Ali Atıf Bir

Türk Sineması pazarlamayı öğreniyor

4 Nisan 2003
Pazarlamayı sadece reklam sananlar var. Oysa önce ortaya bir ihtiyacı karşılayan doğru dürüst bir ürün koymak gerekir. Sinemada ürünün özü konudur, konu. Türkiye gibi, erkeklerin daha doğuştan asker sayıldıkları bir ülkede niye daha önce askerliği konu alan bir film yapılmadı anlamak zor! Hemen 'Halkı Askerlikten Soğutuyorsun Kanunu vardı' demeyin. Şimdi de var! İstenseydi bu kanun bir şekilde aşılırdı. Her şeyi bir yana bırakırsak 'O Şimdi Asker'in yaratıcılarını, yasakları aşıp böyle çekici bir konuyu sinemada işledikleri için kutlamak gerekir.

Göreceksiniz 'O Şimdi Asker'i izleyenlerin sayısı bir milyonu aşacak! Peşinden bir de 'Yaylalar, Yaylalar' çekilsin ya da 'Emredersiniz Komutanım!' onlar da 1 milyon izleyiciyi su içinde bulurlar. Hatta eli yüzü düzgün bir gençlik filmi çekilsin rahat iki milyon izleyiciye ulaşır. Türkiye'de her mahalleden bir ‘‘Batı Yakası Hikayesi’’ çıkmaz ise ne olayım! Ne olayım? Fil olayım (bu benim tercihim siz de bir şey önerin).

Daha komik olmalıydı

Mustafa Altıoklar'ın yönettiği 'O Şimdi Asker'i biçim açısından izlemeye değer buldum. Altıoklar değişik ışık, kamera açıları, değişik geçiş tekniklerini hoş müziklerle bağlayıp görsel açıdan izlemesi keyif veren bir film ortaya çıkarmış.

Senaryo ise ciddi sorunlu. Filmde birbiri ile bağlantısı olmayan, askerlik gerçeğini yansıtmayan, hatta 'Hababam Sınıfı' filmlerinden etkilenen bir takım yapay sahneler, zoraki güldürme çabaları var. Bazı komik olduğu düşünülen sahnelere ise kahkaha efektleri konulsa ya da 'Burada Gülünecektir' yazısı not düşülse yeriymiş.

Peki, komik diye reklamı yapılan 'O Şimdi Asker'de nereden çıkmış o gereksiz, hüzün veren deprem öyküsü? Gereksiz hüzün, sorunlu komik sahnelerin etkisini iyice zayıflatmış. Keşke sadece güldürmek amaçlansaymış.

Tanınmış oyunculardan takım kurma fikri, filmi pazarlama açısından yine iyi fikir. Ancak senaryo Mehmet Günsur ve Levent Kazak'ın oynadığı karakterler dışında hiçbir karakterin tam olarak oluşmasına izin vermemiş. Mehmet Günsur iyi oyun çıkarmış. Levent Kazak'ın oyunu ise daha çok tiyatroya uygun bir oyunculuk.

Mustafa Altıoklar'ın Amerikan filmlerindeki görsel kaliteyi nasıl yakaladığını görmek için 'O Şimdi Asker'i gidip bir izlemek gerekir. Her şeyden önce bir ilk. Beklentinizi düşük tutun ama. Güleceğim diye de kendinizi hazırlamayın. Hayal kırıklığı yaşamanızı istemem.

Asuman Krause'nin mayası fena değil

Kandemir Konduk ve Çiğdem Saatçioğlu Türk 'Kabare' geleneğini yaşatmak üzere yeni bir maceraya atılmışlar.

Profilo Alışveriş Merkezi'ndeki sahnelerden birini kiralayıp 'Kabare Konduk Sahnesi' haline getirmişler. İyi de yapmışlar.

Bir elinizde şarap, bir elinizde sigara kabarenin vatanında gibi kendinizi kasmadan eğlenceli dakikalar geçiriyorsunuz. Sahne şartları, izleme şartları çok rahat değil ama kabare istiyorsanız bu şartlara katlanacaksınız.

İlk oyun 'No Savaş, Yes Manken'. Geçen hafta izledim. Oyunun reklamlarında Asuman Krause, Didem Taslan ve Ebru Destan gibi memleketimizin güzide mankenlerini görünce 'Vaayyy Konduk da eleştirdiği rating tuzağına düşmüş!' diye düşünmüştüm.

Konduk tongaya basmamış ama. Mankenlere 'manken' rolünü vermiş, onların üzerinden hem medya, hem savaş eleştirisi yapmış, hem eleştirileri savuşturmuş, hem de mankenlerin çekiciliklerinden yararlanmayı bilmiş.

Güzide mankenlerimizin şortsuz göründükleri sahne yok! Bir de iç çamaşırı defilesi skeci eklense var ya, al oyunu Güney Irak'a gönder, moralsiz asker kalmasın. Şaka bir yana ben Asuman Krause'nin çıkardığı oyunculuğa hayret ettim. Galiba oyunculuk mayasında var.

Bazı skeçleri ve savaş bağlantılarını hiç beğenmedim onu da söyleyeyim. Biraz çamaşıra denk gelmişler. Örneğin hayvanlı skeç bence yerde sürünüyor. Konduk daha iyi skeçler yazacak kaleme sahip.

Bazı sahnelerde ise resmen gülmekten yıkıldım. Hatta bazı skeçleri Kandemir Konduk'un önceki kabare çalışmalarından anımsamama rağmen.

Bonfileler için sağolasın Konduk! Aman hız kesme, mücadeleye devam! Ben de savaşa, medyaya senin gibi bakmıyorum ama farklı bakış açılarına saygı duyuyorum. Şunun şurasında kaç tane gülmece yazarımız var. Sana sahip çıkmazsak, kime sahip çıkacağız?

Not: Yazıyı tam bitirmiştim ki Konduk Kabare'nin Profilo'daki sahneden çıkartıldığını öğrendim. Profilo'nun sahibi Jack Kamhi oyunu izlemeye gelmiş ve ilk 15 dakikada çıkıp gitmiş. Daha sonra da 'tadilat' gerekçesiyle 'Konduk Kabare'ye yeni yer araması söylenmiş.

Bir dedikoduya göre Kamhi oyunun ABD karşıtı söylemini sevmemiş, bir dedikoduya göre gürültüden rahatsız olmuş, bir dedikoduya göre ise gerçekten ses yalıtımı yapılması gerekiyormuş.

Telefonla görüştüğüm Kandemir Konduk 'Kamhi Bey'le görüştüm, tadilat işi doğru galiba, ekimde sahneyi bize yeniden tahsis edeceğini söyledi' diyor. Oyun, Gayrettepe'deki Happy Times Restoran-Bar'a taşınmış.

Haftaya çarşamba ben bu oyunu bir kere daha izleyeceğim. İki gözüm önüme aksın iç çamaşırı defilesinin eklenip eklenmediğini görmek için değil!

Kandemir Konduk'la gelecek yıl 'Reklamlar'ı hicveden bir kabare projesi üzerinde çalışmaya karar verdik. Ayrıntıları konuşacağız, o yüzden. Valla...

Tavsiye

Kalamış Develi Kebap Fabrikası

Bu hafta size tavsiyem; Kalamış Marina'daki Develi Et Lokantası. Aslında 'Develi Kebap Fabrikası' demek daha doğru olur.

Develi gibi bir dudağı yerde bir dudağı gökte , iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık yerleri lokanta değil 'fabrika' diye adlandırmayı daha doğru buluyorum. İşin doğrusu böyle yerlerde yemek yemek çok keyif vermiyor bana.

Develi'nin birbirinden lezzetli fındık lahmacunu, patlıcan dolması, içli köftesi, turşusu, çiğ köftesi için katlanıyoruz işte! Hele etleri... Geçen hafta bir kuzu şiş yedim, resmen pamuk pamuk... Gavurdağı salatası ise mükemmel.

'Peki, o kalabalığa servis nasıl?' diyorsunuz değil mi? Dört dörtlük. Ne isterseniz saniyede masada. Girişte pencere tarafına doğru değil de, kapı tarafına doğru bir oturtma çabası hissediliyor, ona dikkat edin. Yer yoksa tamam da, yer varken böyle bir tavır kırıyor insanı.

Cuma Takıntısı

Keith Jarrett, Gary Peacock ve Jack DeJohnette'den 'Always let me go' albümü. Tokyo'da Nisan 2001'de canlı kaydedilmiş. Keyifli ritimler var.

ECM 2002, 2 CD.


Cuma Alıntısı

Canlılar arasında en çileli varlık insandır. Çünkü sadece o gülebilir. (Nietzsche)
Yazının Devamını Oku

‘Uçan Anayasa’ paniği yok, reklama devam

30 Mart 2003
<B>GENEL</B> olarak ekonomik krizlerde ilk tepki veren sektör reklam sektörüdür. Eğer reklamlar kesilmeye başlıyorsa bilin ki bir süre sonra ekonomik krizin soluğunu ensenizde hissedeceksiniz demektir. Türkiye'de medya satınalmasını yönlendiren dört büyük yabancı şirketin Türkiye şubelerinin yöneticileri ile görüştüm. Bu dört şirketin üst yöneticilerinin hepsinin ortak görüşü şu: ‘‘Reklamveren bizi yanılttı! Şubat 2001'deki radikal tepkiyi vermedi. Çok az bir tedirginlik var ama hala işlerin % 95'i planladığı şekliyle yürüyor.’’

Bu çok iyi haber. Anımsarsanız Şubat 2001'de MGK'da ‘‘Uçtu Uçtu Anayasa Uçtu’’ oyunu oynanmış ve bir hafta içinde reklam sektörü tepeteklak olmuştu. Şimdi ise reklamveren Irak Savaşı'na aynı tepkiyi vermiyor. P&G, Nestle, Gilette, Koçbank, Coca-Cola, Danone, Pınar, Turkcell ve birçok marka reklamlarına devam kararı aldı. Kısa bir süre reklam programlarını askıya alan Unilever yarın yeniden bu kararını gözden geçircek. Ford, İş Yatırım gibi markalar yeni reklam kampanyalarını girmeye hazırlanıyorlar.

