Ali Atıf Bir

Annem bize kalırdı şimdi babalar azdı!

1 Haziran 2003
‘‘ANNEM bana kalır’’ sloganını anımsıyor musunuz? 1990'ların ortalarının şapka çıkarılacak reklamlarından birinin sloganıydı bu. Hangi markanın hangi ürününün reklamlarında kullanılmıştı? Bildiniz, Arçelik çamaşır makinesi.‘‘Annem bana kalır’’ reklamı o dönemde Güzel Sanatlar reklam ajansının mutfağından çıkmıştı. Reklamın beyin takımı ise dönemin, üç reklam silahşörleri; Viki Habif, Feryal Pere ve Nadir Mutluer idi.‘‘Annem bana kalır’’ sloganı çok ‘‘temel’’ bir ürün vaadini özetliyordu. Arçelik çamaşırları yıkar, anneler de çamaşıra harcayacakları süreyi çocuklarına ayırırlar.1990'ların ortalarında Türkiye'de ‘‘çamaşır makinesi sahipliği oranı’’ çok düşüktü ve bu nedenle reklam bir çamaşır makinesinin en temel vaadi üzerine kurgulanmıştı.Şimdi bugüne gelelim. Bosch küçük ev aletleri, 2003 yılındaki reklam kampanyasındaki reklamında ne diyor: Bosch, Aşka zaman yaratır! Bosch küçük eve aletleri sıkıyor, ısıtıyor, karıştırıyor; anneler de babalara kalıyor! (Reklam Ajansı: Adr.com.tr, Rating: Üç yıldız)Ne oldu peki? 1990'ların ortasından 2003'e ne değişti? Niye artık anneler çocuklara kalmıyor da babalar annelere el koyuyor? Babaları böyle azgınlaştıran ne?Kristal Elma, Çocukları Dövmeyelim ve Yaz Okulu BİR Kristal Elma dönemi daha geldi. Reklamcılar Derneği önce 5 Haziran'da ‘‘İşimiz Yaratıcılık’’ başlıklı bir konferans düzenliyor. Daha öncekiler iyi olmuştu. Bu da iyi olur, kaçırmayın. 6 Haziran'da ise ‘‘elmalar’’ sahiplerini bulacak. Bu yıl jüri sitemi değişti. Yeni ödüller eklendi. Yılın reklam ajansı seçilecek. Gece balo yapılacak. 750 reklamın çeşitli kategorilerde ‘‘ödül’’ için çarpışacağı yarışma törenin dei bu yıl Okan Bayülgen sunucak. Heyecan dorukta. Ayrıntıla rd.org.tr'de...ULUSLARARASI Reklamcılık Derneği (IAA) altı yıldır düzenlediği Üniversitelerarası Reklam Yarışması'nın altıncısına bu yıl 24 üniversiteden 53 takım katıldı. Bu yıl konusu ‘‘Çocukları Dövmeyelim’’ olan yarışmada geçen hafta sonuçlar açıklandı:1) Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Ajans ETC2) Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Ajans İF3) Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi'nden Ajans Voltran.Birinci takımın öğrencilerini IAA Slovenya'daki toplantısına götürecek. IAA bu yarışma ile Türkiye'deki reklamcılık eğitimine büyük katkıda bulundu. Başta Pınar Kılıç olmak üzere emeği geçenleri kutluyoruz. Başarılı olmayanlar üzülmesin: Önemli olan kazanmak değil, cesaretle ve centilmence yarışmak! 53 takımın üyelerini de cesaretleri ve centilmenlikleri için buradan teker teker kucaklıyorum.HER yıl Reklamcılık Vakfı tarafından düzenlenen Reklam Yaz Okulu 14 Temmuz-1 Ağustos tarihleri arasında İstanbul/Ortaköy Feriye tesislerinde gerçekleştirlecek. Bu yıl kontenjan 100 kişi. Kayıtlar başladı. Ayrıntılar rv.org.tr sitesinde ya da 0-212-263 03 36 ya da 41 nolu telefonlarda. Nasıl reklamcı olacağım diye beni sürekli taciz edenler. İşte öğrenmenin yolu. Acele edin.Ohh!.. Shubuo terlik değilmiş! SHUBUO, terlik çıkmadı da rahat bir nefes aldım. Yeni bir terlik kampanyasıyla mücadele etmeye kalbim dayanmayabilirdi!Durun, hemen heyecanlanmayın. Daha 3 Haziran'a çok var, Shubuo'nun resmen ne olduğu açıklanmadı. Ama orada burada yazılanlarla Shubuo'nun ne olduğunu çok merak edenler öğrendi.Hatta bu meraklılar Shubuo'nun ‘‘Turkcell'le ilgili birşey olduğunu’’ çevrelerine hızla yayıyorlar. İki hafta daha olsa var ya açılış reklamlarını yayınlamaya gerek olmadan Shubuo'nun ne olduğunu sağır sultan bile duyacak.Oysa kampanya çok iyi başlamıştı. 20 Mayıs'da başlayan meraklandırma ‘‘teaser’’ kampanyası birbirinden ilginç beş televizyon filmi (favorim miskinler) çok sayıda farklı gazete ve açıkhava reklamları ile bir haftada amacına ulaştı, Shubuo'yu, Erol Büyükburç-Shubuo bağlantısını merak etmeyen kalmadı. (Reklam Ajansı: Rafineri, Rating: * * * * * )Peki amaç neydi? Söyliyeyim. Shubuo'nun hedefi daha çok gençler. Gençlerin en önemli özelliği de bazı durumlarda içerinde ‘‘satın alma’’ olayına karşı doğal bir direnç hissetmeleri. Gençlerin bu direnci kırılmak isteniyorsa ve iş şansa bırakılmak istenmiyorsa ‘‘meraklandırıcı’’ kampanya en doğru strateji.Anlayacağınız Shubuo da ‘‘teaser’’ stratejisi doğru, uygulama da çok yaratıcı. Sorun zamanlama taktiğinde. Böyle bir mesaj ‘‘bombardımanı’’ ile hele de projeden çok sayıda insanın haberi varken, 3 Haziran'a kadar onbeş gün ‘‘teaser’’ yapmanın mantığını pek anlayamadım. Çoğunluğun ne olduğunu bildiği bir ürün için ‘‘açılış’’ yapıp ‘‘işte Shubuo’’ demek ‘‘teaser’’ın beklenen faydasını azaltmaz mı?ÇekirgelikEn büyük zaman hırsızı kararsızlıktır.(C.Flory)
Yazının Devamını Oku

Ağlayan ağaç türbesi!

30 Mayıs 2003
Pansiyon eve yerleştik ve oyalanmadan Amasra'yı keşfetmeye çıktık. İşin doğrusu Amasra'nın manzarası, yeme-içmesi ve insanı dışında çok da fazla keşfedilecek bir yeri yok! Bir de fotoğraf çekmek isteyene tepesi bol Amasra'nın. Biz önce Kale'ye yöneldik. Bir sağa gittik, bir de sola yukarı. Solda, tepedeki manzara çok heyecan verici. Manzarayı izleyip, çay içmek keyifli. Bir de ağaç var burada. 'Ağlayan Ağaç' diyorlar. Ağacın yaprakları sisli havalarda terleme yapıp su akıtıyormuş, isim buradan geliyor.

Biraz 'hurafe' gazı verilse var ya, bu tepe, 'Ağlayan Ağaç Türbesi' olmaya aday. Şimdiden kale kapısının oralarda 'Burada Ağlayan Kale varmış, nerede acaba?' diyen yaşlı teyzeler duydum.

Eğer Amasra Belediyesi isterse onlara 'Hurafe pazarlaması' konusunda yardımcı olurum. Tek isteğim Amasram geldiğinde bana Işıkaltın Oteli'nde yer bulsunlar, yeter.

Canlı Balık mı Canlı Ramazan mı?

Amasra'daki kalabalığı görünce akşama başıma ne geleceğini tahmin etttim. Balık lokantalarının birinde yer ayırtmak için girişimde bulundum. Sonuç? Bırakın yer ayırmayı, telefona bile yanıt veremiyorlar.

Amasra'da üç balık lokantası öne çıkıyor. Canlı Balık (315 26 06), Çeşm-i Cihan (315 10 62) ve Martı (315 34 65).

Biz gözümüze Mustafa Amca'nın yeri Canlı Balık'ı kestirdik, kuyruğa daldık. Bekleme süresi en az iki saat. İştah kabarmış, salyalar akmış, sıkıysa bekleme. Dışarda yiyecek yer çok da Balığı Canlı Balık gibi pişiren, salatayı Canlı Balık gibi yapan yok.

Müdür Ramazan Canlı Balık'ın her şeyi. O kadar kuyruğa rağmen kimsenin hakkını yemeden masalara dağıtmak ciddi 'canlılık' istiyor. Hem de 'höt zöt' yapmadan. Herkesi sevgiyle kucaklayarak. Ramazan'a 'Bravo' dedim içimden.

