Ali Atıf Bir

Komplo ve fırça ilişkisine devam

6 Mayıs 2005
Metal Fırtına ile ilgili ‘Komplo ve Fırça İlişkisi’ başlıklı yazım tahmin ettiğimden çok daha fazla ilgi gördü. Kitabın yazarlarından Orkun Uçar, kitap piyasaya çıktıktan sonra yaşadıklarını anlatan bir e-posta göndermiş:

Orkun Uçar: 5 milyon okuru geçtik

‘Gerçekten de başımıza bu kitapla ilgili gelen şeylerin haddi hesabı yok. Herkes tarafından şu veya bu şekilde suçlandık. Hatta bu kitabı bizim yazmadığımız bile anlı şanlı köşe yazarları tarafından söylendi (ki bu kişiler şu günlerde Altın Kitaplar’dan çıkan kitabım ‘Asi’yi konu bile etmiyorlar veya özür dilemiyorlar).

Kitapla ilgili emeğimiz de tam anlamıyla yağmalandı: Kitabın satışı 400 bin ama şu ana kadar korsanı 600 bini geçmiş olmalı. Sırf Metal Fırtına basan, kamyon kamyon dağıtan üç matbaa basıldı bugüne kadar. İnternet üzerinden korsan e-kitap olarak okundu. ‘Bunlar bu kitabı para kazanmak için yazdılar,’ diyen kişilerden biri çıkıp da bu yazarların emeği böyle çalınıyor diye yazı yazmadı. Metal Fırtına’yı okuyanların sayısının, elden ele dolaşmalar dahil, 5 milyonu geçmiştir diye tahmin ediyoruz.

Film teklifleri de geldi ama çok küçük telifler önerildi. Önerdikleri teliflerle basın toplantısı organizasyonu yapılır ancak. Yine de şunu gösterdiğimiz için memnunuz, Türkiye’de yazarak para kazanılır ve hayal gücü değerli bir üründür. Bize ve kitaba sağlıklı bir tepki sunan, bize karşı yapılan hastalıklı saldırılara cevap veren yazınız nedeniyle gerçekten teşekkür ederim.’

Metal Fırtına’yı bitiremedim

Zeynep Okur isimli bir okurum ise Metal Fırtına’yı bitiremediğini, Türk askerinin böylesine aciz resmedilmesine dayanamadığını söylüyor:

‘Bugünkü yazınızı ilgiyle okudum. Metal Fırtına’yı büyük bir hevesle okumaya başlamıştım. Sonunu getiremediğim kitaplardan biri oldu. Çünkü okudukça (22 yaşındayım) 22 yıldır içimde olan tüm heyecanın, içimde gizli sanki her an çıkmaya hazır o yenilmezlik duygusunun, gizli bir oyuna kurban verilmeye çalışıldığını hissettim. Sayfalarda bir umutsuzluk, bir karanlık vardı. Benim ülkem bu kadar aciz olamaz. Türk askeri böyle savunmasız olamaz. Türk’ün kaderi bir Kürt’ün vicdan hesaplaşmasıyla kurtulamaz. Biz kendi içimizde tartışmalara girebiliriz ama kimse bir oyunun içinde bizi haksız bir şekilde tartışamaz. Kitabı herkes okusun. Ama lütfen bilinçli okuyucu olalım. Tarihimizi yani gerçeğimizi unutmayalım. Burası TÜRKİYE değil mi? Burda herkes bir kurtarıcıdır. Söz konusu topraklarımız oldu mu kimse kitapta anlatıldığı gibi eli kolu bağlı beklemez. Paylaşmak istedim...’

