2 Mayıs 2003
'On Derste Bir Erkeği Kendinden Soğutma Sanatı' filminden söz ediyorum. Filmin adını okuyunca insan bir şey sanıyor değil mi? Evet öyle, ben de bir şey sanmıştım, ama fos çıktı.Bugüne kadar gördüğüm en kötü romantik komedi. Filmin komik tarafları olduğunu inkar edemem. Romantik taraflar ise çok salakça. Hatta filmde romantizm adına ne var pek anlayamadım. Senaryo yerlerde sürünüyor, boşrol oyuncuları Kate Hudson ve Matthew McConaughey 'karaktersizlikten' ölecekler neredeyse. Bir iki yerde iyi diyalog attırıyorlar hepsi bu.Andie (Kate) bir dergide çalışıyor, ideali her genç gazeteci gibi 'siyasi' yazılar yazıp dünyayı kurtarmak. Ancak normal şartlar altında her dergide, her gazetede olduğu gibi bir genel yayın yönetmeni var, onun Andie'den tek istediği de derginin odaklandığı konularda yazılar yazması. Kate'in de aklına gelen en uygun konu '10 Günde Erkek Soğutma Sanatı'. Yazısı için uygun erkek arıyor.Barry (McConaughey) bir reklam ajansında müşteri temsilcisi. Ajans ünlü bir elmas markasını müşteri portföyüne katmak üzere. McConaughey bu müşteriye bakmak istiyor. Patronu da şart koşuyor 'Önce bir kadını kendine 10 günde aşık et, sonra iş senin!'Daha sonraki gelişmeleri tahmin edebilirsiniz. Yönetmenin basında işlerin nasıl döndüğünden biraz haberi var, ama reklam sektörüne ciddi Fransız olduğu ortada. Bu film sayesinde birçok insan iki saat içinde hem romantik komediden hem de reklam sektöründen rahatlıkla soğuyabilir. Kate Hudson'un, gerçek annesi Goldie Hawn'u çağrıştıran tarafları çok. Bir Goldie Hawn olabilmesi içinse çook çalışması gerek çook...Gelelim Türkiye bağlantısına... Bizim kadınların gidip bu filmden 'erkek soğutma sanatını' öğrenmeleri mümkün mü? Mümkün değil. Onlar zaten bu işin kitabını yazmışlar, bu film onlara hafif gelir. Bizim erkeklerin bu filmden 'romantizm' adına bir şeyler öğrenmeleri mümkün mü? Mümkün değil. Türk erkeklerine 'romantizm'i öğretebilmek için iki lisans, bir yüksek lisans, bir doktora eğitimi ver, nafile! Hamurda yok hamurda.Bu Shakespeare 'Komser Şekspir' değil! Yanlış okumadınız Anadolu Üniversitesi Tiyatro Topluluğu 'Tiyatro Anadolu' bu sezon perdelerini Shakespeare'le açtı. Hem de bu Shakespeare 'Komser Şekspir' falan değil, ciddi ciddi Shakespeare, Shakespeare'in Fırtına'sı (The Tempest).Bazı uzmanlara göre, 'Fırtına' Shakespeare'in son oyunu ve oyundaki Prospero karakteri de Shakespeare'in ta kendisi. Ariyel'in başını çektiği sihirli yaratıklar ise aslında Shakespeare'in ilham perileri ve son sahnede onları özgür kılması yazarlığı bıraktığı anlamına geliyor. Nedense ben oyunu böyle okumadım. Bana göre Fırtına'da Shakespeare'in anlatmak istediği tek şey var o da 'iktidarın' kullanılış biçiminin bir tercih olduğu. Ama Shakespeare bu işte. Öyle de okunuyor böyle de. Mükemmelliği de burada.Tiyatro dünyasında, sihirli yaratık Ariyel'i 'erkek' olarak yorumlayanları cinsiyet ayrımcısı olarak tanımlayan bir ekol de var. İlham perisi olsa olsa kadın olur diyorlar. Yönetmen Bülent Acar ise onlarla aynı kanıda değil. Ariyel'i bir erkek oynuyor: Sermet Yeşil.Bülent Acar oyunu çok cesur yönetmiş. Dekor, aksesuvarlar oldukça sade. Ancak Acar'ın oyunu yorumlarken kattığı 'hoşluklar' zaman zaman aklı çeliyor, oyunu anlamayı zorlaştırıyor. Bazen oyun nerede geçiyor, sahnedekiler kim, anlamak için bayağı bir çaba gerekiyor. Prospero'nun çok yönlü, otoriter, asil, kendini beğenmiş, gösterişçi kişiliği çok fazla ortaya çıkarılamamış geldi bana.Oyunun 'Türkçe söyleyeni' Can Yücel. Anlaşılmaz bir sürü Osmanlıca sözcük kulağımı tırmaladı. Bazıları 'Shakespeare'in dili de eski ne var bunda?' diyorlar. Laf! Tiyatro bir iletişim biçimi değil mi? Amaç anlaşılmak değil mi? Tumturaklı ama anlaşılmaz sözcüklerde ısrar edilecekse niye oyunların İngilizce aslına sadık kalmıyoruz? Anlayan daha fazla olmaz mı?Geçen sezon Tiyatro Anadolu'yu on bir bin kişi izlemiş. Tiyatro öldü diyenlerin kemikleri sızlasın. Bu kadar seviyesizlik arasında bozkırda Tiyatro Anadolu'nun yaşamasına olanak sağlayan Rektör Engin Ataç'a da teşekkür etmezsek ayıp olur. Teşekkürler Ataç. (0-222-3350580/1301).Bir tavsiye Bilgi ışık hızıyla bayatlıyor, öğrenilmesi gerekenlerin sayısı ışık hızıyla artıyor.Türkiye, insanlarının 'öğrenme' gereksinimlerini karşılayamıyor. Bunun önündeki en büyük engel de devlet! Kendi yapamıyor, özel sektörün önüne de setler çekiyor. Türkiye 'türban, kapitalist uşağı, dış borç' Bermuda şeytan üçgeninde debelenip duruyor.Krizde, bırakın lise mezunlarını, ismini söyleyince 'vauuuw' (eskiden 'anaaa!...' ya da 'abarey...' denirdi, Batılılaşınca böyle oldu) diye ses çıkaracağınız üniversitelerden mezun olanlar bile işsiz kaldı.Bakın bakalım 'Üniversite mezunlarının işsiz dolaştığı bir ülkede lise mezunu olmak ne işe yarar?' diye sorgulayan var mı?Çok sayıda, her yaşta insan, hem çalışıp hem yüksek lisans yapmak ya da ilgi duyduğu konuda kendini geliştirmek istiyor ama her türlü talebe kulaklar tıkalı. Bir tanıdığım var, elli yaşlarında, psikolojiye merak sarmış, sertifika eğitimi almak istiyor, 'Bir üniversite bitirmişsin, otur oturduğun yerde, hem bir ayağın da çukurda..' tepkileri karşısında çıldırmak üzere.Türkiye'nin 'entelektüel sermaye' potansiyelini bozuk para gibi harcadığı konusunda örnekleri çoğaltabilirim. Ancaak... Durum böyle diye pes etmemek lazım. Eğer öğrenmeyi öğrenirseniz, kimsenin ağzının kokusunu çekmek zorunda kalmaz, içinde bulunduğunuz tatminsizlik durumundan da kurtulursunuz. Size önerim öncelikle kendi kendine öğrenme konusunda yazılmış enfes bir kitap var onu okumanız. Kitabın ismi de bu: 'Kendi Kendine Öğrenmek, Mediacat, 2001'. Bu kitapta James R. Davis ve Adelaide B. Davis, öğrenme becerilerinizi en üst düzeye çıkarmanın en etkili yedi pratik yolunu anlatıyorlar. Bu hafta sonu okuyun, uygulayın. Unutmayın, bu bir roman değil, en sonunda bir 'eğitim' kitabı. İlk on sayfada sıkılıp bırakmayın lütfen. Ve unutmayın öğrenmenin yaşı yoktur, en büyük mutluluk da zekanızın keyfine varmaktır! Nouma yazıma itirazlar ve yanıtlar'En Büyük Beşiktaş' başlıklı yazıma bazı okurlarımdan itirazlar geldi. Gelen itirazlarda üç ortak nokta var. İşte bu itirazlara yanıtlarım: İtiraz 1: Türkiye'de bütün erkekler 'tombala' çekiyor. Ne alakası var bunun ahlaki değerle meğerle.Yanıt: Geçen hafta da söyledim 'tombalacılık' milli erkek hareketlerimizden biri. Nouma İstiklal Caddesi'nde dolaşırken 'tombala' çekseydi, kimsenin bir diyeceği olmazdı. Eğer bu hareket, televizyonda, milyonlarca kişinin önünde hem de on bin kişiye karşı 'Al al...' şeklinde yapılırsa, yapan kişi 'ahlaksız' tanımını hak eder. Nouma profesyonel her futbolcu gibi gol attığında bütün kameraların ona yöneldiğini iyi bilir. Bu nedenle yaptığı hareket bir sporcu için affedilmesi mümkün olmayan bir sorumsuzluk örneği. 'Sorumluluk' da hálá bu toplumun paylaştığı ortak bir değer. Değil mi?İtiraz 2: Hülya Avşar Ricky Martin'in poposunu ellerken iyiydi ama, o zaman niye ses çıkarmadınız?Yanıt: Ne ilgisi var? Nouma'nın yaptığı hareketin kadın versiyonu bir erkeğin poposuna değmesi mi yani? Bu hareket Hülya Avşar Show'un formatı içinde sırıtmıyor üstelik. Eğer Hülya Avşar kazandığı bir tenis müsabakasından sonra, kameraların önünde rakip tribünlere doğru bir eliyle poposuna şaplak indirip diğer yandan 'Al, al' yapsaydı ve biz de ses çıkarmasaydık o zaman söyleyecek sözünüz olurdu. İtiraz 3: Beşiktaş'ı çok şişirmişsiniz. Futbol Federasyonu Nouma'ya çok ağır ceza vereceği için Beşiktaş böyle davrandı, yoksa asla umursamazlardı!Yanıt: Eğer hareket bu kadar ağır, kaba ve çirkin olmasaydı Beşiktaş bu kararı alamazdı. Portföyde o kadar futbolcu dururken, kolay mı futbolcu harcamak. Karar adil olmasa, diğer futbolcularını nasıl güdüleyecek Beşiktaş? Hem Beşiktaş Yönetim Kurulu'nda kimin hangi güdüyle oy kullandığını kim nereden biliyor? Federasyonun verdiği karar Beşiktaş yönetiminin ne kadar doğru bir karar verdiğini gösteriyor. Bunun dışında bir yorum için 'taraftar' olmak gerek. Futbolda 'tombala' hareketi tarihe gömüldü. Türkiye'nin vicdanı da sızlamıyor. Önemli olan bu.Cuma TakıntısıBir kitap: Liderlik ve Güç Kullanımında Machiavelli, Michael A. Ledeen, Literatür, 2003. Machiavelli'i anlamadan iyi bir yönetici olmak zor, hatta lider olmak olanaksız. Cuma AlıntısıBüyük olmak büyük bir şeydir. Fakat insan olmak ondan da büyüktür.(Will Rogers)
button
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2003
<B>HER</B> hafta değişik konularda yüzlerce elektronik posta alıyorum. Bu postaların hepsi tek tek okunuyor ve yanıt veriliyor. Bugün son iki hafta içinde bana ulaşan bazı mektupları ve onlara verdiğim yanıtları sizlerle paylaşmak istiyorum: Reklamlardaki inek bolluğu yüzünden nereye baksam inek görür oldum. Ne olur bu konuda bir iki çift birşey yazın da çilemiz bitsin? (Taner İyice/Konya)
Yanıt: Eğer bu kadar inek görmenin ruh sağlığına ciddi zarar verdiğini düşünüyorsan, önerim evde inek beslemeniz. Şaka yapmıyorum, besle bak iki hafta içinde nasıl inek olayına daha hoşgörüyle bakacaksın. Sonuçtan haberdar et.