Himiniler açlıktan bayılmak üzereydi ki bize sıra geldi. Neyse ki o kalabalığa servis hızlı. Bize bakan garson Apo, pire gibi maşallah, hiçbir şeyi unutmuyor. Hava kararıp o muhteşem deniz manzarası ortaya çıkınca da insan her şeyi unutuyor zaten.

Yusuf ile Nesteren'in Heykelini Dikseler Yeri

Amasra'da bir kere daha anladım ki, yağda balık pişirmek bir sanat. Canlı Balık'ta mutfakta altı tava varmış, her tavanın da ayrı 'bekçisi' varmış. Mustafa Amca'nın oğulları sürekli tavaların başlarında nöbet beklermiş.

Onu bunu bilmem ama ben az daha parmaklarımı yiyecektim. Biz bir tava kalkan, bir tava barbunya yedik. İlan ediyorum, ölmeden Amasra'ya gidin, kendinizi bu lezzetten mahrum bırakmayın.

Ya Mustafa Usta'nın salatası. Salatadaki ot sayısını keşfetmek için mikroskop altında çalışmak gerekiyor desem yeridir... Mezeler, kalamarlar, midyeler hepsi lezzetli. Bir de Canlı Balık'ın kendine has ballı yoğurt tatlısı var. Gitmişken ortaya bir tane alın, fena değil.

Hesap da çok makul geldi. Dört kişi yedik içtik, tıka basa doyduk, 90 milyon lira ödedik. İstanbul'da aynı masadan 300 milyondan aşağı kalkmak mümkün olmazdı.

Saat 22.00'de Canlı Balık'tan Yusuf Kurçenli ile Nesteren Davutoğlu'nu bir kez daha anarak ayrıldık. Amasralılar, Gönderilmemiş Mektuplar filmini yaratan bu ikilinin heykelini dikseler yeridir. Dışarı çıkarken bekleyen en az on farklı grup vardı, on ayrı masa yani...'Heykel önerisi' konusunda haksız mıyım?

Amasra işi mi Çin işi mi?

Amasra'da bir de Çekiciler Sokağı var. Daracık bir sokak. 'Orada Amasra işi ağaç işleri satılır, mutlaka gidin' dediler. Gittik. Amasra halkının el işini ara ki bulasın.

Amasra'yı turistler basınca Çekiciler Sokağı olmuş sana 'Çinliler Sokağı'. Sürümden kazanmak isteyen esnaf rotayı Tahtakale'ye çevirmiş, tezgahlarını çin malı hediyelik eşyalarla doldurmuş.

Amasra'da artık Amasra halkının el emeği göz nurundan çok Çin halkının el emeği göz nuru hediyelik eşya olarak satılır hale gelmiş.

Değişime direnen birkaç kişi de yok değil. Örneğin Amasra Lisesi Müdürü Recep Işık...

Karısına ait hediyelik eşya mağazasında inatla sadece Amasra işi hediyelik eşya satmaya devam ediyor. Işık'la ayak üstü konuştuk: 'Halimden memnunum yakında kim doğru, kim yanlış yapıyor ortaya çıkar’ dedi.

Bence Işık'ın yaptığı doğru. Amasra'nın turistik geleceği için 'Çekiciler Çarşısı' ne satacağını bir kez daha irdelese çok iyi olur.

Ahmet Hakan'dan garip tavır

İnsan, karalamak için karalayınca Allah bazı şeyleri böyle ayağına dolandırıveriyor işte. Ahmet Hakan'dan söz ediyorum.

Hakan, Eurovision Şarkı Yarışması'nın yapıldığı gün çıkan yazısında Sertab Erener'i 'oryantalist' bulduğu için yerin dibine soktu.

Erener yarışmada birinci olunca da tükürdüğünü yalamadı: 'Hamam, harem ve göbek dansından yararlanmışlar, bunlar çok klişe şeyler, o yüzden bu şarkı birinci olsa da reddediyorum' demeye getirdi.

Hakan bunu hep yapıyor, çaktırmadan, sistemli bir şekilde, bazı kişi ve kurumları aşağılıyor.

'Seçici algı' nedeniyle olsa gerek hep aşağıladıkları da bu ülkenin, kendi gibi düşünmeyen 'değer'leri... İnsan ister istemez düşünüyor, 'Acaba Hakan, 'ana akım gazetesi' varsayılan bir gazetede 'makineyi bozan yağ' olmaya mı çalışıyor' diye.

Ya Sertab Erener ne yapsaydı Ahmet Hakan? Kazanma mimarisini hamam, göbek dansı, harem motifleri yerine 'suşi, sumo güreşi ve şinto müziği' üzerine mi yapılandırsaydı? Geyşa kıyafetini de unutmadan tabii ki...

Tebrikler Sertab Erener, tebrikler Demir Demirkan, tebrikler TRT. Bir düşü gerçek kıldınız. Gözlerimi yaşarttınız. Bu başarıda emeği geçen herkesi kutluyorum, yürekten tebrikler.

Amasra gezisine geçen hafta kaldığımız yerden devam ediyoruz. Hatırlarsanız binbir güçlükle bir pansiyon ev bulmuştuk.

Cuma Takıntısı

Balıkçı Sebahattin. İstanbul'da Sultanahmet'te, Erol Taş'ın kahvesinin yanından yukarı çıkın, hemen orası. Bütün balıklar taze, olta lüferi bile var. Salata ve mezeler çok sağlam. Kalamar tadından yenmiyor.

Cuma lakırdısı

Diyet yapıyorum...Ama aynı anda iki diyet yapıyorum, zira tek diyetle yeterince doymuyorum. (Barry Marter)
Yazının Devamını Oku

35'ten sonraki kadının ‘sıkı’lık bunalımı

25 Mayıs 2003
<B>HANGİ</B> kanalı açsam, hangi gazete sayfası çevirsem <B>‘‘Bir portakal kabuğu’’</B> lafı almış başını gidiyor. ‘‘Niye bu adam selülit kremi reklamlarına dikkat ediyor ki? Yoksa erkeklerde de mi selülit sorunu var?’’ diye düşüneceğinizi biliyorum. Yok öyle bir şey! Biliyorsunuz erkekler doğuştan ‘‘tef’’ gibi gergin yaratılmışlardır ve ölene kadar da bu ‘‘tef’’ durumu devam eder!

Benimki mesleki deformasyon sonucu oluşan zorunlu bir ilgi!

Gerçekten, neredeydi bu selülit kremleri daha önce allahaşkına. Ya da bu kremler yeni keşfedildi de biz mi atladık?

Tamam, yaz geldi, mayo giyilecek, şort giyilecek, selülitler de hoş olmayan görüntüler ortaya çıkarıyor ama söyler misiniz reklamlarda 20'lik kızların ‘‘sıkı sıkı’’ vücutlarını gösterip, 35 yaş üstü kadınlarımızı bunalıma sürüklemenin bir anlamı var mı?

Biraz daha bu kampanyalar devam ederse 35 sonrası kadınlar arasında kitle halinde intiharlar başlayacak haberiniz olsun!

Onlar intihar etmesin de kim etsin söyler misiniz?

20'liklerin oynadığı reklamlara maruz kalanlar sanıyorlar ki selülit giderici krem kullanan her kadın ‘‘ütülenmiş çarşaf’’ gibi pürüzsüz bir cilde kavuşuyor!

Var mı ‘‘ütülenmiş’’ gibi cilde kavuşan? Ben size ‘‘ütü’’ etkisi oluyor mu olmuyor mu bir iki haftaya bildiririm. Çünkü bizim hane halkı da ‘‘selülit kremi kürü’’ furyasından etkilendi. Geçen gün mutfakta, masanın üzerinde bir ‘‘Vichy D-Stock’’ kutusu gördüm.

Ecmel'e ‘‘Ne iş?’’ diye sordum. ‘‘Yok bir şey, küçük noktalar falan, bir arkadaşın eczanesine uğramıştım, öylesine aldım’’ diye geçiştirdi. ‘‘Niye bu marka?’’ dedim. Yanıt çok netti: ‘‘Eczanede satılıyor ya, daha güvenilir geldi, hani ilaç gibi falan.’’

Gördüğünüz iş reklam yapmakla bitmiyor, ürünün nerede, hangi koşullarda satılacağı da çok önemli.

Ve kadınlara ‘‘umut’’ satıyorsanız, güven duygusu yaratmanız ilk şart! Aksi takdirde ağzınızla kuş tutsanız kadınları sıkılaştırmazsınız, pardon yumuşatamazsınız...

NOT: Haftaya ‘‘Atıf Hoca hastaneden bildiriyor’’ başlığıyla karşınızda olma ihtimalim çok yüksek!


Suskun kalmanın maliyetini birileri ödemeli!


İNTERNETİN derinliklerinde, bazı dergilerde ve gazetelerde hakkımda adice yakıştırmalar, aşağılamalar yapılıyor, dayanağı olmayan iftiralar atılıyor.

