİR süredir marka ligine ara vermiştim. Sonuçlar birikti, gelin terlik markaları ile marka ligine devam edelim. TN Sofres ‘‘Trendpoll’’ araştırmasında bu kez bizim için ilk akla gelen üç terlik markasını sordu. Türkiye temsili 2 bin 32 kişiye uygulanan araştırma sonucunda 1585 kişi yani Türkiye'nin % 78'inin en az bir terlik markası anımsadığı ortaya çıktı. Sonuçların ortaya çıkardığı önemli bir gerçek de reklamın zihinlerimiz üzerinde tartışmasız etkili olduğu. Son dönemde reklam yatırımlarıyla dikkat çeken dört terlik markası marka liginde de ilk dört sırayı alıyor. Bazılarının ismini daha bir yıl önce bir yerlerde görsek mertek sanırdık. Gezer % 66,1 ile birinci, Polaris 53,7 ile ikinci, Muya 51,9 ile üçüncü, Ceyo ise 34,5 ile dördüncü sırada. Terlikçilerin başardığını diğer sektörlerin de başarması dileğiyle...
Çekirgelik
Ancak aptallar suyun derinliğini iki ayağı ile kontrol eder.
(Afrika Atasözü)
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2002
Tek yanıt var: Asla! Belki her kadının hayatı ayrı ayrı 'örnek olay' olarak çalışılabilir ama bütün kadınları aynı anda açıklayabilen bir kitap bulmak öyle kolay değil. Bence her kadının reçetesi ayrı. Reçeteyi çözmek için de uygulama şart. Bunun eğitim kitaplarındaki adı 'yaşayarak öğrenme'.
Bunları yazmamın nedeni (umarım hafif espri yaptığımı anlamışsınızdır) okumakta olduğum, ODTÜ psikoloji bölümü mezunu Ozanser Uğurlu’nun (27) 'Kadınlar' isimli kitabı.
Uğurlu, kitabının girişinde şöyle demeye getiriyor: 'Ortalıkta bir sürü ne dediği anlaşılmaz, sıkıcı, teknik bilgilerle dolu psikoloji kitabı var, üstelik çoğu da taraflı, ben yazayım da okunulur psikoloji kitabı nasıl olur görsünler!' Kitabın kapağında 'Aşk, Güzellik, Mutlu Bir Hayat' gibi bir tanımlama var ama kitapta anlatılanları bu 'mit' sözcüklerle tanımlamak biraz zor. Uğurlu daha çok Türk erkek toplumunun nasıl bir kadın tipi biçimlendirdiğini anlatıyor. Bazen erkeklerin evrensel aptallıklarına da göndermeler yapmıyor değil.
DUYGUSUZ SEKS SPOR YERİNE GEÇER
Örneğin kitabın içinde bir yerlerde diyor ki Uğurlu: 'Kadınların mükemmel vücut peşinde koşmalarının nedeni, erkeklerin de kadınları özellikle vücutlarının yapısına bakarak sınıflandırmasıdır aslında. Bu güzel kadın, bu da çirkin kadın söyleminin altında yatan ilk, belki de tek kriter kadının vücududur. Oysa mükemmel vücutla insanların diğer özellikleri arasında hiçbir bağlantı yoktur. Örneğin, mükemmel diye nitelendirilen bir vücudun sahibinin kişiliği, konuşması, yaşam felsefesi vs. özellikleri, beklenenin aksi yönde çıkabilir. Bu duruma cinsel yaşam da dahildir. (Yazar ben ne aptal sarışın bombalar gördüm demek istiyor tercüme edeyim) Mükemmel vücudu olan kadınların mükemmel bir hayatı vardır diye düşünmek çok yanlıştır. Nasıl bir vücudunuz olursa olsun, önemli olan beyninizle sevişmenizdir. Sekste vücut sadece bir araçtır, duygular olmadan yapılan seks sadece spor yerine geçer!'
Müthiş ifadeler değil mi? Tartışma götürür mü? Hem de ne biçim. Kitapta böyle su götürür çok ifadeler var. Çaktırmadan da insana 'zihinsel magandalık' testi yaptırıyor haberiniz olmuyor. Size önerim bu hafta sonu Uğurlu'nun kitabını alıp kendinizi bu gibi konularda sınamanız. (Kadınlar, Ozanser Uğurlu, Remzi Kitabevi, 2002, 151 sayfa)
Ferhan Şensoy'u izlerken sağlığını sorun yaptım
'Tiyatro öldü hadi gömelim!' tartışmalarına kulak tıkayıp geçen Cuma gecesi Ferhan Şensoy'un yeni oyunu 'Biri Bizi Dikizliyor(BBD)'un galasına gittim. Ferhan Şensoy bu oyunda özel hayatı, insan onurunu ayaklar altına alan 'Biri Bizi Gözetliyor' türü televizyon programlarıyla dalga geçmeye çalışıyor. Çalışıyor diyorum, çünkü BBG'yi sahneye taşıma fikri güzel ama bu fikir çok iyi işlenmemiş. Özellikle ikinci kişi de evden ayrıldıktan sonra birden finale geçmek büyük bir kopukluğa yol açıyor.
Ferhan Şensoy'un dil cambazlıklarına gülmemek mümkün değil. Ancak sahnedeki sağlıksız görüntüsü insanı üzüyor. Dört kere de dili sürçünce bazen oyuna mı güleyim, Ferhan Şensoy'un sağlığını mı düşüneyim, duygusal açıdan iki arada bir derede oyun izliyorsun. Diyebilirsiniz ki; ilk oyun, o kadar hata kadı kızında da olur.
Evet ilk oyun ama izlediğimiz de Ferhan Şensoy'un dünya prömiyeri! Oyunun yıldızı 'Enişte' rolündeki Rasim Öztekin. Öztekin o kadar başarılı bir 'Enişte' karakteri çiziyor ki anlatamam. 'Unutkan Enişte' yi görmek için gidilir bu oyun izlenir.
Oyunda 'Az sonra...' esprilerinden sonra gerçek reklamlar izlettiriliyor. Bu da izleyicinin kısa süre de olsa çok sevdiği (!) reklamlarla yeniden yüzyüze gelip, geçmiş deneyimlerini yeniden yaşamasını sağlıyor. Reklamlar Unilever'den. Hatta Cif ve Domestos oyun boyunca aynı yerde kalıp izleyicileri selamlıyorlar. Tabii ki 'Enişte' miz Domestos'u çorba sanıp içmeye kalkana kadar...
BBD'yi kim mi kazanıyor? Ya 'Unutkan Enişte' ya da Ferhan Şensoy. İkisinden biri. Tayyip Erdoğan seçimi kazandığına göre BBD'yi kim kazanmış olabilir? Yanıt oyunda...
Poyrazoğlu çok abartılı oynadığı için insana batıyor
Geçen hafta hem senaryosu Ümit Ünal tarafından yazılan hem de yine Ünal tarafından yönetilen 9'u izledim. Filmde polis olduğunu tahmin ettiğimiz kişiler çapraz sorgulama tekniğiyle altı kişiyi sorgulayarak bir cinayeti çözmeye çalışıyorlar. Filmin neredeyse tamamı Amerikan filmlerinde görmeye alışık olduğumuz, bir tarafından bakınca diğer tarafı görünmeyen aynalı sorgulama odasında geçiyor.
Filmin neredeyse tamamında da yakın çekim hakim. İşin doğrusu filmi sıkıcı kılan da, ilginç kılan da bu nokta. Zaman zaman polis kamerasına geçiliyor, zaman zaman aynalı odanın arkasından görüntü veriliyor, zaman zaman da fotoğrafçı Firuz'un (Ali Poyrazoğlu) amatör kamera görüntüleriyle geri dönüşler yapılıyor. Ama bütün bunlar anlatımı söze dayalı olmaktan, bazen ilginç bazen de 'sıkıcı' olmaktan kurtaramıyor.
Sorgulama ilerledikçe anlıyoruz ki, kimsesiz bir kız, başı taşla ezilerek öldürülmüş, polis kızın yaşadığı mahallede ilişkide olduğu kişileri sorguya almış, bu cinayeti çözmeye çalışıyor.
KANSIZ CİNAYETLER SORGUSU
Ünal'ın, çapraz sorgu sırasında ortaya çıkan ifade çelişkileri ve ifade tutarlılıklarıyla, zihinleri katilin kim olduğuna doğru yönlendirme çabası, filmin en beğendiğim yönü. Özellikle bu çelişkileri ve tutarlılıkları keşfetmek büyük keyif veriyor insana. Film ilerledikçe anlıyoruz ki, Ümit Ünal'ın aslında bize anlatmak istediği sadece basit bir 'Katil Kim?' oyunu değil, Ünal'ın asıl sorguladığı hergün günlük hayatımızda, önyargılarla işlediğimiz kansız cinayetler!
Ünal, kişilerin çıkarları uğruna gerçeği nasıl çarpıtabileceklerini ve 'iktidarın' isterse sadece gerçeğin işine gelen yönüyle yetinebileceğini anlatmak istiyor. Nitekim filmin sonunda 'otorite', 'Ya bu sorgu da çok uzadı kardeşim' deyip, Kaya'nın (Ozan Güven) ağzını burnunu dağıtıyor ve katilin kim olduğunu öğreniyor. Yani 9'un 6 olabilmesi tamamen kimin nerede durduğuna bağlı.