Koçbank kredi kartı reklamında son sahnede oyuncu pencereden dışarı çıkmaktadır. 4 yaşındaki oğlum ‘‘pencereden dışarı çıkınca düşüp düşmeyeceğini’’ sordu. Ne cevap vereceğimi bilemedim. Sekizinci katta oturuyoruz da... (Selim Bora Gürkan)
Yanıt: Selim Bey, önerim oğlunuza ‘‘Evet düşersin’’ yanıtını vermeniz. Ayrıca çocuğun her sorusunun ona birşey öğretmek için bir fırsat olduğunu da biliyorsunuzdur. O yüzden bu soruyla gelen öğretme fırsatını da kaçırmayın. Cüzdanınızdan kredi kartını çıkarın ve ‘‘Bak oğlum bunun adı kredi kartı, diğer adı borç kartı. Her kullandığında borçlanıyorsun ve günün birinde gelip bu borcu senden tahsil ediyorlar. Eğer bu basit gerçeği unutursan reklamdaki gibi birçok itfaiyeci amca tanıdığın olur’’ demeyi unutmayın.
Torunumuz reklam izlemeden yemeğini yemiyor. Elinizde güzel reklam kasetleri varsa gönderir misiniz? (Avni-Necla Arat/Ankara)
Yanıt: Elimde çok güzel kasetler var da reklam kasedi değil. Bilmem bu kasetlerle de ilgilenir misiniz?
Okulumuzda (Karadeniz Teknik Üniversitesi) lojistik günleri yapılacak, gelir misiniz? (Burhan Çiçek).
Yanıt: İki seneye kadar TIR filomu tamamlıyorum, ibibikler öter ötmez oradayım. Sevgiler.
Tebrikler Polaris
POLARİS geçen sezon Sibel Can'ı kullanmıştı reklamlarında, şimdi iseSeda Sayan'ı kullanıyor. İçiboş reklamlar bunlar. ‘‘Mere exposure, kısmi beğeni’’ etkisi nedeniyle bir süre satış getirseler de boş reklamlar! (*)
Bizim halis muhlis Türk girişimcilerin; PEN'cilerin, terlikçilerin, çaycıların genel olarak yanlış bir inançları var. Ürünün yanına saçma salak bir şekilde bir ünlüyü ekleyince sanıyorlar ki herkes isimlerini öğrendi, işlem tamam!
Ünlünün reklamdaki işlevini de hangi reklam cahili onlara ‘‘kısa sürede meşhur olmanın yolu’’ diye anlattıysa... Sanki mağaza reklamı yapıyorlar.
Değerli Türk girişimcileri: Hem ünlüleri kullanıp, aynı zamanda da kalıcı bir marka olmanız mümkün. Reklam yatırımı yapmanızı takdir ediyorum ama lütfen hammadde ya da makine alırken gösterdiğiniz titizliği reklam hizmeti alırken de gösterin. Uzmanlığa saygı duyun.
Yarın akşam 23.05'te CNN Türk'te buluşalım
‘‘ATIF Hoca ile Reklam ve Rekabet’’ yarın gece saat 23.05'te CNN/Türk'te. Magnum reklamındaki çatırdayan dondurma orada. Ariel reklamındaki kocaman yumak orada. Sağ beyin sol beyin orada, Türkiye'nin en çok konuştuğu ve en çok beğendiği reklamlar orada, kadınların epilasyon sırları orada, Ülker İletişim Direktörü Sedat Sözdoğru da orada.. Ülker niye hakkındaki söylentilere yanıt vermiyormuş biliyor musunuz? Bakın şimdi bu Ülker önce... (Azzz sonra..)
Axess'in dehşet sahneleri
Elinizde mevcutsa sıvıyağ artı margarin marka ligi ve pazar payları, deterjan marka ligi ve pazar paylarını adresime gönderir misiniz? (Necip Akdeniz)
Yanıt: Tabii ki gönderirim Necip. Başka isteğin falan olursa çekinme. Elimde full aksesuvar nüfus sayımı sonuçları da var. İlgilenir misin?
Köşenizi ilk günden bu yana takip ediyorum. Yazılarınıza ve zekanıza hayranım. Ayrıca çok yakışıklısınız. (İstanbul'dan Banu).
Yanıt: Yok canım abartıyorsunuz. Köşemi ilk günden beri takip ediyor olamazsınız...
Altı yaşındaki oğlumun Axess reklamındaki kız çocuğunun market içinde kaybolmasına tepkisi şu oldu: Ne güzel anne ya bak saklambaç oynuyorlar! Düşünsenize Ankara'nın büyük marketlerinden birinde cumartesi ve pazar günü çocuğunuz, bu reklamdan görüp sizinle saklambaç oynuyor. Üstelik reklamdaki dehşet kareleri bununla da bitmiyor. Küçük hanım 3. kattaki raflara tırmanmış, raflar her an üstüne devrilebilir. Axess reklamı çocuklara çok kötü örnek oluyor çook. (Nilgün Uncu/Ankara)
Yanıt: Aslında sallandıracaksınız bu reklamı yaratan ekipten bir iki tanesini, bakın bir daha böyle çocuklara kötü örnek oluyorlar mı? Ben onları sallandırırken siz de çocuğunuzla reklamı konuşun oldu mu? Reklam sayesinde bir olasılığı düşünüp daha dikkatli olacaksınız fena mı?
Axess reklamındaki ufaklığı market arabasının içine oturtmuşlar, nerede kaldı hijyen mijyen? (Ahmet Teki/istanbul)
Yanıt: Çocukları bu keyiften mahrum bırakacak hiç birşey yazmak istemiyorum Ahmet Bey. Bir gün siz de deneyin, öyle keyifli ki! Dizlerinizin üzerine oturmayın ama ben ayakları sallandırınca daha çok eğleniyorum...
Ülker reklamında adam, kızı çikolataya tercih ediyor. Reklamlarda bu kadar materyalistçe davranışlar doğru mu? Ben o kızı bulsam hemen evlenirim, adam güzelim kızı reddedip çikolata yiyor! (Dursun Kızıl/ Bursa)
Yanıt: Çikolatayı reddedip kızı yese bu sefer de yetişin namus elden gidiyor derdiniz. Size de yaranılmıyor Dursun bey ya.
Ağzımızdan çıkan seslerle yetinseler iyi
Fruko gazozlarında oynayan sevimli kızcağıza ‘‘büyümüş ama biraz kilo almış’’ falan diye kusur buluyorsunuz da, niye ‘‘Not Defteri’’ sütununuza saçınızın tepesi görünmesin diye rötuş yaptırılmış resim koyduruyorsunuz?(Levent Keskin)
Yanıt: Beni çok kırdın Levent. Ben böyle birşey yapar mıyım? Sana bir şey söyleyeyim mi, bu konuda Ertuğrul Bey'den şüpheleniyorum. Sanırım Hürriyet'te kel yazar görmeye tahammülü yok. Vahap Munyar ve Yalçın Doğan'ın fotoğraflarının da sayılı günleri kaldığını tahmin ediyorum. Göreceksiniz onların fotoğraflarını da mutlaka rötuşlatacaktır. Dur ya, rötuşlatsa şimdiye kadar onlarınkini de rötuşlatırdı. Yoksa kelliğin onlara yakıştığını mı düşünüyor? Ay, inanmıyorum, bir ben ha...
İçeceklerin içilmesi esnasında ağızda çıkan sesler reklam aracı olarak kullanılıyor. Görgü kuralı olarak kendimizin ve çocuklarımızın çıkarmasını istemediğimiz bu seslerin reklamlarda duyulmasını nasıl karşılıyorsunuz, bu konuda ne düşünüyorsunuz? (Şevket Yücer)
Yanıt: Reklamcılara bu konuda bir yerde dur demenin gerektiğine katılıyorum. Şimdiden önlem almaz isek sırf ağzımızdan çıkan seslerle de yetinmeyeceklerini adım gibi biliyorum.
Benim en büyük idealim, bir fabrika sahibi olmak, katma değeri yüksek ürünler üretmek, uluslararası bir marka yaratıp onu dünyanın bütün ülkelerine ihraç etmek. Tavsiye istiyorum. Sizi çok samimi buluyorum o yüzden yazmak istedim. (Oğuzhan Erol)
Yanıt: Aman Oğuzhan ne diyorsun! Türkiye'de marka yaratacaksın da başına bela mı alacaksın? Boşver marka yaratmayı, kaçır, göçür, izinsiz üretim yap, kendini ‘‘gariban’’ göster, vergiyi aklının ucundan bile geçirme, daha çabuk köşe olursun. Marka olacaksın da ne olacak. Üstelik boş yere ‘‘kapitalist uşağı’’ olmanın alemi var mı?
Çekirgelik
İş savaştır
(Japon Atasözü)
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2003
Geçen hafta elektronik postama bir öğrencim ‘‘Hocam gördünüz mü?’’ diye bir mesaj atmış. Açıp baktım, Radikal'in ele avuca sığmaz yazarı Oray Eğin'in Atilla Dorsay'la yaptığı röportajdan bir bölüm. Görmemiştim. Eğin'in sorduğu iki soru ve aldığı yanıtlar şöyle:
O.E: Var mı sizin de kavuğunuzu devredeceğiniz biri?
