Ali Atıf Bir

Tarkan’ın Avea reklamı

25 Nisan 2005
<B>AVEA</B>’nın<B> Tarkan</B>’ı kullandığı reklam kampanyası başlamadı ama kampanyanın<B> ‘halkla ilişkiler</B>’ kampanyası şimdiden başladı. (Bu güzel ve anlamlı cümle için kendimi bir kere daha tebrik ediyorum). Öğrendik ki Tarkan Avea’dan iki yıllığına 5 milyon dolar almış. Reklam filminin teması ‘Aşk Sesini Duyurmak İstermiş’, çekimler Hollywood Paramount Film stüdyolatında yapılmış, kampanya boyunca Tarkan new York’taki yaşamı ve aşka dair düşünceleri ile ekrana gelecekmiş, yalnız olacakmış, çekimler için saç stilini değiştirmiş..

Davut Güloğlu dahil her erkek popçu Tarkan’a laf atıyor, onun gibi ‘star olmak’ için kendini paralıyor. Tarkan ise tüm erkek pop starlara Hollywood’dan el sallıyor. Hem de 2003’de Dudu albümünü çıkardıktan sonra sadece Opet reklamlarında rol alarak, Opet’in konserlerinde boy göstererek, yine Opet reklamları için saçını kırmızıya boyatarak..

Aslına bakarsanız Tarkan çok üretken bir popçu değil. Son beş yılda ‘şarkı’ adına yaptığı çok fazla bir şey yok. 2001’de tek parçalık (remiksli memeiksli) Kuzu Kuzu çıktı, yine 2001’de tek parçalık Hüp albümünü çıkardı. Peşinden yine 2001’in sonlarında Kuzu Kuzu’nun yer aldığı Karma albümü çıktı. Karma’da Kuzu Kuzu hariç dokuz şarkı vardı: Aşk, Ay, Gitti Gideli, Uzak, Yandım, Ona Sor, Sen Başkasın, Her Nerdeysen, Verme, Taş.. Dudu’da da Dudu dışında dört şarkı vardı: Bu Şarkılar Olmasa, Gülümse Kaderine, Sorma Kalbim ve Uzun İnce Bir Yoldayım.

Ama Tarkan Avea’dan iki yıllığına beş milyon dolar alarak tüm erkek popçulara Hollywood’dan el sallamayı başarıyor. Hem de Avea’nın kampanyasında Avea’ya New York’taki yaşamını anlattırarak, yeni saçıyla imajını tazeleyerek, diğer popçularla arayı daha da açarak...Kimsenin ‘Ne işin senin var New York’ta?’ sorugulamasına izin vermeden! Sanki Avea reklamlarında Tarkan’ı oynatmıyorda, Tarkan Avea’yı reklamlarında oynatıyor..

Kabul edelim Tarkan imajı iyi korunuyor, iyi yönetiliyor, fark yaratacak etkinliklerin içinde tutulup, günlük tartışmalarda ezilmesine izin verilmiyor. Kabul edelim Tarkan Tevetoğlu’nda bir zeka farkı var.. Bir insan zeki olmasa bu kadar az girdiyle bu kadar çok çıktı üretebilir mi? Diğer popçular kendilerini Tarkan’la karşılaştıracaklarına ne kadar girdiyle ne kadar çıktı elde ediyorlar ona baksalar çok iyi olur..

Ülker Kalbim

ÜLKER
‘kalbi koruyan yağ’ kategosinde Becel’i yalnız bırakmadı. Kafadan ‘Ülker Kalbim’ markasıyla raflardaki yerini aldı.. Ülker’in bu ‘me too’ yani ‘ben de’ci hallerini çok seviyorum. Bazıları Ülker’i taklitçi diye eleştiriyorlar ama kesinlikle onlara katılmıyorum. Herkes farklı olmak zorunda değil. Farksız olmak da meşru bir pazarlama stratejisi. Ülker doğru pazar boşluklarını buluyor, yükselen kategorileri kokluyor, sonra başkalarının izinde daha az çabayla ama ‘garantili’ yoluna devam ediyor. Keşke Ülker dünya pazarlarına bilgisayar, otomobil, cep telefonu sunan bir şirketimiz olsaymış.. Emin olun, bu haliyle dünya devlerini epeyce zorlarmış..

Kinetix doğru yolda

ÇOCUKLARI
özgürlük adına’ öğretmenlerine karşı kışkırtan, daha sonra işi gençleri intihara kadar sürükleyebilecek uygulamalara vardıran Kinetix sonunda doğru yolu buldu. Kinetix reklamında yine gençlik var, yine baskılar var ama reklamın dili çok yumuşak, çok esprili.. İki gencin gizli aşkı.. Ve Kinetix ayakkabı giyerek kaçtıkları Tonguç Enişte, Küçük Dayı Furkan, Müsait Hanım Teyze ve bir Köpek..Yapım kalitesi çok yüksek..Kinetix bu kez gençliğin ayakkabı markası merakına yanıt verecek bir damarı yeni anlatım diliyle yoklamış. Aynı damarı bırakmasa, derinleştirse iyi olur..Yapım kalitesini daha da yükselterek aynı yoldan çok iş çıkacağını düşünüyorum..

Müşteriler niye sadık?

YARIN Ceylan Intercontinental’de ABD’nin en önemli ‘Müşteri Sadakati’ uzmanlarından
Harry Beckwith’in ‘Yaşam Boyu Müşteri Kazanma Sanatı’ üzerine konferansı var. Harry Beckwith Target, Wells Kargo, Merck, IBM gibi önemli markalara ‘müşteri sadakati’ konusunda önderlik etmiş bir isim. Beckwith’in 1977’de yazdığı Selling the Invisible (Görünmeyeni Satmak) kitabı tüm zamanların iş ve yönetim kitapları arasında ilk on içine alınıyor. Yine Beckwith’in 2000 yılında yazdığı The Invisible Touch (Görünmeyen Temas) ve 2003 yılında yazdığı What Clinets Love (Müşteriler Neyi Sever) ise 15 dile çevrilerek 700 binden fazla satmış...Beckwith Müşteriler Neyi Sever’de şöyle diyor: ‘Bir firmanın sadık müşterilerine niye sadık olduklarını sorun. Mükemmellik, kalite, yetenek ya da fiyat diyeceklerini mi sanıyorsunuz? Bu yanıtları çok sık vermezler. En sık verdikleri yanıt konfordur.’ Beckwith günümüzde müşterilerin konfor aradıklarını savunuyor ve düşüncesini örneklerle kanıtlıyor. Beckwith’in konferansının hem eğlenceli hem öğretici olacağını düşünüyorum. Konferans 09.30’da başlıyor. Açılış konuşmasını Kerim kerimol yapıyor. Ayrıca saat 13.30’da Atıf Hoca, Balçiçek Pamir ve Serdar Erener’i ‘Derin Sadakat’ konusunda bir güzel sorguluyor. Program daha sonra Beckwith’e sorularla devam ediyor..Konferansın ana sponsoru Bonus Akademi, sunucusu da Power XL’den tanıdığımız Rana Erkan..
Yazının Devamını Oku