Hürriyet öyle bir gazete ki, herkesi muhatap alamıyorsunuz. Çünkü bir ‘‘değeri’’ olmadığı için Hürriyet'te asla yer alamayacak bir kişiyi, sadece size sataştığı için, yanlışıyla, ayıbıyla yazsanız bile muhatabınız hak etmediği bir üne kavuşuyor.

O yüzden susuyor, görmezden geliyorsunuz. Üstelik daha önce de söyledim. Benim tek derdim var. İşimi iyi yapmak. ‘‘İyi atışma yapmayı’’ bir iş olarak görmüyorum. Bıçak kemiğe dayanmadıkça da bu köşeyi kesinlikle ‘‘atışma alanı’’ olarak kullanmayacağım.

Ama şunu da söyleyeyim, suskun kalmanın, her Hürriyet yazarına bir maliyeti olduğu gibi bana da bir maliyeti var. İletişim akademisyeni olarak bu ‘‘maliyeti’’ çok iyi biliyorum. Bugüne kadar aldırmadım ama bazıları işi iyice azıttı. ‘‘Suskun kalmamın maliyetini’’ o maliyete neden olanlara yüklemenin zamanı geldi diye düşünüyorum. Bundan sonra hakkımdaki en ufak karalamaya ‘‘ağır’’ tazminat davaları açacağım. Duyurulur.


İlhan Cavcav mı Aziz Yıldırım mı?


MAZHAR Alanson’un oynadığı son Bonus Card reklamının Bonus Card'ın ‘‘Alsak alsak bedavaya ne alsak’’ genel söylemini desteklemediğini yazmıştım.

Futbolu ‘‘zoka’’ olarak kullanan yeni ‘‘Bonissimo’’ reklamı ise neredeyse dibine kadar bu söylemi destekliyor.

‘‘Bir zenci oyuncuya küçük bir zenci oyuncu bedava’’ esprisi sadece espri değil, bu espri markanın temel vaadini ileten bir araç. Reklamı harika yapan özellik de bu.

Bunun yanısıra reklam o kadar çok şeye gönderme yapıyor ki, reklamın içine girip bu ‘‘göndermeleri’’ tartışmamak mümkün değil? Bu tartışmalar da reklamın konuşulmasını, mesajının insandan insana yeniden üretilmesini sağlıyor.

Örneğin, Zeki Alasya siyahi oyuncuları ucuza kapatmasıyla ünlü İlhan Cavcav'ı oynuyor olabilir mi? Ya da Alasya'nın ‘‘yukarı bakma’’ hareketleriyle Aziz Yıldırım'ı taklit ettiği söylenebilir mi?

Karşı takım mor mor ortalarda dolaşıyor. Yoksa Bonus Card en yakın rakibini World Card olarak mı görüyor? Eğer öyleyse atılan gol ‘‘Bir baba hindi hey allah, World Card'a bindi’’ anlamına mı geliyor?

Yanıtlar size kalmış. Aynı Matrix gibi. Bir ‘‘deli’’ kuyuya taş atıyor, çıkarabilene aşkolsun. Reklamın uygulaması da çok iyi. Zeki Alasya süper oynamış. (Reklam Ajansı: Young &Rubicam/Reklamevi, Rating: * * * * *)


E-leştirmek vizyon ister


İKİ
hafta önce Emniyet Genel Müdürlüğü'nde çalışan Hakan Yıldırım aradı. Emniyet Müdürlüğü'nün değişik bilgi işlem birimlerinde çalışan üç arkadaşı ile birlikte ‘‘E-yaşam ve E-devlet’’ konusunda bir kitap yazmışlar.

Kitap baskıya girmek üzereymiş ama kitabın ismi ve kapağı konusunda tereddütleri varmış. Bu nedenle hakem olarak ‘‘güvendikleri bir uzmana’’ başvurmak istemişler.

Hakan Yıldırım ve arkadaşlarının ‘‘hakemlik’’ teklifini kabul ettim, buluşup kitabın ismini ve kapak tasarımını netleştirdik.

Hakan ve arkadaşları ‘‘söylediklerinizi yapacağız’’ deyip ayrıldılar. Geçen cuma kitap elime ulaştı. Söylediklerimi yapmışlar. Çok hoş bir kitap ortaya çıkmış, ismi: Herşeyi E-leştirdik.

Hakan Yıldırım, Volkan Kaplan, Tuncay Çakmak ve Cem Cihangir Üstün gerçekten de, çalışmalarında e-yaşam ve e-devlete ait olan ne yanlış varsa üstüne basa basa eleştiriyor, aklımızdaki birçok soruya da yanıt veriyorlar.

İşte kitapta yanıt bulacağınız bazı sorular:

Türkiye bilgi çağını ıskalıyor mu?

Biri cep telefonunuzdan birini tehdit ederse durumunuz ne olur?

Sanal alemde mahkeme olur mu?

Biri bizi internetten gözetleyebilir mi?

Para ortadan kalacak mı?

Hakan
ve arkadaşları 30'lu yaşların başlarındalar. Elektronik yaşam ve elektronik devlet konularına siyaset üstü ve eleştirel olarak yaklaşmaları, değişimden, liberalleşmeden yana olmaları beni çok etkiledi.

Örneğin diyorlar ki, ‘‘Hálá devlet elektronik dünyanın üstesinden gelmeyi ‘kendini koruma amaçlı önlemler paketi' olarak algılıyor. Oysa elektronikleşen dünyada asıl korunması gereken birey ve özel hayatı.’’

Sanırım bazen ‘‘Türk kamu yönetimindeki’’, ‘‘tutucu-devletçi’’ zihniyet engellerinden söz ederken aşırı genelleme yapıyoruz.

Kamu yönetiminin değişik aşamalarında gümbür gümbür gelen pırlanta gibi de bir nesil var. Ancak ormanın önündeki ağaçlar o kadar heybetli duruyorlar ki, arkadaki fidanları göremiyoruz. (Meraklıları kitabı PK 13 PTT Bakanlıklar Merkezi Müdürlüğü 06581 Ankara adresinden edinebilirler)


Çekirgelik


Eğer evde yangın çıkarsa porselenleri, gümüşleri ve düğün fotoğraflarını unut. Rolex'i kurtar!

(Harwey Mackay)
Yazının Devamını Oku

Ölmeden Amasra’yı mutlaka görün!

23 Mayıs 2003
Amasra'ya gitmezsek çatlardık! Üstelik Gönderilmemiş Mektuplar'da Mehmet Aksın'ın o muhteşem Amasra görüntülerini izledikten sonra Amasra'ya gitmemek şanımıza yakışır mı? Biliyorsunuz yakışmaz. Biz de öyle düşündük, 'Gençlik ve Erman Toroğlu Bayramı'nda, elimizde çekirdek televizyon izleyip 'şort boyu' tartışması yapacağımız yerde Amasra'ya sıçradık.

Amasra'nın yolunu biliyorsunuz herhalde, Bolu'dan sonra bir saat. Yeniçağa'dan yukarı, yol hiç fena değil, önce Devrek, sonra Mengen, peşinden Bartın ve ver elini Amasra.

Bir yol haritası bulun, gerisi kolay. Biz de yolu öyle bulduk zaten. Yeniçağ-Amasra arasını geçerken iki saat yeşil banyosu yaptık. Yeşilliklerin içine gömülmüş Karadeniz köylerinin seyrine doyum olmuyor.

Mengen'e ulaştığımızda arka koltukta oturan Büyük Himini Gülce birden 'Kalacağımız otel beş yıldızlı mı baba?' diye sordu.

'Allahım' dedim içimden 'Kızımı yine bize bağışladın. Ne olur bizle olduğu süreleri biraz uzun tut yarabbim!'

Gülce 15 yaşına basalı beri kapsama alanı dışında yaşamaya başladı da. 'Sinyal almaya' başladığı anlarda böyle sevindirik oluyoruz.

Gülce'yi kapsama alanının dışına çıkmadan yakaladım, 'Ne demek beş yıldız Gülce? Ayıp ediyorsun, senin için Amasra Robinson Tatil Köyü'nden yer ayırttım' dedim ve içime kurt bir düştü...

'Ya yer bulamazsak?'. Yanımızdan vızır vızır geçen İstanbul plakalı araçlara bakınca pek bulacağa da benzemiyorduk. Mengen'de yemek yerken Bartın'lı bir arkadaşımı arayıp Amasra'dan birkaç telefon numarası aldım.

Işıkaltın (315 39 51), Amastris (315 24 65), Türkili (315 37 50), Büyükliman (315 39 00), Belvü Palas (315 12 37) arandı, limon kısa sürede alındı: 'Şoför koltuğu dahil dolu beyefendi!'

Işıkaltın Oteli'nin resepsiyonuna 'Pansiyon yok mu bu Amasra'da' diye sordum. 'Film çekildi böyle oldu, Amasra boğazına kadar dolu beyefendi. Ben size bir numara vereyim, 0-533-446 19 89 Mehmet, arayın belki yardımcı olur' dedi.