A.D: Vallahi yeni arkadaşlardan, Sinema dergisinden Engin Ertan'ı, Burçin Yalçın'ı beğeniyorum. Radikal'de yazan Yeşim Tabak'ı beğeniyorum. Her ne kadar son zamanlarda yazmıyorsa da, Tuna Erdem ilginç bir yazar. Bu yeni kuşak beni mutlu ediyor.
O.E: Mirasçınız Ali Atıf Bir değil ama?
A.D: Ali Atıf Bir, Hıncal Uluç'luğa oynuyor. Ama onun daha yeni bir yazar olarak filmler ve başka şeyler konusunda bu kadar keskin ve kesin yargılar kullanmaması lazım. Bir şeyi sevmiyor ve hemen ayağının altına alıyor. Hıncal da bunu yapıyor ama müsaade edilsin, onun 30 yıllık bir geçmişi var. Ama medyada şöyle bir şey yaygınlaştı. Ne kadar sert girersen olaya, o kadar saygı görürsün, korkarlar senden. Yok böyle bir şey. Önce kimliğini, bilgini kabul ettir...
Gelen mesajdan röportajın ne zaman yapıldığını anlamadım. Sanırım çok eski değil. Gerçi ne zaman yapıldığı da çok önemli değil, yeni öğrendim, cevap hakkım doğdu. Atilla Dorsay'ın söylediklerini garipsedim. Çünkü 31 Ocak 2003'te Atilla Dorsay, bir yazıma yanıt olarak, aşağıdaki elektronik postayı göndermişti:
‘‘Bugünkü yazınızda SİYAD ödüllerini ‘‘Her alanda verilen abuk sabuk ödüller’’den ayırdığınız ve ‘‘önemsediğiniz’’ görüşlerinize kendim ve de temsil ettiğim 40 küsur sinema yazarı adına çok sevindim. Bu tam da bizim yapmak istemediğimiz şey: Bir sürü abuk sabuk ödülün verildiği ve hatta yerleşmiş festivallerin ödüllerinde bile numaralar dönmesinin doğal sayıldığı ülkemizde, sinemaya midesiyle değil kalbiyle bağlı olan 40 küsur sinema yazarının olabildiğince objektif bakışıyla bakıp, ödül veren bir sistemi oturtmaya çalışmak... Ali Poyrazoğlu'nun gerçekten değerli bir oyuncu olduğu ve de ayrıca bu yılki düşük film sayısının kimi dallarda adaylıkları biraz tartışılır hale getirdiği söylenebilir. Ama elbette tarihe kalan ve hatırlanan adaylıklar değil, asıl ödüller olacak... Gelecek yıl sizi de aramızda görmeyi umarak...’’
Ne diyeyim şimdi? Dorsay'ın bendeniz ‘‘sert yazar’’dan çok da korkmadığı ortada. Ama böyle bir yaptığını diğer söylediği yalanlayacaksa lütfen önce kendinden korksun. Eğer kimliğime ve bilgime güvenilmiyorsa niye beni SİYAD'a davet eden bir mesaj gönderiliyor?
Otoriter gelenekçi yani ‘‘Babam öyle diyo...’’ mantığıyla hareket eden toplumlarda, insanların otura otura yumurtlama özelliği kazanacağı sanılır. Bilimsel düşüncenin hakim olduğu toplumlarda önem verilen geçen yıllar değil akıl ve bilgidir.
Türkiye'de sinema yazarlarının kaçı, bırakalım sinema eğitimini, köklü bir iletişim eğitiminden geçmiştir merak ederim. Sanmayın ki, sinema yazarı olmak için mutlaka resmi bir eğitimden geçilmesi gerektiğini iddia ediyorum. Ama yapılan haksızlıklar karşısında da insanın bazı şeyleri hatırlatası geliyor işte!
Eğer gerçekleri görmezden gelip, 20 yıldır iletişim hatmetmiş birine ‘‘Daha bilgisini kanıtlayacak’’ gibi gereksiz bir saldırıda bulunursanız, o da size, kısa süre önce yazdığınız mesajı anımsatıp ‘‘Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?’’ deme hakkını kendinde görmez mi?
Not: Yeri gelmişken, Atilla Dorsay'ın ‘şubat ayında çıkan ‘‘Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar’’ kitabını mutlaka okuyun, göreceksiniz bir şeyi iyi yapabilmek için o konuda 30 yıllık geçmişiniz olması gerekmiyor.
Vah Türkiyem vah!
Üç hafta önce benim küçük himini ile birlikte Eskişehirspor-Bursa Merinosspor maçına gittik. İkinci Lig B Grubu'nda bir maç. Eskişehirspor'un hali harap, neredeyse üçüncü lige düşecek. Eğer böyle devam ederse de evdeki tek Eskişehirsporlu Ecmel yönetime girmeye hazır. Bence de iyi olur, kadınların eli değerse bir zamanların efsanevi takımı Eskişehirspor, belki bu utanç verici durumdan kurtulur.
Neyse, küçük himini ile geçtik kapalı tribüne oturduk. Eskişehirspor taraftarı takımına küstüğü için tribünlerde az sayıda taraftar var. Bizim oturduğumuz bölümde de elli kişi ya var ya yok. Elli kişinin onu da polis, başlarında da onları yöneten kadın bir komiser var.
Maç başladı. Başlar başlamaz hem hakeme, hem rakip takımın antrenörüne bizim bulunduğumuz bölümden küfürler yağmaya başladı. Hele bir tane genç var ki, anlatamam. Maç başlamadan önce uslu uslu otururken, maç başlayınca adeta canavara dönüştü, polislerin gözünün içine bakarak sahaya birbirinden yakası açılmadık küfürleri sallamaya başladı. Ve maç boyunca susmadı. Küçük himini de soruları sıralamaya başladı, 'Baba ...bne ne demek, baba ...veren ne veriyor, ...veren niye veriyor?'
İçimden ‘‘Acaba himinileri çok mu fanus ortamında yetiştiriyoruz?’’ diye düşünürken tam arkamda oturan polis imdadıma yetişti ve küfretmeye devam eden gence 'Hişşşt birader baksana...' diye seslendi. 'Tamam' dedim genç şimdi hak ettiği dersi alıyor. Polis arkasından ekledi: 'Sabahtan beri kulağımızı ...ktin be. Yeter'.
Bilmem anlatabiliyor muyum? Durum çok vahim, Nouma kararından sonra Türkiye, Beşiktaş'ı doğrudan şampiyon ilan etse yeri.
En büyük Beşiktaş...
Nouma'nın, çoluk çocuk yüzbinlerin önünde yaptığı 'tombala' hareketini Beşiktaş menajeri Sinan Engin ‘‘Abartmayın adam seviniyor!’’ diye savunmuş. Emin olun, o konuşmayı TV'den izledim, fark etmedim, çünkü dikkatimi vermedim. Neden? Bu tür olaylar Türkiye'de o kadar sıradan şeyler halini aldı ki, niye dikkat edeyim?
Beklentim iki, üç Beşiktaşlı yöneticinin çıkıp ‘‘Kardeşim bu hareket Türkiye'de milli bir harekettir, adam sürekli orada burada ‘tombala’ çekenleri görünce iyi bir şey sanmış’’ diye olayı örtbas etmek isteyeceği yolunda idi.
Nitekim ilk başta bu tür ‘‘örtbas’’ çabaları olmuş. Ama sonra Beşiktaş yönetimi gerçek anlamıyla tarihi kararını verip Nouma'nın sözleşmesini feshetti. Ben, bu haberle irkildim, çünkü bu haber ‘‘nehrin yatağını’’ değiştiren bir haber.
Beşiktaş, şampiyonluğa oynuyor, önünde birbirinden zor altı maç var. Beşiktaş taraftarı yılların özlemiyle 'şampiyonluk da şampiyonluk' diye yanıp tutuşuyor. Beşiktaş'ın gol yollarında Nouma'ya çok ihtiyacı var. Ve Beşiktaş Nouma'yla gözünü kırpmadan sözleşmesini feshediyor. Çok ama çok önemli bir ders!
Ahlaki değerler konusunda zıvanadan çıkmış Türkiye'ye bir tokat adeta. Sonuca ulaşmak için her yol geçerlidir sayanların yüzünde şaklayan bir tokat!
Teşekkürler Beşiktaş, teşekkürler Serdar Bilgili! Belki bilmiyorsunuz ama bu satırların yazarı bir Galatasaraylı. Nouma kararına kadar da Beşiktaş şampiyon olursa 'üzülürüm' diye düşünüyordu. Şimdi, bu kararından vazgeçti. Beşiktaş şampiyon olursa bu şampiyonluk ona çok yakışacak. Şimdiden helal olsun!
Not: Bu hafta nerede olursanız olun Elazığ-Beşiktaş ve Galatasaray - Adana maçlarını kaçırmayın, iki maç da nefesleri kesecek.
Cuma Alıntısı
Dostunuzu sık sık ziyaret ediniz çünkü, üzerinde yürünmeyen yollar diken ve çalılarla kaplıdır.
(Hint Atasözü)
Cuma Takıntısı
Bu hafta bu şaraba takıyorum. Size de öneriyorum: Kavaklıdere Cabarnet Sauvignon Carignan, Ege, 1999. Bazı marketlerde indirimde, haberiniz olsun.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2003
<B>AXESS</B> reklamı adamı izlerken yoruyor. Bu reklamı izlerken kendimi <B>‘‘Gönderilmemiş Mektuplar’’</B> filmini ikinci kez izliyormuşum gibi hissediyorum. Reklamdaki öykü baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Kız markette kayboluyor, adam anneyi almaya gidiyor, bu sefer adam kayboluyor, devreye trafik polisi giriyor, direksiyonda cep telefonuyla konuştuğu için adama ceza yazıyor.
Sonra bu kez anne kayboluyor, anneannenin ise kaybolacağı falan yok, o zangoç gibi Varan'ın üzerinde Axess'in faydalarını anlatıyor.
Öykü o kadar karmaşık ki, bir ara öykü ekrana dar geliyor, bu yüzden ekran ikiye bölünüyor, son karede yine birşeyler yetmeyince ekran bu kez dörde bölünüyor.
Varan Varan olalı bu kadar ekranda görünmemişti. Bu nedenle bu reklamdan en fazla yararlanan Varan oluyor. McDonald's, market (niye Migros değil), BP markalarını da arka arkaya görünce tabii hemen aklımıza ‘‘Axess her yerde geçer!’’ mesajı kazınıyor.