Dışbank’ı görmezden gelmek haksızlık

24 Nisan 2005
<B>GEÇEN</B> hafta ilk defa kendime <B>‘otosansür’</B> uyguladım. Doğan Holding’in Dışbank’ı 1 milyar 280 milyon dolara Belçika-Hollanda ortaklığı Fortis’e satmasını kutlayacaktım. ‘Yağcı, yalaka, patron uşağı...’ şeklindeki yakıştırmaları göze alamadım ve bir şey yazmadım. Pazartesi günü gazeteyi açınca Fatih Altaylı’nın aynı konuyu cesaretle yazdığını görünce kendime kızdım. ‘Ve bir daha asla’ dedim, ‘Bir daha asla ‘elalem ne der’ demek yok. Ne düşünüyorsam, ne hissediyorsam, kimsenin ne diyeceğine aldırmadan yazacağım.’ Bence Doğan Grubu’nda yazan, çalışan herkesin Aydın Doğan’ı Dışbank operasyonunu başarıyla yönettiği için kutlaması, daha önce önyargılarla karalayanların da özür dilemesi şart! Onca bankacılık krizini atlat, binbir engelden alnının aklıyla çık, hakkında yalan yanlış söylentiler çıkarılsın, hepsine dayan. Sonra bankanı Türkiye’de en başarılı yabancı sermaye girişini sağlayacak şekilde 1 milyar 280 milyon dolara sat. Doğan Holding’in iyi yönetilen bir holding olduğunu kanıtla, Holding’inin itibarını yükselt, tüm markalarının değerini yükselt, hatta Türkiye’deki tüm bankacılık sektörünün değerini yabancılar gözünde yükselt, bankalarını batıranları eleştirip ‘Bu medya savaşı değil, haksız rekabet savaşı’ diyenlerin yüzünü kara çıkarma. Sonra ben kalkayım, bazıları ’yağcı, yalaka, patron uşağı...’ diyecekler diye böyle başarılı bir operasyonu görmezden geleyim. Ne adına? Kendimi kurtarmak adına... Bu haksızlık... Dışbank yöneticilerini, Doğan Holding yöneticilerini ve Aydın Doğan’ı bir Türk markasının dünya pazarlarında böylesine ‘değerli’ olabileceğini kanıtladıkları için tüm kalbimle kutluyorum.. Herkesi de kutlamaya çağırıyorum.

Bu kadar zorlama aklı bozar

1997
yılında yayınlanan ‘çok oluyoruz’ temalı, Mavi Jeans’i Mavi Jeans yapan televizyon reklamını anımsıyor musunuz? Hani böyle yarı karanlık bir toplantı salonunda, Levi’s’ın genel müdürü, karşısındaki Ortadoğu ve Türkiye sorumlusuna ‘Neler oluyor Türkiye’de’ diye soruyordu. Daha sonra konuşmalar aynen devam ediyordu:

- Merhaba George, gelsene, Avrupa ve Ortadoğu sorumlusu olarak, söyler misin, Tanrı aşkına... Türkiye’de neler oluyor George? Neydi o marka...

- Mavi, Mavi Jeans...

- Her neyse, bunların bizim kalite standarlarımızda üretimi Türkiye’de yapmaları mümkün mü?

- E... Biz de üretimimizi Türkiye’de yapıyoruz John.

- Peki ya kumaş?

- Kumaş da aynı John. Onlar da Kayseri’den alıyor, biz de... Hatta dikişte bazı...

- Bazı ne?

- Bazı artıları bile var.

- George, biz çok büyük bir markayız, bunu asla aklından çıkarma... Ve sakın bana bir Türk firmasıyla başa çıkamayacağız deme.

- Ama bütün bunlar kárlılığımızı engellemiyor ki. Biz dünyaca ünlü bir marka olduğumuzdan aynı malı onlardan yüzde 50 daha pahalıya, yani yüzde 50 daha büyük bir kárla satabiliyoruz. Aynı malı John.

- Aynı malı deme George... Aynı malı deme. Sen açık açık Türklerin bu işi bizim kadar kaliteli yaptığını mı söylemek istiyorsun yani.

- E, itiraf etmek gerekirse...

- Eeee, yeteeer! Bu Türkler de çok oluyorlar artık.

Ve reklam ‘Çok oluyoruz. Mavi’ sloganıyla bitiyordu. Şimdi anımsadınız mı? Bizi sürekli aşağıladıklarını düşündüğümüz Avrupa’ya, ABD’ye karşı ‘üstünlük duygumuzu’ gıdıklayan Mavi Jeans reklamı sekiz yıl önce uzunca bir süre Türkiye’nin gündemini meşgul etmişti.

1997’de ‘çok oluyoruz’ söylemi Mavi jeans’in ağzına yakışıyordu. Neden? Çünkü o yıl ‘dünya jeans devleri’nin karşısında Mavi Jeans’ın konumu, tüketici aklında, ‘çok oluyoruz’u destekleyebiliyordu..

Bugüne gelirsek... Mavi, Türkiye’nin yurt dışında en fazla tanınan markası. Avustralya, ABD, Danimarka, İngiltere, Kanada, Avustralya başta olmak üzere 50 ülkede 175 Mavi mağazasında, 4600 satış noktasında satılıyor. Yılda 7.5 milyon jean satıyor. Ve Mavi bize hálá ‘Aynı malı deme Corc, aynı malı deme...’ diyerek sekiz yıl önceki reklamı anımsatıyor.

İnsaf! Sekiz yıl önceki reklamı hangi beyin anımsasın? Emin olun eski reklamın metnini bulmak için neredeyse üç saat uğraştım. Hangi tüketici benim gibi ‘sekiz yıl önceki Mavi reklamında ne denmiş’ diye merak eder de üç saat uğraşır? Haydi bazı üstün zekalar anımsadı ya da metni buldu diyelim niye hálá Mavi’yle ABD’li rakiplerin kıyaslanmasından gurur duysunlar? Artık Mavi’nin ‘çok oluyoruz’ demeye gereksinimi yok ki! O çok olmuş da duruyor. Yeni Mavi reklamı dikkat çekiyor, eğlenceli ama asla Mavi’nin şu andaki konumunu taşımıyor daha ucuz duruyor. Mavi’nin iletişimde bulunurken eski defterleri karıştırmasına gerek yok. Bugünkü konumunu anlasın yeter!

Ne lezzetmiş be

LEZZETLE
ilgili bazı son dönem sloganlar..

Lezzet Pınarı (Pınar)

Lezzet Güneşi (Banvit)

Lezzet Dünyası (Penguen)

Lezzet Atölyesi (Lineadekor)

Lezzet Uygarlığı (Eti)

Gördüğünüz gibi çok yaratıcıyız. Bu yaratılık denizine ben de katkıda bulunmak istiyorum: Lezzet doktoru (Ötker), Lezzet Ustası (Pizzahut), Lezzet Durağı (Burger King) Lezzet Bir Şeysi (Ruffles), Lezzet Sonrası (Talcid). Nasıl ama? Fena değilim değil mi?

Çocuklar embesil mi

PINAR
krem peynir reklamında çocuklar resmen embesil yerine konuyor. Reklamdaki çocuk bir türlü bir dilim beyaz peyniri ekmeğin üzerinde tutmayı beceremiyor. Sonra anne ekmek üzerine krem peynir sürüyor. A be kadın, çocuğu embesil yerine koyacağına şu peyniri ekmeğe katık yapsana. Neymiş efendim Pınar krem peynir ‘Söz dinleyen beyaz’mış. Ver o beyaz peynir dilimini, bak ben ona nasıl söz dinletiyorum! Niye mi böyle davranıyorum? Yılların kalıp Beyaz Peynir’i sahipsiz kaldı da sahip çıkayım dedim. Beyaz peyniri ekmeğe katık yaptığım çocukluk günlerim adına.