Verilen numarayı aradım, Mehmet karşımda: 'Elimde bir tane pansiyon ev var, o da altmış milyon, kaçta varırsınız bir saatten fazla tutamam'.

Mengen'den bir saat sonra virajlı yoldan aşağı inip, muhteşem Amasra manzarasını izleye izleye Belediye'nin önüne geldik. Amasra anababa günü. Daracık mekanda insanlar yetmiyormuş gibi bir de araçlara izin vermişler her şey üst üste. Amasra Belediyesi bu araç terörüne bir dur dese çok iyi olur.

Mehmet'i, dili dışarda bulduk. Mehmet belediyede geçici işçi olarak çalışıp boş zamanlarında kendini Amasra Turizmi'ne adıyormuş. 'Size daha iyi bir ev buldum, çok temiz, deniz manzaralı ama 75 milyon' dedi. (Amasra Kod: 378)

Kupa Pub: Ahmet-Ünal Kardeşler Farkı!

İki adımda kendimi 'Kupa Pub'ın önünde buldum, yanımda da Mehmet. Bir apartmanın girişinden içeri girip Pub'a geçtik.

Kupa Pub, Amasra'yı dolaşırken soluklanmak istediğinizde oturup bir şeyler atıştırabileceğiniz, iki yudum bir şeyler içebileceğiniz şirin bir Pub. Her zaman dolapta soğuk bira da hazır (315 13 52)

Barda Ahmet'le tanıştık. Kalacağımız ev, Ahmetler'in eviymiş. Daha sonra Ünal geldi. Ahmet-Ünal Kardeşler Kupa Pub'ın sahipleri, çok temiz delikanlılar. Tanışıp, kısa sürede dost olduk.

Onların ilgilerini, insanlıklarını görünce işte bu 'misafirperverlik kardeşim', işte bu 'Türkiye'nin farkı' dedim. Bu ülke şu farkı ortaya koysun turizmde rakiplerine nal toplatmazsa ne olsun!

Ahmet anahtarı verdi. 'Pansiyon canavarı' Mehmet'i yanımıza alıp Amasra tepelerine doğru yol almaya başladık. Ah şu 'Hele bir zamanı gelsin, bakarız' alışkanlığım yok mu!

Bakıyoruz işte. Nereye? Bir kilometreden denize. Ahmetlerin evi bir sitedeki dört evden biri. Eve girdiğimizde Ünal'ın karısı Gülşah, son kontrolleri yapıyordu. Bizim 'böyle yerler kalite kontrol amiriniz' Ecmel 'Sorun yok' deyince Mehmet ayakları poposuna vura vura gözden uzaklaştı.

Gülşah, bütün canayakınlığı ile bize evi gezdirdi. Ocağı anlattı, şofbeni anlattı, sonra izin isteyip o da gitti. Kaldık hiç tanımadığımız birilerinin evinde cin başımıza. Çok farklı bir duygu.

Bir açıdan bakarsanız bizim gibi insanların yaşadığı tertemiz bir ev işte. Ama bir yanıyla da çok komik. Diş macunu bile sabah sıkıldığı şekliyle duruyor. Banyoda diş macununu öyle 'sıkılmış haliyle görünce' hepimizi bir gülme krizi tuttu makaraları koyverdik.

Haftaya Amasra gezimize Ağlayan Ağaç Türbesi, Canlı Balık, Yusuf ve Nesteren’in heykeliyle devam edeceğiz.

Cuma lakırdısı

Hayat bozuk para gibidir. Dilediğinizce harcayabilirsiniz, ama sadece bir kez. (Cervantes)

Cuma Takıntısı

Çok özür dilerim bu hafta tek takıntım Beşiktaş-Galatasaray maçı. Başka şeye takılmam mümkün değil. Size de öneririm. Bu maça takılın, heyecan nedir onu yaşayın. Kalbim Galatasarayla. Beşiktaş kazanırsa da helali hoş olsun.
Yazının Devamını Oku

Başka genel yayın yönetmeni yok mu?

18 Mayıs 2003
<B>BİRAZ</B> internet sitelerinde dolaşın, bir süre bütün gazeteleri, dergileri okuyun siz de göreceksiniz en fazla iftiraya uğrayan, en fazla hakarete uğrayan genel yayın yönetmeni <B>Ertuğrul Özkök</B>... Neden? Çünkü Ertuğrul Özkök yaptığı işi sadece gazetecilik değil aynı zamanda ‘‘business’’ olarak görüyor. Hemen belirteyim, iş ‘‘business’’e, kurumsallaşmaya, pazarlamaya gelince Özkök'ün çok iyi de bir silah arkadaşı var. Vuslat Doğan Sabancı...

Hürriyet'i her ikisi de sadece ‘‘gazete’’ değil aynı zamanda titizlikle yönetilmesi gereken bir ‘‘marka’’ olarak görüyorlar.

Olması gereken de bu. Bu yüzyıl her sektör için ‘‘müşteri yüzyılı’’ ve gazetelerin yazı işleri bile gazetecilik ilkelerinin yanında işletmecilik ve pazarlama ilkelerine göre davranmak zorunda.

Gazetecilik işi de bir savaş, rekabet savaşı ve Özkök de bunu çok iyi biliyor ve oyunu kurallarına göre oynuyor.

Bu yüzden Ertuğrul Özkök haksız rekabete karşı çıkıyor, bu yüzden rakiplerin ayak oyunlarını engellemek için gerektiğinde öne çıkıp saldırıyor, gerektiğinde rakip oyununu bozmak için kulis yapıyor, gerektiğinde rakiplerin anlayacakları dilden yanıt vermek zorunda kalıyor.

Çünkü haksız rekabet yoluyla bir rakip avantaj elde ederse, başarısız kabul edilecek tek kişi var o da yine Ertuğrul Özkök.

Sonuçlara bakalım: Geçen on iki, on üç yılda yılda, çok televizyonlu hayatın dayanılmaz ağırlığına rağmen, Hürriyet, değişimin gerisinde kalmayarak, lider konumunu korudu hatta perçinledi.

Her yeni gelen rakip, haddini bilmeden, ‘‘ben de Hürriyet gibi olacağım’’ deyip Hürriyet'in pazarına saldırdı, Hürriyet bütün saldırıları savuşturdu, daha fazla kurumsallaştı dimdik ayakta kaldı.

Son dönemde erken kalkan gazete çıkarır hale geldi, buna rağmen, Hürriyet hálá bazı günler aynı fiyattan satılan (yani aynı kategorideki) rakiplerine 300 bine varan fark atıyor.

Ve hálá en fazla hakarete, alçaklık düzeyinde iftiraya uğrayan Ertuğrul Özkök.

Neden? Çünkü bazı rakipler normal rekabet şartları altında Hürriyet'in elini bükemeyeceklerini anladılar. Yapay ‘‘etik tartışmaları’’ üzerinden kendilerine ‘‘rekabetçi avantaj’’ sağlamaya çalışıyorlar.

Bazıları da, bunlara ‘‘hem yeteneksiz hem de yetersizler’’ kategorisi de denilebilir, kıskançlıklarından çatladıkları için iftirayla, hakaretle, aşağılamayla başarıyı gölgelemeye çalışıyorlar.

Peki sonuç değişiyor mu? Hayır. Hürriyetçiler haksız saldılar karşısında daha fazla bilenip, aradaki farkı açtıkça açıyorlar.

Şimdi sorumu tekrarlıyorum: ‘‘Bu ülkede başka genel yayın yönetmeni yok mu?’’

Hadi, yanıt alalım?

NOT: Ne zamandır bu yazıyı yazmayı planlıyordum. İtiraf edeyim, ‘‘yaranmak için yazmış’’ yaftasını yemekten çekindiğim için daha önce yazamadım. Sonra karar verdim ki, bu resmen bir çeşit ‘‘otosansür’’. Kendi ifade özgürlüğümü, ‘‘yaranmak için yazı yazan adam’’ yaftası yememek için kısıtlıyorum. Sordum kendime: ‘‘Yazacaklarımda inanmadığım, gerçek dışı bir şey var mı?’’ Yanıt verdim: ‘‘Yok.’’ Sonra yine sordum: ‘‘O halde beni tutan ne?’’


Büyükerşen olayında perde arkası


GEÇEN
çarşamba Hıncal Uluç, Sabah'taki köşesinde ‘‘Prof.Dr. Yılmaz Büyükerşen heykeli dikilecek adam, oysa biz onu asıyoruz. Bu ülke böyle işte hizmet edeni asarlar’’ demeye getirdi.

Hıncal Uluç'a tüm kalbimle katılıyorum. Prof. Büyükerşen'le çok yakın çalıştım. Doçentliğimde, o İletişim Bilimleri Enstitü'sü müdürüyken iki yıl müdür yardımcılığını yaptım.