Reklam bu anlamda sorunlu değil zaten. Sorunlu olan kısımlar şunlar: Anlayabilmek için fazla çaba gerektirmesi, sevimsiz olması, sevimsizliğin tahriş etmesi ve kabak gibi uygulama...
Bir de söyler misiniz daha 2001 yılında piyasaya çıkmış bir ürünün logosunu ve kart tasarımını değiştirmenin amacı ne olabilir? Değiştirmesek ne kaybedecektik?
Hálá Axess'in en iyi işleri 2001'deki ilk reklamları. Hani diğer kartlar makasla kesiliyor ve sonra bütün iyi özellikleri Axess'de birleşiyordu ya. Ondan sonra bir daha Axess'in reklamları kendine gelemedi. Kart satışları, doğru satış destek hizmetleriyle artıyor, bir de reklam bu etkinlikleri desteklese, Bonus Card titreyip şöyle bir kendine dönecek. (Reklam Ajansı: Alice/BBDO, Rating: * *)
Düzeltme: Gene hafta Toyota Avensis filminin ajansını Leo Burnett olarak yazmıştık. Bu bilgi doğru değilmiş. Toyota Avensis filmi Toyota Motor Marketing Europe tarafından Avrupa lansmanı için yaptırılmış, filmi RPM Radar Türkçe alt yazı ekleyerek yayınlatmış.
Keşke sorunumuz lider sorunu olsaydı
AKP'nin ya da Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ya da bu hükümetin Türkiye'ye yapabileceği birşey yok. AKP'liler farklarını ‘‘müslüman söylemle’’ yarattı, ‘‘türban’’ı el altından kaşıdı ve ‘‘alternatif’’ oldu.
Ne kadar deneyimsiz, ne kadar vizyonsuz, ne kadar ‘‘aklı karışık’’ olduklarını görmek içinse 5 ay yetti. (Gerçi ben biliyordum ama bilmeyenlere beş ay yetti) ‘‘Müslüman söylem’’ altlarından çekilince AKP'liler kağıttan kale gibi çöktüler. ‘‘Iraktaki kanlı para’’ söylemiyle de gelecek için umut vaad ettikleri söylenemez.
Peki Türkiye'nin önünü kimler açabilir, kimler ‘‘dibe vuran’’ Türkiye'yi düzlüğe çıkarabilir? Partilerde, devlet kurumlarında, üniversitelerde, özel sektörde bulunan bir avuç insan dışında hiç kimse. Bu nedenle sorunumuz parti sorunu değil, lider sorunu değil genel bir ‘‘kafa’’ sorunu ‘‘kafa’’...
Sağcımız, solcumuz, dincimiz, dinsizimiz, milliyetçimiz, dinci solcumuz, ikinci Cumhuriyetçimiz aslında tabanda birbirimize benziyoruz. Hastalıklarımız hep aynı.
Nedir hastalığımız. Basit: Bilimsel yöntemi uygulamaya kafamız basmıyor. Siz ABD'nin Irak'ı silahla mı ele geçirdiğini sanıyorsunuz? O teknolojiyi, o savaş planlarını hangi düşünce sistemi yarattı acaba?
Bildiniz. Bilimsel düşünce sistemi yarattı. Yani planlamak, uygulamak, sonuç almak, ölçümleyip hedefe ulaşıldı mı bakmak, sonuçlara göre başa dönüp, yeniden planları düzeltmek.. Bizde olmayan ne? Sonuçları kontrol etmek, başa dönmek. Yok böyle bir alışkanlığımız.
Nedir ikinci hastalığımız? O da basit: Hiçbir şeyin kurumsallaşmasına izin vermiyoruz, iletişim yoluyla çatışma çözemiyoruz, aksine iletişimi kutuplaşmak için kullanıyoruz. Hemen ‘‘AKP'nin nasıl devlet içinde kadrolaştığından söz ediyor’’ demeyin. Aynı şeyi CHP, ANAP, DYP, MHP yapmadı mı? Diğer kurumlarımız farklı mı? Yeni Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Halim Sözbilir 19 Mart'ta atanır atanmaz, üç rektör yardımcısını değiştirdi ve şu atamaları yaptı:
Uygulama Ve Araştırma Hast anesi Başhekimliği'ne Prof.Dr. O. Nuri Dilek, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanlığına Vekaleten Prof. Dr. Kemalettin Çonkar, Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğüne Doç. Dr. M. Ali Özdemir.
Sağlık Bilimler Enstitüsü Müdürlüğüne Doç. Dr. Yüksel Arıkan, Devlet Konservatuarı Müdürlüğüne Yard. Doç. Dr. Mehmet Erkan, Sağlık Yüksek Okulu Müdürlüğüne Doç. Dr. Vural Kavuncu, Banaz MYO Müdürlüğüne Yard. Doç. Dr. M. Kemal Karaman Sivaslı, MYO Müdürlüğüne Yard. Doç. Dr. Cevdet Uğuz, Uşak MYO Müdürlüğüne Öğr. Gör. Dr. Osman Tekir, Enformatik Bölüm Başkanlığı'na Doç.Dr. Hasan Çimen, Türk Dili Bölüm Başkanlığına Yard. Doç. Dr. Erdoğan Boz, Beden Eğitimi Bölümü Başkanlığına Okt. Özer Çelik.
Yasalara aykırı birşey yok. Rektör yetkisini kullanmış. Ama yönetimleriyle de örnek kurumlar olmaları gereken üniversitelerde bile ‘‘seçim’’ anında bir kadrolaşma harekatını da beraberinde getiriyorsa, sorarım size bu nice okumaktır? Ve söyler misiniz bizim Asiye nasıl kurtulacaktır?
Not: Afyon Kocatepe örneğini taze bir örnek diye veriyorum. Birçok kurumda aynı olayların yaşandığını söyleyebiliriz. Örneğin devlet hastaneleri. Her başhekim değişikliğinde kadrolar yaz boz tahtası... Afyon Kocatepe örneği YÖK'ü günah keçisi yapanları düşündürtmeli. Hangi üniversitede YÖK, bir rektöre üniversiteni çağdaş yönetim değerlerine uygun yönetme diyor allahaşkına!
Başbakan kimi kucakladı?
23 MART 2003 günü Başbakan Tayyip Erdoğan ilk ‘‘ulusa sesleniş’’ konuşmasını yaptı. Aynı zamanda o gün Çorum'da bir yerlerde belediye başkanlığı seçimleri vardı ve seçimi AKP aldı.
‘‘Ulusa sesleniş’’ konuşmasının amacı Türk halkını hemen yanıbaşımızda olan savaş ve etkileri konusunda bilgilendirmek, endişeleri azaltmaktı.
‘‘Ulusa sesleniş’’ konuşması ne demek? Türk halkının tamamını kucaklayan konuşma demek. Başbakan Erdoğan ne yaptı? Konuşmasını şuna benzer bir cümleyle bitirdi: ‘‘Bugün Çorum seçimlerinde olduğu gibi bize (AKP'ye) desteğinizi sürdürürseniz Türkiye iyi günler görecektir.’’
Yani kucaklananlar biraz AKP'liler oldu.
Şimdi de kalkmış aynı Başbakan Erdoğan diyor ki ‘‘Medya savaş esnasında ulusal birliği bozmak için elinden geleni yaptı.’’ Sen kalk, savaş kapımızdayken, çok ama çok kritik bir ‘‘ulusa sesleniş’’ konuşmasında, AKP'ye oy iste, sonra da medyayı ulusal birliği bozmakla suçla! Konuşmadan önce bir aynaya bakılsa iyi olmaz mı?
Kutlanması gereken kim?
DUA etsin AKP ‘‘ordu’’nun uyumlu tutumu sayesinde savaş ortamından bu kadar az yara bere ile kurtuldu. Eğer asker sağduyusunu yitirse ve oturulan masalarda hükümetle çatışmaya girseydi AKP bu işten daha fazla yara alırdı.
Şunu da söyleyeyim, savaş sırasındaki ‘‘durumdan vazife çıkaran’’ manevraları nedeniyle Türk ordusunu kutlamak gerek. Bence, savaş öncesinde ve esnasında yaşadığımız ‘‘ABD ile ilişkiler’’ krizinin yönetilmesinde gerçekten kutlanması gereken bir kurum varsa o da ‘‘ordu’’dur.
Düşünün bir kere ‘‘Ben değiştim acaip laik oldum, Atatürk'e karşı değilim, onun emaneti orduya karşı değilim, şeriat devleti istemiyorum’’ diyen yeni bir hükümet gelmiş, daha iddia ettiği söylemi kanıtlamadan onunla birlikte ABD'ye karşı savaş masasında pazarlık yapıyorsun?
Yanındaki ‘‘kurt mu kuzu mu?’’ tartmaya çalışırken, bir anda ‘‘kurt’’ olduğu ortaya çıkınca, soğukkanlılığını yitirmeden, ‘‘yerinde manevralarla’’ ulusal birliği korumaya, Türkiye'nin köklü askeri stratejilerinin devamlılığını sürdürmeye çalışıyorsun. Siyasetin sana oynamak için bıraktığı dar alanlarda da kısa paslaşmalar yapıp, geleceği ucundan yakalayabilmemiz için kapıların hiç olmazsa aralık kalmasını sağlıyorsun. Kutlanmaz mı böyle bir ‘‘kriz yönetimi’’ anlayışı. Sizi bilemem ama ben kutluyorum.
Tylol-Hot'a rakip geldi: Aferin-Hot
GEÇEN pazar ‘‘soğuk algınlığı’’ ilaçları ilgili marka ligini verip, niye reçetesiz ilaç reklamları serbest bırakılmalı onu açıklamaya çalıştım. Aynı gün gazetelerde Aferin-Hot'un çıktığını haber veren duyurular vardı. Ne şanslıyım!
‘‘Hani reklam yasaktı?’’ demeyin. Bir ilaç piyasaya sürülürken, bir defaya mahsus olarak Sağlık Bakanlığı ‘‘Sayın Doktorlarımıza ve Eczacılarımıza’’ başlığıyla ilacın kuru bir duyurusunun yapılmasına izin veriyor, o kadar.
Örneğin, Aferin-Hot tatlandırıcı kullanılarak üretilmiş, 10 poşetlik kutularda satılıyor, bileşiminde ise uyku veren antihistaminik yok, fiyatı da 4 milyon 344 bin lira. 10'lu poşet olmasına rağmen, Tylol-Hot'dan ucuz anlayacağınız.
Aferin-Hot bu ucuzluğu reklamlarında duyuramıyor ama. Sadece içindeki maddeleri yazabiliyor, 10 poşet olduğunu söyleyebiliyor. ‘‘İşte sen ucuz olduğunu yazdın, daha ne istiyorsun’’ diyorsunuz değil mi? Doğru, Aferin-Hot'la ilgili haber yapmak serbest ama reklam yasak! Haber daha etkili bir iletişim biçimi değil mi? Peki o zaman reklamın suçu ne?