Rocco’da uyuşturucu dili

ROCCO
reklamında rapçi kardeşimiz ‘Durma bir tane bas diline...’ diyor, ayıp ediyor. ‘Bas...’ uyuşturucu dili. Reklamda gençliğin diliyle konuşmak doğru ama uyuşturucu dilini yaygınlaştırmak büyük sorumsuzluk! Çocuklara ve gençleri hedef alanlara sesleniyorum. Biraz sağduyu lütfen... Biraz. Gönderdiğiniz her mesajın istenmeyen etkilerini de var. Biraz kafa yorun bulursunuz... Sizin neyiniz eksik?

Çekirgelik

Eğer karşınızdakileri alt edemiyorsanız özellikle de onlarla aynı görüşü paylaşıyorsanız onlara katılın!

(B.J. Cunningham)
Yazının Devamını Oku

Time’ı garipsedim..

21 Nisan 2005
Time dergisini gerçekten garipsedim. Her yıl yaptığı gibi bu yıl da beş ayrı kategoride ‘Dünyanın En Etkili 100 İnsanı’ nı seçti. ‘Sanatçılar ve Eğlence Dünyası İnsanları’ kategorisinde listeye koyduğu isimlere bakın: Jamie Foxx, Hilary Swank, Jon Stewart, Miuccia Prada, Dan Brown, Santiago Calatrava, Ann Coulter, Clint Eastwood, John Elderfield, The Halo Trinity, Kanye West, Ziyi Zhang, Juanes, Marc Cherry, Michael Moore, Dave Eggers, Quentin Tarantino, Johnny Depp, Art Spiegelman..

Nasıl olur da bu listeye Türkiye’den birkaç ‘etkili’ isim sokulmaz. Kimler mi? Alın size birkaç örnek: İbrahim Tatlıses, Kaynana Semra, Tülin-Caner, Kuşum Aydın, Ebru Akel, İkiz Damatlar, Yasemin Bozkurt, Savaş Abi.. Bir Ebru Akel’in Türkiye’de etkilediği insan sayısı Hayao Miyazaki’nin dünyada etkilediği insan sayısından az mıdır! Çok garipsedim çok.. Teşvik primi var gibi geldi bana..

RTÜK neye dayanıyor?

Sevgili RTÜK’çü dostlarım kusura bakmasınlar ama televizyon programlarını bir toplum mühendisi gibi yapılandırma, kendi kafalarındaki ‘seviye’ kodlarına uydurma istekleri doğru değil. Kaynana programlarına işin perde arkasını ticarete döktükleri için ben de karşı çıkmıştım. Ancak Yasemin Bozkurt’un programına katılan bir kadın akrabaları tarafından öldürüldü diye, kan, gözyaşı içeren ya da bazılarına göre ‘seviyesiz’ olan tüm kadın programlarına aba altından sopa göstermek yanlış..

Yasemin Bozkurt olayında ikinci cinayete ekranın yataklık ettiğini ileri sürmek mümkün mü?. Eğer sürülebilirse niye savcılar harekete geçmiyor? Hem kim ‘Yusuf Özbek programa katılmasaydı sağ kalırdı’ iddiasında bulunabilir ki?

İletişim araştırmaları diyor ki ‘Kimse birini ekranda intihar ederken gördü diye durup dururken intihar etmez. Ama intihar edecek birine ekran nasıl edeceği konusunda yardım edebilir.’ Bence Yusuf Özbek ekrana çıksa da çıkmasa da kayınpederi Kemal Alp tarafından öldürülecekti. Ekrana çıkış sadece ölümün gerekçesi oldu.. Tamam benim ki de varsayım. Ama varsayarken bildiğim araştırmalara dayandırıyorum..

Siz neye dayanıyorsunuz?

Niye ön sayfada yoktu?

Trabzon Galatasaray’ı 2-0 yendi, ertesi gün bizim Hürriyet’i aldım baktım, ön sayfada bir gram bu konuyla ilgili haber yok. O gün Fenerbahçe-Beşiktaş maçı sonrasında bizim Hürriyet’in ön sayfasını kontrol etmeye karar verdim. Beşiktaş Fener’i 4-3 yendi, ertesi gün aldım Hürriyet’i, baktım. Derbi haberi ön sayfadan girmiş. Bu durumda aşağıdaki şıklardan hangisi doğru olabilir:

A) Hürriyet Yazı İşleri Trabzon- Galatasaray derbisi ile ilgilenenlerin sayısının Beşiktaş-Fenerbahçe derbisi ile ilgilenlerin sayısından az olacağını düşünüyor..

B) Hürriyet Yazı İşleri’nde Trabzon- Galatasaray derbisi ile kişisel olarak ilgilenenlerin sayısı az

C) O gün Hürriyet Yazı İşleri’nde Beşiktaş- Fenerbahçe derbisi ile kişisel olarak ilgilenenlerin sayısı fazla

D) O gün Hürriyet Yazı İşleri’nde Galatasaraylı sayısı fazlaydı, yenilgiyi hazmedemediler

E) Trabzon- Galatasaray maçının ertesi gün ön sayfaya girecek çok sayıda haber vardı, yer kalmadı.

F) Hiçbiri

Sonuç değil keyif kültürü..

Beşiktaş-Fenerbahçe maçı içinde futbol adına her şeyi barındıran çok keyifli bir maçtı.

Fenerbahçe’nin yenilgisinin tabii ki sonuçları var. Galatasaray yeniden şampiyonluk potasına girdi, Trabzon şansını arttırdı.. Tuncay Fenerbahçe’nin sonunu hazırladı.. Hakem ikinci sarı kartta büyük hata yaptı.. Bu görüşlerin hepsi ileri sürülebilir.. Ama hiç kimse, Fenerliler dahil, Fenerbahçe-Beşiktaş maçını izlemekten keyif almadığını ileri süremez. Maç izlemenin, takım tutmanın, maça gitmenin de amacı bu değil mi? Keyif almak.. Yazıyorum buraya.. ‘Sonuca’ değil ‘keyfe’ odaklanan bir futbol kültürü yaratmak önemli.. Yaratalım futbolda şiddet biter. Lütfen.

Niye yenemediklerini değil niye iyi oynayamadıklarını tartışalım, niye şampiyon olamadıklarını değil, niye futbollarının keyif vermediğine odaklanalım. Göreceksiniz o zaman futbol tadından yenmeyecek..

Kutlarım..

Geçtiğimiz pazar bizim İnsan Kaynakları ekini okuyorum. Oradan öğrendiğime göre Ali Poyrazoğlu yedi yıl önce yönetim ve İnsan kaynakları dünyasına el atmış. 100 kitap okumuş, yaşam deneyimleriyle okuduğu kitapları birleştirmiş, ABD’de yönetim, reklamcılık ve takım çalışması konusunda workshoplara katılmış..

Sonra üst düzey yöneticilere yönelik ‘yönetim ve motivasyon’ , çalışanlara yönelik de ‘iyi iletişim kuran takımlar’ dersleri vermeye başlamış. Poyrazoğlu hızını alamamış ‘iletişim odaklı pazarlama, tüketiciden müşteri yaratma, marka bilinilirliği, marka sadakati yaratma’ dersleri vermeye de başlamış. Hatta işi sanatçı duyarlılığı ile ‘Kurum kültürü üzerine hayal kurma’ ve ‘hayal tacirliği’ eğitimi vermeye kadar götürmüş...