MINDSHARE TÜRKİYE

Genel Müdürü Demet İkiler, ‘‘Reklamveren reklamları keseceği yerde reklam vereceği ortamı kontrol ediyor, vereceği reklam mesajının türü ve tonu konusunda dikkatli olmaya çalışıyor’’ dedi. İkiler şöyle devam etti: ‘‘Reklamveren, izleyicinin bilinçli olarak eğlenmeyi seçtiği programların içinde yer almaya özen gösteriyor. Büyük televizyon kanalları kısa sürede ana haber dışındaki bölümlerini savaş görüntülerinden temizleyerek reklamverenin işini kolaylaştırdı.’’

UHIVERSAL MCCANN

Genel Müdürü Yavuz Özçelik ise durumu ‘‘Beklenenden çok iyi’’ olarak tanımladı. Özçelik şöyle dedi: ‘‘Kısmi bir tedirginlik var. Küçük ertelemeler, kesintiler oldu. Belirli bir medyanın öneminin arttığını söyleyemeyiz’’ dedi.

MEDYAEDGE

Genel Müdür Banu Tekin Işıltan ise ‘‘Hızlı tüketim malları açısından hiçbir kısıntı yaşanmadı, finansta çok küçük frene basanlar oldu, özellikle kimse promosyon kampanyalarından taviz vermiyor ve bu promosyon kampanyalarına tepkileri izliyor. Eğer promosyon kampanyaları dönüşleri iyi olursa reklamverenler B planlarını uygulamazlar. Gazeteler reklam almak istiyorsa reklamverene sürpriz yapmaktan vazgeçmeli, reklam aldıkları yere savaş haberi koymaktan kaçınmalı’’ dedi.

OPTİMUM MEDYA (OMD)

Genel Müdür Yardımcısı Oğuz Yavuz da ‘‘Erteleme yok, panik havası yok, normal tepki yürüyor, sadece reklamveren hassas davranıyor’’ dedi. Yavuz, ‘‘Daralan otomobil sektörü dahil olumlu sinyaller var’’ diye de ekledi.Yavuz'un çekincesi artan kur baskısı. Yavuz, ‘‘Bütçelerde bu artışın karşılığı yok ve reklamveren ve medya arasında bu konuda gerilim yaşanabilir, konuşarak çözeriz’’ dedi.

Medya satın alma şirketleri yöneticileri CNN Türk ve NTV'nin 24 saat haber yayınına geçmesini ise olumlu buluyorlar. Hatta bu sayede diğer kanallara daha rahat reklam verdiklerini de söylemeden geçemiyorlar. Anlayacağınız, CNN Türk ve NTV ‘‘24 saat haber yayınları ile’’ vicdan rahatlatıcı işlev yerine getirmiş gibiler.

Reklamveren CNN Türk ve NTV'ye reklam verme konusunda istekli ama çok temkinli. Savaştan arınmış, kontrol edebildikleri yerleri tercih ediyorlar. Program akışı her an bir ‘‘son durum’’ haberi ile kesildiğinden bu kanallarda bant reklam şu an için riskli bulunuyor.

Ve ortak kanı CNN Türk ve NTV'nin daha fazla diğer kanalların ‘‘vicdanı’’ olamayacakları , bir süre sonra normal yayın akışlarına geçmek zorunda kalacakları yönünde..


Hırsınızı markalardan almayın!


DİNSİZİ
, dincisi, faşisti, komünisti baktı hava puslu, kimse konuşanın görüşenin farkında değil, her fırsatta Amerika'ya çakıyor. Saddam sütten çıkmış ak kaşık, Amerika şeytan! Saddam mağdur, Amerika gaddar! Radikal Anti-Amerikancılar konjonktür uygun olunca saklandıkları mağaralardan ses vermeye başladı.

Şimdi sıra Amerikan mallarının boykot edilmesi çağrılarına geldi. Tamam, herkes düşüncesini söylesin, tartışsın da bilip bilmeden bu ‘‘marka boykotu’’ hainliğini yapmasın. Türkiye'de Amerikan, İngiliz markalarını boykot edeceksiniz de sorun çözülecek mi? Sorun çözülmez ama sadece işsizler ordusuna onbinlerce işsiz daha katarsınız.

Cuma günü Vahap Munyar da köşesinde bu konuya yer verdi ve haklı olarak ‘‘Bu yabancı markalar acaba ne kadar yabancı?’’ sorusunu sordu. Bu yabancı markaların fabrikalarında Türkler çalışıyor. Türkiye'nin yabancı sermayeye dünden daha fazla yarın gereksinimi olacak. Türkiye'yi içine kapatarak, ortaçağ karanlığına mahkum etmemeliyiz.

Tabii ki global ticaret insan haklarını ihlal etmemeli, savaşlara çanak tutmamalı, askeri rejimlerle işbirliği yapmamalı. Medicat'tan yeni çıkan Werner ve Weiss'in ‘‘Markaların Kara Kitabı’’nı okuyun. Bu kitapta birçok markayla ilgili sayısız iddia var. Ama hepsi iddia..

Markalar üzerine toplumsal sorumluklarını yerine getirmeleri için baskı uygulayalım. Ama onları yargısız infaz yoluyla boykot edip cezlandırmayalım. Avrupa ülkeleri kalkıp Beko'yu, Arçelik'i, Vestel'i, Mavi Jeans'i ‘‘Ülkeniz savaşa destek veriyor’’ diye boykot etseler ne yaparsınız? Bu markaların suçu ne? Bu firmalarda çalışanların suçu ne? Sapla samanı karıştırmayalım, karıştıranları uyaralım.


Ford kızı maceracı çıktı!


İLK
Ford Focus filmini anımsıyorsunuz değil mi? İşadamı kılıklı erkeğimiz ‘‘benimle evleneceksin’’ deyip uçağa binmişti. ‘‘Hayatın konrolünü’’ elinde tutan kızımız da Ford Focus aracılığı yere ‘‘Hayır’’ çiziktirmişti.

O dönemde bu reklamın bir ara ratinglerine bakınca hayretler içinde kalmıştım. Niye biliyor musunuz? Ford Fokus reklamının izleyicileri daha fazla kadınlardı! Erkekler bu reklamı resmen reddetmişler. ‘‘Beni reddedeni ben de reddederim’’ sendromu! Tepkiye bak!

Şimdi de karşımızda ikinci reklam filmimiz var. Bu filmde kızımızın niye ilk filmde işadamına ‘‘Hayır’’ dediği ortaya çıkıyor. Çünkü kızımızın ruhu maceracı. Hayatının kontrolünü elinde tutuyor ya.. Gidecek o kontrolü paralı işadamı yerine, çulsuz görüntülü bir gemiciye verecek.

Ford Focus'un farlarıyla yakışıklı denizciye ‘‘Evet’’ yazıp, onu nasıl tehlikeden kurtardığını görmediniz mi? Dinle imanın kimde bulunduğu belli olmaz ama kabul edin görüntü tam çulsuz!

Tabi bu arada Ford Focus'un yağmurda, çamurda kontrolü nasıl elinde tutuğunu da gördünüz.

Zaten öykü bize Ford Focus'un bu özelliğini anlatmak için kurulmuş. Gerçi yurtdışından gelen reklam filmlerini kuşa çevirmeden yayınlasalar çok daha iyi anlayacaksınız ama ne yapalım burası Türkiye, buraya gelince para yok! (Reklam Ajansı: Ogilvy Mather, Rating: * * *)


Kadın doğuramadı gitti


‘‘I want Doğuş çay’’
diyen Doğuş çay reklamı yine yayına girdi. Fark ettiniz mi, aradan on altı ay geçmesine rağmen bizim İngiliz hálá hamile! Kardeşim, Michael Jordan'u bile annesi, o boya, onbir ayda doğurmuş, sen kimi doğuracaksın da hálá bekliyorsun?

Hazır konu çaydan açılmışken Çay Marka Ligi'ne yeniden bir göz atalım. Anımsarsanız en son 2001 yılında TN Sofres/PIAR çay marka ligi için ölçüm yapmıştı. TN Sofres/ PİAR Ocak 2003 Trendpoll'da bu ölçümü bizim için yineledi. Yine Türkiye temsili 2008 kişi ile görüştü ve deneklerin % 97'si en az bir çay markası anımsadı.. Sonuçlar çok ilginç.

Çay-Kur anımsanma oranını % 53,8'den % 71,2'ye çıkarttı. Lipton % 44,8 anımsanma oranı ile üçüncü sıraya yerleşti. Ofçay ise büyük bir çıkış yaparak % 21.4 ile beşinci çay markası oldu. İletişimi kesen Doğuş ve Obaçay ise önemli ölçüde anısanma puanı yitirmiş görünüyorlar.

Dikkati çeken nokta iletişim açısından hareketli görünen Balküpü'nün anımsanma açısından % 0,8 oranı ile ancak 16'ıncı sırada yer alabilmesi.

Balküpü'nün varolan şeker markasını Çay'a taşıması doğru değildi. Keşke marka olmak bu kadar kolay birşey olsa.. Doğuş Çay'ın da Doğuş markasını kesme şeker kategorisine taşıyacağını duydum. Umarım şaka yapıyorlardır!


Çekirgelik


Bir tehlike anında gemiden uzaklaşan fareler, geminin batmamasını bir türlü hazmedemezler.

(Wieslaw Brudzinski)
Yazının Devamını Oku

Chicago'ya itirazım esastan

28 Mart 2003
Amerika böyle bir savaşta olmasaydı, Oscar jürisinin, Amerikalılara tarih yazan, yediden yetmişe milliyetçilik duygularını gıdıklayan 'New York Çeteleri' filmini de, filmin yönetmeni Martin Scorsese'yi de ıskalamasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Hiç olmazsa insan 'en iyi kostüm' ödülünü verir değil mi?... İnsaf yani...

Ya Nazilerin Polonya'da yaptıkları katliamı anlatan Piyanist filmiyle Roman Polanski'ye en iyi yönetmen ödülü verilmesine ne diyorsunuz? Benim de favorim Polanski'ydi ama Oscar jürisinin Polanski'yi ciddiye alacağına hiç ihtimal vermiyordum.