Çekirgelik
Aptal şansının sürekli olması çok zordur.
(Robert Duboff)
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2003
Al Pacino'nun Çaylak'taki oyunculuğu yine müthiş! Galiba Pacino Hollywood'un yetiştirdiği gelmiş geçmiş en iyi oyuncu. Çok mu abarttım? Kabul ediyorum biraz abartmış olabilirim. Ne yapayım, ona hayranım ve Hollywood'un yetiştirdiği en iyi erkek oyuncu olduğunu düşünüyorum. Var mı itirazı olan?
Al Pacino Çaylak'ta 'ajan hocası'nı oynuyor, Colin Farrell ise başlarda bilgisayar son sınıf öğrencisi bir 'Çekirge'. Pacino onu ajan mektebine gitmeye ikna edince film başlamış oluyor. Sonrasında doğru Çiftlik adı verilen CIA eğitim kampına gidiyoruz.
Kamptaki eğitim esnasında CIA imaj yenileme programının yanık kokusu burunları şöyle bir yalayıp geçiyor. Kampta Farrell'a, adam öldürmek dahil ajanlık sanatının bütün incelikleri öğretiliyor. Daha sonra da Pacino, Farrell'ı 'Bak Çekirge, görevin içimizdeki İrlandalı'yı... Pardon, köstebeği yakalamaktır. Bu bandın da kendini imha falan edeceği yok, giderken çöpe at' deyip Farrell'ı er meydanına sürüyor. Sonrasını anlatmayayım, tadı kaçar.
Bu tür filmleri seviyorsanız, sakın kaçırmayın. Ünlü yönetmen Donaldson filmin tempolu olması için elinden ne geliyorsa yapmış. Farrell'ın ise daha iyi filmleri vardı. Al Pacino onu ezmiş. Bütün rolleri Al Baba'nın da oynaması mümkün değil ama oynasa film kesinlikle daha keyifli olurmuş! Şunu da söyleyeyim Çaylak'ta hiç bir şey göründüğü gibi olmayabilir. Aman dikkat!
Çaylak'ı izlerken Türkiye'de niye adam gibi bir ajan filmi yapılmaz onu düşündüm. Hem de mitolojik bir karaktere sahipken... Mit’ik kitaplar bu kadar satarken... Eminim ordu 'O Şimdi Asker'i nasıl desteklediyse MİT de böyle bir filmi destekleyecektir. Ne dersin Abdullah Oğuz? Ama sorun senaryo değil mi? Haklısın, öykü anlatmayı bilmeyen bir milletiz, kabul edelim. Oysa sıkı bir ajan filmi olsa bir milyon izleyici çantada keklik.
Babamdan tekzip var!
Geçen hafta yazdıklarımdan, bu tekzipten yola çıkarak sakın babamla (75) aramın kötü olduğunu falan sanmayın. Babamı çok severim, hálá da çok yararlanırım. Yetişirken onun hem okul hayatındaki hem de mesleki hayatındaki başarıları, beni hep kamçılamış, ondan öğrendiklerim fener gibi yolumu aydınlatmıştır. Örneğin, dürüstlüğün en önemli erdem olduğunu ondan öğrendim, hiçbir zaman da dürüst olmanın zararını görmedim. Okur baba da olsa okurdur, tekzip hakkı da kutsaldır. Babamın tekzibini aynen yayınlıyorum:
'Sevgili oğlum, 1979-1980 yıllarında sen en körpe gençlik çağlarını yaşıyordun. Sovyet Rusya henüz yıkılmamıştı, Türkiye'ye komünist baskısını sürdürmekte ve komünist faaliyet ve propagandasını men eden ve cezalandıran TCK'nın 141 ve 142'inci maddeleri yürürlükte idi. Ben, 1951 yılında mensubu olmakla iftihar ettiğim Mülkiye’den mezun olduğumda bu fiili ve yasal uygulamaları mesleğim gereği dikkatle izlerdim. Bu meyanda yazılı basını da izlerdim. Yazılı ve sözlü duyumlarımdan, Türk tiyatro aleminde komünist kişilerin bulunduğunu öğrenmiştim. O günlerde senin ufkunu çok geniş görüyordum. Çok yönlü çalışmanı gerektirecek bir meslek sahibi olman, en büyük arzumdu. Rivayet bile olsa sözünü ettiğim ortama girmeni istemedim. 'Ahlaksız ve Allahsız'' sıfatından güzide tiyatro oyuncularımızı tenzih ederim. Bu sözcükleri kullandığımı hatırlamıyorum. Sınava girmemeni ve sınavı kazanmamanı istemediğimi itiraf etmeliyim. Şu anda ise senin hem iletişim bilimcisi, hem de iletişim sanatçısı bir bilimadamı, bir profesör olmandan gurur duyuyorum. Başarılar dilerim. Baban'
Bir tavsiye: İrfan Baba'nın Yeri
İrfan Baba'nın Yeri İzmir'de, Alsancak'ta. Öyle de ünlü bir yer ki, belediye bulunduğu sokağa bile İrfan Baba Sokağı adını vermiş.
22 yıldır restoran işleten İrfan Baba'nın işleri 1993 krizinde bozulmuş. Lokantanın bulunduğu mülkü o krizde elden çıkartmış. Şimdi aynı işi aynı yerde kirada yapıyor. Kalamar, balıklı avcı böreği, patates krokan, hardal otu, turp otu, cimes birbiri ardına gelip çok da lezzetli olunca, serviste de bir titizlik sezince dayanamadım ve alt kattaki mutfağa indim.
Mutfakta İrfan Baba yerine kızları Pınar ve Bahar'ı buldum. Anlayacağınız lezzetin ve titizliğin sırrını çözdüm. İşin içine kadın parmağı girmiş. Üç ay önce İrfan Baba yavaş yavaş işi kızlarına bırakacağını açıklamış. Kızlar da o günden bugüne yüzlerinden güleryüzü eksik etmeden, lezzete ve servise damgalarını vurmaya başlamışlar. Helal olsun Pınar'la Bahar'a...
İrfan Baba'da levrek, mercan, çupra, sinarit, lagos gani. İçki dahil 25-30 milyona da çıkıyorsunuz. İrfan Baba'nın yerine gidene kadar çiftlik çupra ve levrek için çok olumlu şeyler düşünmezdim. Kontrollü suda üretilen bu balıkların, ne idüğü belli olmayan sularda yaşayan deniz balıklarına göre daha sağlıklı olduklarını öğrenince, nedense hemen bu fikri satın aldım. Bu andan sonra da daha önce saman gibi gelen çiftlik çupra bir lezzetli geldi, bir lezzetli geldi. Neden acaba? Paradigma sıçraması yaşamış olmayayım.
HAFTASONU TAVSİYELERİM
Size üç gün için dört film öneriyorum. Eğer bilet bulabilirseniz mutlaka bu filmleri izleyin. Cuma: İspanyol Pansiyonu, saat 21.30, Emek Sineması. Cumartesi: Ben Babayım, saat 13.30, Rexx Sineması. Pazar: Kötülük Çiçeği, saat 13.30, Kişisel Sürat, saat 19.00, Emek Sineması.
Cuma Takıntısı
Cüneyt Ülsever, Hacı, Roman, 2003, Om Yayınları, 13 Milyon 500 TL.
Hasan Cemal'in Kürtler'ini okumaktan yoruldum. Ama inat ettim, bitireceğim. Gözüm Hacı'da. İkisini aynı anda okuyabilir miyim ki?
Cuma Alıntısı
Büyük Himini: Nasıl oluyor da sen ve annem hálá bam telime dokunabiliyorsunuz?
Ben: Çok basit kızım, sana onları biz monte ettik!
(Bizim Evdeki Duvardan)
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2003
<B>TÜRKİYE</B>'nin saygın araştırma şirketlerinden TN Sofres Türkiye temsili 18 yaş üstü 2008 kişiye Trendpoll araştırmasında <B>‘‘Aklınıza gelen üç soğuk algınlığı ilacını söyler misiniz?’’</B> diye sordu. Aferin'i ilk üç marka arasında sayanların oranı % 40,3, Gripin'i ilk üç marka arasında sayanların oranı ise % 37,9. Kırk yıldır ambalajı bile aynı olan Gripin'in marka gücüne şaşmamak elde değil. Tylol-Hot'un % 13,1 anımsanma oranı ise iki ay önce yazdığımız ‘‘oralet kültürü’’ yazısını destekliyor.
Sizce ilaçların anımsanma yüzdelerinin yanına tane fiyatlarını yazsak nasıl bir tablo çıkar? Çıkan tablo ortada. Aynı işi gören tanesi 46 bin liraya da ilaç var, 148 bin liraya da. Ve bazı ilaçlar daha eski olmanın, fazla bilinmenin avantajı ile daha fazla fiyatla satılıyorlar.
Peki, ilaç tüketicisi nereden bilgilenecek, yeni ve daha ucuz ilaçlara nasıl güvenecek, ya da eskilerinin yenilerden daha iyi olduğunu nereden bilecek? Altalta yazdığında aynı gibi duran ilaçların yarar farklarını ya da bio yarar farklarını nereden öğrenecek?
Diyeceksiniz ki eczacılar var ya, onlar anlatırlar! Anlatanları tabi olur. Ama daha fazla kár bıraktığı için, ya da mal fazlası aldığı için yukardaki ilaçlardan bazılarına yönlendirme yapan da olmaz mı? Olur. Oluyor da.
Çözüm reçetesiz satılan ilaçların reklamlarını serbest bırakmakta. Reçetesiz ilaç reklamlarının serbest bırakılmasında ‘‘kamu çıkar’’ı olduğunu çocuklar bile anladı bir Sağlık Bakanlığı anlamadı.
Hemen ‘‘Türk halkı cahil!’’ savunması yapmayın, komik oluyorsunuz. Nesli tükenmiş birkaç Eczacı dışında bu ilaçlar için (sanki antibiyotik alana reçete soruluyor da!) reçete soran var mı?. Çoğunlukla da marka seçimi daha eczaneye gitmeden yapılmış oluyor. Yıllardır Gripin köy bakkallarında bile peynir ekmek gibi satılıyor mu?
Öyleyse bu inat neden? Bu inat, halkın çıkarına değilse kimin çıkarına?
Zımpara yerine Lily kullan!
LİLY tuvalet kağıdı reklamı öldürüyor beni. Pencereyi açıp dosta düşmana ‘‘Yeter bu milletin Ayşe Teyzelerden çektiğiiiii’’ diye bağırmak istiyorum.