Kutlarım. Ali Poyrazoğlu’nu değil ama Ali Poyrazoğlu’ndan geliştirdiği eğitimleri alanları yürekten kutlarım. Kim şimdi zaman ayıracak da 100 kitabı okuyacak değil mi? Biz okuduk da ne oldu? Bir ‘hayal tacirliği’ dersi bile veremiyoruz..
Yazının Devamını Oku

Sapla saman karışıyor

19 Nisan 2005
Hürriyet Pazar’da Ayşe Arman her zaman olduğu gibi Başbakan Tayyip Erdoğan’ın başdanışmanı Ömer Çelik’le çok hoş bir sohbet yapmıştı. Aralarda bir yerde Ayşe Arman konuyu Başbakan’ın konuşmalarına getirmiş, Ömer Çelik de bu konuda şu yanıtı vermiş:

‘Tayyip Erdoğan’ın bir iletişim sihirbazı olduğunu düşünüyorum. Yasaklı olduğu ve akabinde partiyi kurmaya çalıştığı zamanlarda kendisine bazı meşhur iletişimciler, iletişim ve imaj danışmanlığı vermek istediler. Fikrimi sordu. Kendisine en büyük gücünün doğallığı olduğunu söyledim. Hatta iletişimcilerin onda eleştirdiği tarafların, halk nezdinde onu üstün kılan taraflar olduğunu... Yürüyüşünü eleştiriyorlardı, Kasımpaşalı gibi konuşuyor diyorlardı. Oysa onların eleştirdiği bu şeyler, halk nezdinde onun sahiciliğinin ifadesi olarak algılanıyordu..’

Ömer Çelik demek istiyor ki: İletişimciler Tayyip Erdoğan’ı yanıltacaklardı. Kasımpaşalı tavrından vazgeçireceklerdi, ben engelledim. Gerçekten garipsedim. Keşke engellemeseydin Ömer Çelik! Şu andaki alternatifsizlik ortamında Tayyip Erdoğan üstünlüğünün nedeni onun ‘kabadayı’ tavırlarıymış gibi görünebilir. Ama bu doğru değil! Bu tavırlar Erdoğan’a puan kazandırdığından daha çok puan kaybettiriyor. Türk halkı hiçbir zaman bir liderde kabadayı tavırları sevmedi ve de sevmeyecek. Tayyip Erdoğan’a verilen ‘ortak akıl’ desteği çekilmeye başlar başlamaz ne dediğim daha iyi anlaşılacak, hep birlikte göreceğiz..

Şoförler cemiyeti niye tescil eder?

Ehliyetim eskidi, değiştirmem gerekti. Eskişehir’de Trafik Tescil ve Denetleme Müdürlüğü’ne gitmem gerekiyormuş. Kalktım gittim. Denetleme Müdürlüğü, Şoförler Cemiyeti’nin yanındaki binadaymış. Yanlışlıkla Şoförler Cemiyeti’nin tescille uğraşan bölümüne çıkmışım. İkinci katta! Dört kişi kapının önünde bekleşiyor. Kapı kapalı. Ne sandalye var, ne bir şey. Hafif bir az gelişmişlik durumu söz konusu. Öğlen saat biri yirmi falan geçiyor. Kapının kolunu biraz zorladım. Baktım açılmıyor. Beklemeye başladım. Bir iki dakika sonra kapı açıldı. Gözleri uyumaktan kan çanağına dönmüş hırpani kılıklı görevli dışarı doğru ‘Niye kapıyı zorluyorsunuz, görmüyor musunuz saat bir buçukta açılıyor, oturun oturduğunuz yerde..’ şeklinde bas bas bağırmaya başladı. Ne olduğunu anlayamadan da kapıyı kapatıp gözden kayboldu.

Kapıdakiler ‘ezik’ bir şekilde kapının açılmasını bekleyedursunlar, ben yanlış yerde beklediğimin farkına varıp yan binaya geçtim. Trafik Denetleme’de tiril tiril maviler içinde bekleyen trafik polislerini görünce içim açıldı. Ortam da çok iyi düzenlenmişti. İnsanlara da ‘insan’ gibi muamele yapılıyordu. Böylece ilk defa bir özel kuruluşta insanlar horlanırken, devlet kurumunda aynı işler için insanlara değer verildiğini gördüm ve çok mutlu oldum. Tabii bu arada kafamdan tüm Türkiye’deki Şoförler Cemiyetleri ile ilgili bir takım sorular geçti: Niye bu cemiyetlere hálá ruhsat tescil yetkisi verilir? Niye Şoförler Cemiyetleri aracılığıyla insanların soyulmasına, insanlara eziyet edilmesine göz yumulur? Şunun şurasında sattıkları iki kağıt üç dosya. Bilgisayar çağında artık bu dosyalara, kağıtlara ne gerek var. Türkiye Şoförler Cemiyetleri’ni ve onlara sağlanan gelirleri yeniden sorgulama zamanı gelmedi mi?

Sanem Çelik ve İngilizce..

Radikal’de Şule Çizmeci, Kara Melek ve Aliye dizilerinin yıldızı Sanem Çelik’le sıkı bir röportaj yapmış. Çizmeci, Çelik’e sormuş: ‘Dil meselesini çözdünüz mü?’ Sanem Çelik de çok samimi yanıt vermiş: ‘Dünyanın en büyük fobisi haline geldi bu dil meselesi. 18 senedir İngilizce öğrenmeye çalışıyorum. Konservatuvardan mezun olup da İngilizceyi oradaki eğitimle çözmüş tek kişi gösteremezsiniz.’

Siz kaç yıldır İngilizceyi çözmeye uğraşıyorsunuz? Çevrenizde normal liseden çıkıp da İngilizceyi ‘My Name is Ali’den öteye taşıyabilmiş birini tanıyor musunuz? Peki biz bu İngilizce öğretmenlerine devlet olarak niye yıllardır para veriyoruz? Niye liselerde, ortaokullarda İngilizce öğretiyormuş gibi yapıyoruz? Niye? İlk ve ortaöğretimdeki İngilizce öğretememe sorunumuzu düşünün, Türkiye’nin daha pek çok şeyi okullarda öğretemediğinin sırrını keşfedersiniz. Aslında pek çok şeyi öğretemiyor, öğretiyormuşuz gibi yapıyoruz. Niye hiçbirimiz bundan rahatsız olmuyoruz?
Yazının Devamını Oku

Mucize gerçekten mucize

18 Nisan 2005
<B>AŞAĞIYA </B> beynimizin gelişimi ile ilgili iki ayrı görüş yazacağım. İlk görüş: ‘Belirli bir büyüklüğe ve potansiyele sahip olan genetik olarak belirlenmiş bir beyinle doğarsınız ve hepsi işte budur. Beynin yeteneklerini ve işleyişini değiştirmenin yolu yoktur ya da beyin çok az değiştirilebilir; dolayısıyla yaşamdaki şanslarınız önceden belirlenmiştir ve kaderiniz çizilmiştir.’

İkinci görüş: ‘Beyin büyüyen, değişen bir organdır; yetenekleri ve canlılığı, büyük ölçüde onu nasıl beslediğinize ve ona nasıl davrandığınıza bağlıdır. Dolayısıyla beyninizin işleyişini etkileyebilir ve kendi kaderinizi belirleyebilirsiniz. Uzun zamandan beri ihmal edilen beyin biyolojik olarak yoğun bir şekilde inceleniyor ve gelen haberler hepimiz için çok iyi.’

Şimdi bu iki görüşü yeniden okuyun ve çevrenize insanlara bir bakın. Hangi görüş size gerçekmiş gibi geliyor. Birincisi değil mi? Katılıyorum kesinlikle birincisi.. Çoğumuz fındık kabuğu gibi bir beyinle doğuyor, aynen öyle kalıyor ve sonra da ortalarda fındık fındık dolaşıyoruz. Öyle olmasa böyle mükemmel bir coğrafyada bu kadar kötü şartlar altında yaşar mıyız..