Ünal, mekandan soyutlanmış bir sorgulama yaptığını iddia ediyor ama bana daha çok Türkiye'yi sorguluyor gibi geldi. Özellikle de 'zorla cinayeti kabullendirme sahnesi', 'poliste işkence'den başka neyi anımsatabilir insana. Ali Poyrazoğlu dışında tüm oyuncular, rollerinin hakkını vermiş. Poyrazoğlu çok abartılı oynadığı için insana batıyor. Film müzikleri bence filmin derdini hiç anlatmıyor. Sanki başka bir dünyanın müziği gibi geldi bana. Son söz: Eğer sinemaya eğlence amacıyla gidiyorsanız, sıkılma olasılığınız yüksek. Ama elalemin amatör kamerayla çekilmiş hiçbir sanat değeri taşımayan on beş dakikalık 'Blair'in Cadısı' filmine bile gittiyseniz, 9'a haksızlık etmeyin, gidin. Oscar için Türkiye'nin adayı imiş. Bence Oscar'ı alması oldukça zor.
Flamenko değil turist sövüşlemenko
İki hafta önce ilk defa İspanya sınırlarından içeri girip Barcelona'da beş gün geçirdim. Barcelona'yı gerçekten çok sevdim. Caddeler geniş geniş, insanın içi açılıyor. Tek sorun caddeler geniş olduğu için trafik ışıklarının uzun yanması. Barcelona iklimiyle de gerçekten yaşanabilecek şehirlerden biri. Sadece çok yaşamak istiyorsan 'flamenko dans gösterisi' izlemeye gittiğinde yemek yemeyeceksin o kadar. Biz gittik, yedik az daha 'Barcelona Aile Mezarlığı'nda şöyle denize nazır bir yer ediniyorduk. Zaten Barcelona' da turistler için iki yerde flamenko gösterisi yapılıyor. Birinin adı Tablao De Carmen, diğerinin adı Cordobes. Biz Tablo De Carmen'e gittik. Biri 21.00 diğer 23.00'te iki gösteri vardı. Biz 21.00'i tercih ettik.
Yemekli kişi başı 51 euro, yemeksiz 27 euro idi. Yemekliyi seçtik. Gider gitmez de İspanyolca menüden üç kap yemek seçmek zorunda bırakıldık. İlk yarım saat için de ne idüğü belirsiz, birbirinden lezzetsiz (iğrenç demeye dilim varmıyor) yemekleri mideye indirince kıvrana kıvrana gösteriyi izlemek zorunda kaldık.
Gerçi gösteri de gösteri olsa bari. Üçüncü sınıf çadır tiyatrosu esprisi. Önce yarım saat iki gitar, iki ağıt yakıcı eşliğinde üvertür kızlar dans ediyor. Sonra biri kadın bir erkek hesapta 'star flamenkocular' sahne alıyor. Onların tek kişilik performansları arasında da birkaç gitar tıngırtısı...
Tek ilgimi çeken biri dans ederken diğerlerinin ayaklarıyla tempo vurup onun çıkardığı sesi güçlendirmeleri ve ellerini oğuştura oğuştura dansetmeleri oldu. İnsan flamenko dans deyince biraz güzel kadınlar, yakışıklı erkekler ve güzel kostümler bekliyor. Ben flamenkonun bizim izlediğimiz türüne daha çok turist sövüşlemenko diyorum. Yolunuz oralara düşerse beni düşünün sakın sövüşlemenkoyun!
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2002
<B>PROFİLO</B>'nun son reklamını beğendim ama yeniden konumlandırma stratejisinin yanlış olduğunu düşünüyorum. Strateji doğru olsa reklamın hakkı kesin üç yıldız. Ama stratejik hata bu yıldızların yanında başka yıldızları da gerektiriyor. Neden mi? Anlatayım efendim. (Çok Aziz Üstelvari oldu değil mi?) Reklam ‘‘çocuklar kırar, döker’’ inancından yola çıkarak ‘‘dayanıklılık’’ özelliğine göndermede bulunuyor. Hatta bu gönderme yetmiyor gibi reklamın sonunda bir de kör gözün parmağına ‘‘Dayanıklı Ev Aletleri’’ deniyor.
Çocuk tiplemeleri çok sevimli, buradaki mizah ögeleri reklamda söylenmek istenen ana mesaja hizmet ediyor ama ‘‘reklam’’ın geneli pozisyon kaydırma amacına hizmet etmiyor. Pozisyon kayacağı yerde alıp başını gidiyor. Reklamın dili hedeflenen kitle düşünüldüğünde biraz sofistike kalıyor. Profilo C1C2'ye (orta-orta üst yaşam standardına) atlamayı düşünüyor, reklam A'ların (üst yaşam standardı) keyif alacağı ögeleri içeriyor.
Aziz Üstel sadece bir oyuncu olarak kullanılmış ise bir itirazım yok, rolünün hakkını veriyor, ‘‘wiseguy’’ı (akil adamı) başarıyla oynuyor. Eğer ünlü olarak seçilmiş ise Türkan Şoray nire Aziz Üstel nire. Aziz Üstel müdavimleri bu reklama güler gider Beko, Bosch ya da Siemens alır.
Bir de reklamın doğrudan 0-6 yaş çocuğu olanları hedeflemesi konusu var. Hedef kitleyi bu kadar daraltmak ne kadar doğru bu da tartışılacak bir konu. Profilo daha sonraki reklamlarda genel söylemini hedefine uygun hale getirip, ‘‘dayanıklı’’ olduğunu daha müşteri odaklı ifade etse belki amacına ulaşabilir.
Ama her durumda, Vestel Rating Hamdi'yi şaklaban gibi kullanmaktan vazgeçer de iyi bir şeyler yaparsa Profilo'nun dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olması kaçınılmazdır.
NOT: Bazı okurlardan ‘‘bu reklam çocukları kötü gösteriyor’’ mesajları aldım. Yapmayı allahaşkına, burada bir espri yapıldığını hepimiz biliyoruz. Eğer onu da anlamıyorsanız, kapatın televizyonu, kestane atıştırıp, masal dinleyin!
(Reklam Ajansı: Rafineri Reklam, Rating: * * * Strateji, Rating: *)
Kanıtlamak oldukça zor
OKURUM Derya Zeynep Eser'den bir e-posta aldım. Eser, son Hazırkart reklamının senaryosunun 02/12/2001 tarihinde ‘‘Hazırkart Senaryo Yarışması’’na gönderdiği öyküden esinlenerek yazıldığını iddia ediyor.Eser'e bu yarışmada dereceye girdiği ile ilgili hiçbir bilgi gelmemiş. Zaten Hazırkart'ın internet sitesinde de yarışmayı kazananlar kısmında adı geçmiyor. Derya Zeynep Eser'in yarışmaya gönderdim dediği öykü şöyle:
‘‘Tarkan ile özgür kız turistik bir gezi için Aspendos'a gider. Antik tiyatronun akustiğini test etmek için şarkı söylemeye başlayan Tarkan, Türkiye'ye tatile gelen ve tam o esnada Aspendos'u gezen dünyaca ünlü Amerikalı bir menajer tarafından beğenilir. Tarkan'a telefon numarasını veren menajer kendisini aramasını söyler.Tarkan Amerika ve dünya çapında bir mega stardır artık. Amerika turnesi sırasında New York'a da uğrayan Tarkan, bu şehirde bir konser verir. İzleyicilerin arasında özgür kız da vardır ve konseri cep telefonuyla Türkiye'deki yakınlarına dinletir. Tarkan son şarkısını kovboy şapkasıyla söyler ve şarkının bitiminde şapkayı izleyicilere fırlatır. Tarkan'ın New York konserini dinlemeye gelenler arasında özgür kızın erkek arkadaşı da vardır ve şapkayı tutan da o olur. Erkek kahraman şapkayı kafasına geçirir geçirmez bir el ona doğru uzanır: arkasını dönüp baktığında özgür kızla göz göze gelir...’’
Eğer Zeynep Eser'in dediği doğru ise bu öykü ile son reklamlar arasında benzerlikler olduğu çok açık. Ona bakarsanız bu reklamla bir zamanların Michael Jackson'lı, şapkalı, Pepsi reklamı arasında da benzerlik var. Eser'in bu öyküyü yarışmaya gönderdiğini kanıtlaması biraz zor. Eğer Hazırkart bize böyle bir öykü gelmedi derse de ona inanmak zorundayız.. Bu nedenle siz siz olun bu tür yarışmalara bir yapıt göndermeden önce notere gidip gönderdiğiniz şeyi mutlaka koruma altına alın. Alın ki, hakkınızı arayabilesiniz.