Sanki Akademi, Bush'a, savaşın neden olduğu acılar konusunda bir uyarıda bulunmak için Polanski'yi seçmiş gibi... Üstelik de Polanski'nin 1978'de, 13 yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüz etmekten suçlu bulunduğunu ve hapse girmek üzereyken Avrupa'ya kaçtığını bile bile...

6 dalda ödül alan Chicago'ya gelince... En iyi ses, en iyi sanat yönetmeni, en iyi kostüm, en iyi kurgu dallarında aldığı ödüllere bir itirazım yok. Chicago'daki rolüyle en iyi yardımcı kadın seçilen Catherine Zeta-Jones'a ise usulden itirazım var. Kadına 'En iyi dansçı ödülü' verseler anlarım. Gerçi o da biraz şüpheli ya... Hangi oyunculuğuyla Jones'a ödül verildiğini ise anlamam mümkün değil. Herhalde jüri 'ödül moral olur, kadın kolay doğum yapar' diye düşündü...

Neyse, Catherine’in aldığı ödülle yaşayabilirim. Amaaa... Chicago'nun en iyi film seçilmesine itirazım esastan. Daha önce de yazdım. Chicago danslarıyla, müzikleriyle çok keyifli bir film.

Eğer Amerikan sinema sektörü beş on yılda bir doğru dürüst müzikal çıkarabilseydi, bir Saatler'in, bir Piyanist'in yanında Chicago'nun asla ve asla 'en iyi film' ödülünü alması mümkün olmazdı.

Akademi'nin ortak aklı 1968'den (Oliver) bu yana bir müzikal 'en iyi film' alamayınca, Chicago'yu ödüle doğru ittirmiş gibi görünüyor. Bir 35 yıl daha beklemeye hangi jüri üyesinin ömrü yeterdi ki...

'Benim Cici Silahım' hálá oynuyor, kaçırmayın

75'inci Oscar töreninde 'Benim Cici Silahım' filminin en iyi belgesel ödülü alması hiç de sürpriz olmadı.

Moore'un aldığı ödülü yaşanan savaşa bağlamak doğru değil. Ödül alan filmde Moore, ABD'deki bireysel silah tutkusu ile ABD'li hükümetlerin 'kitle silah programları' arasında mükemmel bir bağlantı kuruyor.

'Benim Cici Silahım' belgesel olmasına rağmen Moore'un akıcı kurgusu, ilgiyi sürekli belirli bir eşiğin üstünde tutmayı sağlıyor. Moore, ABD'nin niye bu kadar 'savaşçı' bir ülke olduğunu farklı ve orijinal bir bakış açısıyla sorguluyor.

'Benim Cici Silahım'ı izlerseniz, Moore'un Oscar ödül töreninde Bush'a niye 'Utanın Bay Bush' diye kafadan saldırdığını da daha iyi anlarsınız. Bush'a saldırmak Moore'un hakkı da diğer 'tribüncülere' ne oluyor onu anlamak zor!

Amerika'yı dünyanın merkezi sandıkları için kendi ülkelerindeki olaylardan başka hiçbir olayla ilgilenmeyen, bundan iki ay önce 'Irak nerede?' diye sorsan haritada bile yerini gösteremeyecek olan Amerikalı sanatçıların Oscar töreni bahanesiyle yaptıkları savaş karşıtı eylemler çok 'yapmacık ve anlamsız' değil mi?

Amerika savaşta, Amerikan askeri ölümle burun buruna, sen kalk, savaş karşıtı soytarılık yap! Hem de Oscar töreninde bulunmanın vicdani sorumluluğundan kurtulmak için... Bush seçilirken bunlar hangi filmin setindeydi Allahaşkına! Pearl Harbor'ın setinde mi?

Kırmızı halı yok, kadınlar da yok!

Amerika'da televizyon ölçümlemesi yapan Nielsen'e göre geçtiğimiz Pazar günü ABC'de 3,5 saat canlı olarak yayınlanan 75'inci Oscar töreni 1974'ten bu yana en düşük izlenme oranını elde etti: yüzde 20,4.

Törenin her dakikasını ortalama 33.5 milyon Amerikalı izledi. Geçen yıl ise bu rakam her dakika için 41.8 milyonmuş. Hatta bazılarına göre bu yılın izlenme oranı 1953 yılındaki izlenme oranının bile altına düşmüş durumda...

Bazı reyting doktorları bu düşüşün nedenini savaşa bağlıyorlar. 'Akılda savaş varken Oscar izlemek zor' diyorlar. Birçok kişi başlarda Oscar'ı izlemek için ABC'ye gelmişler ama kısa bir süre haber izlemek üzere kanalı terk etmişler. Bazılarına göre ise ünlülere 'Kırmızı Halı Yürüyüşü' yaptırılmadığı için kadınlar Oscar'ı izlemeye değer bulmamışlar.

Bazılarına göre ise bu sene 'en iyi filme' aday filmlerin çoğunluğu sinemada da iş yapmadığı için tören ekran başına da izleyici çekememiş.

Belki merak edersiniz diye belirteyim, Oscar töreni canlı yayını içinde 30 saniyelik reklamı ABC 1.35 milyon dolardan satmış ve tam 78 milyon dolar gelir elde etmiş. ABC reklamverene reyting garantisi vermediği için reytingler düşük çıktığı halde hiçbir geri ödeme yapamayacakmış...

Nesteren hem gönlünü hem gücünü koydu!

Bu hafta 'Gönderilmemiş Mektuplar' gösterime giriyor. Bu filmin benim için önemi, yapımcısının yıllardır tanıdığım bir reklamcı olması.

Lowe Ajans'ın sahibi ve Reklamcılar Derneği Başkanı Nesteren Davutoğlu, 25 yıl önce TRT'den tanıdığı Yusuf Kurçenli ile tesadüf eseri bir yemekte bir araya gelmiş ve 'Gönderilmemiş Mektupların' senaryosunu dinlemiş, çok beğenmiş... Bir süre Kurçenli ile senaryo üzerinde çalışmışlar...

Sonra Nesteren ve Kurçenli gönül birliği yapmışlar ve filmi çekmek için yapımcı aramaya başlamışlar. Kimse oralı olmamış. Nesteren'de 'gönül birliğinden' dönecek göz var mı? Gözünü kırmadan yıllardır çalışıp biriktirdiği bir milyon doları 'Gönderilmemiş Mektuplar'a yatırmış.

Şimdi gel, perde arkasında, gönül birliğinin gerçek bir güç birliğine dönüştürüldüğü bu filmi merak etme! Çok ama çok merak ediyorum. Film çekimleri Amasra'da yapıldı, Türkan Şoray ve Kadir İnanır'ın sıradışı bir oyunculuk performansı gösterdikleri söyleniyor. Siz bu satırları okuduğunuzda ben merakımı gidermiş olacağım. Bu nedenle on dakika ara...

İzmir'den bazı mekánlar

Geçen hafta sonu Ege Üniversitesi'ndeki Reklam Sempozyumu nedeniyle İzmir’deydim. Bazı İzmir mekanlarını sizle paylaşmak fena olmaz diye düşünüyorum.

İlk mekan, Altınbalık Restoran. Karşıyaka Bostanlı Vapur İskelesi'nde. Mezeler çok taze. Yeşillik tabağı istemeyi unutmayın sakın. Balık çeşidi de oldukça iyi idi. Bazı masalar daha bir deniz manzaralı, her zaman uygun masa bulamayabilirsiniz (0-232-362 01 75)

İkinci mekanımız, Alsancak'tan.. Le Trio restoran. Daha çok İtalyan yemekleri var. Günün yemekleri kısmından bonfileyi tattım. Sosları ile birlikte çok lezzetli idi. Bir de köy usulü yeşil salatası var ki tadına doyulmuyor. Şarap mönüsünde yerli birçok şarap var. Küçük ama nezih bir restoran. Mutlaka yer ayırtın. İzmir'in 'tiki'lerinin oradan çıkmadığı rivayet olunuyor. Sahibi bir bayan... (0-232-422 37 03)

Üçüncü mekan, yine Karşıyaka'da. EGS Alışveriş Merkezi'nin içinde. Sokaki gece kulübü. Fasıl var. Sonra Cüneyt Yüce sahne alıyor. Her gece dolup taştığı rivayet olunuyor. Güvenlik önlemleri biraz fazla. Bundan olacak kadın kadına eğlenmek için gelen masa sayısı çok. Hem de eğlenen kadınlar 'Ya şu Sokaki'ye gideyim, iki döneyim geleyim' havasında günlük elbiseler içinde takılıyorlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde sanırsınız ki Cadde Bostan Maksim'de kadınlar matinesi hüküm sürüyor. Fiks mönü de mümkün, diğer şartlar da..

Cuma Alıntısı

Yaşlanmak dağa tırmanmaya benzer. Çıktıkça yoğunluğunuz artar, nefesiniz daralır ama görüş açınız genişler. (Ingmar Bergman)

Cuma Takıntısı

Yaşasın Hayat, Osman Müftüoğlu, Doğan Kitap, 14'üncü baskı, 2003, 22 Milyon TL. Bir okuyayım, sonucu söylerim.
Yazının Devamını Oku

Propagandanın etiği yoktur

23 Mart 2003
<B>BİR</B> savaşı kazanmak için sadece füzeleri, tankları, uçakları, askerleri iyi yönetmek yetmiyor, <B>‘‘propagandayı’’</B> da iyi yönetmek gerekiyor. Propaganda deyince de hemen akla ister istemez bir ‘‘propaganda dehası’’ bir Nazi, Goebbels geliyor.

Amerikalılar propagandayı bilimsel olarak incelemeye İkinci Dünya Savaşı sırasında Goebbels'in propaganda taktiklerini gördükten sonra başladılar. Daha sonra Goebbels'in taktiklerini sınıflandırdılar, etkilerini araştırdılar, rahmetli Goebbels'in ruhuna rahmet okutacak yeni teknikler geliştirdiler.