Ama durun Mucize Beyniniz kitabının yazarı sağlık ve beslenme uzmanı Jean Carper’a göre umutsuz değiliz. Eğer doğru beslenir, beyinlerimize doğru davranırsak beynimizi geliştirebilirmişiz. Omega 3’ü, balık yağını, diğer yağ asitlerini orada burada duyar, reklamlarda izler ama beyni geliştirmek için bu kadar önemli olduğuna ikna olmazdım. Carper’ın ortaya koyduğu bilimsel veriler gerçekten ikna edici. Carper diyor ki, beyninizi korumak ve ortalarda fındık fındık dolaşmamak için 1) multivitamin alın 2) Oksit giderici vitamin alın 3) Oksit giderici seviyesi yüksek yiyecekler yiyin 4) Çay için 5) Zararlı yağları yemeyin 6) Omega 3 tipi balık yağı alın ya da bol balık yiyin 7) Beyin destek ilaçları kullanın 8) Kan şekeri dahil her türlü şekere dikkat edin 9) Kilo verin 10) Zihinsel stresi azaltın.

Beyin ve beslenme arasındaki ilişkiye birinci elden ikna olmak istiyorsanız size de hemen Jean Caper’ın kitabını okumanızı öneriyorum. Hele de aile bütçesini günde üç somun ekmek yiyerek çökertiyorsanız. Ne mi alası var? Düşünün bakalım..

(*) Jean Carper, Mucize Beyniniz, Nokta Kitap, 2005.

Kavgam kavgası

ANIMSARSANIZ
geçen hafta HTP araştırma şirketinin Hitler’in kavgam kitabıyla ilgili yaptığı araştırmanın sonuçlarını özetlemiştim. Bu araştırmada Kavgam kitabını alanların ya da okuyanların oranı % 2 çıkmıştı. Ama daha da önemlisi Hitlerin görüşlerini onaylayanların oranı % 7 olarak belirlenmişti. Ben de ‘Niye bu kadar abartıyoruz?’ demeye getirmiştim.

Üfürmeyi seven bir arkadaşımız evren rakamıyla ilgili bilgi vermediğim için ‘15 yaş üstü okur yazar nüfus 50 milyon eder. Kavgam’ı 1 milyon kişi okumuş. Az mı? Prof.Bir hesap mı bilmiyor yoksa dayak mı yememiş..’ şeklinde biraz fırsatçı, biraz terbiye sınırlarını aşan bir yorumda bulunmuş. Oysa iki telefon numarası çevirse, bilgilenir, biraz sonra düşeceği ‘kek’ durumuna düşmezdi. Çinliler ne demiş : soru soran o dakika aptal sayılır sormayan ömür boyu aptal kalır..(ve de her hıyarım var diyene tuz alıp koşmamak lazım. Bu ikinci söz niye aklıma geldi bilmiyorum ama geldi işte aklın sınırı yok..Zorlamamak lazım..)

Gelelim doğru evren bilgisine. HTP Araştırma Şirketi’nin Hitler’in Kavgam kitabıyla ilgili araştırması 15-60 yaş arası Türkiye kent nüfusunu kapsıyor. DİE’nin en son rakamlarına göre Türkiye’nin 15-60 yaş arası kır-kent nüfus toplamı 23 milyon 150 bin 627 kişi. 100 bin kişi ve üzeri nüfusa sahip yerleri temsil eden kentsel alanın nüfusu ise 10 milyon 142 bin 627. Demek ki bu hesaba göre % 2 hangi rakama karşılık geliyormuş: 202 bin 853. Kimmiş dayağa gereksinimi olan?

Çekirgelik

Asla korku duyarak tartışmayalım.

John F. Kennedy
Yazının Devamını Oku

Burçin Aksoy: Hayatın renklerini kucaklayın!..

17 Nisan 2005
<B>Uzun </B>süredir pazar yazılarımda okur mektubu yayınlamıyordum. Bugün izninizle uzun bir okur mektubuna yer vereceğim. Medya yöneticileri, marka yöneticileri, reklamcılar, köşe yazarlarının aklında hep aynı soru vardır: ‘Hedef kitlem kim? Ne istiyor?’. Az da olsa bu soruların yanıtları sayısal ya da sayısal olmayan araştırma teknikleri ile öğrenilmeye çalışılır ama çoğu zaman resmin tamamından emin olunmaz. Önce mektubu okuyalım:

‘Sevgili Ali Atif;

Size ‘Bey’ diye hitap etmiyorum zira siz günlük yaşantımızın bir parçası olduğunuzdan biz okurlarınız o gerekli nezaket hitap mesafesini koyamıyoruz...

Bugün Hürriyet Cuma’da çıkan ‘O Şimdi Mahkûm’ eleştirinize yönelik bir şeyler söylemek istiyorum.

Aslında bugüne kadar çıkan tüm film/dizi eleştirinizi ailece seviyoruz.

İnsan bu kadar mı bam telini ıskalamadan, kısa net, özlü sözler ile bir ‘şeyi’ tarif edebilir? Yazdıklarınızın her satırına can-ı gönülden katılıyoruz. Ellerine sağlık. Kaleminizle övgüde ve yergide en doğru (ve üstelik kafa şişirmeden; herkes tarafından anlaşılabilir bir üslup ile) kelimeleri aktarmakta ustasınız.

Dün de Kelebek’teki yazınızda kendi kendinize hayıflanıyorsunuz (Niye ben Başbakan’ın gezilerine gidemiyorum... Beni de başbakan veya Dışişleri Bakanı bir Malezya gezisine çağırsın v.s) diyorsunuz.

İyi ki çağrılmıyorsunuz. İyi ki gitmiyorsunuz. Kaleminizi oraya, siyasi platformun çetrefilli dünyasına, biz okurlarınız; kurban vermek istemiyoruz.

Hayatın içindeki tüm renkleri ve olguları, yersiz yergilerden veya ağdalı övgülerden uzak, samimi merceğinizin altına yatırabilme yeteneğinizi bizler çok seviyoruz. Hiç kimse ile salt polemik başlatmak amaçlı söylemlerde bulunduğunuza tanık olmadık.

Evvelsi gün yapılan ‘O Şimdi Mahkûm’ filmin galasına ben, eşim ve kızlarım ve kaynım ile birlikte gitmiştik. Film, bunaltıcı sosyal içerikli söylemlerden uzak bizlere 1.5 saat boyunca espri anlayışının çıtası bir hayli yükseklerde seyreden, keyifli bir gece geçirtmişti.

Meslektaşınız Sayın Hıncal Uluç BEY’in, yazılarına mukabil yeni bir ‘Yılmaz Güney’ göreceğimizi umut ederek gitmiştik ama sadece kendi megaloman mizacını birebir beyaz perdeye aktarmakta zorlanmayan bir Burhan Öçal izledik. Hayal kırıklığına uğradık mı? Hayır. Onu izlemek de keyifliydi. Sonuçta kendisi gerçekten müzik alanında muazzam bir perküsyonist. Ama oyuncu mu? Hayır...

Bizi ailece, bu filmde ciddi anlamda şaşkına uğratan Fadik Hanım oldu. Kimdir bu bayan? O nasıl müthiş bir performans öyle? Biz ailece onu film boyunca bir Rus asıllı oyuncu olduğunu varsayarak izledik! Samimi söylüyorum; çok etkilendik.

Yurdumda sadece mankelerin ‘uzun’ bacaklarıyla ilgili işlerin yapılmadığının en somut örneklerinden birine tanık olmak bizleri ne kadar memnun etti; tahmin edebilirsiniz.