Kahpe Bizans solda sıfır kalır
ÜLKER Alpella reklamı çaktırmadan kendini Milka ile karşılaştırıp daha fazla süt ve kakao içerdiğini, daha lezzetli olduğunu söylemeye çalışıyor. İki genç uzay laboratuarı kılıklı ortamda, çikolata test ediyorlar. Ancak ‘‘uzay laboratuarı atmosferi’’ne ‘‘uzay laboratuarı atmosferi’’ demek için bin şahit ister. Uygulama sorunlu. Tarihi Türk filmleri ile dalga geçme konusunda Kahpe Bizans yanında solda sıfır kalır. Hadi beyin tamamlar mamamlar diyelim de, beyne de bu kadar yüklenmemek lazım. Madem beyin tamlayacak fazla üsteleme pandomim yaptır o zaman! Her neyse Alpella'yı yiyen gencin beyninde şimşekler çakıyor. Kendini süt ve kakaonun dansını izlerken buluyor. Buradaki görüntüler ‘‘uzayımtırak’’ görüntülere göre daha iyi. Oyuncular hafif ‘‘kek’’ gibi. Daha bir ‘‘trendy’’ olabilirlerdi. Bu reklam bittikten sonra aynı kuşağa, aynı oyuncularla başka bir Ülker ürünü sıkıştırmak resmen komik. Yok böyle bir şey.
(Reklam Ajansı: İletişim Ünitesi Rating: * *)
Reklamla hiçbir elakası yok!
ORKİDE yağlarının reklamında eli maşalı kadınlar bıçkın kocalarından ‘‘Orkide’’ istiyorlar, kocaları da bıçkın bıçkın ‘‘Ne elakası var!’’ diyorlar. Hesapta gülecez ya. Meğerse kadınlar Orkide yağı istiyorlarmış. Bak sen! Beyler ürün nerede ürün. Ürünü farklı kılan özellikler nerede. Hadi kullanıcıyı farklılaştırıyorsunuz diyelim. Kim kendini o karikatür tiplerle özdeşleştirir. Hadi mizah satacak diyelim, bu beşinci sınıf espriye kim güler? Niye alsın bu markayı tüketici? Ona bir neden sunmak lazım değil mi? Kim neyi nedensiz alıyor? Kusura bakmayın ama yaptığınız şeyin reklamla ne elakası var? Yok. Hiçbir elakası yok. (*)
Beko'nun uzaylısı Arçelik'e transfer oldu
SONUNDA Arçelik de beklediğimiz yeni reklam kampanyasına başladı. Reklamı ilk gördüğümde Tamer Karadağlı gibi ‘‘Ana!’’ oldum. Ve ekledim, ‘‘Ba..ba..ba...’’. Hakkaten ‘‘Ba...ba... ba..’’ yani. Bu ne dönüş kardeşim, tam 360 derece.. Son yirmi 20 yılda ‘‘Annem Bize Kalır’’ kampanyasından ‘‘Hayata’’ kampanyasına kadar her noktada eve, aileye sahip çık sonra birden bire Beko reklamlarının uzaylısını Arçelik reklamına tranfer et.
Diyeceksiniz ki ‘‘Arçelik'teki robot ama uzaylı değil.’’ Doğru, yeni Arçelik reklamında uzaylı değil robotların ürettiği bir robot var. ‘‘Biz Çayırova fabrikasındaki robotlarla istersek robot bile üretiriz’’ deniyor ve gönderme yapılan şey aynı: ‘‘Arçelikler ileri teknoloji ile üretilen kaliteli ürünlerdir.’’
Ne oldu da bu kadar radikal bir pozisyon değişikliği gerekti acaba? Böyle bir pozisyon değişikliği Arçelik'i Beko'ya yaklaştırmayacak mı? Eğer yaklaştıracaksa iki ayrı markaya ne gerek vardı? Eğer yaklaştıracaksa niye yıllardır Beko'yu Arçelik'ten farklılaştırmak için milyonlarca dolar harcadık. Biz bu devrimi boş yere mi yaptık? Eğer Beko'nun ‘‘ileri teknoloji ürünü, kaliteli’’ olduğunu söyleyen ‘‘dünya markası’’ stratejisi başarılı ise onu orada bırakıp, Arçelik'e başka pozisyon aramak daha doğru olmaz mıydı?
Sorularım bitmez ama yapacak bir şey yok. Dönüşü olmayan bir yola girilmiş bile. Reklam esprili, robot çok sevimli, robotun konuşma biçimi ‘‘Çelik-, Arçelik’’, ‘‘Sırrı-Bekçi Sırrı’’ esprisi şimdiden günlük konuşma diline girdi, çocuklar robotu taklit etmeye başladı bile. Hoş reklam. Ama ne adına bu aşamada yanıt veremiyorum. Reklamda da söylendiği gibi Arçelik'te bir şeylerin değiştiği kesin. Reklamda robot Arçelik'i ne kadar ‘‘ileri teknoloji olarak gösteriyorsa’’ Bekçi Sırrı karakterinin dramatik ağırlığı da Arçelik'i o kadar yerelleştiriyor. Tam bir ‘‘bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’’ durumu yani. Ve bunların ötesinde reklamda öylesine öldürücü hata var ki, artık ok yaydan çıktı düzeltmek istesen de düzelmez.
Arçelik çok yıllar önce ‘‘Ar’’ ve ‘‘çelik’’ten oluşan bileşik bir kelime olarak algılanıyordu ve ‘‘çelik’’ vurgusu, son mamul üretiminden çok ara mamül üretimini çağrıştırıyordu. Yıllardır yapılan iletişimle Arçelik, içindeki ‘‘çelik’’ sözcüğünün çok ötesinde kendi başına bir şeyi ‘‘Arçelik’’i ifade eder hale geldi.
Şimdi ‘‘Çelik, Arçelik’’ esprisi ile yeniden ‘‘Çelik’’, yani hammadde vurgusuna dikkat çekiliyor. Bu çok yanlış. Değil mi? (Reklam Ajansı: Y&R Reklamevi, Reklam Rating Rating: * * *, Strateji Rating: *)
Çekirgelik
Senin taht dediğin şey tahtadan yapılma tuzaktır. Konduğun yeri başköşe sanmışsın ama kapıda kalakalmışsın...
(Mevlana)
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2002
Haşmet Babaoğlu Salı Günü Vatan Gazetesi'ndeki köşesinde geçen hafta burada yazdığım ‘Almodovar tecavüzü meşrulaştırıyor’ başlıklı yazıma gönderme yapmış. Babaoğlu; ‘Filmin kahramanı Benigno’nun komadaki aşkı Alicia ile cinsel ilişkiye girmesiyle (hukuk dilinde buna tecavüz deniyor) Reha Muhtar'ın SSK Okmeydanı'nda narkozlu hastalara cinsel tacizi haber yapmasının ne alakası var' diyor ve ekliyor ‘İnsaf!’.
Herkese ne yazdığımı açıklayacağım aklıma gelirdi de Haşmet Babaoğlu'na yazdığım bir şeyi açıklamak zorunda kalacağım aklıma gelmezdi. Zaten çoğu durumda kimseye bir şey açıklama gereği hissetmiyorum. Yazımı anlamayıp zırvalayanlara gönderdiğim mesaj da genellikle şunun gibi bir şey oluyor: ‘Özür dilerim yazılarımı genellikle normal zekalıları düşünerek yazıyorum. Kapsama alanım dışında kalıyor olabilirsiniz. Özür!’. Hemen ‘Ayıp ediyormuşsun böyle de yazılmaz ki!’ demeyin, belki şahıs ileri zeka o yüzden anlamıyor. Niye hemen şahsa gerizekalı dediğimi düşünüyorsunuz ki!
Haşmet Babaoğlu'nun farklı olduğunu düşünüyorum. En azından zekasının göstergeleri var benim için. Televizyonda futbol yorumlarken takındığı tavrı seviyorum, düzmece taktiklerle ona buna saldıran ‘donanımsız’ yazarlardan biri olmadığını ve yazılarının da ‘tat’ verdiğini düşünüyorum. Bu nedenle Almodovar yazımı onun da anlayabilmesi için ikinci bir baskı yapmanın hem yer hem zaman israfı olmayacağını düşünüyorum. (İlk baskıyı okuyanlar köşedeki diğer yazılara geçebilirler).
‘Almodovar tecavüzü meşrulaştırıyor’ başlıklı yazımda ‘Konuş Onunla’yı izledikten sonra ‘Komada bir kadına tecavüz edildi’ diye bir haber okuduğumuzda doğrudan ‘Kesin bir sapık işidir’ çıkarımında bulunamayabileceğimizi anlatmaya çalıştım. Reha Muhtar örneği de daha önce bu tür haberleri duyduğumuzda ne düşündüğümüzü hissettirmek için verdiğim bir örnekti. ‘Konuş Onunla’da Almodovar öyle bir Benigno-Alicia aşkı yaratmış ki; Benigno'nun komadaki aşkını iyileştirmek için bıkıp usanmadan verdiği mücadele karşısında ona saygı duymamak, onu sevmemek ve onun tecavüzüne biraz daha hoşgörüyle bakmamak elde değil. Benigno bir sapık değil, hafif cinsiyet bunalımlı çaresiz bir aşık!