Savaş dönemi propagandasında amaç, bir yandan yaptığın eylemleri haklı göstermek, örneğin ‘‘özgürlük savaşçısı’’ olduğunu söylemek, müttefik kazanmak, askerlerin moralini yüksek tutmaktır.

Diğer yandan düşmanı ‘‘öcü’’ gibi göstermek, örneğin onları ‘‘terörist’’ olarak adlandırmak, düşmanın güçsüz olduğu, her geçen gün güçsüzleştiği imajını vermek, düşmanla ittifak arayanların sayısını azaltmak ve kendi askerinin moralini yüksek tutmaktır.

Propaganda deyince ‘‘masum’’ bir iletişimden söz etmediğimizi biliyoruz. Propaganda; ne olursa olsun amaca ulaşabilmek için gerektiğinde gerçek dışı bilgi yaymak, gerçek dışı imaj yaratmak, gerekirse gözünü kırpmadan yalan söylemektir.

Özellikle bir karar vermeden önce, televizyonlardaki savaş görüntülerinin ne zaman çekildiği konusunda emin olun. Bir süre sonra haber ajansları aracılığı ile sizi duygusal açıdan etkilemek için ölü çocuk, kefen, doğa katliamı gibi dramatik görüntüler yayılmaya başlanacaktır, yine bu konuda da soğukkanlılığınızı yitirmeyin.

Birinci Körfez Savaşı'nda, beyninize kazınan birçok görüntünün, propaganda amacıyla özel olarak tasarlandığını yıllar sonra öğrendiğinizde verdiğiniz tepkiyi anımsarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.

Özetlersem, savaş dönemi propagandanın etiği metiği, öz-denetimi möz denetimi yoktur. Bu dönemde duyacağınız, okuyacağınız, izleyeceğiniz her haberin, her görüntünün kaynağı konusunda uyanık olun, gerçekliğinden şüphe duyun.

Askerlik uzmanı değilim, Amerika’nın savaş stratejilerini değerlendiremem. Ama size şunu söyleyeyim, dünyada savaş dönemi propagandasını Amerika'dan daha iyi uygulayan bir ülke tanımam.

Propaganda konusunda Amerika'yı tek geçerim.


AKP'ye hemen iletişim danışmanları lazım


AKP
, dolayısıyla hükümet, ne Irak Savaşı öncesinde ne Amerika ile yapılan görüşmeler esnasında, bırakalım dış dünyanın kontrolü daha zor iletişimini, içteki kamuoyuna yönelik iletişimini bile beceremedi.

Kimseyi neyi, niçin yaptığına ikna edemedi. Tek kaynaktan düzenli bilgi aktaramadı. Kafaları karıştırdı, ‘‘toplumsal morali’’ yükseltemedi.

AKP yaşananlardan ders almalı. Kapımızda savaşın yaşandığı bu günlerde hem dış hem iç iletişimin daha iyi yönetilmesi gerektiğini anlamalı. Yaşananlardan sonra değişen koşulları Türkiye lehine çevirebilmek için hem Avrupa Birliği ülkelerinde hem de Amerika'da etkili lobi faaliyetleri kaçınılmaz.

Türkiye'de halk neredeyse saat saat ‘‘şeffaf’’ olarak, neler olup bittiği konusunda bilgilendirilmeli ve toplumsal moralin düşmemesi için sürekli bilgi akışı sağlanmalı. Aksi halde ‘‘yalancı çoban’’ durumuna düşülebilir. Şu anda her zamankinden daha fazla soğukkanlı olmaya ve birliktelik coşkusunu duymaya gereksinimimiz var.. Benden uyarması..

Son dönem hükümetlerinin bir zaafı var. Hükümet sözcüsü bir açıklama yaptı mı, kendilerini kamuoyuna ifade ettiklerini sanıyorlar.

Oysa karşılarında medya çeşitlenmesi nedeniyle, bölümlenmiş, ulaşılması oldukça güç bir kamuoyu olduğunu unutmamalılar.

Nasıl ki bir ürün kendini ifade etmek için medya planlaması yapıyorsa hükümetlerin de kamuoyunu kısa sürede ‘‘aracısız’’ bilgilendirebilmek için medya planlama tekniklerinden yararlanmaları şart.

Halkı bilgilendirme, iletişim araçlarını toplumsal morali yükseltme amacıyla kullanma konusunda da hálá tek geçtiğim bir lider var, o da Özal. Onu da burada rahmetle anmadan geçemeyeceğim.


Halkla ilişkilercilere her yol Paris mi?


GAZETECİ
etiği doğru, yanlış sorgulanıyor, reklamcı etiği sorgulanıyor, televizyoncu etiği sorgulanıyor. Bir sorgulanmayan halkla ilişkilerci etiği.

Örneğin, halkla ilişkilercinin yurtdışında Türkiye aleyhine propaganda yapan bir kurumun Türkiye'deki lobi faaliyetlerini üstlenmesi etik mi? Bir halkla ilişkilerci bir kanun kaçağının kişisel halkla ilişkilerini yürütebilir mi? Üçkağıt yaptığına inandıkları bir şirketi medyaya sütten çıkmış ak kaşık gibi sunmaya hakları var mı? Gazetecileri bilinçli olarak yanlış yönlendirmeleri meşru mu? Gazetecilere yönelik yaptıkları yurtdışı gezilerin, onlara verdikleri hediyelerin bir sınırı olmalı mı?

Ya da gazeteci yakınlarını işe alarak, onlar aracılığı ile gazeteciler üzerinde baskı kurmaya hakları var mı? Hatta sadece gazeteci yakınlarından oluşan halkla ilişkiler şirketleri moda oldu. Burada bir sorun var mı? Ya da halkla ilişkilercinin önemli işlevlerinden biri medyada haberi yönetmek olmasına rağmen medya ile sıkı fıkı ticari iş ilişkilerine girmelerinde bir sorun var mı? Hatta fiilen gazetecilik yapmaları ve meslektaşları aleyhine haksız rekabet yaratmaları etik mi?

Bu sorular nereden mi aklıma geldi? Halkla İlişkiler Dernekleri önümüzdeki aylarda Ankara'da yeni bir iletişim zirvesi düzenleyeceklermiş, konularına baktım, bir sürü suya sabuna dokunmayan ‘‘Siyasiler, bürokratlar zirve yaparken görsün, biz de onlarla tanışalım, belki iş çıkarırız’’ konusu.

İster istemez ‘‘Türkiye'deki halkla ilişkiler dernekleri ne zaman kağıt üzerinde dernek olmaktan kurtulacaklar?’’ diye düşünmeden edemedim.

IPRA Türkiye, HİD'ler, PRCI? Bir görüşü olan var mı?

Bana hemen ‘‘Efendim, bizim etik ilkelerimiz var’’ yanıtı vermeyin!

Onlar var da siz onları uygulatmak için ne yapıyorsunuz ondan haber verin! Varmış!.. Yalandan kim ölmüş!


Fruko reklamı ‘Baloncuk’ dolu!


14
yıl önce dönemin en çok konuşulan reklamlarından biri 6-7 yaşlarında etine dolgun bir küçük kızımızın oynadığı Fruko reklamı idi. Herkes o dönemde ‘‘10 yüz milyon baloncuk demesine bir bayılmıştı bir bayılmıştı’’ sormayın.

Türkiye'de çocuklar böyle saçmalayınca, kurum kurum kurulan ve bunu bir zeka göstergesi sayan aile sayısının çokluğunu düşününce reklamın niye çok konuşulduğunu sorgulamak bence anlamsız! Gerçekte ben o zaman da Fruko'nun ‘‘10 yüz milyon baloncuk’’ deyip kendini nereye konumlandırdığını anlamamıştım.

Yeni reklamda etine dolgun küçük kızımızın etine dolgun büyümüş halini görüyoruz. Hani millet olarak ‘‘Aaaa nerdee bu kız acaba?’’ diye her gün kendimize soruyorduk ya, Fruko bu millete hizmet yapayım demiş ve bize (baloncuk) kızımızın şimdiki halini göstermiş. Aslında ben reklam başlar başlamaz kızımızın Ömercik gibi ‘‘amca bana bir ‘gazoz' diyebilir misiniz’’ demesini bekledim ama.

Neyse, galiba Fruko’nun bir konum falan istemediği belli. Neyi desteklediği belli olmayan bir fikir bulunmuş, ‘‘tribünlere oynama’’ güdüsüyle de bu fikir uygulanmış.

Verilmek istenen mesajın çok önemsendiğini sanmıyorum ama ‘‘Fruko içer hayat boyu etine dolgun kalırsınız’’ denmek isteniyor galiba. Burada hemen ‘‘Etine dolgunlarla dalga geçiyorsun, onlar insan değil mi? Onların da kalbi var!’’ edebiyatı yapmayın. Burada kendi ‘‘beden’’ tercihlerimizi yazmıyorum. Çevrenize bakın trenleri görün, sonra yargılayın.

Ya da ‘‘Fruko en köklü meşrubat’’ mı denmek isteniyor? Ne denmek istenirse istensin, ya da hiçbir şey denmek istenmesin, Fruko'nun‘‘beğenilme’’ tuzağına düşüp ‘‘tribünlere’’ oynadığı çok açık..

Bir de ortada Aliş'in durumu var tabii. Allah için ayılığından bir şey kaybetmemesi için elden gelen yapılmış.. Sizin içiniz kötü tabii ki oyuncaktan söz ediyorum.. Reklam Ajansı: Alice BBDO Rating: *


Çekirgelik


Denizde bulunan kişi rüzgarın emrine tabidir

(Meksika Atasözü)
Yazının Devamını Oku

Wilstein resmen saçmalamış!