Sevgili Ali Atıf, ben 4 çocuk annesi, ortaokul mezunu bir ev hanımıyım, ama gündemin (özellikle sanat gündemin) sıkı takipçilerindenim. Sinema ise ailece tutkumuz. Bu ülkede eli yüzü düzgün filmlerin de yapılması beni acayip mutlu ediyor. Hele böylesi umut vaat eden yeni pırıl pırıl oyunculara tanık olabilmek. Bu nedenle, size iki satır yazabilme cesaretini buldum kendimde.

Lütfen, lütfen, lütfen siyasi sahaların koşucusu olmayın. Siz hep böyle hayatın uçsuz bucaksız deryasında pupa yelken seyreyleyin. Kaleminize okyanus mavisi çok yakışıyor. Sevgiler. Burçin Aksoy.’


Okurum Burçin Aksoy’un samimi duyguları sanırım karşımızdaki ‘hedef’in ne istediğini çok iyi özetliyor. Lütfen Aksoy’un mektubunu çok iyi okuyun. Derdim yaptığı övgüler değil, onun ‘samimi’ istekleri, bu istekleri anlayan markalar ve medyalar. Burçin Aksoy’lara ulaşmada başarılı oluyor anlamayanlar, bir süre ‘mış’ gibi yapıyor, sonra yok olup gidiyor..

Yazımı bitirmeden bir şey daha söyleyeyim. Aksoy ortaokul mezunu, kullandığı dil yapısına ve akıl kurgusuna bakar mısınız! Öğrenme artık sadece okulla olmuyor. İnsanlar televizyondan, gazeteden, internetten yaşam boyu öğrenebiliyor. Bizi yönetenler ise bu gerçeği anlayamıyor..

Bir millet savaşıyor

Kia,
Hyundai, Samsung; Kore Cumhuriyeti’nin dünya devleriyle savaşan markaları. Kore Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Roh Moo-Hyun Türkiye’yi ziyaret ediyor. Kore Cumhuriyeti Hürriyet’le birlikte özel ek veriyor. Kore Cumhuriyeti’ni anlatıyor, Kore Cumhuriyeti’nin gelişmişlik düzeyi ile ilgili ikna kampanyası yürütüyor. Kia, Hyundai, Samsung da gazete reklamlarıyla Cumhurbaşkanlarına ‘hoş geldiniz’ diyorlar, bu arada markalarının gücünü vurguyorlar.

Anlayacağınız, Kore Cumhuriyeti bir yandan, Cumhurbaşkanı Roh Moo-Hyun bir yandan, Kia, Hyundai, Samsung bir yandan el birliğiyle ülke prestijlerini arttırmak için canla başla uğraş veriyorlar. Neden? Bilinen tüm pazarlama araştırmaları hangi markayı tükettiğimizle ve ‘ülke orijini’ arasında kesin bir bağlantı olduğunu ortaya koyuyor da o yüzden. Bir markanın ‘orijinini’ gördüğünüzde dudak büküp almadığınız oluyor da o yüzden. 10 yıl önce Kia, Hyundai, Samsung deyince ‘Kore malı’ diye dudak büküyordunuz. Ya şimdi? İşte bir ülke insanlarının markaları adına topyekûn savaşması bu. Cumhurbaşkanımıza duyurulur.

Deniz Akkaya... Taş!

Bonus
yine ‘marka vaadini’ çok iyi anlatan mükemmel bir reklamla karşımızda. 1919 yılı dünya güzeli Aysel Gürel burun estetiği yaptırmak üzere doktora gidiyor. Doktor ve Aysel Gürel arasında esprili sahneler. Doktor olayı anlıyor ve Gürel bıçak altına yatıyor. Aman Allah’ım o ne! 1919 model Aysel Gürel 2005 model Deniz Akkaya oluyor. Taş! Gürel’in o kadar çok ‘Bonus’u birikmiş ki doktoru dayanamayıp; Gürel’i baştan yaratmış. Reklam dikkat çekici mi? Evet. İnandırıcı mı? Hayır ama eğlenceli. Tekrar izlenme değeri yüksek. Bonus’u olanları ‘beğenilirlik’ algısını arttıran harika bir reklam. Reklamın ikna ediciliği mizahında. Banka kartları arasında büyük somut farklar kalmadığına göre bir banka kartı reklamından başka ne bekleyebiliriz ki?

DYH de savaşıyor, fark yaratıyor

Doğan
Yayın Holding, Mehmet Ali Yalçındağ başkanlığında yeni dönemde marka gerçeğini vurgulamak, reklamın değerini artırmak için çok önemli işlere imza atıyor.

İşte ‘Reklamda Fark Yaratmak’ seminerleri. İlki yarın Conrad Otel’de. Çok önemli dört konuşmacı var; Almanya’dan ARBO Medya AG’nin Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Bronislav Kvasnicka, İtalya’dan Mediaset Uluslararası Pazarlama Direktörü Giuliana Allegrini, Fransa’dan Interdeco Expert Pazar Araştırma Direktörü Sonia Rossignol ve İspanya’dan Publipress Media’nın Ulusal Reklam Direktörü Joaguin Urquijo Zapardiel. Başarı öykülerinin anlatıldığı seminerin moderatörü Nilüfer Yılmaz.

Daha sonra üç ayrı oturum var. Konular şöyle: Gazete reklamcılığında yeni satış modelleri, dergi reklamcılığında yeni medya planlama aracı: ‘cross rating’ ve reklamyeri satışında mediaset taktikleri.

İşte Anadolu’daki Avrupa Toplantıları. Doğan Yayın Holding çatısı altındaki yazarlar, yayıncılar, yöneticiler ‘Anadolu’dan dünya markaları çıkarmak’ amacıyla dere tepe düz gidip, markanın ve reklamın önemini anlatıyorlar. Bu çarşamba Samsun’dalar.

Samsun Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Adnan Sakoğlu ve Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen açılış konuşması yapıyor, Reklamcılar Derneği ve Reklamcılık Vakfı Genel Müdürü Ayşegül Molu ‘Marka Nasıl Güce Dönüşür’ onu anlatıyor. Peşinden Turkcell’in başarılı Genel Müdürü Muzaffer Akpınar, Turkcell’in markalaşma öyküsünü özetliyor. Ertuğrul Özkök sosyolog gözüyle Türkiye’de Marka Bilinci’ni sorguluyor. Daha sonra da Nuri Çolakoğlu başkanlığında Taha Akyol, Fatih Altaylı, İsmet Berkan ve Sedat Ergin’in katıldığı ‘Yeni ekonomik politikaların ışığında ve AB eşiğinde şirketleri neler bekliyor?’ konulu panel var. Kadro sağlam..

Neydi yazımızın başlığı? ‘DYH fark yaratıyor.’ Yaratmıyor muymuş. Herkes DYH kadar işine sahip çıksa Türkiye marka cenneti olmaz mı? Olur. Mehmet Ali Yalçındağ ve ekibini kutlarım.

Enflasyon pompası bitti şimdi ‘Akıl Devri’

Enflasyon
rakamları neredeyse tek haneli rakamlara inmek üzere. Artık Türkiye’de iş yapmanın kuralları değişti. Eskiden ‘Abi şimdi al, nasıl olsa fiyatlar artacak, kazanırsın’ söylemiyle mallar bayilere ittirilirdi. Toptancı ve bayi de malın kendini satmasını beklerdi. Şimdi mallar durdukça kazanmıyor, çılgın rekabet ortamında kendini de satamıyor. Artık satmak için ciddi ‘akıl’ gerekiyor, ciddi ‘çaba’ gerekiyor,

Akıl? Yani ‘strateji’, yani marka, yani reklam, yani promosyon, yani halkla ilişkiler.