Almodovar Benigno-Alicia aşkını öyle resimliyor ki, film boyunca ve sonrasında aşık Benigno'nun tecavüzü karşısında her iki cinsin kafalarının da karışmaması mümkün değil. Bu Almodovar'ın belki kendisinin bile farkında olmadığı bilinçaltı. Bir de Babaoğlu yazısının sonunda ‘Atıf hoca çok tutulan reklam eleştirilerine de böyle yaklaşıyorsa vay halimize’ demeye getirerek kaba bir ‘transfer’ taktiği uygulamış. Babaoğlu'na bunu pek yakıştıramadım. Şimdi ben de ‘Babaoğlu, verdiğim basit bir örneği bile somutlaştıramıyorsa o çok beğenilen futbol yorumlarını nasıl yapıyor acaba?’ diye sorsam yakışık alır mı? Yanlış anlamayın, sormuyorum. Asla sormam da. Sadece ‘transferin’ ne kadar kaba bir ikna taktiği olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Yani ‘Hakkaten insaf Haşmet!’ demek istiyorum.
Bizden bir Almodovar niye çıkmaz!
Geçen hafta Barselona'da gördüğüm tipler karşısında bir şeye karar verdim: Almodovar'ın karakter yaratma gibi bir sorunu yok, İspanya'da nereye adımını atsan karakter! Ciddi söylüyorum. Bazen bir lokantadaki garsonu, bazen bindiğin taksinin şoförünü ya da kaldığın otelin kat görevlisini doğrudan kamera karşısına geçir ve oynat, karakter yaratmak için ışığa da, kamera açısına da gereksinimin yok. Galiba bu yüzden Barselona'yı İstanbul'a, özellikle de Nişantaşı taraflarına çok benzettim. Ama doğal karakter bakımından İspanya'yı aratmasak bile bizden bir Almodovar çıkmıyor işte! Bir tek Sinan Çetin Ayn Rand'ın Türkçe'ye çevirtip yayımladığı ünlü The Fountainhead'ine (Hayatın Kaynağı) yazdığı önsözde ‘İspanya’da Gaudi, Fountainhead'de Howard Roark neyse ben de Türkiye'de oyum' demeye getirdi ama bu ‘öz-onaylama’ çok fazla taraftar bulamadığı için şimdilik dikkate alamıyoruz. Şimdi can alıcı soruyu sorayım? Bizim Mimar Sinan İspanyollar'ın ünlü modernist mimarı Gaudi'nin karşılığı olabilir mi? Onun nesi eksik? Neyimiz eksik?
Bu kitabın modası geçmez
Rıfat N. Bali'nin İletişim Yayınları'ndan çıkan ‘Tarz-ı Hayattan Life Style’a' başlıklı kitabını sonunda bitirdim. Eğer 1980'den sonra Türkiye'de yaşanan ‘değişimi’ Marksist bir bakış açısıyla yorumlayan bir ‘deneme’ okumak istiyorsanız bundan daha iyisi olamaz. Hele de kapitalist dünyanın resmi sanatı olan reklam ve halkla ilişkiler etkinliklerine bir Marksist nasıl bakar, bu etkinlikleri nasıl yorumlar (ya da yorumlayamaz) öğrenmek istiyorsanız bundan iyisi Şam'da kayısı. Daha önce Bali'nin kitabı ‘Yeni Aristokratlar: Köşe Yazarları’ tartışmasıyla Hürriyet sayfalarına yansımıştı.
Bali kitapta şu tezi ortaya atıyor: ‘1991’in sonunda basın haber verme işlevi kadar önemli bir işlev daha üstlenecekti; Kitlelere tüketici olma bilincini telkin etme ve bunu sarsılmaz bir şekilde zihinlere yerleştirme, okurun daha seçkin ve üst düzeyde bir yaşam tarzı hayaline duyacağı özlemi sürekli taze tutma. Bu mesajı iletmekte de en önemli görev köşe yazarlarına düşüyordu'. Ve o döneme ait arşiv taraması sonucunda yaptığı alıntılarla da tezini kanıtlamaya çalışıyor. İlk bakışta kanıtlıyor gibi de görünüyor ama Bali'nin ciddi bir ‘yöntem’ sorunu var. Neden? Çünkü Bali çalışmasında sadece kendi tezine uyan alıntılara yer vermiş, adeta tezini kanıtlamak için elinden geleni ardına koymamış, yansız davranamamış, hatta ‘seçici dikkat’ mekanizmasının etkisinde de biraz İshak Alaton'a takılmış kalmış!
Yine de Bali'nin çalışması 1980-2000 dönemindeki değişimi görme açısından gözardı edilemeyecek bir çalışma. Araştırdım, Rıfat Bali 1980'lerin başında ticaret hayatına da atılmış. Uzakdoğu'dan birkaç elektronik firmasının Türkiye mümessiliğini yapmış ama değişimin hızına ayak uyduramamış olsa gerek, iş hayatında çok fazla başarılı olamamış. Onunla aynı zamanda aynı işi yapanlar büyürken o ‘Museviler ticareti iyi bilir’ sözünün aksine yerinde saymış. Aslında fena da olmamış, kötü iş yaşamı işadamını ‘kalem’ sahibi yapmış. Türkiye böylece ‘eleştirel’ bir düşünür kazanmış. Hele de ‘yöntem’ sorununu çözse tadından yenmeyecek. Eğer son bir şey söylememi isteseniz bu kitabın modası uzun süre geçmez. Zaman kaybetmeden okuyun.
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2002
<B>ÜÇ</B> gündür Barcelona'da, iletişim politikaları geliştirme konusunda AB'nin ilgili komiteleri ile birlikte çalışan ASI'nın 2002 radyo ve TV sempozyumundayım. Katılımcılar dünyanın dört bir yanından gelmiş medya araştırmacıları, medya satın alma şirketlerinin yöneticileri, medya pazarlama ve reklam yöneticileri ve reklamverenler. Bu ortamlarda olmak ve Türkiye'nin ‘‘tarafsız’’ medya araştırmaları yaptığını göğsünü gere gere söylemek çok önemli.
Biz Türkiye olarak 1989'dan bu yana verilen büyük bir mücadele ile televizyon ve basın alanında geçerli, güvenilir ve doğru medya verisi ürettiğimizi göğsümüzü gere gere söyleyebiliyoruz. Bu büyük mücadele içinde Pınar Kılıç, Zühtü Sezer, Dilek Erkey, Patricia Akolm, Ayşe Medran, Ömer Kayalıoğlu, Babür Çelebi, Caner Tunaman, Çetin Ziylan, Can Çağdaş, Cem Şaşmaz, Vahit Alpata, Yusuf Gökçek, Ayşe Sözeri Cemal, Ayşe Sarıoğlu Erman, Ercüment Pal, Zihni Sakarya, Altan Cin, Atilla Oray, Erdal Karamercan, Nilüfer Yılmaz, Arzu Eder, Gülen Atakbek'in katkılarını tarihe not düşmek zorundayım. Onların çabaları olmasa bugün Türkiye, medya araştırmaları konusunda nal topluyor olurdu. Türkiye'deki reklam yatırımlarının artması uluslararası markaların Türkiye'de pazarlanma isteğine bağlı. Bunun için de ilk bakılan şey her türlü medya ile ilgili onaylanmış, denetlenmiş sağlıklı veri.
Üç gündür tartışılan bildirilerden gördük ki, televizyonun da gazetenin de en az elli yıl daha reklam ortamı olarak geleceği son derece parlak. Bu nedenle medya araştırmasına yatırım yapmak ‘‘tarafsız’’ veri üretimine gölge düşürmemek gerekiyor.
Dediğim gibi hem televizyon hem basın ölçümlerinde çok ilerdeyiz ama son dönemde iki konu kafa karıştırır hale geldi. Erken uyarı sinyali vereyim. İlk konu; rating savaşlarının haber kılığında gazete ön sayfalarına taşınması. Böyle bir savaş yanlış ve gereksiz, hemen durdurmalıyız. İkinci konu; her gazetenin kendi tirajını açıklaması ve bu nedenle medya planlamacıların ve reklamverenin kafalarının karışması, acilen ‘‘Bağımsız Tiraj Raporlama Komitesi’’ kurmalıyız.
Son dönemde dağıtım şirketlerinin ayrılması bu konuyu daha da kafa karıştırıcı hale getirdi. Neyseki medya planlamacılar ellerinde ‘‘okur araştırması’’ sonuçları olduğu için duacılar. Ancak sağlıklı tiraj raporları sağlıklı okur araştırmaları için çok önemli bir girdi, ‘‘sağlama yapmak ve çapraz kontrol için’’ kullanılmaları gerekiyor. Bu nedenle ‘‘tiraj raporları konusundaki’’ karmaşa basın sektörünün bindiği dalı kesmesi anlamına geliyor.
Barcelona'da bu konuyu dünyanın saygın medya araştırmacılarına açtım. Türkiye'de hálá bir ‘‘Bağımsız Tiraj Raporlama Komitesi’’ olmamasına şaştılar. Haklılar!
İngiltere'de böyle bir komitenin kuruluş tarihi 1937! Gazete genel yayın yönetmenlerine ve sektör temsilcilerine sesleniyorum. Acilen habere dayalı rating savaşını durduralım ve bir ‘‘Bağımsız Tiraj Raporlama Komitesi’’ kuralım! Türkiye geçerli, güvenilir, doğru medya araştırmasından vazgeçemez.