Metal

Metal Fırtına ‘kurgu’ bir kitap. ‘Kurgu’ bir kitap üzerine niye bu kadar öfkeleniyoruz ki! Niye her şeyin arkasında bir ‘art niyet’ arıyoruz. Türkiye’yi seven, onun için canını verecek biri çıkıp Amerika’nın olası bir saldırısı karşısında Türk askeri gücünün bozguna uğrayacağını düşünemez mi? Bu düşüncesini roman haline getiremez mi? Herkes aynı şekilde düşünürse hayat çok sıkıcı olmaz mı? 5 milyondan fazla kişi Metal Fırtına’yı okudu. Ne kadarı ciddiye aldı ki! Türk askeri hálá orada değil mi? Hálá eski gücünde değil mi? Ne olur biraz hoşgörü... Hayal gücüne saygı...

Başka bir komplo öyküsü: Gelibolu

Geçen hafta bir askeri lisenin mezunlarına ait internet sitesinde yer alan Metal Fırtına komplo teorilerini özetlemiştim. Aynı sitede Gelibolu filmine ait komplo teorileri de var... Diyorlar ki:

‘Tolga Örnek Robert Kolej mezunudur. O kolejin geçmişini ve yetiştirdiği bazı kişileri anımsıyoruz! Bir kahramanlık destanını izlemeye gittiğimiz bu Türk yapımı belgeselin bir psikolojik savaş ürünü olduğunu düşünüyorum. Tıpkı ‘Metal Fırtına’ adlı kitap gibi. Bu film bir çeşit Metal Fırtına 2. Film savaşın kötü yanlarını ortaya koyuyor, savaşmayın diyor. Tamam savaşmayalım da sadece biz Türkler mi savaşmayalım?

Filme ilgi yüksek... 1-2 milyon kişi izler. Ama çoğu Türkler... Yani hedef kitle biz Türkler! Filmde savaşın kötü yanları tasvir edilirken Türk halkına, gençlere şöyle sesleniliyor; savaşma, kendini savunma, topraklarını koruma, bunları yaparsan sana saldıran ana kuzularını (!) öldürmek zorunda kalırsın, pislik içinde yaşarsın...

Herhalde Orhan Pamuk Gallipoli’yi izlese Türklerin Çanakkale Savaşı’nda Anzaklara ‘soykırım’ yaptığını çok rahat söyler. Gallipoli’nin toplum mühendislerinin elinden çıktığı belli. Gallipoli’de yapılmak istenenler şunlar mı:

Anzakları, işgal kuvvetlerini acındırmak, haklı göstermek mi?

Türk toprağı olan Gelibolu’yu işgal edilmiş gibi göstermek mi? Yoksa hálá birileri böyle mi diliyor?

Yiğit Türk askerlerini ‘barbar, hatalı, acımasız’ para için savaşanlar olarak göstermek mi?

Yoksa bu belgesel bizden zannettiğimiz ama bizden olmayanlarca bizim adımıza bir nevi işgalcilerden özür dilemek için mi yapıldı?’

Bir filmi eleştirmeyi anlarım. Bir filmin tarihi gerçeklerle uyuşmadığını söylemeyi de anlarım. Gelibolu gibi bir filmin bugüne kadar yapılan ‘Türk’ün Türk’e propagandası’na ters düştüğünü, bu nedenle, gençlere kötü örnek olabileceğinin söylenmesini de anlarım. Benim anlamadığım ‘art niyet’ konusu... Bu ülkede herkes mi birinin uşağı, herkes mi satılık? Bu ülkede hiç kimse kendi akıl süzgecinden geçirip, bir şeyleri bir araya getirip üretemez mi? Bu kadar komplo teorisi üretebildiğinize göre acaba sizi de mi birileri yönetiyor?

Zerrin Özer’i ben de seviyorum

Birçok Zerrin Özer hayranı geçen hafta Zerrin Özer’e saldırdığımı düşünmüş. Çok yanlış! Ben de bir Zerrin Özer fanatiğiyim ama onun türkü söylemesinin doğru olmadığını, marka özüne aykırı olduğunu düşünüyorum. Zerrin Özer bu ülkenin en güçlü seslerinden biri ve kendini yanlış yollara giderek harcıyor. Bu kadar güçlü sesin olsun, hayranlarına bu kadar ihanet et! Zerrin Özer’in kendini sevmediğini düşünmeye başladım. Ne dersiniz?