21 Mart 2003
Yineliyorum, Türkiye'de futbol eğlencelik olmaktan çıktı! Eğer spor medyası fanatik taraftar yazar ve ağzı kalabalık eski hakem yanlışından dönmez ise biz daha çok küfürler, hakaretler, sövmeler, dövmeler görürüz. Peki ne yapmak lazım? Gelin, yanıtı Associates Press'in efsane spor yazarı Steve Wilstein'in 2002 yılında yazmış olduğu Spor Yazarlığı El Kitabı'nda (*) bulmaya çalışalım. Wilstein, AP'nin spor yazarı ve aynı zamanda bir de köşe yazarı. New York'ta yaşıyor ama dünyadaki tüm spor olaylarını izliyor. Yazılarıyla 25 ödül almış gazeteci. Kitabının daha girişinde şöyle diyor Wilstein:

'Spor yazarlığı yazarlıkla ilgili olduğundan, daha az sporla ilgilidir. Spor yazarlığı; fanatik olmak, milyonlarca istatistiği anımsamak, izlenen bir maçın ne kadar nefis ya da ne kadar berbat olduğu konusunda şairane yazılar yazmak ya da tumturaklı sözler söylemek değildir.'

Ne diyor bu Wilstein diyorsunuz değil mi? Spor yazarlığı nasıl daha az spor, daha fazla yazarlıkla ilgili olabilir? Spor yazarı nasıl fanatik olmaz? Nasıl bir maçı ya da takımı yerden yere vurmaz ya da göklere çıkarıp damdan dama uçurmaz? Bakın Wilstein nasıl devam ediyor:

'Gerçekte, spor yazarı olduğunuz gün, sizi sportif olaylara karşı motive eden içinizdeki taraftarlık heyecanını ve hırsını asla kaybetmeseniz bile bir taraftar gibi davranmaya son vermelisiniz. Artık basın tribününde sevinemez, tuttuğunuz takımın merkezine gidip beğendiğiniz oyuncunun posterini isteyemez, takımınızın formasını giyemez ya da sırtınızda beğendiğiniz atletin numarasını taşıyamazsınız.'

Bu Wilstein kesin saçmalıyor. Nasıl bir spor yazarı, tuttuğu takımın formasını giyemez? Nasıl tuttuğu takımın kaşkolunu öpüp de alnına koyamaz? Ya da tuttuğu takım gol attığında sevinçten havalara sıçrayıp, sonra da karşı takımın taraftarlarına, bir eliyle yuvarlak yapıp, diğer eliyle defalarca yuvarlağın üstüne vuramaz. Wilstein kesin saçmalıyor. Hadi başladık bir kere, bitirelim en azından:

'Spor yazarı olarak oyunculara tapınamaz onları ilahlaştıramazsınız. Siz, tüm taraftarların düşlediği, 'onlara ulaşma' olanaklarına sahipsiniz ve sizin göreviniz sessizce onları yanınıza almak ve sanki sizin tarafınızdalarmış gibi ne olup bittiğini insanların görmelerini ve duymalarını sağlamaktır.'

Sizden gerçekten özür dilerim. Ben de kitabın içini şöyle bir karıştırınca Wilstein bu işi biliyor falan sanmıştım. Yani içimden, elin Amerikalısına şöyle bağırmak geldi biliyor musunuz: 'Hoop Wilstein amca, sen ne diyon ya? Sen spor yazarlığı ile parlamento muhabirliğini birbirine karıştırıyon galiba.. Biz futboldan söz ediyoruz futboldan. Bir baba Hindi, heeey Allah Wilstein'e bindi heeey Allah. Yallah, yallah.'

(*) Steve Wilstein, Sports Writing Handbook, 2002, McGraw-Hill.

Bir tavsiye: Şayan'da kokoreç sote


İstanbul Esentepe'de, damardan tuzlama işkembe çorbasını ciddi özlediğim, peşinden de inanılmaz lezzetli kokoreç sotesini hayal edip ağzımın suyunu şapır şapır akıttığım bir yer var: Şayan 24.

Şayan işkembe, paça, kokoreç severlerin bildiği bir ritüel (ayin,tören) yeri. Farkettim ki ben Şayan'a iki elim kanda olsa ayda en az bir kere uğruyorum ve bu damardan tuzlama, kokoreç sote ritüelimi yapıyorum. Geçen hafta yine gecenin bir vakti 'nerede yiyeyim' diye düşünürken kendimi Şayan'da damardan tuzlamamı kaşıklarken buldum. Fark ettim ki, kendimi Şayan'da, tanımlayamadığım bir huzur atmosferinde hissediyorum. Tam ev gibi değil, lokanta gibi de değil, beni mıknatıs gibi çeken sıcak bir atmosfer işte. Tanımlayabilsem anlatacam ama. Var bir şey çıkaramıyorum. Neyse ben telefonunu vereyim Şayan'ın. Siz de bir gidin. Eğer aynı şeyleri hissederseniz, bir yerlerde görüşür, deneyimlerimizi paylaşırız (0-212-211 30 89)

Benim Oscar goes to Saatler


Michael Cunningham'ın Pulitzer ödüllü romanından uyarlanan Saatler'de ne olup bittiğini anlatmak o kadar kolay değil. Filmin tanıtımlarına da filmin öyküsünü anlatan kutucuklara da inanmayın. Gittiğinizde çok farklı bir filmle karşılaşabilirsiniz.

Filmin havasını anlatmayı bir de ben deneyeceğim ama, bana da fazla inanmayın. Bu film hakkında karar vermek için mutlaka gidip görmek lazım. Bence Saatler bu yıl En İyi Film Oscarı'nı almalı. Mutlaka almalı. Alamazsa çok üzülürüm.

'Niye?' derseniz, kişisel olarak, hayatı sorgulayan ve sorgulatan filmleri çok seviyorum. Saatler de böyle bir film. Duygusal derinliğine kapılıp filmden sonra bazı hayati kararlar almanız bile mümkün. Saatler yaşamı biraz olsun anlamamıza yardımcı oluyor.

24 saat içinde geçen Saatler'i izlerken hayatı istedikleri gibi yaşayamayan üç kadının çektiği acıları derinliğine içimde hissettim. Hatta itiraf edeyim filmin bir yerinde de (neresi söylemem) gözlerim doldu.

İlk kadın, ünlü yazar Virginia Woolf. Film onun 1941'de, İngiltere'deki intiharı ile başlıyor. Woolf cebine taşları koyuyor ve kendini nehrin sularına bırakıyor. Sonra Woolf'un Mrs. Dalloway isimli kitabını yazdığı 1923'e dönüyoruz. Kafasında çözemediği sorunları var Woolf'un, bencil kocasıyla, hayatla, hizmetkarlarla, kardeşiyle. Bir yanda yaşamak istediği hayat, diğer yanda sorumlulukları. Bir yanda hemcinslerine duyduğu sıcak duygular, diğer yanda toplum.

İkinci kadın Laura Brown (Julianne Moore). 1950'lerin Amerikası'nda yaşıyor. Depresyon geçiriyor. Kocasının beklentileri fazla, ikinci çocuğuna hamile ama mutsuz. İstediği hayatı yaşayamadığının farkında. Hemcinslerine duyduğu ilginin de. Görev bilinci yüksek olduğu için bir şey de yapamıyor. Mrs. Dalloway kitabını okuyor ve her gün ölüyor.

Üçüncü kadın Clarissa Vaughan (Meryl Streep). Clarissa da günümüzün Mrs. Dalloway'i. Eski sevgilisi şair Richard Brown Clarissa'ya mutlu günlerinde bir kere Dalloway diye seslenmiş, sonra bu takma adı olmuş. Richard, AIDS'in son dönemini yaşıyor, ölümle burun buruna. Clarissa da kendini Richard'a adamış. Bir tarafta anlam veremediği, önemsiz bir hayat, eski sevgilisine karşı duyduğu ahlaki sorumluluk, diğer tarafta yeni sevgilisi.

Saatler geçerken senaryoya, diyaloglara, müziklere diyecek yok. Billy Elliot'dan tanıdığımız yönetmen Stephen Daldry üç ayrı öyküyü paralel kurguyla öyle ustaca birbirine eklemiş ki, oyuncular değişmese sanırsınız ki, aslında izlediğiniz tek öykü.

Nicole Kidman'ın Virginia Woolf tiplemesi uzun süre akıllardan silinecek gibi değil. Julianne Moore'un oyunculuğu sıradışı. Meryl Streep ise kendi oyunculuk klişelerini aşamamış gibi geldi bana.

Saatler'den, durduğunuz yere göre değişik anlamlar çıkarmanız mümkün. 'Akıl sağlığını korumak istiyorsan önce kendini kabul et, sonra kendini sev ve affetmeyi öğren' bunlardan biri olabilir. Bir diğeri ise 'Her kadın, hemcinslerinden, toplumun 'erkeğe gereksinimi var!' dayatması sonucu uzaklaştırılmış bir zavallıdır!' .Virginia Woolf meraklıları ve seviyeli edebiyat severler kaçırmasınlar. Eğer bu haftasonu sinemaya gidecekseniz banko Saatler diyorum. Dikkat 13 yaş ve altı izlemese iyi olur.

Cuma Takıntısı


Ben bu haftasonu Bee Gees'e ciddi taktım. Size de tavsiye ederim. New York Mining Disaster, Massachusetts, Stayin' Alive, Night Fever, Too Much Heaveni Tragedy... 40 esaslı parça, hepsi 2 CD'den oluşan, 2001 çıkışlı 'The Record'ın içinde. Bir kez daha Maurice Gibb'i sevgiyle anıyorum.

Cuma Alıntısı


Hayal kurabilirsiniz ve onu gerçekleştirebilirsiniz. Herşeyin bir fare ile başladığını asla unutmayın! (Walt Disney)
Yazının Devamını Oku

Amaca uygun yaratıcılık satış getirir!

16 Mart 2003
<B>GEÇEN</B> hafta Pazar Günü Hürriyet'te Çarşı'nın <B>‘‘Bu yaz preosuz dolaşmak istiyorum’’</B> başlıklı reklamını gördünüz mü? Süperdi! Çarşı'dan bir köşe.. Selülit kremleri, eşofmanlar, kondisyon aletleri.. Sıkılaşmayı ve zayıflamayı çağrıştıracak ne varsa görselde! Daha doğrusu kadınların vicdanı ayna gibi görsele yansıtılmış! Sonuç: Bir önceki haftaya göre Çarşı'nın reklamdaki reyonlarında satışlar % 35 artmış. Gördüğünüz gibi reklamın sadece dikkat çekmesi, beğenilmesi bir şey ifade etmiyor, bir de damardan gereksinimlerle örtüşmesi ve uyarması lazım. Reklam cahillerine duyurulur.