Reklam sektörü krizde, hem Avrupa'da hem Türkiye'de çok yara aldı. Şimdi de gereksiz krizler çıkarıp faturayı ağırlaştırmayalım. Kimsenin dayanacak gücü kalmadı!
Tarkan Baba!
HAZIRKART reklamlarında Tarkan oynayınca şöyle iki adım geri duruyorum. Çünkü Tarkan'ın bir reklamda şöyle bir görünmesi bile söz konusu markaya çok şey kazandırıyor. Kabul etmek lazım çoğunluğun (genç kızlar daha fazla) gözünde Tarkan bir ilah. Hazırkart'ta bu ilahın gücünden en iyi şekilde yararlanıyor. Tarkan'ı kullanarak yarışma düzenliyor, promosyon yapıyor; hedef kitlesi ile Hazırkart'ı birçok kavşakta buluşturuyor. Son reklam filminde Tarkan'ın ‘‘Özgür Kız’’a sarkmasının sonuçlarından korkulmuş. Tarkan'a, imajının yara alacağından korkulup, biraz ‘‘Tarkan Baba’’ rolü biçilmiş... Bir stara iki seven genci birbirinden ayırmak yakışır mı hiç! Hatta onları everip sevaba girmesi beklenir. Tarkan da öyle yapıyor, reklam filminde ‘‘özgürlük içimizde’’ şarkısı ve ‘‘şapka’’ aracılığı ile onları birleştiriyor. Tam bir Eflatun Cem Güney durumu yani. Gökten üç elma düştü, biri Tarkan'ın biri, ‘‘Özgür Kız’’ın, biri de bizim salağın başına...
(Reklam Ajansı : Y&R Reklamevi, Rating: * * * *)
Türkiye ‘Guru’larıyla gurur duyuyor!
BUGÜNE kadar Pazarlama konusunda Türkiye'ye gelen tek ‘‘Guru’’ Philip Kotler'dir. İkinci gerçek ‘‘Guru’’ ise 27 Kasım'da Retailing Institute'nün davetlisi olarak Swiss Otel'de bir konferans vermeye geliyor. Roger D. Blackwell. Blackwell, araştırmacı bir bilim adamı ve tüketici davranışının kurucu babalarından biri. Evet ne yazık ki, Türkiye'ye daha önce gelen Jack Trouth, Al Ries, Tom Peters, Don Shultz'a bile Kotler ve Blackwell'in yanında ‘‘Guru’’ dememiz mümkün değil. Çünkü bu kişiler belirli alanda uzmanlıkları olan ama alana katkıları tartışmalı olan kişilerdir. Örneğin Blackwell'in atıfta bulunulmadığı bir pazarlama kitabı bulamazsınız. Blackwell hayatını ‘‘insanlar neden satın alır ve tüketici trendleri nasıl değişir’’ sorularını yanıtlamaya adamıştır. Yaptıklarıyla da Amerikanın en başarılı pazarlama hocası ödülüne hak kazanmıştır. ‘‘From Mind to Market’’ ve ‘‘Customer Rule’’ kitapları ile popüler pazarlamaya kaymış, ‘‘Guru’’ olarak da iyi para kazanmaya başlamıştır. Hemen söyleyeyim Blackwell'in üç yazarlı Tüketici Davranışı kitabı ABD'nin en çok okutulan üniversite ders kitabı idi ama, Blackwell ‘‘Guru’’luğa dalınca bu alandaki üstünlüğünü Solomon'a kaptırdı. Hangi alanda olsun, tüketicini boşlamaya gelmiyor, hemen yerini bir dolduruyor. Blackwell'i kaçırmasanız iyi olur. Bence harcanan zamana da paraya da değer.
(0 216 572 90 07)
Yayla niye çimenlerde
YAYLANIN relansman kampanyası evlere şenlik. Üç saniyelerle beş saniyelerle Yayla, aklısıra bize ‘‘Doğadan gelen lezzet’’ olduğuna ikna edecek. Süre kısa olunca ister istemez şöyle doğrudan sorulara muhatap olmamak elde değil: ‘‘Yayla niye çimenlerde?’’ Yanıt da arkadan geliyor: ‘‘Çünkü lezzeti doğadan!’’ Aristo mantığı ile çözdük işi. Kanıta falan gerek yok. Arkaya bir çimen koyacağız, önüne yayla, sonra da soracağız: ‘‘Yayla niye çimenlerde?’’
Güldürmeyin beni allahaşkına. Bu yöntemle Yayla'nın doğal olduğunu, lezzetli olduğunu, iyi olduğunu belki öğretebilirsiniz ama öğretilen şeyi kim satın alır onu bilemem. Bu satın almaya biz kısaca ikna diyoruz.
(Reklam Ajansı: TBWA, Rating: * *)
Kaş yaparken göz çıkarmak
PETROL Ofisi'nin ‘‘Taraftar Çantası’’ promosyon reklamları ekrana çıktı, küçük Himini den dakika bir gol bir: ‘‘Baba, Gassaray çantası alacağız di mi? Selim'in Baba'sı da demiş ki...’’
İşi gücü bıraktım, benzin bitiş dakikalarını Petrol Ofisi istasyonu bulunan yörelere denk getirmeye başladım. Neyseki her eczanenin yanında bir Petrol Ofisi mutlaka var! Ama durun! Daha ilk günden bir şey öğrendim. Her eczanenin yanında Petrol Ofisi olabilir de, her Petrol Ofisi'nde çanta kuponu var mı bakalım? Yok. Çünkü her istasyon kampanyaya katılmak zorunda değilmiş. Hoppalaaa.. Gitti bizim iki depo benzin havaya iyi mi? Sonra anladık ki, kupon içeren istasyonun bir taraflarında ‘‘Taraftar Çantası’’ bez afişi olması lazımmış.
İnsanoğlu bu, reklam söylemese de yaşayarak öğreniyor. Yaşaya yaşaya gerekli olan 12 kuponun yakasını canavarlar gibi bir araya topladım. ‘‘Memnun müşteri’’ sırıtmasıyla o Petrol Ofisi senin bu Petrol Ofisi benim dolaşmaya başladım. Çantayı nasıl alacağız, öğrenecez ya.. Altıncı istasyona geldiğimde cebimde şu tür yanıtlar vardı: ‘‘Bekle gelir, amma acele ediyorsun abi be, valla kısmetse olur, biz bilmiyoz dükkanın sahibi yok, yemiyon içmiyon çanta peşinde koşuyon boyundan posundan utan..’’
Ben bu arada ikinci çanta için dördüncü kupona gelmiştim bile. Ama iki kuponu ‘‘taraftar çantası kuponu karaborsası’’ ndan aldım, çünkü kupon bulana aşkolsun Petrol Ofisi istasyonları ‘‘Kupon bitti, çanta paydos’’ havası çalıyorlar. Oysa kampanya bitiş tarihi 30 Kasım 2002.
Buna ne denir biliyor musunuz? Buna, kaş yaparken göz çıkartmak, denir. Bunu sadece Petrol Ofisi değil, promosyon veren birçok firma yapıyor. Eğer lojistik kısmını beceremeyecek, müşterinizi üzecek, markanızla ilgili ileri geri konuşturacaksanız lütfen promosyon yapmayın. Yoksa ciddi ciddi bozuşacağız.
Hadi cel, cel Ekstra'ya cel
ARİA'ın Ekstra Kart serisi başarıyla devam ediyor. Hip-hop'çı gençler bu kez Karadenizdeler. Bir Aria promosyonunu Karadenizlilere duyuruyorlar. Reklam promosyon mesajını başarıyla iletiyor. Reklamda hem müzik var, hem dans var, hem de mizah var. Hip-hop'çıların danslarını her ortama uydurmaları adapte edebilmeleri, Aria'yı özellikle birincil hedef kitlesi gençler arasında çok beğenilir bir konuma getiriyor. Ayrıca Aria, kapsama alanını genişlettiğine dair bilgiyi çok akıllı bir biçimde izleyiciye aktarıyor. Türkiye'nin en uzun burunlu adamını reklamda kullanmak da hoş olmuş. Bu yolda devam edilip, her gidilen yörede o yöreden tanınan birini reklama iliştirmek, reklama duyulan beğeniyi arttırabilir.
(Reklam Ajansı: Güzel Sanatlar, Rating: * * * *)
Çekirgelik
Eğer insan yalnızca bilincine vardığı şeylerden sorumlu olsaydı alıklar her türlü hatadan peşin peşin arınmış olurlardı.