İzlediniz mi? Anne ve çocuk misafirliğe gidiyor. Çocuğun tuvaleti gelince, malum yeri ziyareti şart oluyor. Ama o ne? Çocuğun malum yeri evsahinin zımpara etkisi yaratan tuvalet kağıdını reddediyor. Ne ayıp!
Ne demiş büyüklerimiz? Misafir umduğu değil bulduğu tuvalet kağıdını kullanır. Büyükleri dinleyen kim! Oğlan doğru annesinin yanına..
Normal anne bu durumda ne yapar? Evvveeet bildiniz, yanındaki kocaman valizi açar, orada duran altılı paket Lily'den bir tane alıp çocuğa uzatır ve çocuğun acısını dindirir. Reklamda da böyle oluyor zaten.
Ben ise herşeye rağmen pencereyi açıp ‘‘Yeter kurtarın bu milleti Ayşe Teyzelerden’’ diye bağıramıyorum.
Neden? Teknik yönden bakarsak ürünün sınıfına uygun bir reklam. Ana mesaj abartılı vurgulanıyor. Ördek, mördek yumuşaklığı pekiştiriyor. Çocuğu hassas poposuna iyi gelen tuvalet kağıdı, davul derisine hemen hemen yakın olan büyüklerinkine iyi gelmez mi? Saçında sorunu olanlar bebe şampuanı kullanmıyor mu? Çaktınız mı durumu?
(Reklam Ajansı: Cenajans Rating: * * *)
Tempo'yu örnek alın!
HAFTALIK haber dergisi Tempo'nun satışları diğer dergiler gibi yaşanan ekonomik krizden etkilendi.
Hem de dergi içerik anlamında ‘‘sıkı’’ değişikliler yapmışken.. Satış düşüşleri kader mi? Durdurulamaz mı?
Tabii ki değil. Eğer doğru pazarlama eylemlerini yerine getirirsen krize boyun eğmez, nehrin yatağını yerinden oynatabilirsin.
Örnek: Tempo iki haftadır zeka oyunları, doğal terapi yöntemleri gibi ilginç kitaplar veriyor, bu kitapları verdiğini reklamla duyuruyor, aynı reklamlarda dergiden ilginç haber başlıkları kullanıp, beyinlere bir parmak da bal çalıyor.
Sonuç: Daha önce 6 bin 500 olan Tempo satışları geçtiğimiz hafta 15 bine çıktı. İçinde bulunduğumuz hafta ise (Tempo perşembeleri çıkıyor) 20 bine ulaşacağı tahmin ediliyor. Hani dergi satışları yerlerde sürünüyordu?
Diyeceksiniz ki ‘‘Satan dergi değil, kitapçıklar.’’ Bu iş o kadar basit değil. Kimse sadece kitapçık için dergi almaz. Nasıl dergiyi almak için kitapçık bir nedense kitapçık edinmek için de dergi bir nedendir.
Abüziddin dergisi versin bakalım aynı kitapçıkları, alan oluyor mu?
Tebrikler Tempo! Bazı gerçekleri bize yeniden anımsattığın için... (Gelecek perşembe ‘‘Evcil Hayvanlar’’ kitapçığı verecek. Bilginize..)
Bu Japonlar da çok oluyor...
TOYOTA Avensis'in ‘‘Kalitede Yol Ayrımı’’ temalı reklamında Almanca konuşan rakip firmanın adamları yeni çıkan Avensis'i inceliyorlar.
Durum raporu iletilen patrona da vurucu cümleyi söylemek kalıyor: ‘‘Keşke Avensis bizim olsaydı?’’ Mavi Jeans'in reklamındaki Levi's'ın patronu ‘‘Bu Türkler de çok oluyor’’ demiyor muydu?
Taktik aynı taktik. Avensis reklamındaki patron da ya BMW'nun ya da Mercedes'in patronu. Toyota, Alman mühendilere ‘‘Japonlar bizi solladı’’ dedirtiyor anlayacağınız!
Rakip ağzından Avensis övülüyor.
Toyota Mavi'den kopya mı çekmiş? Yok öyle birşey. Bu reklamcılıkta genel bir tür. Biraz düşünürseniz Arçelik Direct Drive'daki ‘‘Çekik gözlü’’nün de ‘‘Arçelik de çok oluyor’’ dediğini anlarsınız.
Bu tür reklamların genel sorunu inandırıcılık. Avensis reklamında da inandırıcılık sorunu var. Seçilen yol ana mesajdaki ‘‘kalitenin’’ içini dolduruyor. O da önemli bir şey... (Reklam Ajansı: Leo Burnett, Rating: * * *)
Saddam'dan Amerika işbirlikçisi olursa
1988 yazı. ABD Wisconsin'de Marquette Üniversity'de yüksek lisans eğitimine başladım. Marquette, Notre Dame ve Xaier ile birlikte ABD'nin en saygın üç katolik üniversitesinden biri. Marquette'in Rektör'ü, diğer katolik üniversitelerinde olduğu gibi din bağlantılı bir profesör, lisans düzeyinde de din dersi zorunlu ders. Yüksek lisans için böyle bir zorunluluk yok.
Dersler başlayalı bir hafta olmuştu ki, okul yönetiminden şu mektubu aldım:
‘‘Sizinle birlikte üniversitemizdeki müslüman öğrenci sayısı 47'ye ulaşmıştır. Bu nedenle Uluslararası Öğrenci Merkezi üçüncü katta müslüman öğrencilere ayırdığımız ibadet yerinin yeterli olmayacağını düşünüyoruz. Gelecek haftadan itibaren, üçüncü kattaki salonlara ek olarak, bayan müslüman öğrencilerimiz ikinci kattaki C salonunu, erkek öğrencilerimiz ise D salonunu ibadet amacıyla kullanabilirler.’’
Katolik üniversitesindeki bu davranıştan etkilenmemek mümkün mü? Bu anı da nereden çıktı diyorsunuz değil mi?
Dinci basın, ABD'nin Irak'a müdahalesini müslüman ülkelere yönelik ‘‘haçlı seferi’’ gibi göstermek için elinden geleni yapıyor. Bende de böyle bir anı var. Siz olsanız böyle bir anıyı paylaşmak istemez misiniz? İstemezsiniz. Neden? Yine çıkar ‘‘Öğrencilere hristiyantiyanlığı hoşgörülü bir din olarak göstermek istemişler’’ derler diyorsunuz öyle mi? Derler mi derler.
Kafalar ‘‘tek yönlü’’ çalışınca... Saddam bile Amerikan işbirlikçisi oldu da niye bana gelen mektup müslüman öğrencileri hristiyanlaştırma hareketini bir parçası olmasın!
Çekirgelik
Bir kapının kapalı olduğunu anlamak için, o kapıyı itmek gerekir.
(Montaigne)
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2003
Gönderilmemiş Mektuplar'ı izledim ve merakımı giderdim. Baştan söyleyeyim, bekliyordum ama bu kadar ‘‘Eski Türk Filmi’’ beklemiyordum. Ne demek ‘‘Eski Türk Filmi’’? Öyküsünü anlamak için fazla zorlanmadığın, daha başından filmin sonunu okuyabildiğin, bazı eğretiliklere gülmemek için kendini zor tuttuğun, onu izlerken aynı anda bir kitabın yarısına gelip diğer taraftan da gazete başlıklarına göz atabildiğin film benim sözlüğümde, ‘‘Eski Türk Filmi’’dir.
Ne yazık ki ‘‘Eski Türk Filmi’’ni tanımlamak için saydığım tüm özellikler Gönderilmemiş Mektuplar'da mevcut. Kötü bir şey mi ‘‘Eski Türk Filmi’’ olmak? Haşa! Kesinlikle değil. Hálá televizyonda oynayan eski Türk filmlerine takılır zevkle de izlerim.
Gönderilmemiş Mektuplar'ı da böyle takılıp ‘‘Eski Türk Filmi’’ niyetine zevkle izledim. Bazen gülerek, bazen gözlerim yaşararak, bazen bayım bayım bayılarak, bazen de sinirlenerek.
Yusuf Kurçenli ağdalı bir sinema diliyle, saatlerce anlattığı öykünün kırılma noktalarını, bir de kahramanlarına özetletmese çok daha iyi olurmuş. Ben zekamla dalga geçen bu tekrarlara sinirlendim örneğin.
Türkan Şoray ve Kadir İnanır'ın performansları daha önce neyse, bu filmde de o. 80 yaşına gelseler de onların meraklıları olacaktır. Ama 80 yaşında da Leyla ile Mecnun'u oynar, ‘‘yıkılmadık, ayaktayız’’ diye yatağa girer sevişirlerse vallahi de billahi de gitmem o filme haberiniz olsun.
Filme gidip gitmeme kararını ise size bırakıyorum. Ben ‘‘gidin’’ deme sorumluluğunu üstüme alamam.
Tavsiye
Gülriz Sururi ve Bir An Gelir
Bu hafta size tavsiyem Gülriz Sururi'nin Bir An Gelir isimli anı kitabı. Sururi'nin ilk kitabı Kıldan İnce Kılıçtan Keskin'i okumamıştım, bu kitabı okuduktan sonra okumadığıma pişman oldum.
Sururi'nin dili çok akıcı, kitap rahat okunuyor. Eğer tiyatro ile ilişkiniz sadece izleyici düzeyinde ise bu anıları kaçırmayın. Çünkü Sururi Bir An Gelir'de tiyatronun bilinmeyen yönleri ile ilgili haddinden fazla pencere açıyor.
Benim kitaptan çıkardığım bir sonuç var. Gülriz Sururi öyle böyle değil, oldukça akıllı bir kadın. Akıllı bir kadının hayata nasıl baktığını, işini ve evliliğini nasıl yürüttüğünü öğrenmek istiyorsanız yine Bir An Gelir tam size göre...
Bir de kitabın içinde ekrandan tandığınız Ala Luna programının perde arkaları var tabii ki. Örneğin Sabancı niye Star'da yayınlanan Ala Luna'ya konuk olmamış biliyor musunuz? Öyle ‘‘Armut piş, ağzıma düş’’ yok! Alın kitabı okuyun, 278'inci sayfasında yazıyor. Siz de hazıra konmaya pek alıştınız biliyor musunuz? Bu hafta sonu tembellik yok. Silkinin biraz. (Gülriz Sururi, Bir An Gelir, Doğan Kitap, 2003)
İhtiras sabun köpüğü değil
Geçen hafta uzun süredir yapmayı çok istediğim bir şey yaptım ve Gencay Gürün'ün yönettiği İhtiras adlı oyunu izledim.