(Reklam Ajansı: Rafineri, Raing: * * * * *)

KISA bir süre önce Matrix filminden bir esinti Selpak Havlu reklamındaki duvarlara tırmanan anne ile karşımızda idi. Şimdi ise Koçbank Kredi Kartı reklamıyla karşımızda. Baştan söyleyeyim karateci Matrix ajanlarını ve reklamı sevdim. Hele de reklamın yayını Tüketici Kanunu'ndaki kredi kartlarına yönelik değişiklikle çakışınca ballı börek oldu. Ne yapıyor burada Koçbank? Önce ‘‘1,2,3..’’ diye sorunu sıralıyor, dikkat çekmek ve saldırganlığın sevimsizliğinden kurtulmak için de mizahın gücünden yararlanıyor. Eğer Türketici Kanunu çıkmasa Türkiye'deki evlerin yarısı yangın yerine dönmeyecek miydi? İşte bu reklam bu gündemi gıdıklayıp çözüm olarak da Koçbank Kredi Kartı'na yönlendiriyor. Filmin sonundaki ‘‘Koçbank Kredi Kartı’’ ve ‘‘İtfaiyeci Kurtarma Brandası’’ özdeşleştirmesi esprisi de ‘‘cuk’’ oturmuş.

(Reklam Ajansı: TBWA,

Rating: * * * * *)

GEÇEN hafta Turkcell'in ‘‘Selo-Bingöl’’ reklamının yıldızlarını birisi yemiş. Beş yıldız olacaktı, üç olmuş, özür dileriz. Bu arada son 11 yıldır yürütmekte olduğum TİAK (AGB) ve BİAK (TNS PİAR) denetçiliklerinden ayrıldım. TİAK, BİAK ve Uluslararası Reklamcılar Derneği'ndeki dostlarıma 11 yıllık işbirliği için teşekkürler. Artık bu köşede daha fazla ‘‘medya’’ üzerine yazabileceğiz, müjdemi isterim.

ATIF Hoca ile Reklam ve Rekabet, yarın gece 23.05'te CNN/Türk'te.. Konuğum, Koton markasının yaratıcılarından Yılmaz Yılmaz. Yılmaz Bey deniz subaylığından ayrılmış, eşi öğretmenlikten, şimdi 50 milyon dolarlık bir markaya hükmediyorlar. Nasıl mı becermişler? Yanıt yarın gece...


Olips reklamı Doroti Teyzemi anımsattı


KENT
, Tofita'yı halletti şimdi geldi sıra Olips'e... Temamız çok ilginç ‘‘Annelerin onayladığı şeker’’. Ben bu temayı Woody Allen'in bir filminden anımsıyorum ama, neydi filmin ismi ya? Neydi, neydi? Esas oğlan da hiç yabancı gelmiyor? ‘‘Koçum Benim’’de oynamamış mıydı bu yakışıklı? Adı Yunus.. Yunus.. Valla soyadı dilimin ucunda. Günçe galiba. Hatta Olips reklamını görünce Suna Pekuysal'ı, Özkan'ı, onun ‘‘Yeter Anne’’ deyişini bile anımsadım. Bir de Altın Kızlar'daki ‘‘Doroti Teyzem’’ geldi aklıma. Ne çok şey anımsatıyor bu reklam bana...

Şekere anne onayı gerektiği doğru ama Yunuscuk buraya biraz ‘‘ergen’’ kaçmamış mı? ‘‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla mı yapacağız’’ yani.. Anneleri de böye C vitamini Ğ vitamini ayakları ile şeker konusunda nasıl ikna ederiz bilmem! Hani diş çürüğü falan...

Yoo, kabul edelim hoş reklam, 13-19 yaş bu reklama bayılır, Olips de kısa sürede moda olur. Ama anneler, kendilerini ‘‘öteki dünyadan’’ çocuklarına seslenirken görmekten ne kadar hoşlanırlar onu bilemem. Olips'in ev dışı tüketimde şanşı var da evin içine girince biraz zorlanır gibime geliyor.

(Reklam Ajansı: Güzel Sanatlar,

Rating: * * * *)



Anasonla Anasol'un anlamlı ilişkisi!


GEÇEN
hafta Hürriyet Pazar'da Savaş Özbey'in Türkiye'de içki tüketiminin haritasını çıkaran çok güzel bir haberi vardı. Habere göre geçen yıl kişi başına 18 duble rakı 33 bardak bira 3 şişe de şarap içmişiz..

Özbey haberde bir de Tekel'in illere göre 2002 yılı bayi satış rakamlarını (litre olarak) almış, bir litre rakının 20 duble olduğundan yola çıkarak, her ilde geçen yıl kişi başına düşen rakı tüketimini hesaplamış.

Haberi okur okumaz aklıma 3 Kasım 2002 seçimlerinde partilerin aldıkları oy oranları ile her ilde kişi başına düşen rakı tüketimini ilişkilendirmek aklıma geldi. Pazartesi sabahı erkenden asistanım Mine Şen'e ‘‘Şu rakamların yanına partilerin her ilde aldıkları oy yüzdelerini koy ve ayrı ayrı korelasyon (ilişki) analizi yap, ne çıkacak bakalım’’ dedim.

Muğla, Çanakkale, Balıkesir, Antalya ve Aydın'ı turistik iller oldukları için, Kırklareli, Tekirdağ'ı ise içki fabrikalarına yakın oldukları için analiz dışı bıraktık. Mine gitti, iki saat sonra geldi ‘‘Hocam, galiba bu anasonla, Anasol arasında arasında bir ilişki var’’ dedi.

Sonuçlara baktım. Gerçekten de anason giren ile Anasol da giriyordu! CHP, Genç Parti ve DSP'nin illerde aldıkları oy oranları ile ilere göre kişi başına rakı tüketimi arasında orta düzeyde anlamlı bir ilişki vardı. CHP'de bu ilişki % 60, Genç Parti'de % 54, DSP'de ise % 40. Yani bir ilde rakı tüketimi arttıkça bu partilerin oy oranları da artış gösteriyor.

İşin daha ilginci AKP, DYP, MHP ve ANAP'ta ise böyle ya da tam tersine anlamlı bir ilişki yok. AKP'yi ele alalım. Önyargıyla, bir ilde rakı tüketimi düştüğünde AKP oylarının yükseldiğini varsayanlar çoktur değil mi? Analiz öyle göstermiyor ama. Sanki AKP'ye rakı içinler de oy vermiş içmeyenler de. Ah, şu önyargılar! Şu önyargılarımızı, gerçeğe ilişkin verilerle karşılaştırıp test etmeyi bir öğrenebilsek, Türkiye adam olacak ama ben görür müyüm emin değilim!

İnşallah bu yüzyılda olur..


Çekirgelik


İnsanlar yalnızca anladıkları konularda konuşsalardı dünyadaki sessizlik dayanılmaz olurdu.

(Max Lemer)
Yazının Devamını Oku

Bir zamanlar benim memleketim

9 Mart 2003
<B>İKİ</B> hafta önce <B>‘‘Alfemo ajansını söyleyemedi’’</B> gibi bir ifade kullanmıştım. Öyle değilmiş. Alfemo bize yanıt vermiş ama biz anlamamışız. Alfemo'nun ajansı İzmir'den Özgün Reklam. Yine aynı yazıda Alfemo reklamındaki oyuncudan Kerim Afşar diye söz etmiştim. Yanılmışım. Mümtaz Sevinç'miş. Gelen e-postalardan bu hatam karşısında bazı okurların zil takıp oynadıklarının farkına vardım.

Bir tanesi şöyle yazmış: ‘‘80 yaşında annem bile Kerim Afşar'la Mümtaz Sevinç'i ayırıyor, sen ayıramıyon. Bir de Hoca olcan...’’

Böyle bir hatanın bazılarınızı bu kadar mutlu edeceğini bilsem emin olun, daha önce de benzer şeyler yapardım. Yaparım yaparım merak etmeyin, yeter ki siz mutlu olun!

Siz Carlos'u duydunuz mu? Carlos bir horoz. Avrupa'da ünü acayip yayılmış. 15 dakikada 20 piliçle al takke ver külah olma özelliği dilden dile anlatılır olmuş. Bizim organizatörler durur mu? Hemen Carlos'u rekor denemesi için Türkiye'ye çağırmışlar. Hedef 15 dakikada 21 piliç. Müthiş bir reklam kampanyası ile Carlos'un Türkiye'ye geleceği duyurulmuş. Slogan da şu: ‘‘Erkek Carlos şimdi Türkiye'de!’’

Rekor deneme günü Ali Sami Yen Stadı ağzına kadar dolmuş. Türkler ‘‘Aslanım Carlos, erkeğim Carlos’’ diye avaz avaz bağırıyorlar. Santra yuvarlağına 21 piliç dizilmiş. Hakem de ortaya gelmiş. Halk ‘‘Erkek Carlos erkek Carlos’’ diye inlerken hakem start vermiş.

Carlos başlamış rekorları teker teker kırmaya! Bu arada tribünlerin bir kısmı ‘‘Bir..İki..Üç..’’ diye tempo tutarken bir bölümü de ‘‘Erkek Carlos erkek Carlos’’ diye bağırmayı sürdürmüş. Onsekiz, ondokuz, yirmi derken, Carlos birden fenalaşmış yere yığılmış. Rekora saniyeler kala bizimki sizlere ömür.

Tribünler kısa bir süre sessizlikten sonra hep birlikte başlamış bağırmaya:‘‘İ.... e Carlos, i.....e Carlos’’

İşte biz Türklerin durumu bu.. Bilmem anlatabiliyor muyum?