Son bir yıldır da ‘‘Eskişehir'i bir tiyatroseverler şehri yapma’’ hayalini gerçekleştirmek için ona karşılıksız, yardım ediyorum. Onun Türkiye'ye ve Eskişehir'e yaptığı hizmetleri görmemek için kör olmak ya da başka bir partiden siyasetçi olmak lazım.

Prof. Büyükerşen'in bütün hayali 2004 yılında yapılacak yerel seçimlere iki hafta kala Eskişehir'de hafif raylı sistemi işletmeye açmak, Porsuğu temizleme projesi ile birlikte Eskişehir'i nasıl bir ‘‘Avrupa kenti’’ yaptığını Eskişehirlilere kanıtlamaktı. Bunu kanıtladığında büyük olasılıkla yeniden yerel seçimi alacaktı...

Anımsarsanız Başbakan Tayyip Erdoğan tüm AKP'lilere ‘‘Uyumayın, bütün belediye başkanlıklarını istiyorum!’’ diye talimat vermişti. Bu talimatın gereği Eskişehir'de yapıldı. Ankara'yı elinde tutan AKP sayesinde, hafif raylı sistem inşaatı bir kulp bulunup durduruldu. Büyükerşen'i karalama kampanyasına da hız verildi. Hem de Eskişehirli'yi inşaat halindeki hafif raylı sistemin tozuyla-toprağıyla bir yıl daha başbaşa bırakma pahasına.

Bana göre AKP farkında olmadan Prof. Büyükerşen'i Eskişehir'de ‘‘Zenci Türk’’ durumuna düşürdü. Eğer Büyükerşen ‘‘Eskişehir'in mağduriyetini’’ etkili bir şekilde ortaya koyabilirse, Eskişehir yerel seçimlerinde, AKP dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olabilir.


Deep'teki grup enerjisi!


TELEVİZYONLARDA
Deep diye bir enerji içeceği reklamı dönüyor görüyor musunuz? Görmüyor olabilirsiniz çünkü reklamın renk cümbüşünden, biraz müzikten başka dikkat çekici bir özelliği yok. Sadece iki kız, bir erkek gece kulübünde renkli şekilde, çılgınca dans ediyorlar. Ne anlarsınız bu reklamdan? Dans çılgınca çünkü Deep enerji içeceği. Evet, doğru.

Sonra adam iki kızı dansedilen mekandan çıkarıp bir yere doğru götürüyor? Esas şimdi ne anlarsınız bu reklamdan? İki kız bir adam, üç kişi birlikte çıkıyorlar çünkü Deep viagra etkili enerji içeceği.

Sarışın kadın limonlu Deep'i, kırmızı saçlı kadın narlı Deep'i, siyahlı erkek de ‘‘normal’’ Deep'i vurguluyormuş. Yani anlayacağınız benim içim kötüymüş, aslında her rengin bir anlamı varmış. Madem benim için kötü, o kadar cinsiyet kombinasyonundan niye bu kombinasyon seçilmiş. Üç erkek, ya da üç kadın birlikte dansedip Deep içemiyor mu?

(Reklam Ajansı: RED

Rating: * *)



Hazır Kart sertleşiyor!


GEÇEN
cuma Turkcell çok hoş bir olay gerçekleştirdi. Reklam eleştirmenlerine 23 Mayıs gecesi vizyona girecek yeni Hazır Kart kampanyasının müziğini dinletti ve bazı işlerin ilk gösterimini yaptı.

Hazır Kart'ın gittiği, geçmişle bağlantılı ama daha ‘‘sert’’ yeni yolu beğendim. Reklamın bütünü kart kimliğini görsel olarak farlılaştırmaya çok iyi hizmet ediyor. İlk izlenimim gelecek günlerde ‘‘sert’’ Hazır Kart'ın Türkiye'nin gündemini epeyce meşgul edeceği yolunda.

Çünkü bu kez ortada masum bir ‘‘kavuşamayan aşıklar’’ öyküsü yok. Hazır Kart resmen süper bir tekno-gerilimli polisiye öyküyle geliyor. Bizim salak bu öyküde seçilmiş Neo rolünde. İngilizce konuşan Rus kılıklı ajanlar tarafından kaçırılıyor, Özgür kızımız da hık demiş Trinity'nin burnundan düşmüş. Ajanlar telefonu bulmasın diye bilmem kaçıncı kattan ‘‘küüt’’ diye atlıyor.

‘‘Ne telefonu?’’ diyorsunuz değil mi? ‘‘Kim bu ajanlar? Niye özgür kızla bizim salağı ayrı düşürdüler?’’ gibi onlarca soru geliyor aklınıza. Siz elinize kalem kağıt alıp reklamın başına oturun çünkü Hazır Kart bu kampanyada ‘‘transmedia’’ takılıyor.

Yani reklamın ana içeriği sorularla radyoya, basına, internete taşınacakmış. Siz de, bu sorulara yanıtlar verip markayla yakın iletişim kuracakmışsınız. Size sır vereyim, ajanların peşine düştüğü telefonda bir bilgi varmış ve o bilgi dünya barışımı koruyacakmış. Yani sert reklamdan soft sonuç çıkacakmış!

Hey gidi Hazır Kart hey, üç dört yılda reklamın gücüyle nereden nereye geldin? Yakında ‘‘özgürlük savaşçılarına’’, ‘‘Hazır Kart savaşçıları’’ denmezse iyi. Kampanyanın açılış filmleri sinemalarda dönmeye başladı. Söylenen de şu: Onlar özgürlük yolcusuydular, şimdi özgürlük için savaşmak zorundalar...


Çekirgelik


Çocuklar donmamış beton gibidir üzerlerine ne düşerse izi kalır.

(H.Sinnot)
Yazının Devamını Oku

Annelerimizden neler öğrendik?

11 Mayıs 2003
<B>KÜÇÜK</B> himini Anneler Günü nedeniyle okulda kartpostal gibi birşey yapmış, eve getirip annesine verdi. <B>Ecmel</B> kartı aldı önce önyüzü okudu: <B>‘‘Anneciğim, bana katlandığın için sana teşekkür etmek istiyorum. Seni seviyorum.’’</B> Sonuç ne olabilir? Bildiniz. Ecmel, hormon takımları kusursuz her kadın gibi ciddi bir salya sümük komasına girdi. Selpak diyor ya, ‘‘Kadınlar ağlar, nedenine bakılmaz!’’, aynen öyle. Komadan çıkar çıkmaz da kartpostalın içini açtı ve okudu:

‘‘Annelerimizin hakkını yememiz mümkün değil. Hayatta ne öğrendiysek onlardan öğrendik. Örneğin;

Sabırla(!) beklemeyi:
- Baban eve gelsin, sen görürsün!.

Hakkımızı almayı: - Eve bir varalım ben bilirim sana ne yapacağımı!

İletişim kurmayı: - Sana birşey sorulduğunda cevap ver!

- Ne söyliyeyim anne?

- Sus!! Bir de cevap veriyor!

Tıp bilgilerini: - Gözlerini şaşı yaparken bir gün bir öyle kalacan, görecen gününü!

Doğaüstü olayları: - Sinirden gülüyorum, sen bana bakma!

Abartıyı: - Bir sigara içtiğini göreyim, ömrümdem 10 yıl gider, haberin olsun.

Genetik bilgileri: - Sen de o lanet olası babana çektin!’’

Şimdi niye bunları yazıyorsun diyorsunuz değil mi? Çok hoşuma gitti de. Sizlerle paylaşayım dedim. Hepsi bu. Bütün annelerin, anne adaylarının, potaniyel annelerin Anneler Günü kutlu olsun...


Reklam eleştirisi tüketiciyi etkilemez


BAZILARI
reklamların tüketici önünde ulu orta eleştirilmesine, tartışılmasına karşı. Neden? Herkesin reklamlar hakkında bu kadar çok şey bilmesine gerek yokmuş.

Niye reklamlar eleştirilmesin ki? Niye insanlar reklamlar hakkında bilgilenmesin ki? Filmler eleştirilecek, televizyon programları eleştirilecek, klipler eleştirilecek, siyasetçi eleştirilecek, doktorlar eleştirilecek, adalet sistemi eleştirilecek, medya eleştirilecek ama reklam eleştirilmeyecek. Allah, Allah neden?

Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de, popüler kültürü şekillendiren en önemli araçlardan biri olan reklamı dokunulmaz kılan ne? Herşey halk önünde tartışılıyorsa, reklamın da tartışılma hakkı vardır. Üstelik reklamlara yönelik iyi ya da kötü olarak yapılan eleştiri reklamın performansı ile ilgili olarak tüketiciyi hiç bir şekilde etkilemez. Bir sinema eleştirisi kadar bile etkilemez.

Eğer bir filme eleştirmen ‘‘kötü’’ derse ona güvenen okurlar, etkilenir ve o filme gitmezler. Reklamda öyle değil. Reklam eleştirisi sonucu değiştirmez. Bilen bilmeyen ne derse desin reklam tasarlandığı şekliyle tüketiciyle buluşur ve görevini yerine getirir (ya da getirmez).