(Milan Kundera)
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2002
Bayramda ya da yılbaşında şarkılı, türkülü bir program yapmayı isteyenleriniz vardır mutlaka. 'Çıstak çıstak eğlence ' benim tarzım değil ama tarzı olanlara da saygım sonsuz. Bu nedenle geçen haftayı telefon başında geçirdim. O menajer senin, bu arkadaşım benim, aradım. İğneyle kuyu kazdım, gereğinde otel sahibi, gereğinde gazeteci, gereğinde de doktora tezi yapan bir öğrenci kılığına bürünüp, Türkiye'nin güzide bazı televole sanatçılarının pardon sanatçılarının bayram ve yılbaşında talep ettikleri gecelik fiyatları öğrendim. Hay öğrenmez olaydım. Ağzım ciddi açık kaldı! 60 bin dolarlar, 50 bin dolarlar, 40 bin dolarlar... Üstelik bunlara orkestra, ışık dahil değil. Bazılarının bayram fiyatları yok, çünkü Kıbrısla anlaşmışlar bile. Hatta fiyatları Kıbrıs'taki Casino'ların yükselttiği, söyleniyor. Ne olursa olsun insan 'Hak ediyorlar mı bunlar bir gecede bu kadar parayı?' diye düşünmeden edemiyor. Bence bazıları gerçekten hak etmiyorlar ve hak etmedikleri paraları almalarında da paparazzi, televole türü programların, magazin basınının payı çok büyük. Yıl boyunca paparazzilerde, televolelerde şaklabanlık yapıp, yılın birkaç gününde de ektiklerini biçiyorlar. Ve bazılarımız da 'sanatçı' diye onları bilip, 'görecem, görecem' diye her şeye katlanıyorlar! Türkiye böyle çok garip bir ülke işte çok. Bu 'uçurum'ları görmeyip sonra da 'Nereden çıktı şimdi bu AKP' diye saf saf soruyoruz. Oysa her şeyi iyi analiz etmek lazım. Hülya Avşar'ın aldığı 60 bin doları da, Nadide Sultan'ın aldığı 13 bin doları da. Bir profesörün bir ay çalışıp aldığı 1 milyar 650 milyon lirayı da, bir memurun bir ay çalışıp aldığı 300 milyon lirayı da, işçinin eline geçen 186 milyon TL asgari ücreti de. Türkiye standardını kaybetti standardını.. Kaybettirenler utansın! (Biraz gariban edebiyatı oldu ama idare edin artık. İki göğüs, bir kalça, bir göbeğe ödenen paraları görünce sinirlendim işte! Hak edene tabii ki helali hoş olsun).
Şarkıcı Bayram fiyatı ($) Yılbaşı fiyatı ($)
Hülya Avşar - 60 bin+KDV
İbrahim Tatlıses - 60 bin+KDV
Sibel Can - 45 Bin+KDV
Gülben Ergen - 40 bin +KDV
Ebru Gündeş - 40 bin +KDV
Seda Sayan - 40 bin+KDV
Petek Dinçöz - 35 bin+KDV
Bülent Ersoy - 30 bin+KDV
Serdar Ortaç 25 bin +KDV 30 bin+KDV
Emel Sayın - 25 bin +KDV
Ebru Yaşar - 21 bin+KDV
Deniz Seki 9 bin+KDV 20 bin+KDV
Hande Yener 10 bin+KDV 20 bin +KDV
Aşkın Nur Yengi 8 bin 500 +KDV 20 bin +KDV
İzel 10 bin+KDV 20 bin+KDV
Nez - 15 bin+KDV
Yaşar 10 bin+KDV 15 bin+KDV
Nadide Sultan - 13 bin+KDV
Ege 6 bin +KDV 10 bin+KDV
Not: Diyelim gideceğiniz yer 500 kişilik. Sanatçıya da 40 bin dolar+KDV ödenmiş. Bu demektir ki hesaba kişi başı sanatçı için 156 milyon TL eklenecek. Haberiniz olsun.
Klassis'te himinilerin yüzgeçleri çıktı
Geçen hafta Silivri yakınlarındaki Klassis Resort'a gittik. Klassis yenilenmiş. Üstelik ister sadece oda fiyatına kalabiliyorsun, ister mega-ultra her şey dahil alıp yan gelip yatabiliyorsun. Klassis, Casino dönemindeki o şaşalı günlerine dönmek için her yolu deniyor anlayacağınız. Otelin çevresinde yeşillikler içinde bol bol yürüyüş alanı var. İçerde de kapalı mekanlar bol, otel insanın üstüne üstüne gelmiyor.. Çocukların, oyun salonlarında, içerde sıcak havuzda keyfine diyecek yok. Biz artık Himinilerin büyüğünü kefal, küçüğünü palamut olarak çağırıyoruz (Öyle aval aval bakmayın yüzgeçleri çıktı!). Ben hiçbir otelde bu kadar çok atari makinası görmedim. Bowling salonunu Osmanlı döneminden bugüne uyarlamakta fayda var. Toplar çok ağır, kas yapıyor bir saat oynadı mı da erkekler Van Damme, kadınlar Zeyna hale dönüşüyor. Klassis Resort, gruplar, aileler için sıkılmadan vakit geçirilecek ortamlara sahip. Çocuklar için tam 'saldım çayıra mevlam kayıra' durumu söz konusu. Bence hafta sonu için keyifli bir değişiklik olabilir. (O212-727 40 50)
BİR SAAT YÜZ BAKIMI 66 MİLYON LİRA
Klassis'te bir de Clarins Güzellik Enstitüsü var. Bir saat yüz bakımı 66 milyon lira. Ecmel 'Bir kere yaptırayım da ne menem şeymiş göreyim' diye yattı masaya. Girdim ben de izledim. Cilt bakım uzmanı Ecmel'in yüzünü eline almış Sıvamat XL tam otomatik çamaşır makinası gibi yoğurdukça yoğuruyor. Arada da sanki yıkayıp, sıkan, kurutan o değilmiş gibi, sütlerle, toniklerle el bebek gül bebek oğuşturdukça oğuşturuyor. Bakımın maske uygulaması kısmında dayanamadım çıktım. En son Freddy'nin Kabusu filminde bu sahneye biraz daha dayanayım demiştim de gözüme üç gün uyku girmemişti. Şimdi yine gözüme uyku girmiyor. Çünkü Ecmel, Arşimet şeklinde 'Evet, fark etti, fark etti' diye aynanın önünden ayrılmıyor. Etkinin devam etmesi için her ay bir kere aynı kürün uygulanması gerekiyormuş. Bu arada öğrendik ki, Klassis Golf'ün içindeki (Burası Resort'tan 15 dakika) sağlık çiftliği farklı bir yaklaşımla Anti-Aging plus (+) plus (+) merkezi oluyormuş. Çok anlamadım ama Anti-Aging'in sadece klinik ortamda yapılan derde deva olmuyormuş. Doğal ortamda bir süre sakinleşmek yediğine içtiğine dikkat etmek gerekiyormuş. Bu plus'lardan biri stressiz ortamı, diğer plus ise doğal beslenme ortamına karşılık geliyormuş. Neyse ne işte. Bu merkez bir kurulsun biz ilk sıralara yazıldık zaten, gelir uygulatır size de bilgi veririz. Geriye gençleşeceğiz ya. Klassis'te karınızı, sevgilinizi mümkünse yanınızdan ayırmayın. Eğer direnirlerse güzellik merkezinde kendinize yüz maskesi yaptırıp gece onları bir güzel korkutun. Yoksa iş Anti-agine kadar gidiyor haberiniz olsun!
Almodovar tecavüzü meşrulaştırıyor
Oscarlı Ünlü İspanyol yönetmen Pedro Almodovar'ın 14'üncü filmi 'Konuş Onunla'sı tam anlamıyla beni oturduğum koltuğa mıhladı. Üç gündür de filmi çözümleyebilmek için beynimi zorluyorum. Film karmaşık. Bir geri bir ileri gidip gelmeler de izleyenin işini biraz zorlaştırıyor. Filmin her yeri metafor. Almodovar'ın kamera ve ışık oyunları ile karakter yaratma yeteneğine diyecek yok. Alberto Iglesias'ın müzikleri ve Pina Bausch'un kareografileri içinse başka bir yazı yazmak lazım. Filmde, iki erkek, Benigno ve Marco sahip olmadıkları kadınların önünde acz içinde kıvranıyorlar. Çünkü sevdikler kadınlar; biri bale öğrencisi (Alicia), biri matador (Lydia) birer kaza sonucu komadalar. Benigno ve Marco deli gibi aşıklar, ama karşılık alamıyorlar, sahip olamıyorlar, sahip olduktan sonra sırtlarını dönüp gidemiyorlar. Bu bir erkek için çok acı bir şey. Almodovar, bu acıyı müthiş bir ustalıkla tattırıyor izleyicisine. Benigno'nun Alicia'ya aşkını anlatan masaj sahneleri, kadın vucudunu fetiş hale getiriyor. İzleyeni de utandırıyor. Komadaki bir kadının çıplak vücudunu röntgenlemeden duyulan bir suçluluk duygusu aslında bu. Hele filmin içindeki o sekiz dakikalık sessiz film 'Küçülen Aşık' katmanı yok mu, çok zekice bir metafor ve filmi özetleyen aslında o sekiz dakika. Bir kadın (Paz Vega) bulduğu ilacı sevgilisine içiriyor. O dakikadan sonra adam küçüldükçe küçülüyor, parmak çocuk haline gelip sevgilisinin vücudunu keşfe çıkıyor ve daha sonra cinsel organının içine girip orada yaşamaya başlıyor. O da, kadının karşısında acz içinde. Sahip olmadığı kadın karşısında tek yapabileceği şey cinsel organını ele geçirmek! Bence Almodovor görünüşte Benigno aracılığıyla 'Kadın beyninin gizemli olduğunu ve ancak onlarla konuşulursa anlaşılabileceklerini' söylüyor gibi görünse de aslında erkeklerin sahip olamadıkları kadınlar karşısında ne kadar küçülebileceklerini gösteriyor. Erkeklerle ince ince dalgasını geçiyor. Haksızlık da etmeyelim Almodovar'a. Bize iki erkek arasındaki dostluğun kadınların eksikliğini giderebileceğini de söylemeyi unutmuyor.