İkinci Kinetix vakası


YAKLAŞIK bir aydır neredeyse hergün öğretmen okurlarım tarafından aranıyorum. ‘‘Hoca hoca.. Kinetix bizimle dalga geçiyor, niye sahip çıkmıyorsun’’ diyorlar.. Anımsarsanız ilk Kinetix filminde, spor ayakkabı giydiği için okula alınmayan bir öğrenci, arkasına bile bakmadan soluğu kayalıklarda alıyordu. Bu reklamın yayından kaldırılmasını istedim çünkü çağrışımları itibariyle istenmeyen sonuçlar doğurma olasılığı vardı. Okul kırma işini de biraz hafife alıyordu..

İkinci filmde ise ne yazık ki bir sorun yok. Bu reklama bir şey söylersek çarpılırız. Markanın kendini ifade etme özgürlüğünü elinden almış oluruz. Yeni reklamda spor ayakkabıya izin vermeyen ucubik bir öğretmen var. Öğretmen ucubik çünkü Kinetix bu öğretmen üzerinden ‘‘okullardaki spor ayakkabı yasağı’’ taraftarlarına ‘‘çağdışısınız’’ demek istiyor.. Yeni Müdiranım ise sarı saçları, boyu posu, gençliği, güzelliği ile spor ayakkabı yasağına karşı çıkmayan ‘‘çağdaş öğretmeni’’ temsil ediyor. Eteğin altına giydiği spor ayakkabılarla hali biraz komik , aslında öğretmen maaşıyla o spor ayakkabıyı alabildiğine şükretmek lazım! Bir iğreti yeri daha söyleyeyim: Öğretmen ‘‘çağdışı’’ ise niye öğrenciyi sıranın üstüne çıkarma gibi ‘‘çağdaş’’ bir yolu deniyor?

Reklamın fikri biraz kaba. Uygulamayı da çok fazla beğenmedim. Öğretmen kitlesinin bu kadar nefretini kazanmanın doğru olup olmadığı konusunda şüphelerim var. Bir de biz bir keresinde saçı sarı diye, genç diye, boylu, poslu diye güzel diye bir kadını daha ‘‘çağdaş’’ zannetmiştik. Sonra o ‘‘çağdaş’’ kadın gitmiş Refah Partisi ile koalisyon kurmuştu. Görüntü yine yanıltmasın? (Reklam Ajans: Kare Ajans, Rating: * *)


Turkcell'den okkalı bir yumruk geldi


NE
zamandır ‘‘Niye Turkcell, diğer GSM operatörlerinin yumuşak karınlarına şöyle okkalı bir yumruk sallamıyor’’ diye düşünür dururdum. Beklediğim yumruk en okkalısından geldi. Hem de çok doğru ve hoş bir anlatımla. Raga Oktay, Doğu'da bir yerlerde çocuklarla kartopu oynuyor, teyzesi onu Turkcell hattından arıyor ve yemeğe çagırıyor. Teyzenin ‘‘doğulu’’ şivesinden ve kısa bir süre ekrana gelen baz istasyonu görüntüsünden herkes herşeyi anlıyor. Bence reklam burada bitse çok daha iyi olurdu. Ama bilinen nedenlerle yetinilmemiş reklamın sonuna bir de Türkiye haritası konup reklamdaki mekanın doğunun uç yerleşim yörelerinden biri olduğu kör gözün parmağına vurgulanmış. Yine de stratejiyi ve yaklaşımı çok başarılı oldum. İşte reklam bu. Turkcell bu damarı biraz kaşısın bazıları ciddi yara alır. (Reklam ajansı: Young & Rubicam Reklamevi Rating: * * *)

PINAR Sucuk'un yine ‘‘İllaki’’ diyen ikinci filmi de yayına girdi. İkinci film de ilk film kadar başarılı. Kahve ortamındaki adamlar sucuk göstermeden sucuk hissini veriyorlar ya, daha doğrusu cozurdatıyorlar ya, helal olsun! Hele yine o son kare yok mu.. Koş mutfağa, kopar ekmeğin burnunu, geri gel (burayı senaryoda boşluk olmasın diye yazdım), şimdi daldır ekmeği yumurtanın gözüne... Ayyy... Yazarken yutkunmuyorsam ne olayım... Yoksa ben de mi bu reklamdan gündüz gündüz söz etmesem? Hani pazar pazar.. İçinizde sucuk alabilen var alamayan var... Sizden birşey isteyebilir miyim? Rica etsem yazımın bu kısmını evdekilere gece yarısından sonra okutabilir misiniz? (Reklam Ajansı: Cenajans Rating: * * * *)


Şubat 2003'ün en iyi gazete reklamları


ŞUBAT
ayında en beğendiğim gazete reklamı ‘‘Aşk bizim dokumuzda var’’ başlıklı Solo Tuvalet Kağıdı reklamı. Bu reklam Sevgililer Günü'nde yayınlandı. Tuvalet kağıdının dokusundaki küçük kalplerden yola çıkarak, özel olayla ürün arasında esprili bir bağlantı kurulmuş. Gazete reklamında mizah yoluyla duygu yaratmak zor iş. Yaratılmış işte. Reklam Ajansı: Par/McCann, Rating: * * * * *)

İKİNCİ en beğendiğim reklam ‘‘Aç Kanatlarını’’ başlıklı bir yarışma reklamı. Apple i-Can Film ve Müzik Yarışması'nın bir yaratıcılık yarışması olduğundan hareketle bilgisayara kanat takılmış ve gökyüze salınmış. ‘‘Uçanlar! Alın size yarışma’’ bundan daha iyi nasıl söylenebilir. Alt metin, başlık ve görsel kadar iyi kotarılmamış. (Reklam Ajansı: TBWA Rating: * * * *)

ÜÇÜNCÜ en beğendiğim reklam ise UPS'in ‘‘Her Paket Bir Tuğla Reklamı’’. UPS'nin her gönderiden kazandığının bir kısmını eğitim tesisleri yapmaya ayırdığını anlatmak için her gönderi ile bir tuğla ilişkilendirilmiş. Böylece yapılan yatırım sembolik de olsa akıllıca somutlaştırılmış. Görselde UPS'in amblem-logosundan yola çıkılarak duvara tuğla şeklinde paket gömülmüş, tuğlanın altına da eğitimden yararlanacak çocuk fotoğrafı eklenmiş. Çocuğun reklamdaki varlığını biraz zorlama buldum. (Reklam Ajansı: Ad Pergel, Rating: * * * *)


Çocuklara reklamlar tuzak mı?


MEDİACAT
'i duydunuz mu? MediaCat pazarlama iletişimi dergisi. Geçen yıl Türkiye'nin oniki ünlü reklam yaratıcısı MediaCat'e kapak yapınca bu kapaklar çok konuşuldu. Bu yıl da MediaCat'in kapaklarını Türkiye'nin ünlü reklam fotoğrafçıları yapıyor. Yine kapaklar çok konuşuluyor. MediaCat'in bu ayki kapak konusu ‘‘Çocuklar ve Reklamlar’’.

Kapakta ise bir kapan ve içine yem olarak konmuş bonbon şekeri var. Kapağı yapan fotoğraf sanatçısı Tülin Altılar'ın ‘‘Çocuk ve Reklam’’ konusuna yaklaşımı beni çok düşündürdü. Hele derginin içinde Prof.Dr. Yankı Yazgan'ın ‘‘3 yaşın altındaki çocuklar reklam izlememeli’’ diyen bir yazısı var ki, okurken ciddi ciddi karnıma ağrılar girdi. Okuduklarımdan çocuklara yönelik yapılan reklamlarla ilgili bir tartışmayı başlatmanın zamanı geldiğini anladım. Haftaya küçük küçük başlıyoruz.


Çekirgelik


Paranın mutluluk getirmediği doğrudur. Ancak burada sözü edilen başkasının parasıdır.

(Bernard Show)
Yazının Devamını Oku

Tüm zamanların en iyi tavuk suyuna filmler listesi

7 Mart 2003
Top 50

Aşka İki Hafta gibi romantik komedilere İngilizce'de ‘‘Feel Good Movies’’ de deniyor. Türkçesi ‘‘mutlu eden filmler’’ ya da ‘‘iyi hissettiren filmler’’ gibi bir şey işte! Ben bu filmlere ‘‘Tavuk Suyuna Filmler’’ listesi de diyorum. İki, üç ay önce yabancı mesleki bir derginin içinden ‘‘Tüm zamanların en iyi 50 Tavuk Suyuna Filmi listesi’’ni veren bir ek çıkmıştı. Bir ara kullanırım diye saklamıştım. Aşka İki Hafta'yı izleyince aklıma geldi, sizinle paylaşayım dedim. Liste Toyota'nın sponsorluğunda ‘‘Zagat Survey’’ (zagat.com) tarafından gerçekleştirilmiş. Binlerce insanla görüşülerek tüm zamanların en iyi 50 tavuk suyuna sıralaması elde edilmiş. Bu sıralama yaptırılırken oyunculuk, öykü, filmin çekildiği zamandaki prodüksiyon kalitesi dikkate alınmış. Saydım, 32 tanesini izlemişim. Aşka İki Hafta bu otuz iki tavuk suyu arasına giremez. Bence ilk 50'ye de giremez ama yine de diğerlerini izlemeden yorum yapmamak lazım. Siz kaç tanesini izlediniz? Önce bir sayın bakalım, sonra da bu hafta izlemediklerinizi izlemeye başlayın. İşte size iş. Daha ne istiyorsunuz?

İşte 50’lik liste

1. Wizard of Oz (1939)

2. Singin'in the Rain (1952)

3. Sound of Music (1965)

4. My Fair Lady (1964)

5. It's a Wonderful Life (1946)

6. The Sting (1973)

7. Mary Poppins (1964)

8. E.T. (1982 )

9. Shrek (2001)

10. When Harry Meet Sally (1989)

11. Yankee Doodle Dandy (1942)

12. Zorba (1964)

13. Miracle on the 34th Street (1947)

14. Babe (1995)

15. Tootsie (1982)

16. Rocky (1976)

17. Shakespeare In Love (1998)

18. Stand by Me (1986)

19. Moonstruck (1987)

20. Gigi (1958)

21. American Graffiti (1973)

22. Forrest Gump (1994)

23. A Hard Day's Night (1964)

24. Norma Rae (1979)

25. It's a mad... Mad World (1946)

26. Breaking Away (1979)

27. Big (1988)

28. On the Town (1949)

29. Fried Green Tomatoes (1991)

30. High Society (1956)

31. Grease (1978)

32. Ferris Bueller's Day Off (1986)

33. Hoosiers (1986)

34. Pretty Women (1990)

35. The Natural (1984)

36. Easter Parade (1948)

37. Field of Dreams (1989)

38. Parenthood (1989)

39. Erin Brockovich (2000)

40. Sleepless in Seattle (1993)

41. Ghost (1990)

42. The Goodbye Girl (1977)

43. Fame` (1980)

44. Stand and Deliver (1988)

45. Father of the Bride (1991)

46. Remember the Titans (2000)

47. A League of Their Own (1992)

48. Splash (1984)

49. Baby Boom (1987)

50. Karate Kid (1984)

Sanki bu senaryo çalıntı gibi...

