Peki ne yapmak lazım? Gelin, yanıtı Associates Press'in efsane spor yazarı Steve Wilstein'in 2002 yılında yazmış olduğu Spor Yazarlığı El Kitabı'nda (*) bulmaya çalışalım. Wilstein, AP'nin spor yazarı ve aynı zamanda bir de köşe yazarı. New York'ta yaşıyor ama dünyadaki tüm spor olaylarını izliyor. Yazılarıyla 25 ödül almış gazeteci. Kitabının daha girişinde şöyle diyor Wilstein:
'Spor yazarlığı yazarlıkla ilgili olduğundan, daha az sporla ilgilidir. Spor yazarlığı; fanatik olmak, milyonlarca istatistiği anımsamak, izlenen bir maçın ne kadar nefis ya da ne kadar berbat olduğu konusunda şairane yazılar yazmak ya da tumturaklı sözler söylemek değildir.'
Ne diyor bu Wilstein diyorsunuz değil mi? Spor yazarlığı nasıl daha az spor, daha fazla yazarlıkla ilgili olabilir? Spor yazarı nasıl fanatik olmaz? Nasıl bir maçı ya da takımı yerden yere vurmaz ya da göklere çıkarıp damdan dama uçurmaz? Bakın Wilstein nasıl devam ediyor:
'Gerçekte, spor yazarı olduğunuz gün, sizi sportif olaylara karşı motive eden içinizdeki taraftarlık heyecanını ve hırsını asla kaybetmeseniz bile bir taraftar gibi davranmaya son vermelisiniz. Artık basın tribününde sevinemez, tuttuğunuz takımın merkezine gidip beğendiğiniz oyuncunun posterini isteyemez, takımınızın formasını giyemez ya da sırtınızda beğendiğiniz atletin numarasını taşıyamazsınız.'
Bu Wilstein kesin saçmalıyor. Nasıl bir spor yazarı, tuttuğu takımın formasını giyemez? Nasıl tuttuğu takımın kaşkolunu öpüp de alnına koyamaz? Ya da tuttuğu takım gol attığında sevinçten havalara sıçrayıp, sonra da karşı takımın taraftarlarına, bir eliyle yuvarlak yapıp, diğer eliyle defalarca yuvarlağın üstüne vuramaz. Wilstein kesin saçmalıyor. Hadi başladık bir kere, bitirelim en azından:
'Spor yazarı olarak oyunculara tapınamaz onları ilahlaştıramazsınız. Siz, tüm taraftarların düşlediği, 'onlara ulaşma' olanaklarına sahipsiniz ve sizin göreviniz sessizce onları yanınıza almak ve sanki sizin tarafınızdalarmış gibi ne olup bittiğini insanların görmelerini ve duymalarını sağlamaktır.'
Sizden gerçekten özür dilerim. Ben de kitabın içini şöyle bir karıştırınca Wilstein bu işi biliyor falan sanmıştım. Yani içimden, elin Amerikalısına şöyle bağırmak geldi biliyor musunuz: 'Hoop Wilstein amca, sen ne diyon ya? Sen spor yazarlığı ile parlamento muhabirliğini birbirine karıştırıyon galiba.. Biz futboldan söz ediyoruz futboldan. Bir baba Hindi, heeey Allah Wilstein'e bindi heeey Allah. Yallah, yallah.'
(*) Steve Wilstein, Sports Writing Handbook, 2002, McGraw-Hill. Bir tavsiye: Şayan'da kokoreç sote
İstanbul Esentepe'de, damardan tuzlama işkembe çorbasını ciddi özlediğim, peşinden de inanılmaz lezzetli kokoreç sotesini hayal edip ağzımın suyunu şapır şapır akıttığım bir yer var: Şayan 24.
Şayan işkembe, paça, kokoreç severlerin bildiği bir ritüel (ayin,tören) yeri. Farkettim ki ben Şayan'a iki elim kanda olsa ayda en az bir kere uğruyorum ve bu damardan tuzlama, kokoreç sote ritüelimi yapıyorum. Geçen hafta yine gecenin bir vakti 'nerede yiyeyim' diye düşünürken kendimi Şayan'da damardan tuzlamamı kaşıklarken buldum. Fark ettim ki, kendimi Şayan'da, tanımlayamadığım bir huzur atmosferinde hissediyorum. Tam ev gibi değil, lokanta gibi de değil, beni mıknatıs gibi çeken sıcak bir atmosfer işte. Tanımlayabilsem anlatacam ama. Var bir şey çıkaramıyorum. Neyse ben telefonunu vereyim Şayan'ın. Siz de bir gidin. Eğer aynı şeyleri hissederseniz, bir yerlerde görüşür, deneyimlerimizi paylaşırız (0-212-211 30 89)
Benim Oscar goes to Saatler
Michael Cunningham'ın Pulitzer ödüllü romanından uyarlanan Saatler'de ne olup bittiğini anlatmak o kadar kolay değil. Filmin tanıtımlarına da filmin öyküsünü anlatan kutucuklara da inanmayın. Gittiğinizde çok farklı bir filmle karşılaşabilirsiniz.