İhtiras, tiyatro dünyasındaki entrikaları ele alan bir oyun. Yaşı geçkin ünlü oyuncu Margo Channing ile ün delisi genç Eve Harrington oyunun ana kahramanları.
Afişinde, sadece uyarlayan olarak John Baker'ın adı yazıyor ama (her nedense!) İhtiras'ın kökü Marry Orr'un The Wisdom of Eve adlı öyküsüne dayanıyor.
Orr'un aynı öyküsünden yola çıkarak Mankiewich'in 1950'de çektiği All About Eve (Perde Açılıyor) filmi 14 dalda Oscar'a aday olup, 6 dalda ödül almış ve o yıl ‘‘Tiyatro Üzerine Yapılmış En İyi Film’’ unvanını kazanmış. Filmde Margo'yu Bette Davis, Eve rolünü ise Anne Baxter oynamış.
1970'te Orr'un öyküsü Applause (Alkışlar) adı ile Broadway'e müzikal olmuş ve üç yıl içinde tam 896 kez sahnelenmiş. Bu kez Margo'yu Lauren Bacall, Eve'i ise Penny Fuller oynamış. Kısa bir süre sonra da Margo rolünü Bacall'dan Anne Baxter kapmış.
Filmin çekildiği tarihten 53 yıl sonra Orr'un öyküsünün bir uyarlamasını bu kez Gencay Gürün'ün ‘‘müziksiz’’ yorumuyla izliyoruz. İşte tiyatronun güzelliği, işte evrenselliği. Oyun 53 yıl sonra bile dramatik değerinden hiçbir şey yitirmemiş.
Ve bu dramatik tadı 53 yıl sonra korumada, Gencay Gürün'ün gösterişsiz, metni kovalayan yönetiminin payı büyük. Tabi ki Nurseli İdiz'in (Margo) ve İnci Türkay'ın (Eve) kendilerine bırakılan yaratma payını hakkıyla kullanmalarının da.
Nurseli İdiz'i sahnede ilk defa AST'ta izlemiştim. Yaklaşık 20 yıl önce. ‘Küçük Adam Ne Oldu Sana?’da Altan Erkekli ile birlikte oynuyordu. 20 yaşında bir tiyatro áşığı olarak onu izlerken zevkten dört köşe olmuş, ‘‘Bu kadın’’ demiştim, ‘‘Bir gün kendinden çok ama çok söz ettirecek!’’. Yanılmamışım. Galiba İhtiras İdiz için yeni bir başlangıç olmuş, performansı da gerisinin geleceğini de muştuluyor.
Ne yapın yapın İhtiras'ı izleyin. İhtiras bir ‘‘sabun köpüğü’’ değil, tadının bellekten kazınması uzunca bir süre alıyor.
Tiyatro gönül işidir, beyinle zor çözülür!
Kendimi bildim bileli içimde tiyatro ateşi vardır. İhtiras'ı izlerken kendi tiyatro öyküm film şeridi gibi gözümün önünden geçti.
Ankara'da, Hamdullah Suphi Tanrıöver İlkokulu'nda okurken daha beşinci sınıfta Hayaletli Şato ve Hababam Sınıfı'nı kendi çapımda sahneye (daha doğrusu tahtaya) koydum.
1974 ya da 1975 yılında okul yönetimi bizi sınıf olarak Nurşen Girginkoç'un başrolü oynadığı bir oyuna götürdü.
İki saat, en önde, gözümü kırpmadan Girginkoç'un muhteşem oyununu izledim, hatta bir ara onunla göz göze geldim ve ondan çok etkilendim. Bu oyundan sonra yolumu çizdim. Tiyatrocu olacaktım!
Daha sonra okuduğum Kurtuluş Ortaokulu ve Kurtuluş Lisesi'nde tiyatrosuz bir günüm geçmedi. Orada tiyatro grupları kurup, o gruplara uygun skeçler yazdım ve öğretmenleri ikna edip edebiyat derslerinde oyunlar oynadık.
‘‘Tiyatrocu ahlaksız, allahsız ve komünisttir’’
Lise sona geldiğimde tek amacım vardı: Ankara Devlet Konservatuvarı. Bu nedenle ne üniversite kursları umurumda oldu, ne de üniversiteye girmek.
Ama bir engel vardı. 1952 mezunu, kökten mülkiyeli ve o dönemde de önemli bir bürokrat olan babam! ‘‘Tiyatrocu’’ olmamı istemiyordu. Ona göre tiyatrocu demek ‘‘Allahsız, ahlaksız ya da komünist’’ olmak demekti.
Ailemi kırmadım 1978 yılında Arı Dershanesi'ne yazıldım. Evdekiler beni kursa gidiyor sanırken ben TRT binasının yanında seslendirme yapan tiyatrocuların takıldığı Fıçı Bira'ya takılmaya ve kendime dostlar edinmeye başladım.
Emir Tayla'yı, İstemi Betil'i, Bozkurt Kuruç'u, Rüştü Asyalı ve Köksal Engür'ü orada tanıdım. Tiyatro dünyasıyla tanışmak içimdeki ateşi daha da bir ateşledi.
Emir Tayla'yı beni konservatuvara hazırlaması için ikna ettim. Cumartesi pazar demeden Küçük Sahne'de sahne tozu yutturdu bana. Anımsadığım kadarıyla Henrik Ibsen'in Per Günt'ünden ve Guy De Maupassant'ın bir oynundan kısa birer bölüm çalıştık.
Bir süre sonra ev durumu çaktı tabii. Nedense düşündüğüm kadar sert çıkış yapmadılar ve sınavlara girdim. Şansıma da o yıl Ankara Devlet Konservatuvarı'nın en çalkantılı dönemi. CHP iktidarı yaklaşık 24 yıllık Cüneyt Gökçer iktidarına son vermiş, yerine Ergin Orbey'i getirmiş. İçerde bir yığın çatışma.
Jüride hem Ergin Orbey var hem Cüneyt Gökçer. Tesadüfe bakar mısınız bir de Nurşen Girginkoç, Cihan Ünal ve Sait Sökmen. Diğerlerini anımsamam mümkün değil.
Yemeden içmeden kesildim
Sınav iki aşamalı idi. İlk aşamayı yaklaşık 25 kişi geçtik. İkinci aşamada elendim, dünyam başıma yıkıldı. Bir hafta yemeden içmeden kesildim.
Birkaç hafta sonra da mucizevi bir şey oldu. Adıma, ikinci elemeye giren ama kazanamayanları tekrar sınava çağıran bir mektup geldi. Dedikodunun da bini bir para. Güya, ilk sınavı kazananların hepsi torpilli olduğu için şikayetler olmuş ve torpilsiz birkaç kişi almak için yeniden sınav açılmıştı.
Yeniden sınava girdim yine hayal kırıklığı! (O dönemde sınav kuyruğundan anımsadığım biri var: Mahir Günşiray).
Yapacak bir şey yoktu. Ayaklarım geri gide gide üniversitede lisans okumaya başladım. İçimdeki tiyatro hırsı bitecek, ateş sönecek gibi değildi.
Üniversite yıllarında da arkadaşlarımla bir çocuk tiyatrosu kurdum. Salih Kalyon'dan Becerikli Kanguru isimli oyunu alıp sahneye koydum.
1978-1984 yılları arasında Ankara'da oynanan hiçbir oyunu da kaçırmadım. Devekuşu Kabare'nin oyunlarından, Haldun Taner'den, televizyonda dizileri oynamaya başlayan Ferhan Şensoy'dan çok etkilendim.
Sabahlara kadar yeni yeni çevrilmeye başlayan tiyatro kitaplarını okur, skeçler karalar, oyun denemeleri yazardım. 1984'te ilk ve son oyunumu yazdım: Demokrasiye Günaydın!
Başıma tuğla düştü
Üniversite üçüncü sınıfa geldiğimde başıma tuğla mı düştü nedir bilinmez birden tiyatrodan aktif olarak elimi ayağımı çektim. Okuduğum bölümü birincilikle bitirip asistan oldum.
Sonra ver elini Amerika. Orada da boş durduğumu sanmayın. Fırsat buldukça oyun izledim. Okuduğum İletişim Fakültesi'nin tiyatro bölümü vardı. Oradan misafir öğrenci olarak tiyatro tekniği dersi almayı da ihmal etmedim.
Amerika'dan döndükten sonra öyle yoğun 'akademisyenlik' süreci yaşadım ki, doçentlik, profesörlük derken oyun izlemeye çok az zaman ayırabildim. Çoğu zaman oyun afişlerine bakarken ciğeri elinden alınmış kedi gibi hissettim kendimi.
Bundan üç yıl önce babam bir beyin kanaması geçirdi ve ölümün kıyısından döndü. Bu olaydan sonra kendi ile hesaplaşmış olacak ki bir konuşmamızda ‘‘Bir şekilde konservatuvar sınavını kazanmanı engelledim’’ diye itiraf etti.
Yıllardır böyle bir şeyi tahmin ettiğim için hiç şaşırmadım. Üstelik kızamadım bile. Bulunduğum yer pişmanlık duyacağım bir yer değil ki!
Sizce bu saatten sonra ‘‘Ah baba ah! Başarılı bir oyuncu olacaktım, kısmetime mani oldun’’ diye kahretmenin bir anlamı var mı? Kim başarılı bir oyuncu olacağımı garanti edebilirdi ki?
Keşke hayatı yaşarken, gidemediğimiz yolların sonuçlarını bize gösteren bir yöntem olsaydı. Yoksa olmasa mıydı? Evet, olmadığı daha iyi. Bu dünyada kahrede kahrede de yaşanmaz ki!
Not: Bir yıldır Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yönetim kurulu üyesiyim. Genel Sanat Yönetmeni de Ergin Orbey. Hayat sürprizlerle dolu. Orbey Hoca tiyatro ateşiyle yanan genç sanatçılarla keyifli işler yapıyor.
Cuma Alıntısı
Seyircinin ve eleştirmenin hoşuna gidecek şeyleri yapan sanatçı ve yönetmen kendi kişiliğini yitirir.
(Muhsin Ertuğrul)
Cuma Takıntısı
Irak Savaşı nedeniyle Kürt meselesine odun atılınca Kürtlerle ilgili yeni bir şeyler okuma isteği hissediyordum. Hasan Cemal'in Kürtler kitabı hızır gibi yetişti. Bu hafta sonu ‘‘kalite kontrolü’’ için ona takıyorum. Doğan Kitap'tan çıkmış, 588 sayfa, haydi hayırlısı.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2003
<B>ÜNLÜ</B> hakem <B>Collina</B>'nın oynadığı Aria reklamını anladınız mı? Anlamamanıza bir neden yok. Çünkü bu reklamın Aria'nın iflas eden <B>‘‘iletişim sanattır’’</B> konsepti ile bir ilgisi yok. Collina'lı reklam daha çok Aria'nın ‘‘hip hop’’çu gençlerle açtığı yoldan giden, futbola yapılan iletişimi pekiştiren, mizahla ana mesajı örtüştüren doğru bir reklam. ‘‘Collina Ekrem’’ ve ‘‘İtarzanca parlatan Türk’’ esprileri hoş olmuş. İzlendikçe daha da hoşa gideceğini tahmin ediyorum.