Aşka İki Hafta (Two Week Notice) bana ciddi bir şekilde, Tom Hanks ve Meg Ryan'ın başrollerini oynadıkları You've Got Mail (Mesajınız var) filmini anımsattı. Hatta hafif 'çalıntı' durumu ile karşı karşıyaymışız gibi geldi bana...

Anımsadınız mı? Hani Meg Ryan küçük bir kitapçı işletiyordu, Hanks ise büyük bir kitapçının yöneticisi idi ve Ryan'ın dükkanının karşısına kitapçı açmak istiyordu. Sonra çatışma, komik olaylar, sırılsıklam aşk sahneleri ve mutlu son.

Aşka İki Hafta'da, benzer şekilde Sandra Bullock, mahallelerindeki tarihi binalardan biri olan ‘‘Halk Eğitim Merkezi’’nin yıkılmaması için mücadele eden idealist avukat Lucy Kelton'u oynuyor. Hugh Grant ise kalender, işinin içine düşmüş, zengin işadamı George Wade. Merkezi yıkmaya hazırlanan şirketin ortağı. Çatışma kaçınılmaz anlayacağınız.

Bullock, kendisi için bir şey istiyorsa namert, sadece yıkıma engel olmak için, Grant'ın teklifini kabul eder ve onun baş hukuk danışmanı olur. Zaman içinde Grant hukuk baş danışmanını, annesi sanıp, neredeyse iç çamaşırı seçimini bile ona bırakınca işler biraz karışır. Grant, Bullock'a öyle bağlanır ki, ona sormadan tuvalete bile gidemez hale gelir. Hatta bir keresinde birlikte erkekler tuvaletine giderler ve oral seks yaparken basılırlar! (Bence bu sahne filmin en komik sahnesi.) Sonra kaçınılmaz çatışma, komik olaylar, sırılsıklam aşk sahneleri ve işten - aşktan ayrılmak için verilen iki hafta süre, sonra da mutlu son.

‘‘Ya ne olacaktı’’ diyorsunuz değil mi? Doğru, romantik komedide formül bu. Ama öykü bu kadar da bayat ya da taklit olmak zorunda değildi. Bazı espriler bazen hadi ‘‘komedi’’ bölümünü yerine getirelim diye oraya buraya sokuşturulmuş gibi duruyor. Oyunculuğa diyeceğimiz bir şey yok. Zaten bu filme gidilecekse sadece Hugh Grant'le Sandra Bullock'un oyunculuklarını izlemek için gidilir. Mimikleriyle ünlü Bullock'un bu filmde de mimiklerini izlemek büyük zevk. Kaçırmayın diyemeyeceğim. Kaçırabilirsiniz. ‘‘İlla ki göreceğim’’ derseniz, beklenti seviyenizi düşürün.

Bidi Bidi Çekirge'yi bir daha düşün Kanat

Gittin, ‘‘Bidi Bidi Çekirge’’ isimli şarkıyı da ‘‘içimizden söylediğimizde bile Nıah! dedirten 10 şarkı’’ arasında saydın! Valla çok teessüf ederim.

Geçen akşam bizim üniversitede 400 kadar İletişim Fakültesi mezunu bir zamanlar ders aldıkları hocalarıyla bir araya geldi. Birlikte yediler, içtiler, sonra şarkılar, türküler, peşinden herkes döküldü. Bir oynama, bir oynama... Ama sen asıl oynamayı orkestra ‘‘Bidi Bidi Çekirge’’ şarkısını çalarken görecektin.

O koca koca profesörlerin, doçentlerin, o koca koca iletişim dünyası çalışanlarının karşı karşıya geçip seke seke ‘‘çekirge, çekirge’’ diye oynamalarını bir görseydin, içinden ‘‘Nıah’’ mı derdin yoksa Baltalı İlahımız Zagor şeklinde ‘‘Yeaahhhhh’’ diye ortalarına mı dalardın onu bilemem!

Hatırlar mısın, Güzin ile Baha ‘‘Kovaladıkça kaçan ateş böceğim misin?’’ dediklerinde parmaklarını alınlarına boynuz gibi götürür, güya ateşböceği olurlardı. Koca koca hocalarda da hareket aynı. Tam boynuzun yapıldığı kısımda da hep birlikte katharsis'e ulaşma: ‘‘Çekirge, Bidi Bidi Bidi Bidi Çekirge...’’ Kendilerinden geçtiler, kendilerinden.

Bence sen şu çekirge şarkısını bir daha düşün Kanatçığım ya! Kırma beni. Ne olur. Hani hocalara falan ayıp olur tamam mı?

Halka, çok sıkı bir gerilim filmi

Halka, son zamanlarda izlediğim en iyi gerilim filmi. Dikkat edin gerilim filmi diyorum, korku filmi değil. Korkacağınız bir iki sahne olabilir ama film boyunca hissettiğiniz gerilim, hatta merak, öyle böyle değil. Ortada çok zekice, oya gibi işlenmiş bir öykü olduğunu kabul edelim. Hatta Japon yazar Koji Suzuki'nin zekasına hayranlık duymamak elde değil. Suzuki'nin romanının ilk film denemesi Ringu adıyla Japonya'da yapılmış ve çok da başarılı olmuş. Yurtdışındaki eleştirmenlerden bazılarına göre ise Ringu Japon sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri. Bizim izlediğimiz Amerikan Ring'e gelince...

Oyunculuk oldukça sağlam. Öykünün özünde o kadar çok simge ve metafor var ki, bazen yönetmenin kendi üslubuyla kodladığı bu metaforları çözeyim, simgeleri açayım derken filmin bazı ayrıntılarını kaçırmak işten bile değil. Ama çözümler yapıldıkça, simgeler açıldıkça da film daha bir hoşuna gidiyor insanın. Sanırım Ring 2 de kısa bir süre sonra sinemalarda olur. Çünkü ‘‘Peki kasedi diğer izleyenlere ne olacak?’’ sorusuyla biten film şimdiden bizi ikinci filme de hazırlamış durumda. ‘‘Ne kasedi?’’ demeyin işte. Şimdi size ‘‘Bir kaset var, insanlar izlemezse meraktan çatlıyor ama izleyince de yedi gün sonra ölüyor’’ filan diye filmin konusunu mu anlayatım. Gidin işte, sürpriz olsun. Mideniz gerilim filmi kaldırıyorsa gidin. Bundan iyisi Şam'da kayısı...

İşkembeci listemize isyan eden ufaklık

Anımsarsanız ocak ayında şu anda elinizde tutuğunuz Hürriyet'te Türkiye'nin en iyi işkembeciler sıralamasını vermiştik. Bu sıralamaya 10 yaşındaki okurumuz Seren Yeşilova'dan itiraz geldi. Seren'in mektubu aynen şöyle: ‘‘Hürriyet Cuma yazarlarına. 07.02.2003 tarihinde yazmış olduğunuz Cuma Hürriyet Gazetesi'nde, Türkiye'nin en iyi işkembeciler sıralamasını gördüm. Babam çorbacıdır. Siz hiç bizim dükkanımıza gelip de çorba içtiniz mi? Sizi dükkanımıza davet eder, ondan sonra sıralamayı baştan yapmanızı isterim. Siz gelemezseniz başka bir damak tadı olan arkadaşınızı gönderin. Haa! Bir de isterseniz haber vermeden gelin, biz her müşterimize aynı kalitede çorba sunarız. Dükkanımızın ismi YEŞİLOVA PAÇA EVİ'dir. Babamın adı Ercan'dır. Adresimiz Işıkkent Ayakkabıcılar Sitesi, No: 17, Pamukbank yanı. Telefonumuz 231 88 04.’’

Ne diyorsunuz? Bence bu çorba gidip içilir. Çünkü Ercan Bey'in her halinden işi bildiği çok belli. Hem küçük okurumuz Seren'i, hem de Ercan Bey'i kutluyorum. Bence çorbacılığı yanında bir de küçükten reklam işine girmeyi denese fena olmaz. Çünkü ikna taktiklerini iyi biliyor ve Türkiye'de bu kadar ‘‘ince’’ düşünen insanı her zaman bulmak mümkün olmuyor. Kutlarım.

Düzeltme:

Geçen hafta nasıl olduysa Oktay Ekinci'yi Mimarlar Odası Başkanı diye tanımlamışım. Oysa ‘‘eski’’ Mimarlar Odası Başkanı diyecektim. Bir de sen ‘‘Tarihi binalar konusunda Ekinci kadar radikal değilsindir. Niye bu kadar övdün’’ diyen mesajlar geldi. Ben iki konunun farklı olduğunu düşünüyorum. Ekinci kadar tarihi binaları koruma konusunda ‘‘radikal’’ olmasam bile, bana ‘‘adanmışlık’’ duygusu veren her insana sempati ile bakıyorum. Değiştirmem. Bu gerçek, hissediyorum, yazıyorum. Kusura bakmayın.

Cuma Alıntısı

Hayatta en zor şey hangi köprüden geçeceğine, hangi köprüyü yakacağına karar vermektir.

(David Russell)

Cuma Takıntısı

Bonnie Raitt'in Silver Lining Albümü... Country sevenlere. Tabii bir de feminist severlerse kaymaklı ekmek kadayıfı olur.
Yazının Devamını Oku