Çaba? Yani savaşan toptancı, yani savaşan bayi. Türkiye’nin küçüklü büyüklü tüm firmalarına sesleniyorum. Tüm yöneticilerinizi, elemanlarınızı, tüm toptancılarınızı, bayilerinizi yeniden gözden geçirin. Pazarlamaya, reklama, diğer satış çabalarına inananları tutun, diğerlerini gözden çıkarın. Tüketicileri anlayanlarla, sizin için savaşanlarla birlikte omuz omuza yürüyün. Yoksa? İşiniz zor. Deniz bitti.

Çekirgelik

Gerçek şu ki okuyucuya istediği şeyi vermezseniz o başka yerde aradığını bulacaktır.

(Kathy Kozdemba, Gannett Corparation, 1993).
Yazının Devamını Oku

Robert De Niro’yu harcamışlar

15 Nisan 2005
Saklambaç (Hide and Seek) bir ‘çift kişilik’ öyküsü... Film hakkında bir şeyler yazmak istiyorum ama filmde öyle sürpriz bir son var ki, suya sabuna dokunmadan bir şey yazmak oldukça zor. Yine de gitmek isteyenler için birkaç uyarıda bulunmakta yarar var. Film, New York’un ünlü psikologlarından Callaway’in (Robert De Niro) eşini banyoda ölü bulmasıyla başlıyor. Bu ölüme Callaway’in dokuz yaşındaki kızı Emily de tanıklık ediyor ve depresyona giriyor. Daha sonra ünlü psikolog şoku atlatmak üzere kızıyla birlikte kırsal bir bölgeye taşınıyor. Emily yeni eve taşındıktan sonra Charlie adında hayali bir kahraman yaratıyor. Bu noktadan sonra da filmin gerilimli sahneleri başlıyor: Yüzü ezilmiş bebekler, ölen kediler, duvara kanla yazılan yazılar...

SON 15 DAKİKAYA DİKKAT

Öncelikle söyleyeyim, filmin dramatik örgüsü son on beş dakikaya kadar normal gidiyor. Son on beş dakikada sürpriz bir son var ama aynı zamanda da büyük bir dramatik boşluk ortaya çıkıyor. Emily’ye ne oldu, Charlie kimdi, gerçekten hasta olan kim, 02.06 ne demek derken konu darmadağın oluyor. Senarist Ari Schlossberg tribünlere oynayacağım derken iyice saçmalıyor. Saklambaç hem sürpriz bir son hem de fiyasko ile noktalanıyor.

Saklambaç’ta dokuz yaşındaki Emily’yi oynayan Dakota Fanning’in oyunculuğu büyüleyici. Robert De Niro niye böyle bir filmde rol almış anlamak zor. Ama sorun senaryoda olunca yönetmen John Polson da David kişiliğini toparlayacak sekansları eklemeyince De Niro ne yapsın? Biraz kurban durumuna düşmüş. Yine de bu filmde oynamasa iyi olurmuş.

Gidelim mi? Kesinlikle daha iyi alternatifler var. 75 dakika sabredip, sonra ‘ Ne şimdi ya...’ demek istiyorsanız, siz bilirsiniz. 13 yaşın altındakileri yanınıza takmayın, sorun olur.

Ağzına sağlık İlhan Şeşen

O gece New York’ta, sokak köpeği gibi dolaştım

Bilmece New York’ta çözülür diye hayli uğraştım

O gece New York’ta başkalaştım

Sarı, kara, beyaz, bütün kedilerle oynaştım

Uzaktan ama biraz Hürriyet ablayla selamlaştım

O gece New York, New York, New York

Her şey var da İstanbul yok...

Gerçekten öyle... Uzun süre ABD’de yaşadım. Avrupa’da görmediğim başkent, şehir kalmadı. Her yerde her şeyi buldum. Tek şeyi bulamadım. O da İstanbul. İstanbul başka yerde yok. İlhan Şeşen hay ağzına sağlık.

Oscar goes to Fadik Sevin Atasoy

Abdullah Oğuz’un ‘iddiasız’, aynı zamanda ‘iyiyi arayan’, aynı zamanda da içinde bir ‘hınzırlığı’ barındıran hallerini çok seviyorum. ‘O Şimdi Mahkum’u da aynen Abdullah Oğuz’u tanımladığım sözcüklerle tanımlayabilirim: İddiasız karakterler, hınzır bir senaryo, iyi bir film...

Levent Kazak’ın senaryosu gerçekten de Türk sinemasından beklenmeyecek kadar ‘hınzır’ bir senaryo olmuş. Abdullah Oğuz da iddiasız karakterleriyle senaryoyu oya gibi işlemiş. Önce değişik insanlar ve Mafya Numan’ın hapse düşmesi, sonra bir tünel kazma macerası... Tünel kazılıyor kazılıyor ama niye kazılıyor, ikinci yarının ortalarına kadar belli değil. ‘O Şimdi Mahkum’da Abdullah Oğuz’un en büyük başarısı burada... Filmi başından sonuna merak içinde izliyorsunuz.

ÖÇAL’I İZLEMEK LAZIM

Mafya Numan karakterinde Burhan Öçal’ı beğendim. Öçal ‘rol’ mü yapıyor, kendini mi oynuyor anlamak için mutlaka başka oyunlarını da görmek lazım. Bu nedenle Burhan Öçal’a sadece Mafya Numan tiplemesiyle Yılmaz Güney elbisesi giydirmek biraz zorlama olur. Öçal’ın yüzü, mimikleri bazı roller için gerçekten çok uygun.

Filmi taşıyan diğer oyuncu Numan’ın sevgilisi Katerina’yı oynayan Fadik Sevin Atasoy. Filmin en başarılı oyuncusu. Yardımcı kadın oyuncu Oscar’ı Türkiye’de verilse Atasoy kesinlikle alır. Hatta ‘O Şimdi Mahkum’ daha fazla müstehcenliği kesinlikle kaldırırmış. Özellikle garaj sahnesinde Oğuz, bu konuda biraz tutumlu davranmış. Davranmasa, şimdi Türkiye Fadik Sevin Atasoy’u konuşuyor olurdu. Film de tavan yapardı.

ZAYIF HALKALAR

Athena’nın Gökhan’ı ve Levent Kazak’ın oyunculuklarına gelince... Kazak’ın Gökhan’la yarattığı gerçeklik duygusu ve gerçek ve sanal arasında kurduğu geçişler takdire değer. Gökhan’ın oyunculuğu da çok sevimli. Ancak Kazak’ın oyunculuğunun bu filmde biraz sırıttığını düşünüyorum. Kendini tekrar etmiş.

‘O Şimdi Mahkum’da en sırıtan sahneler, Oğuz’un kendini de oturttuğu Cyrano de Bergerac sahneleri. Filmin en zayıf halkaları... Keşke hiç olmasalarmış. Numan’ın şiddet uygulattığı ‘oyun’ sahneleri ise çok güçlü sahneler. Tarantino halt etmiş.

Gidelim mi? Çok keyifli bir film. Şiddetle öneririm. Sadece ‘O Şimdi Mahkum’ ismi hiç ama hiç olmamış, çok ticari durmuş. Ticariliğini filmi izledikten sonra anlıyorsunuz, ama yine de filmi tanımlayan başka bir isim olsa daha iyi olurmuş. Benim önerim: Tünel...