Hatta reklam eleştirisi, ister olumlu ister olumsuz olsun, eleştiriye konu olan reklamın lehine bir ortam yaratır. Reklam çoğu durumda tüketiciler tarafında ‘‘uyuşturulmuş’’ haldeyken izlenen, okunan, dinlenen, sonra da unutulan bir iletişim biçimidir. Eleştirilen reklam ise daha görünür, daha dikkat çekici hale gelir, algılama eşiğini atlar daha rahat çalışır ve akılda kalır.

Durum böyleyken niye reklamlar eleştirilmesin? Reklam ajansı ile reklamveren arasındaki ilişki etkilenmesin diye herhalde. Eğer reklam ajansı yaptığı reklamın sonuçlarından eminse, eğer reklamveren yaptığı reklamın sonuçlarınden eminse niye alt tarafı ‘‘etkisiz eleman’’ bir eleştiriden etkilensinler ki! Reklam çalışıyorsa hedeflere ulaşılacak, çalışmıyorsa hedeflerin gerisinde kalınacaktır.

Eğer reklam ajansı ile reklamveren arasındaki ilişki bir reklam eleştirisi ile yerle bir olacaksa bu ilişki daha baştan sorgulanması gereken bir ilişkidir.

Eleştirilerden etkilenmek istemeyen ‘‘depreme dayanıklı’’ reklam ajansı-reklamveren ilişkileri kurmanın yollarını aramalı.

Reklam ajansı-reklamveren ilişkisi bugün reklam akademisyenlerinin üzerinde çalıştığı en önemli alanlardan biri.

Araştırma sonuçlarına göre ajans-reklamveren ilişkisini sürekli kılan en önemli şey de yaratıcılık değil biliyor musunuz? Ne peki?

Müşteriye yakın ilgi, alaka. Benden söylemesi..


Şaka gibi...


ANIMSARSANIZ
iki hafta önce bu köşeyi okurlardan gelen mesajlara ayırmıştım. Bir okur reklamlarda inek görmekten bıktığını yazmıştı. Ben de ona ‘‘Evde inek besleyin, geçer’’ diye öneride bulunmuştum. Emel Övül isimli okurum verdiğim yanıta itiraz eden bir mesaj göndermiş. Ayne şöyle: ‘‘... Okuyucunuza evde inek beslemesini tavsiye ediyorsunuz. Ben ekranda sürekli inek görmekten rahatsız değilim ama belki o okuyucu köyde doğdu, bursla okudu, şu an boğazda oturuyor ama televizyona baktığında hálá inekleri görüyor, dolayısıyla da rahatsız olmaz mı?’’

Şaka gibi değil mi? Vallahi billahi de bu mesaj gerçek.


Terlik Siyaset Meydanı'nda Inı...nı...nın...


ÜÇ
hafta önce Türkiye'nin gündeminde terlik diye bir konu yoktu. Gezer, Muya, Polaris, Ceyo reklamları derken bir baktık en çok konuştuğumuz konu terlik olmuş. İşte reklamın etkilerinden bir tanesi: Gündem yaratmak!

Terlik reklamları öyle bir halk gündemi yarattı ki, bu gündem ister istemez medyanın gündemini de etkiledi. Medya köşelerinde terlik üzerine az soğanlı psikolojik analizler ve az acılı derin sosyolojik analizler yapılmaya başlandı. Terlik reklamları televolelik oldu. Bir de Ali Kırca terlik üzerine Siyaset Meydanı yaparsa, şak düşüp bayılmazsam bana da ‘‘Atıf Hoca’’ demesinler..

Terlik sektörüne makro baktığımızda görünen bir ‘‘pazarlama’’ sorunu olduğu. Firmaların çok azı kendi terlik modellerini yaratacak kadroya sahip. Çoğu firma modellerini yurt dışından taklit ediyor. Bir vizyon ve misyon sorunumuz var yani. Bu gibi nedenlerle de reklama ‘‘kalıcı’’ bir marka yatırım aracı olarak değil, geçici bir satış arttırıcı çaba olarak bakılıyor. Perakendeci tarzı, çığırtkan reklamların tercih edilmesinin nedeni de bu. Gelecek yıl göreceksiniz, hiçbir markaya geçmişten dişe dokunur bir iletişim mirası kalmayacak.

(Not: Geçen hafta Asmalı Konak'ın içinde tam 28 adet terlik reklamı vardı. Geçen hafta Asmalı Konak'ın bir bölümünden elde edilen reklam gelirini biliyor musunuz? Söyliyeyim 850 bin dolar.)


Dominant Ceyo...


TERLİĞİ
sadece C-D grubu tüketir demek çok yanlış. Her yaşam standardında terlik tüketicileri var. Kime terlik yapacaksan karar senin! İşte Ceyo reklamı. Bilinçli mi bilinçsiz mi bilmiyorum ama reklam B-C pazar segmentine kodlanmış. Şu ana kadar yayınlanan terlik reklamlarının en doğrusu. Selami ve Dominant Teyze dizideki karakterleri, doğacak çocuğun ayak numarası esprisi ile reklama taşımışlar. Reklamdan ‘‘Çocuklar Duymasın’’ tadı alınıyor çünkü bu reklamın metin yazarı ‘‘Çocuklar Duymasın’’ın senaryo yazarı Birol Güven.

Reklamda ürün çeşitleri gösteriliyor. Herkese göre ‘‘Ceyo’’ var deniyor. Reklamın tek bir teması yok yani. Ultrasonografi esprisi ise belirli bir temel ürün vaadine değil, bebeklere göre de Ceyo'lar olduğuna vurgu yapıyor. Ünlüler gerçek yaşamlarında kullanılsa daha iyi. Ünlüleri meşhur oldukları karakterlerle reklama taşımak iknayı zayıflatıyor. 40 yıllık olmak terlik alımında ne kadar önemli bir kanıt ki? Sloganda ürün vurgulanmalıydı, firma değil. ‘‘Evet, abicim’’ diyen basın reklamı ise TV reklamındaki ağırlığı taşımaktan çok uzak.

(Reklam Ajansı: Mint Rating: * * *)


Basın Konseyi'ni kınıyorum


BASIN
Konseyi ‘‘Köy-Tür Batar Demiştim’’ başlıklı yazım nedeniyle bana uyarı cezası verdi. Şikayet falan olmadan, bu yazımla ilgili basında çok fazla haber çıkınca konuyu kendiliklerinden incelemeye almışlar ve bir karara varmışlar. Ben de bir savunma gönderdim ama ‘‘Tanrılar kurban isteyince’’ çok fazla dikkate alınmamış, amaç üzüm yemek değil bağcı döğmek olunca ‘‘tepki yazılarının’’ niye yazıldığı falan da anımsanmımış..

Anımsarsanız, ‘‘Köy-Tür’’ yazımın tartışıldığı dönemde, Sabah gazetesinde köşesi bulunan Ali Saydam'ın Türkiye'nin en büyük halkla ilişkiler şirketlerinden birinin sahibi olduğunu yazmış, müşterilerinin adlarını vermiş ve hangi müşterilerin işlerini övdüğünden söz etmiştim. Niye bu yazım üzerine Basın Konseyi kendiliğinden harekete geçip durumu araştırmadı acaba? Ben Hürriyet yazarıyım diye mi? Hürriyet'in gücü nedeniyle mi? Diğer gazeteler güçsüz oldukları, önemsenmedikleri için orada olan bitenler de önemsemiyorsa, şunun adını koysaydık!

Sen beni uyarıyorsun ama ben seni kınıyorum Basın Konseyi. Hem haksız uyarın hem de çifte standardın için... Eğer arasıra geceleri uykunuz kaçarsa beni hatırlayın ve bilin ki yaptığınız haksızlığın acısı aheste aheste biryerlerden çıkıyordur...


Çekirgelik


Bütün dünya üzerinde bir tek güzel çocuk vardır. Bütün anneler de ona sahiptir.

(Çin Atasözü)
Yazının Devamını Oku

Ömerçip: Bu kadar küfür çocuklara fazla!

9 Mayıs 2003
Mehmet Ali Erbil'in ona yakın filmini izlemişimdir. Hiçbirinde de tatmin olduğumu anımsamıyorum. 'Ya Erbil'in tek tip oyunculuğu var, başka türlü oynayamıyor, ya da senaryolar çok kötü oyunculuğunu ortaya çıkaramıyor' diye defalarca düşündüğümü anımsıyorum. ömerçip'i izleyince haklı olduğum ortaya çıktı.

60'lı, 70'li yıllarda çekilen 'eski Türk filmleri' ile dalgasını geçen ömerçip'te Mehmet Ali Erbil harikalar yaratıyor. Diğer oyuncuları da ezip geçiyor. Galiba Ömerçip'in de ciddi bir üyesi olduğu ZAZ türü, Erbil'in oyunculuk stiline 'cuk' oturan bir tür. Üstüne yapışan 'showman' kimliğinin de bu 'cuklukta' payı var galiba.