Bir ara Reha Muhtar SSK Okmeydanı’nda narkozlu hastalara cinsel taciz konusuna takmıştı. Bu tür haberleri duyduğunuzda 'Vay ahlaksızlar, tıkın içeriye şunları' dediğinize eminim. 'Konuş Onunla'yı izledikten sonra böyle haberleri duyduğunuzda da yine 'Tıkın içeriye' diyeceğinize eminim. Ama 'Vay ahláksızlar' der misiniz bilmiyorum. Çünkü Almodovar bu filmde komadaki kadına tecavüzü meşru hale getiriyor. Son söz: Eğer vurdulu kırdılı, bol efektli Amerikan filmlerinden hoşlanıyorsanız, bu film size göre değil. Aksi durumda kaçırmayın, üzülürsünüz.
üçük ama cici bir yer
Bu hafta önereceğim restoranın adı Deep. Beyoğlu'nda Fitaş sineması’nın yanındaki sokaktan içeri sallanın, hemen sağda köşede. Küçük ama çok cici bir yer. Ben böyle küçük, ev dekorlu mekanlara bayılıyorum. Deep'te piliç ve kırmızı et yemekleri çeşit çeşit. Şaşlık'tan çoban kavurmaya, köri soslu piliçten ıspanak kavurmaya her şey var. Dolmanın etlisi, biberlisi, her çeşidi mönüde bulunuyor ama ben tatmadım, yalan söylemeyeyim. Piliç yemeklerinin tadına baktım. Gayet lezzetliler. Porsiyonlar ne çok büyük, ne de çok küçük. Fiyatlar da makul. Benden sınıfı geçti. Muhabbeti hoş bir ortam. Romantik olması ise kimle gittiğinize bağlı. (0212- 243 44 83).
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2002
<B>BİLİYORUM</B> siyasi yazılardan ciddi şekilde sıkıldınız. Söz, bu son. Ama bu yazıyı yazmam lazım. Yazmasam çatlarım. Çünkü 3 Kasım 2002 seçimlerinde siyasi partilerimizin çoğunluğu iletişimden sınıfta kaldı. Niçin, merak etmiyor musunuz? İşte nedenleri:AKP: Çok şey söylendi aslında hiçbir şey söylenmedi
AKP, ‘‘Milli Görüş’’ geleneğinden gelen alışkanlıkla, bol miting ve kapı kapı oy isteme yani yakın dövüş taktiğinden 3 Kasım'da da vazgeçmedi. Hakkındaki hukuki tartışmalar Tayyip Erdoğan'ın ekmeğine yağ sürdü. AKP reklam kampanyasında ilginç bir şekilde basını kullanmadı. AKP, bazı yerlerde ANAP öne çıksa da billboardların neredeyse tek hakimi idi. Erdoğan afişlerde taraftarlarına hep göz kırptı. Çok şey de söylendi ama aslında hiçbirşey söylenmedi. Söylenenler laf kalabalığından öteye gidemedi. Tayyip rüzgarı karşısında aslında bir şeyler söylenmese de olurdu. AKP'yi dostlar alışverişte gördü. Ve aslında AKP'nin söylemedikleri daha önemliydi. Örneğin AKP hiçbir iletişim unsurunda başörtüsünü öne çıkartmadı. (* *)
Ampul ANAP’ın hayatını kararttı!
ANAP'ta, lidere ‘‘güven’’ sorunu had safhada idi. Bu nedenle lidere duyulan güven sağlanmadan yapılan ‘‘Avrupa Birliği'ne Biz Sokarız’’ konseptli iletişim kampanyası etkili olamadı. Reklamlarda önce, siyah ampul ile AKP'ye saldırıldı, aydınlığın adresi olarak ANAP gösterildi. Ancak bu reklam, her negatif reklam kampanyasında olduğu gibi kısmi bir ‘‘bumerang’’ etkisi yaptı. Daha sonra duygusal motifleri ağır basan, yine Avrupa Birliği hedefini vurgulayan ‘‘Düşün Baba’’ reklamlarına geçildi. Sinan Çetin'in filmi, basın reklamları, billboardlar hep birlikte ortak bir mesaja doğru gidiyorlardı ama sorun lidere duyulan ‘‘güvensizlik’’ olunca, ağzınla kuş tutsan nafile. Avrupa Birliği kozu güven getirmedi, ne güven getirebilirdi onu bilmiyorum. (* *)
Genç Parti yasa ve kural tanımadı
GENÇ Parti, tam anlamıyla bir lider lansman kampanyası yaptı. ‘‘Cem Uzan'a iktidardan hesap sorma potansiyeli olan lider’’ imajı yaratıldı. Belirlenen dar hedef kitlenin bam teline basan az sayıda anlamlı mesajlar seçilerek, günlerce tekrar tekrar kafalara çakıldı. Bütün seçim yasakları ve etik kurallar ayaklar altına alındı, neredeyse ‘‘Hava durumu’’ programları dahil mümkün olan her ortam propaganda platformu olarak kullanıldı. Aslında bu kampanyanın hakkı üç yıldız. Yasaya aykırı medya kullanımı nedeniyle mesajlarını küçük büyük herkese anlatabilen tek iletişim kampanyası Genç Parti'nin kampanyası idi. Ancak yasalar karşı gelindiği ve etik kurallar çiğnendiği için bir yıldızdan fazla yıldız vermem mümkün görünmüyor. (*)
‘Soft Baykal yaratacağım’ derken
1999'da Baykal'ı hırçın bulup CHP'ye oy vermeyenler bazıları için bu seçimde de tek engel vardı: Yine Baykal! Aslında ‘‘Baykal'a güvenmiyorum..’’ diye sorgulayanların çoğunluğu sorunun Baykal olmadığını biliyorlardı. CHP'ye oy vermek için ‘‘AKP tehdidi’’nden başka bir neden bulamayanların kendilerine dahi itiraf edemedikleri gerçek şuydu: Yenilik istiyorum, bu CHP'nin neresi yeni! Baykal sendromunu yaşayanlardan AKP tehditini büyük görüp vicdan azabı çekmek istemeyenler, kendilerini ikna ettiler ve CHP'ye oy verdiler. CHP iletişim ve reklam stratejilerinde iki büyük yanlış yaptı. İlk olarak gereksiz yere AKP'yi hedef aldı. Oysa hedef, iktidar partileri olmalı, iktidardan yılmış seçmene ‘‘hesap sorulacak’’ duygusu geçirilmeli idi. İkincisi ‘‘Soft Baykal’’ imajındaki dozun iyi ayarlanamamasıydı. ‘‘Soft Baykal’’ yaratacağım derken, 'Sistemle barışık bir Baykal'' ortaya çıkartıldı. Bu sefer de Baykal hırçınlaşmadığı için CHP istediği oy oranına ulaşamadı! (*)
Emanet oylar bu kez yaktı
MHP ise lidere değil daha çok partiye duyulan ‘‘güven’’ sorunuyla karşı karşıyaydı. 1999'da sözler verilmiş, emanet oylar alınmış ama emanet oy verenler sözlerin MHP tarafından tutulmadığına inanıyorlardı. MHP'nin sözlerini niye tutmadığını, ya da bazılarını tuttuğunu anlatması gerekiyordu. Ama MHP çok cılız bir iletişim kampanyası yürüttü. (*)
‘İş göremez’ algısı bitirdi
ECEVİT'in akıl sağlığı yerinde olsa bile onunla ilgili ‘‘iş göremez’’ algısı DSP'nin sonunu hazırladı. ‘‘Dürüst’’ imajı 1999'da Ecevit'i iktidara taşıdı, ‘‘iş göremez’’ imajı ise 2002'de onu iktidardan etti. DSP son on günde bir reklam ajansı seçip teknik açıdan derli toplu ‘‘Hedef Bilgi Toplumu’’ konulu reklamlar yayınladı. 6 ay önce Ecevit yerini Yılmaz Büyükerşen'e bırakmış olsaydı işte o zaman ‘‘Hedef Bilgi Toplumu'nun’’ neyi ifade edeceğini birlikte görürdük. (*)
Başörtüsü de yetmedi
SAADET Partisi bilinçli bir şekilde reklam kampanyasında başörtüsünü öne çıkaran parti oldu. ‘‘Önce Sen...’’ diyen afişlerde, billboardlarda farklı yaşam biçimlerinden insanlar resmediliyordu. Ancak diğer insanlar figürandı, aslında tek amaç vardı o da başörtüsünü vurgulamak. Böylelikle AKP'den oylarını kaçırmayı düşünüyordu. Ama bazıları yalancı çoban durumuna düştüğünde söylenenler etkili olamadı. (*)
Şahlanamadı Türkiyem!