Filmin havasını anlatmayı bir de ben deneyeceğim ama, bana da fazla inanmayın. Bu film hakkında karar vermek için mutlaka gidip görmek lazım. Bence Saatler bu yıl En İyi Film Oscarı'nı almalı. Mutlaka almalı. Alamazsa çok üzülürüm.
'Niye?' derseniz, kişisel olarak, hayatı sorgulayan ve sorgulatan filmleri çok seviyorum. Saatler de böyle bir film. Duygusal derinliğine kapılıp filmden sonra bazı hayati kararlar almanız bile mümkün. Saatler yaşamı biraz olsun anlamamıza yardımcı oluyor.
24 saat içinde geçen Saatler'i izlerken hayatı istedikleri gibi yaşayamayan üç kadının çektiği acıları derinliğine içimde hissettim. Hatta itiraf edeyim filmin bir yerinde de (neresi söylemem) gözlerim doldu.
İlk kadın, ünlü yazar Virginia Woolf. Film onun 1941'de, İngiltere'deki intiharı ile başlıyor. Woolf cebine taşları koyuyor ve kendini nehrin sularına bırakıyor. Sonra Woolf'un Mrs. Dalloway isimli kitabını yazdığı 1923'e dönüyoruz. Kafasında çözemediği sorunları var Woolf'un, bencil kocasıyla, hayatla, hizmetkarlarla, kardeşiyle. Bir yanda yaşamak istediği hayat, diğer yanda sorumlulukları. Bir yanda hemcinslerine duyduğu sıcak duygular, diğer yanda toplum.
İkinci kadın Laura Brown (Julianne Moore). 1950'lerin Amerikası'nda yaşıyor. Depresyon geçiriyor. Kocasının beklentileri fazla, ikinci çocuğuna hamile ama mutsuz. İstediği hayatı yaşayamadığının farkında. Hemcinslerine duyduğu ilginin de. Görev bilinci yüksek olduğu için bir şey de yapamıyor. Mrs. Dalloway kitabını okuyor ve her gün ölüyor.
Üçüncü kadın Clarissa Vaughan (Meryl Streep). Clarissa da günümüzün Mrs. Dalloway'i. Eski sevgilisi şair Richard Brown Clarissa'ya mutlu günlerinde bir kere Dalloway diye seslenmiş, sonra bu takma adı olmuş. Richard, AIDS'in son dönemini yaşıyor, ölümle burun buruna. Clarissa da kendini Richard'a adamış. Bir tarafta anlam veremediği, önemsiz bir hayat, eski sevgilisine karşı duyduğu ahlaki sorumluluk, diğer tarafta yeni sevgilisi.
Saatler geçerken senaryoya, diyaloglara, müziklere diyecek yok. Billy Elliot'dan tanıdığımız yönetmen Stephen Daldry üç ayrı öyküyü paralel kurguyla öyle ustaca birbirine eklemiş ki, oyuncular değişmese sanırsınız ki, aslında izlediğiniz tek öykü.
Nicole Kidman'ın Virginia Woolf tiplemesi uzun süre akıllardan silinecek gibi değil. Julianne Moore'un oyunculuğu sıradışı. Meryl Streep ise kendi oyunculuk klişelerini aşamamış gibi geldi bana.
Saatler'den, durduğunuz yere göre değişik anlamlar çıkarmanız mümkün. 'Akıl sağlığını korumak istiyorsan önce kendini kabul et, sonra kendini sev ve affetmeyi öğren' bunlardan biri olabilir. Bir diğeri ise 'Her kadın, hemcinslerinden, toplumun 'erkeğe gereksinimi var!' dayatması sonucu uzaklaştırılmış bir zavallıdır!' .Virginia Woolf meraklıları ve seviyeli edebiyat severler kaçırmasınlar. Eğer bu haftasonu sinemaya gidecekseniz banko Saatler diyorum. Dikkat 13 yaş ve altı izlemese iyi olur.
Cuma Takıntısı
Ben bu haftasonu Bee Gees'e ciddi taktım. Size de tavsiye ederim. New York Mining Disaster, Massachusetts, Stayin' Alive, Night Fever, Too Much Heaveni Tragedy... 40 esaslı parça, hepsi 2 CD'den oluşan, 2001 çıkışlı 'The Record'ın içinde. Bir kez daha Maurice Gibb'i sevgiyle anıyorum.
Cuma Alıntısı
Hayal kurabilirsiniz ve onu gerçekleştirebilirsiniz. Herşeyin bir fare ile başladığını asla unutmayın! (Walt Disney)