CUMA TAKINTISI

Çubuklu’daki Taç Restoran’ı bir buçuk yıl önce yazmıştım. Geçen hafta yolum yine Çubuklu’ya düştü, yine Taç Restoran’a uğradım. Çok şaşırdım. Taç Restoran yenilenmiş, çok daha güzel bir yer olmuş. Üstelik mönüye de çok değişik lezzetler, değişik ara sıcaklar eklenmiş. Beğendili dülger, pazıya sarılı soyalı mezgit, lagos peynirli, balık kokoreç, pazıya sarılı karides soyalı.... Hepsini denedim. Kesinlikle süper lezzetler. Teryaki soslu somon, güveçte dülger kavurma ve baharatlı tereyağında levrek de yeniydi ama onları denemeye yer kalmadı! Bu haftasonu Taç Restoran’a takmanızı öneririm. Beykoz sırtları ve deniz tabii ki müthiş, ama Taç ara sıcaklar konusunda lezzet ustası olmuş çıkmış.

CUMA İTİRAFI

mlphy

Cinsiyet: Kadın;

Yaş: 25; İl: İstanbul

Ailemle birlikte yaşıyorum. Alt katımıza yeni evli bir çift taşındı. Birileri gelin hanıma cinsel ilişkinin sadece bağırmaktan ibaret olduğunu söylemiş herhalde. Geceleri aptal ve anlamsız çığlıklarla sıçramaktan artık fenalık geldi. Komşular da aynı sorundan mustaripmiş. Bu konu çok can sıkıyor ama ne yapabiliriz? Kapıyı çalıp, ‘Pardon beyefendi, biz geceleri huzurla uyuyamıyoruz. Üstelik karınız muhtemelen rol yapıyor’ mu denir? İmdat yaa!

Yorum: Ne demişler; zenginin parası züğürdün çenesi!

‘Hiçbir şeyin kendisinden saklanmadığına inandırılmış bir kadını aldatmaktan daha kolay bir şey yoktur.’ (Balzac)
Yazının Devamını Oku

Burhan Öçal mı İbrahim Tatlıses mi

14 Nisan 2005
Abdullah Oğuz’un yeni filmi <B>‘O Şimdi Mahkum’ </B>yarın vizyona giriyor. ‘O Şimdi Mahkum’u <B>Mehmet Y. Yılmaz, Hıncal Uluç ve Faruk Bayhan’la </B>birlikte izledik. Daha sonra da Abdullah Oğuz’la, hep beraber film üzerine koyu bir sohbet yaptık. Film üzerine yorumlarımı yarın Hürriyet Cuma’da okuyacaksınız. Burada Abdullah Oğuz’dan o sohbette öğrendiğim bir şeyi sizinle paylaşmak istiyorum. Abdullah Oğuz, Burhan Öçal’dan önce mafya babası rolünü kime teklif etmiş biliyor musunuz? Haydi tahmin edin bakalım.. Bilemediniz mi? Ben söyleyeyim, İbrahim Tatlıses’e.. İbrahim Tatlıses de, ‘Ben seni yorarım’ deyip rolü kabul etmemiş. Çok da iyi olmuş.. Eğer İbrahim Tatlıses oynasaymış ‘O Şimdi Mahkum’ asla böylesine keyifli bir öykü olmazmış. Ne dediğimi anlamak için Burhan Öçal’ın harika oyunculuğunu görmeniz ve o rolde İbrahim Tatlıses’i düşünmeniz şart..

Galatasaray ve terapi

Galatasaray’ın bu yıl oynadığı futbola, son dönemdeki inişli çıkışlı haline bakıldığında Trabzon maçını alması mümkündü. Ancak Galatasaraylı futbolcularda inanç yoktu. Topa sahip olma istekleri Trabzonsporlu futbolculara göre çok daha azdı. Trabzon daha hırslı oynadı, iki golü attı, üç puanı aldı. Galatasaray ise şampiyonluk hayallerini başka bir yıla bıraktı. Galatasaraylı futbolcularda bu inançsızlık devam ederse, yüzüncü yılda, Şampiyonlar Ligi de hayal olacak..

Galatasaray Şampiyonlar Ligi’ne gitmek istiyorsa, son haftalarda futbolculara inanç aşılamak zorunda. Futbolcularla tek tek görüşülüp hedefe kilitlenmelerini sağlamak şart. Kişisel terapi şart! Tabii önce Yönetim Kurulu’ndan başlayarak! Galatasaray Yönetimi! Savunmayı, tartışmayı, laf ebeliğini bırakın, takımınıza bakın.. Eğer sizin de Galatasaray’ın ikinci bile olabileceğine dair inancınız kalmamışsa çıkın bunu açıkça ifade edin, taraftarlarınıza da boş hayaller kurdurmayın!

Niye ben gidemiyorum..

Bir gün gelecek, ben de bir yazıma şöyle bir giriş yapabilecek miyim..

‘Dışişleri Bakanı bilmemkimle birlikte bilmemnereye giderken uçakta ‘Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi’ tarafından hazırlanan ‘Bilgi Notu’nu incelemeye başladım.. Bakan bana aynı konuşmada bir de anekdot anlattı..’

Ya da şöyle bir giriş:

‘Birlikte yaptığımız seyahatte, Başbakan bir ara koluma girdi ve beni köşeye çekti. ‘Bak Ali Atıf, etnik gruplar konusunda her kafadan bir ses çıkıyor, ama ben sadece sana güveniyorum. Sana bir şey açıklayacağım’ dedi.’ Ve aynı yazıya bir de aynı Bakan’la, ya da Başbakan’la uçakta yolculuk yaparken çekilmiş bir fotoğrafımı koyup üzerine de ‘Bakan Bilmemne ile uçakta derin derin sohbet ettim’ yazabilecek miyim..

Hiç yazamayacak mıyım? Niye? Oysa çok istiyorum. Kalksın biri de beni Başbakan’ın ya da Dışişleri Bakanı’nın Malezya gezisine çağırsın.. Ben ve o karşılıklı oturalım, uzun uzun sohbet edelim. Kol kola girelim, uçaktan birlikte inelim.. Sonra ben ‘Bir gün Dışişleri Bakanı’yla giderken..’ diye başlayan yazlar yazayım. Offf.. Offf.. Niye beni çağırmıyorlar? Kendimi hiç güvende hissetmiyorum, hiç..

Kutlarım..

Bir süre önce Şükriye Tutkun örneğini verip klip yayınlayan televizyon kanallarını uyarmıştım. Yürürlükteki Radyo ve TV yasasına göre hiçbir kanalın para alıp bir programı yayınlama hakkı yok. Klip bile olsa bir şekilde bir programın yayınlanması için reklam, advertorial ya da sponsorluk adı altında yayınlanması gerekiyor. Bunların da şartları belli.. Star’ın yeni Medya Grubu Başkanı Cengiz Özdemir, bu yasal olmayan duruma el koymuş ve ‘para alıp, klip yayınlama dönemine’ noktayı koymuş. Artık Kral TV klip yayınladığı için kimseden para talep etmeyecekmiş.. Klip yayınlama koşulları da yeniden belirlenecekmiş. Özdemir’i bu cesur kararı için kutluyorum. Darısı diğerlerinin başına. Hangileri mi? Onlar kendilerini biliyorlar..

Garipsedim..

Spor sayfalarında her Allah’ın günü futboldan başka bir şey yazmayan köşe yazarları Galatasaray’ın futbol şubesinde de işler kötü gidince şimdi kalkmış basketbol ve voleyboldaki başarısızlıklarını ileri sürerek Galatasaray yönetimiyle hesap kesmeye çalışıyorlar. Çok garipsiyorum. Voleybolu, basketbolu yıllarca görmezden gel, üvey evlat muamelesi yap, sonra kalk futbolda iddialarını kanıtlamak için buradaki başarısızlıkları argüman olarak kullan.. Olacak iş mi bu!
Yazının Devamını Oku