NİĞDE ve Aksaray gezilerimde, DYP'nin bu seçimde barajı aşmasının işten bile olmadığını gördüm. Muhalefet partisi idi, ‘‘Ezik Türkiye adına’’ hesap sorma hakkına sahipti, sempatizanları ve 1946 ruhu arasında da profesörlüğü, ekonomi alanındaki uzmanlığı hálá prim yapıyordu. Tansu Çiller'in yapması gereken özellikle kadınlar arasında ‘‘güvenilirliğini’’ yeniden geri alacak bir iletişim planı yapmaktı. Yani Tansu Çiller'i Tansu Çiller yapan özelliklerin tozunun alınması gerekiyordu. Bu yapılacağı yerde iletişimde ‘‘Şahlanacaksın Türkiyem’’, ‘‘Kırat'ın Böğrüne Bas’’ gibi klişeler kullanıldı. Hedefe isabet etmeyen bir sürü karmaşık reklam mesajları ile şahlanamadı gitti Türkiyem! (*)
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2002
İşaretler'i Mel Gibson'a rağmen beğendim. Hint asıllı genç yönetmen Shyamalan'ın da Spielberg gibi Amerikalılar’ın nelerden hoşlandıklarını çok iyi çözümlediği ortada. ABD'de gişe hasılatı yapmak istiyorsan dört şeye odaklanacaksın: Komünistler, teröristler, uzaylılar (genel olarak bilinmeyenler) ve de dinozorlar! Amerikalılar bu konularda ciddi hasta.
Shyamalan'ın İşaretler’de, bugüne kadar 'uzaylılar var' diye gösterilen kanıtları abartmadan, küçük küçük göndermeler yaparak bir 'uzaylı istilası' gerilimi yaratmak istemiş. Araya da 'tanrının varlığını' sorgulayan bir öykü sıkıştırmış. Bence filmi sıradan insanın görebileceği bir 'uzaylı istilası rüyası' olarak ele aldığınızda ve içteki 'tanrı vardır' öyküsünü çözdüğünüzde filmden aldığınız haz artıyor.
Çözemiyorsanız sinemayı biraz 'bön, bön' terk ediyorsunuz. Hatta 'Shyamalan saçmalamış' diye de yazı yazıyorsunuz. Bence Shyamalan'ın saçmaladığı tek konu başrol için Mel Gibson'u seçmek. Maço Gibson'un oyunculuğu ile filme kattığı bir şey yok. Hatta ağlama sahnelerinde çok da komik olmuş. Gerilim filminin neredeyse içine bade koymuş.
Tamam Bruce Willis'ten sorumlu devlet bakanı gibi her filminde onu oynatmanın bir alemi yok ama Amerikan sinemasında da bizi germeden bu gerilimi kaldıracak çok oyuncu var. Son söz şu: Görseniz iyi olur. (James Newton Carter'ın müziği, Carpenter'ın 1978'te ilkini çektiği Halloween filmlerinin müziğine çok benziyor)
34 MDE 57
Cahilliğin bu kadarı fazla!
Önceki cumartesi direksiyondayım, Ali Sami Yen'in yanından 1.Köprü'ye doğru ilerliyorum. Önümde bir Honda Civic var. Trafik yavaş akıyor. Honda'nın şoför koltuğunda garip hareketler olduğunu fark ettim. Dikkatlice baktım, şöför 3-4 yaşlarında bir kız çocuğunu yüzü kendine dönük şekilde kucağına oturtmuş, el çırpmaca oynuyor. Çocuk kahkalar atıyor, şoför sevgiyle ona sarılıyor. Çocuk şoförün ya kızı, ya yeğeni. Üzerine titrediği belli. Benim ise içim tir tir titriyor. İnsan nasıl küçük bir çocuğu seyir halinde iken kendisi ile direksiyon arasına oturtabilir. Düşünsenize arkadaki aracın hızını alamayıp, bu araca çarptığını. Çocuk tost olur tost. Sonra vicdan azabından gözünüze uyku girmez. Cahillik yapmayın. Çocuğun yeri arka koltuktur. Mutlaka da emniyet kemeri ile sabitlenmelidir. Bunun dışında davranan her ana-baba da bir kaza sırasında sevdiğine olacaklardan birinci derecede sorumludur.
Burnumdan bir estetik, al sana Al Pacino
1989 kışıydı. O zaman Al Pacino'nun saçında siyah yok. Benim de 'kelin ilacı olsa, başına sürermiş' sözünü 'amma anlamlı sözmüş ya' diye analiz etmediğim yıllar. Wisconsin'in sanayi şehri Milwaukee'de Michigan Gölü’nün çevresinde yürüyorum.
Birden yanından geçtiğim bir grup çocuk arkamdan 'Al Pacino.. Al Pacino' diye bağırmaya başladılar. Acaip hoşuma gitti tabii. Eve gider gitmez kendimi aynada uzuuun uzuuun inceledim. Burnumdan bir estetik al sana Al Pacino!
Bu olaydan mıdır nedir bilmiyorum Al Pacino'nun yeri bende ayrıdır. Filmlerini kaçırmam. Her izleyişimde de daha fazla hayran olurum. Insomnia'da da öyle oldu. Al Pacino'nun müthiş oyununu büyük keyifle izledim.
Filmde Al Pacino'nun oyunculuğundan başka ne var derseniz biraz düşünmem gerek. Hakkını vereyim 'Akıl Defteri' nin unutulmaz yönetmeni Christopher Nolan uykusuzluğun yarattığı gerilimi izleyicilere aktarmada ve rahatsızlık uyandırmada çok başarılı. Bunu da tabii ki 'ayrıntı çekimleri', 'geri dönüşleri' ve 'ses efektlerini' haddinden fazla başarıyla kullanarak yapıyor. Yalnız bazı sahnelerde tempo iyice düşüyor. Örneğin ben 9.30 seansına gitmiştim ve bazen uyanık kalmakta güçlük çektim. Vicdan rahat ya.. Belki gündüz seansları bu filmi izlemek için daha uygun seanslar olabilir .
Rahşan, benim bütün umudum da sendin!
Bu hafta size günün anlam ve önemini belirten bir roman öneriyorum. Hani zaman zaman 'Ah Atatürk Ah, kalksan da şu Türkiye'nin halini görsen' deriz ya, işte Turgut Özakman Atatürk'ü 19 Mayıs 1999'da yeniden Samsun'a çıkarmış ve bunun romanını yazmış.
Roman, tadından yenmiyor. Daha ilk sayfadan sarıyor ve bir an önce bitireyim diye elden bırakmama etkisi yaratıyor. Ortalara ve sonlara doğru biraz tarihlerle, isimlerle tempo düşüyor ama Özakman'ın özellikle tiyatro oyunlarında çok daha fazla ortaya çıkan mizahi uslubu buralarda kurtarıcı oluyor ve roman bir solukta bitiyor. İşte kitabın 172'nci sayfasından romanın tadını verecek bir alıntı. Ecevit, 1999 seçimlerinden birinci parti çıkıyor ve Atatürk yanına çağıracak ve hesap soracak diye korkuyor: 'Of! Ne diyeceğim Rahşan? Kedilerle ilgilenmeyi bırak da bana yardım et, akıl ver. Örneğin ‘Tarihi yanılgı sözünü nasıl açıklayacağım? Dine saygılı laiklik’ sözünü nasıl savunacağım? İyi tarikatlar ne demek?, diye sorarsa, ne yanıt vereceğim. Bütün tarikatlar 667 sayılı Devrim Yasası gereği kapalı. Ama dur, dur. Belki de Meclis'e türbanla gelen Merve Kavakçı'ya karşı çıkışımı dikkate alarak bunların üstünde durmaz. Ne dersin? Üstünde durur diyorsun ha? Ah Rahşan, benim umudum da sendin. Sen de böyle diyorsan...'.
Kitap Bilgi Yayınevi’nden çıktı. 7,5 milyona aldım. (Hayatta 5 milyona geri satmam kütüphanede dursun) Bilgi'nin daha özenli bastığı kitaplar var nedense buna fazla özenilmemiş. İkinci kitabı dört gözle bekliyorum.
Servis yapanlar saçına sakalına dikkat etse süper bir yer olur
Haftasonu Silivri taraflarına yolunuz düşerse (eğer damak zevkiniz çok gelişmişe mutlaka düşürün) Köfteci Osman ve İşkembeci Görem'e uğramayı unutmayın. Köfteci Osman, kıyıda, deniz kenarında. Köftelerin görünüşü çok iştah kabartmıyor ama lezzet müthiş. Köftelerin yanındaki kırmızı biber sosuna diyecek yok. Hele yoğurt! Ağzında eriyor insanın. Altın markalı bir yoğurtmuş, kendileri yapmıyorlarmış. Biraz salaş bir yer ama sorun salaşlığında değil, özensiz servisinde. Servis yapanlar saçına sakalına, kılığına kıyafetine dikkat etse, mutfak işleri biraz daha iyi örgütlense süper bir yer olur. İşkembeci Görem ise Silivri'nin tam göbeğinde. Sorun, hemen gösterirler. Buradaki damardan tuzlamayı ben benim diyen işkembecide içmedim. Piliç çevirmeyi de önerilerim arasında sayabilirim. Daha ne önereyim... Haftaya bekleyin bakalım, bir şeyler daha öneririz.
Yazının Devamını Oku