Ömerçip'in senaryosunu yazan Kemal Kenan Ergen iyi iş çıkarmış, kalemine sağlık. Bazı sahnelere katıla katıla gülmemek elde değil. Bu tür filmlerden de başka bir şey beklememek lazım. Gideceksin, saçma ama zeka dolu esprilere güleceksin. Bu türü seviyorsanız mutlaka gidin. Ancak Ergen, 'eski Türk filmleri'nin dokusuna uygun olarak, daha az argo ve daha az 'belden aşağı' espriyle güldürebilseydi daha başka bir yerlerine de sağlık diyebilirdim!

Zeki Alasya yönetmen olarak doğru seçim olmamış. Senaryoya bir katkısını göremedim. Hatta filmin bazı sahneleri hálá 'eski Türk filmi' diye alay edilecek cinsten. Alasya'nın en son çektiği Rus Gelin de ortada işte. İyi bir senaryo yazarı Rus Gelin'den en az üç tane ÖmerÇip türü 'RusAşatan' çıkarır.

'Aşk Hırsızı Önder' rolünde Bekir Aksoy ve 'Fofenkçi Kahya' rolünde Cengiz Küçükayvaz devleşmişler. Sanırım bu iki yetenekli oyuncuyu gelecekte beyaz perdede daha sık göreceğiz.

Ömerçip rolündeki Onur Selimbeyoğlu'nun başarısında dublajını yapan Oya Küçümen'in payı büyük. Aynı Aşkın Nur Yengi'nin başarısında dublajını yapan Jeyan Mahfi Ayral'ın payının büyük olması gibi. Ayral'ın sesi Yengi'yi sanki iyi oynuyormuş gibi gösteriyor ama dublajı unutursanız Yengi'nin bu rolün altında kaldığı çok açık.

Ömerçip aslında çok iyi de bir çocuk filmi. Ben himinilerle gittim müthiş güldüler, zevklendiler. Ancak argodan ve göstere göstere 'boyuna ip geçirme ve kendini asma' sahnesinden rahatsız oldum. Filme çocukların gideceği çok açık. Niye bu kadar düşüncesizlik yapılmış ki! Önerim 13 yaşından küçük çocuğu olanların, çocuklarının 'yatkınlık' seviyesini düşünüp ona göre seçim yapmaları. Söyleyeyim, bizimkiler önemsemedi. Çok da eğlendiler.

Cem Özer de filozof oldu, sonra ne oldu?

Mehmet Ali Erbil bir filmde oynayınca vücuduyla o filmin tanıtım işine de giriyor. Ömerçip de de öyle oldu, filmi duyurmak için yer almadığı bir hava durumu kaldı.

Bu durumu onaylamadığımı sanmayın. Oynadığı filmlere böyle destekler vermezse ayıp. Ancak bu destekleri verirken bir de söyleyecekleri konusunda bir hazırlığı olmalı insanın değil mi?

Örneğin Seda Sayan'ın programında söyledikleri karşısında yıkılmama az kaldı: 'Amerikan filmlerine gitmeyin. Amerikalılar sizden kazandıkları paralarla silah alıyor, Türk filmlerine gidin'. Neyse ki, Erbil bu tür 'filozoflukları' fazlaca yapmıyor, yoksa sonu Cem Özer'den beter olur, onu seven bizler bile onu kurtaramayız haberiniz olsun...

Yerelleştikçe çuvallıyoruz

Yerelleşmek biz Türklerin doğasına aykırı. Nerede yerelleşirsek, orada çuvallıyoruz.

Yerelleştikçe daha fazla köydaşlık ya da kentdaşlık, kimi zaman yoldaşlık, kimi zaman da dindaşlık devreye giriyor ve 'torpil kurumu', sistemin altını sessiz ve derinden oyuyor.

Diyeceksiniz ki, 'torpil' merkezi idarede olmuyor mu? Doğru sistemi kurarsanız olmuyor.

İşte ÖSYM. Torpil var mı? Yok. Niye ÖSYM sınavını merkezileştirdik anımsayan var mı? Ya da daha önce merkezden yapılmayan Tıpta Uzmanlık Sınavı'nı, üniversite asistanlık sınavını, kamu personeli sınavını niye merkezi hale getirdik? Söyleyeyim, 'adam kayırmacılık ve sahtecilik' ihtimalleri yüzünden.

Normalde her üniversitenin en iyi öğrenciyi kapmak için mücadele etmesi gerekir değil mi? Türkiye'de iş yerelleşince öyle olmuyor işte. Hatır-gönül kültürü her türlü aklın önüne geçip, sistemi yiyip bitiriyor.

Üniversite öğrenci seçme sınavlarının merkezi sistemle yapılmasına diyeceğim yok. Ancak 'yerleştirme'nin merkezden yapılmasının yarattığı sorunlar ortada... Ve 21'inci yüzyılda 1,5 milyon lise mezununu 'merkez'den bir yerlere tıkıştırmaya çalışmak ve insanları istemedikleri mesleklere yönlendirmek doğru değil. Ama yapacak bir şey de yok. Çünkü yerelleştikçe, ciddi çuvallıyoruz.

AKP yerelleşince yozlaşmayacağımızı kanıtlamak istiyorsa, önce şu üniversitelere öğrenci yerleştirme işininin yerel olarak çözülebileceğini kanıtlasın.

Bunu becerebilirlerse yerel yönetimleri küçük küçük 'Müslüman Demokrat Cumhuriyetler' haline getirmeyeceklerine ikna olabilirim. Ondan sonra da isterlerse her eyalete şerif atasınlar, karışan ne olsun!

Ceyda Erem çook duygulandırdı çook!

1-7 Mayıs tarihli Haftalık dergisinde daha önce adını hiç duymadığım '100 milyon dolarlık bir patronla' söyleşi yapılmış. Patronun adı Ceyda Erem. Ceyda Hanım CNR'ın sahibi imiş. CNR Türkiye'nin en büyük fuar mekanının işletmecisi, aynı zamanda aynı mekan 60'a yakın ulusal ve uluslararası fuar düzenliyor.

Her nedense Erem’in söyledikleri ve onu tanımlayan sözcükler çok garip, ilginç hatta bazen çok itici geldi bana. Örneğin servetinin miktarını bilemeyen Ceyda Erem için para kazanmak basit bir işmiş ve sadece hobi imiş. Üstelik hálá sosyalistmiş, hálá da işçinin emekçinin yanındaymış.

Erem 'Metro'yu CNR'dan geçirten kadın' diye tanımlanırmış. Erem bu konuda 'Evet Tayyip Bey'e gidip durumu ilettik, anlayış gösterdi, Tayyip Bey gerçekten de geniş fikirli birisi' diyor.

Söyleşinin başka bir yerinde ise Türkiye'nin imajına katkısını şöyle ifade ediyor Erem: 'Türk işkadını imajıyla önemli ölçüde tanıtım işini görüyorum. Hálá bana yurtdışında 'A niye başörtüsü takmıyorsunuz?' diye soruyorlar. Ekonomik açıdan da büyük girdiye neden oluyoruz.'

Söyleşiyi yapan Devrim Sevimay 'Kamuda 30 milyar maaş verilmesi çok tartışıldı' deyince Erem 'Hahayt.. O da bir şey mi, biz bu rakamı şirketimizde veriyoruz' demeye getiriyor.

Erem yüksek sosyeteye sıcak bakmadığını şöyle ifade ediyor: 'Hiçbir zaman sosyetik bir insan olmadım. Davetlere katılacak vaktim yok ki.'

Ceyda Erem bir de beyin sarsıntısı geçirmiş. O sıradaki incelemelerde ortaya çıkmış ki beyninin sol tarafındaki kıvrımlar fazla. O nedenle elinde olmadan nomal zekalı insanlara göre zekası daha fazla gelişmişmiş.

Sevimay, Ceyda Erem'e güzel, zengin, akıllı olduğu için kadınların hışmına uğrayıp uğramadığını da sormayı ihmal etmemiş. Yanıt ise büyük bir tebessümle ve tam bir işkadını ayarında gelmiş: 'Beni daha çok erkekler kıskanır. Ben kadın dostuyumdur.'

Bilmiyorum siz de benimle aynı duyguları paylaştınız mı? Ben söyleşiden öyle duygulandım ki, şu CNR işini biraz araştırayım dedim.

Sektörde kadın erkek fark etmeksizin diyorlar ki, 'CNR 60'tan fazla yerli ve yabancı fuar düzenliyor, bu yanlış! Sektör fuarları uzmanlık işidir, bir şirket 500 kişi bile çalıştırsa üç sektörden fazlasında doğru dürüst uzmanlaşamaz'.

Ayrıca diyorlar ki, 'CNR 500 çalışanıyla sürümden kazanır hale geldiği için her fuarın alternatifini yaratıyor, hakim durumunu kötüye kullanıp ucuza yer pazarlıyor, fiyat rekabetine girdiği için de fuarlarını yurt dışında hakkıyla tanıtacak parayı toplayamıyor'.