Reklamın tüm esprisi aslında ‘‘Anaa.. Collina’’ şeklinde özetlenebilir. Ekrandan, sinemadan, gazeteden tanınan bir ünlüyü yanıbaşımızda görünce bir Türk olarak verdiğimiz ilk tepki yani! Hele de bu ünlü Türklere sempatiyle bakan yabancı bir ünlü olursa ‘‘Anaaa..’’daki vurguyu tahmin edebilirsiniz değil mi?
İkinci tepki ne? Ünlüyle olduğumuz anı ölümsüzleştirme ve dosta düşmana ‘‘Baaak ben de Collina'yı tanıyorum’’ demek için fotoğraf çektirme isteği.. Aria bu reklamda hangi özelliğini anlatmak istiyordu? Görüntülü mesaj iletme hizmeti MMS'i. Bağlantı kurabildik mi? Aria'nın isteği de bu işte. Bu bağlantıyı kurdurmak.. Uygulama bu kadar karikatürize edilmeseydi daha iyi olurdu diye düşünüyorum.
(Reklam Ajansı: Güzel Sanatlar Rating: * * * *).
Uyarayım, Aria yeni hizmetlerini duyurmada biraz Turkcell ve Telsim'in gerisinde kalıyor. Daha hızlı davranmalı. Umarım kampanyanın basın ayağı vardır. Eğer basında ayrıntılara girilmezse güzelim reklama yazık olur..
Reklam Collina'yı biz Türkler'in gözünde daha bir sempatik hale getiriyor. İster misiniz bir süre sonra Collina, ‘‘Türkiye'ye damat olucam da olucam’’ diye tuttursun, biz de ona şöyle davullu zurnalı bir sünnet düğünü yapalım. Hani bir pantolon bir gömlek.. Çibidibidapdap.. Çibidapdap...
Gönül ‘anti’ olmak ister bomba bahane!
THE Wall Street Journal'ın haberine göre ünlü Ipsos araştırma şirketi 28 Şubat-8 Mart arasında çeşitli ülkelerden 1000'er kişiye ‘‘ABD ürün ve hizmetlerini tüketmekten kaçınır mısınız?’’ sorusunu sormuş.
Sonuçlara göre sürmekte olan savaşa ve ‘‘Anti-Amerikancıların’’ zaman zaman ‘‘insafsız’’ sözcüğünü hakedecek propagandalarına rağmen hálá Asya ve Avrupa ülkelerinde ABD mal ve hizmetlerine karşı şiddetli bir tepki olmadığı görülüyor.
Boston yakınlarındaki Brandeis Üniversitesi'nden uluslararası pazarlama Profesörü Shih-Fen Chen'in söyle demiş: ‘‘Eğer bombalar yanlış yere düşmeye devam ederse Amerikan markalarına karşı tüketici tutumları çabucak değişebilir.’’
Ben Chen'e katılmıyorum. Anti-Amerikancılar ellerine fırsat geçmişken ABD'ye sövmek istiyorlar bombalar bahane! Böyle davrananların sayısı da belli. Bu nedenle Amerikan mallarına karşı tepki koyan tüketici sayısında artış olacağını sanmıyorum. Aksine onbeş güne kadar ABD istediğini elde ederse siz Amerikan mallarına olan tüketici tutumlarının ne hale geleceğini asıl o zaman görün! Ve tabii bazı gazetecilerin tutumlarını da...
Mart 2003'ün en iyi gazete reklamları
MART ayında gazetelerde yayınlanan reklamlar içinde Volkswagen Syncro reklamını çok beğendim. Bu bir bakıma 4 çeker minibüs reklamı. ‘‘Ticaretin Rengi Değişti’’ meraklandırıcı başlığı, çamurdan görünmeyen bir Syncro resmi ile ile bütünleştirilip aracın temel özelliği çok çarpıcı şekilde vurgulanmış.
(Reklam Ajansı: Medina/Turgul
Rating: * * * *)
SAVAŞA ve krize rağmen Beymen'in reklam duyarlılığı parmak ısırtıyor. Beymen'de satılan erkek ve kadın yaz ürünlerinin resmi geçit yaptırıldığı tam sayfa ilanı çok doğru buldum. Gazete reklamını bir katalog gibi tasarlamak çok zekice.. Dikkatinizi çekti mi? Beymen mağazalarında neredeyse Beymen'den başka her prestij marka satılır hale geldi. Yoksa Beymen bir hazır giyim mağazası zinciri olmaya mı hazırlanıyor?
(Reklam Ajansı: Rafineri
Rating: * * *)
ALTINYILDIZ mart ayında sadece basın ve açıkhava medyalarını kullanarak televizyona meydan okudu. Bu açıdan bile Altınyıldız'ı kutlamak gerektiğini düşünüyorum. Altınyıldız reklamlarında altın objelerle, F1 üretim teknolojisinin yarattığı kumaş parlaklığına gönderme yapılırken Altınyıldız'ın ‘‘lider’’ algısının tozu önemli ölçüde alınmış görünüyor. Bir de altlarda bir yerde kumaş üretiminde Formüla 1 teknolojisi ne anlama gelir açıklansaydı, ballı börek olurdu.
(Reklam Ajansı: Wunderman
Rating: * * * *)
DİKKATE değer gazete reklamlarından biri de Arçelik'in ‘‘Reklam Güzel De..’’ başlığını taşıyan Direct Drive reklamı. Televizyon reklamında söylenemeyen faydaları özetleyen bu gazete reklamı gazete-televizyon tamamlayıcılığı açısından az rastlanır bir tür. Aynı zamanda ‘‘İyi de bu Direct Drive ne işe yarar? Biri bize anlatsa...’’ diyenlere yanıt veriyor. Çok cesaretli bir çıkış.
(Reklam Ajansı: Reklamevi Y&R
Rating: * * *)
TELEVİZYONDA verilen mesajın tamamlaması ve bütünleştirmesi açısından Vestel'in Süreyya Ayhan'lı tam sayfa gazete reklamından da söz etmeden geçemeyeceğim. Bu kampanyada Vestel ve Süreyya Ayhan arasında mantıklı bir ilişki kuruluyor. Gazete ayağı da bu mantıklı ilişkiyi pekiştiriyor. Reklamın baş sayfadan gelen meraklandırıcı yerleşim planı da övgüye değer.
(Reklam Ajansı: Piramit, Rating: * * *)
Kelebek'ten ‘embedded’ reklam!
IRAK Savaşı'nda askeri birlikler arasına karışıp, onlarla birlikte yaşayan muhabirler nedeniyle gündeme gelen İngilizce ‘‘embedded’’ (içine gömülmüş) sözcüğü, reklamcılara yabancı bir sözcük değil.
Reklamın içine bilincin algılayamayacağı seviyede yerleştirilen unsurlara ‘‘embedded’’ mesajlar deniyor. Yıllardır bu ‘‘embedded’’ mesajların etkili olup olmadığı hem akademisyenler hem uygulamacılar tarafından tartışılıyor. Çünkü tüketiciye farkında olmadan ‘‘zoka’’ yutturmak hem etik standartlara hem de yasalara aykırı!
Nereden geldik bu konuya diyorsunuz değil mi? Buraya Kelebek Mobilya'nın geçen hafta yayınlanan bir tür ‘‘embedded’’ taktikleri denediği % 50 indirim reklamından geldik. Hürriyet Reklam Grubu sözünü ettiğim reklamı, etik standartlara ve yasalara aykırı bulduğu için yayınlamayı reddetmiş.
Hürriyet Reklam Gurubu'nun Kelebek reklamını reddetme kararı doğru. Savaşa ve kriz ortamına rağmen reklama ve habere ait önemli değerlere sahip çıkmaları da bence takdiri hakediyor. Niye? İnceleyelim:
Reklamda, Kelebek, küçük boyutta hazırladığı indirim reklamını, gazete haberlerinin içine adeta gömmüş! Okuyucu sayfada gözlerini gezdirirken gazetenin gerçek haberlerini okuduğunu sanıyor. Sonra gözü haberlerin üzerindeki el yazısına takılıyor: ‘‘Böyle büyük bir indirim bu kadar küçük boyutlu reklamla mı duyurulur!’’
Kısa bir süre aklı karışan okuyucu, daha sonra indirim reklamına kadar iniyor ve ana indirim mesajını okuyor.
İlk bakışta diyebilirsiniz ki ‘‘Bu sadece bir dikkat çekme taktiği, okuyucunun kandırıldığı falan yok, sonunda okuyucu okuduğu şeyin reklam olduğunu algıladı, daha ne istiyorsunuz?'
Kazın ayağı öyle değil işte.. Okuyucu okuduğu bir kısım şeyin reklam olduğunu algıladı da, okuduğu haberin reklam dolgu maddesi olduğunu anladı mı? Anlamadı. Tüketici zokayı yuttu. Okuduğu sanal haberler de yanına kar kaldı..
Kelebek reklamı Reklam Özdenetim Kurulu'na da gitmiş ama Kurul ‘‘Kelebek reklamı kenar çizgileri kalınlaştırılırsa yayınlanabilir’’ gibi garip bir karar vermiş. Bu reklamın bir kenarına isterseniz ‘‘Bu Bir Reklamdır’’ diye yazın sorun yine çözülmez. Çünkü reklamın niyeti bozuk. Niyet haberi ‘‘zoka’’ olarak kullanılıp tuzağa düşürmek ve sonra istediğini elde etmek.
Şimdi Özdenetim Kurulu'na soruyorum:
1) Eğer bu tür ‘‘embedded’’ reklamlar çoğalırsa hangi haberin, hangi reklamın inandırıcılığı kalır?
2) Sınır içi ve sınır ötesi tüm reklam yasaları haber ve reklam arasındaki sınırları kesin çizgilerle ayırın der. Bu sadece ‘‘reklamla haber arasına kalın ve kara bir çizgi çekin’’ anlamına mı gelir?
Çekirgelik
Her zaman doğruyu söyleyin.
Böylece ne dediğinizi anımsamak zorunda kalmazsınız.
(Mark Twain)
Yazının Devamını Oku