Diyorlar ki, 'Fuar düzenleme izin belgelerini veren Sanayi ve Ticaret Bakanlığı. Adam kayırmamalı, ikili ilişkilerle iş yürütmemeli, tekelleşme yerine serbest rekabet ortamı yaratmalı.'

Bilmiyorum, güzel, zengin ve sol beynindeki kıvrımların çokluğu nedeniyle biz dünyalılardan daha akıllı olan Ceyda Erem söylenenlere ne diyor? Para kazanmak hobisi olduğu için söylenenlerle ilgilenmez mi acaba?

Cuma Alıntısı

Diğer bir şehre, ülkeye ya da kıtaya taşınmak şartlarınızı değiştirebilir ama sizi değiştirmez

(Glen McQuirk)

Cuma Takıntısı

Fazla değil 3 CD'ye taktım bu hafta..

Elton John'un 'Sorry Seem To Be The Hardest Word' ile elverdiği Blue One Love.

Goran Bregoviç'ten In The Death Car'la, Edith Piaf'ın L'accordeoniste'sinin aynı CD'de buluştuğu Taxim/Beyoğlu.

Ve Radio Mydonose'in çıkardığı Love. İki CD'de son dönemin en güzel 34 aşk şarkısı toplanmış.

Üç CD'yi de dinlemeye doyum olmuyor.
Yazının Devamını Oku

Havayolu ‘güven’ satar!

4 Mayıs 2003
<B>HAZİRAN</B> ayı içinde ABD'de, San Francisco'da bilimsel bir kongre var. Kongreye katılabilmek için evcek hazırlıklara başladık. <B>Ecmel</B>'den ilginç bir uyarı geldi: <B>‘‘Eğer THY ile gidersek gelmem!’’</B> Bu uyarıya çok şaşırdım. Nasıl şaşırmam? Yıllardır ne zaman yurt dışına çıkacak olsak Ecmel, ‘‘THY'den yer ayırt. Bak eğer THY'de bulamazsak başkasıyla uçmam, ona göre’’ diyerek iki ay önceden stres taşıyıcım olmayı başarır, son günlere doğru da tacizlerini arttırıp THY ile uçma amacına ulaşırdı. ‘‘Neden?’’ diye sordum.

‘‘Bu AKP'liler’’ dedi, ‘‘THY'nin çivisini çıkarttılar ben korkmaya başladım. Bak geçen Hürriyet'te de biri yazdı, bakımlarda aksama oluyormuş, iki THY uçağı arızalanmış. Neme lazım himiniler var miminiler var, biz Delta, KLM falan birşey bulup onla gidelim!’’

Görüyor musunuz her türlü rasyonellikten uzak siyasi kadrolaşmanın sonucunu! Eğer işletme serbest rekabet koşullarında çalışıyorsa, işin sonu rakiplerin ekmeğine yağ sürmeye kadar gidiyor. Söyler misiniz bir havayoluna duyulan ‘‘güveni’’ zedelersiniz, o havayolu şirketinden geri ne kalır?

Tebrikler Muya...


ZAGA'nın ‘‘elemanları’’nı aynı kılıklarıyla, aynı anlaşılmaz konuşmalarıyla alıp, içine biraz terlik motifi, sonuna da bir ‘‘Bakkalarda Satılmaz’’ esprisi ekleyince şimdi biz Muya reklamı mı yapmış oluyoruz?

Olmuyoruz. Biz sadece Muya reklamı yapıyormuş gibi yapıyoruz. Reklamcılıkda ‘‘saçma salaklığın da’’ (absurd reklamlar) bir adabı vardır. Saçma salaklık birşey adına yapılır. Muya reklamlarında ise ‘‘saçma salaklık’’ resmen ‘‘reklam olsun, torba dolsun’’ diye yapılmış.

Muya reklamlarından bir sonuç beklemek safdillik olur. Kampanya o kadar kötü ki bırakalım Muya'yı kalıcı marka haline getirmesini, satışı tetikleyecek olumlu Muya gündemi yaratılabilirse, öpülsün de başa konsun..

‘‘Elemanların’’ oynadığı üç farklı Muya reklamını en az onar kere izledim. Hem de mesaj olarak bana birşey geçsin diye bütün zırhlarımdan arınarak.. ‘‘Tık yok’’. Zaga düşkünü gençler Muya reklamlarını birer Zaga skeçi olarak görüp çok beğeneceklerdir, bundan kuşkum yok. Ama onlar ne kadar Muya hedef kitlesi ki? Onlara bile bu reklamların birşey ifade etmesi çok zor. Onlara etmiyorsa Muya'nın gerçek hedef kitlesi olan ‘‘şipidik şipidik’’ kadınlara ne ifade edecek? Bilen var mı? (Yıldızsız)

Akıllı iletişime bayılıyorum


GEÇEN Cuma, AutoShow 2003'ü gezmek için CNR binasında içeri girince ‘‘tak’’ diye karşıma Hürriyet standı çıktı. Standın önünde de bir kalabalık bir kalabalık.

Sonradan öğrendim ki, Hürriyet Reklam Grubu bir aylık bir çalışma ile fuara katılan firmaları standlarında bir de ‘‘Hürriyet’’ köşesi açmaya ikna etmiş.

Daha girişte fuarı gezmek için gelenlere tüm firmalarının logolarının bulunduğu bir broşür veriliyor. Ziyaretçiler gezdikleri standlarda ‘‘Hürriyet köşesine’’ uğrayıp ilgili logunun karşısına ‘‘burayı da gezdim valla’’ mühürü vurduruyorlar.

Tüm standları dolaşıp, mühürlerini tamamlayanlar da, hediye çekilişine katılmaya hak kazanıyorlar. Anladınız mı şimdi Hürriyet standındaki kalabalığın nedenini? Hem fuara katılan firmalara hizmet ediliyor, hem Hürriyet markasıyla yüzleşmeyen ziyaretçi kalmıyor, hem de ziyarretçilerin tatmin seviyesi arttırılıyor. Süper değil mi?

Böyle akıllı marka iletişimi etkinliklerine bayılıyorum. Bu etkinliklerin parayla pulla ilgisi yok. Yaratıcılıkla ilgisi var, adanmışlıkla ilgisi var, işini sevmeyle ilgisi var. Teşekkürler Hürriyet Reklam Grubu. Bize hiç önemsemediğimiz alanlarda bile farklı birşeyler yapılabileceğini kanıtladığınız için... Teşekkürler..

Nisan 2003'ün en iyi gazete reklamları


NİSANDA yayınlanan Polo'nun satış kampanyası reklamı çok büyük değildi ama kendi içinde çok tutarlı bir mizahi içeriyor, fiyat ve kalite uyumuna gönderme yapıyordu. Polo, Matematiği, edebiyatı ve resmi iyi olanlara, anlayacakları zekilikte, daha güzel nasıl anlatılabilir? (Reklam Ajansı: Medina Turgul Rating: * * * *)

NİSANIN en iyi reklamlarından biri Anadolu Hayat Emeklilik reklamı. Anadolu Hayat'ın farklı sağlık sigortası seçeneklerinin çokluğu on hazneli bir vazo taşıyıcısı ile vurgulanıyor. Vazo taşıyıcısı, reklamın tam göbeğinde dikkati çekerken, her haznenin karşısına yazılan farklı sigorta seçeneklerinin de okunmasını sağlıyor. Reklamın farklı bir lezzeti var. (Reklam Ajansı: 3.Kuşak Rating: * * *)

İLGİNÇTİR nisanda yine en iyi gazete reklamlarından biri Toyota satış kampanyası reklamı. Reklam neredeyse çeyrek sayfada iş yapıyor. ‘‘Bazı Müşterilerimiz Memnuniyetlerini Yazılı Olarak Bildiriyor’’ başlığı ‘‘Mektupların saklandığı dosyalar’’ görseli ile birleştirilmiş. Ortaya fiyat-kalite ilişkisini yakalatan güçlü bir ‘‘Gönderilmemiş Mektuplar’’ pardon imaj-satış reklamı çıkmış. Niye herşey bana Gönderilmemiş Mektuplar filmini anımsatıyor ya? (Reklam Ajansı: Rpm Radar Rating: * * * *)

NOT:
Atıf Hoca ile Reklam ve Rekabet yarın gece 23.05'te CNN/Türk'te. Akbank Genel Müdür Yardımcısı Hayri Çulhacı ile Axess reklamlarını konuşacağız. Toyota Yaris reklamındaki uzaylılar uzayın içinden mi? Merak ediyorsanız, kaçırmayın.

Çekirgelik


Çok şeye sahip olmak olanaksız değildir, ama saati bir tane olan kişi vaktini çok iyi bilir, iki tane olan kişi her zaman kuşkulanır.

(Gen Brown)
Yazının Devamını Oku