CUMA TAKINTISI

Tarihi Beylerbeyi Balıkçısı Tarih Erbezer ‘Hocam Salacak’ta da bir yerimiz var’ dedi. Kalktım gittim. Salacak Balıkçısı tam Kız Kulesi’nin karşısı. Manzara nefis. Balıkların lezzetine, mezelerin lezzetine diyecek yok. Mekan biraz restorasyon istiyor ama... Küçük bir dokunuşla harika bir yer olabilir. Kız Kulesi eşliğinde kendinize balık ziyafeti çekmek istiyorsanız bu hafta sonu Salacak Balıkçısı’na takılabilirsiniz....

CUMA İTİRAFI

tıkırtıkır; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 20; İl: İstanbul

Beşiktaş’tan otobüse bindim. Yanıma eski püskü giyimli bir teyze oturdu. Kabataş’a kadar uzun uzun esnedikten sonra beni dürttü ve sigara içip içmediğimi sordu. ‘Herhalde sigara isteyecek’ diye düşündüm. İçmediğimi söyledim. ‘İçiyorsan bırak. Bak çok zayıfsın. Tereyağ ye, ekmek ye. Kaç kilosun sen bakayım?’ dedi! Şaşkınlıkla, ‘Altmııış. N’oldu ki?’ diye cevap verdim. Halbuki, ‘Sana ne?’ desem ya! Teyze bunun üstüne devam etti. ‘Sana kesin büyü yapmışlar. Benim komşumun kızına da büyü yaptılar. 2 yıl konuşamadı. Biri seni istemiştir, sen de kabul etmeyince büyü yapmıştır. Annene söyle de seni bi hocaya okutsun. Saçlarını da ortalık yerlerde bırakma!’ dedi ve sonra da, ‘Hadi Allah’a emanet ol kızım’ deyip indi! O neydi ki öyle demeyeceğim çünkü teyzeydi işte teyze. Yurdum teyzesi!

Yorum: Bu memleketin teyzesi bile komplo teorisi üretiyor değil mi?
Yazının Devamını Oku

Diana kimle evlenmişti..

5 Mayıs 2005
‘Haziran Gecesi yıldırımlar yaratamıyor’ başlıklı yazımda, Kara Harp Okulu öğrencilerinin Haziran Gecesi’ndeki subay-hizmetçi ilişkisinden rahatsız olduklarını yazmıştım. Bu konuda çok sayıda e-posta aldım. İki tanesi çok ilginç, paylaşırsam konuya farklı bir katacaklarına inanıyorum. İlk e-posta Sevim Uygar’dan:

‘Harbiyelilerle ilgili yazınızı okudum. Ben, iki üniversite bitirdim, Haziran Gecesi dizisindeki subayla hizmetçinin aşkına Harbiyeliler gibi bakmadığımı iletmek istedim.

Bana bu ilişki Harbiyelilerin düşündüğünün aksine, toplumda asker sivil ilişkisi açısından daha olumlu gelmişti.

Bilmekteyim ki, Harbiyeliler sivil hayatta bile Harbiyeli kimliklerinin dışına çıkamıyor, kibirli davranıyorlar. 24 yaşındayım ve Harbiyeli arkadaşlarımda bunu görüyorum.

Bence meslek ya da sınıf gözetmeksizin herkes birbirini sevebilir. Prens Charles da anaokulu öğretmeni Diana’yla evlenmemiş miydi?’

Evlilikte aslolan nedir

Haziran Gecesi’ndeki subay-hizmetçi ilişkisi ile ilgili ikinci e-posta Asena Polat’tan:

‘Bugünkü köşe yazınızı okuyunca aklıma bazı soru işaretleri takıldı ve bunları hem sizle hem de diyolog kurduğunuz Kara Harp Okulu öğrencileriyle paylaşmak istedim.

Haziran Gecesi dizisindeki teğmen-hizmetçi ilişkisinin öğrencilerce kanıksanması çok garibime gitti. Bir bayanı sadece hayat şartları ile değerlendirerek kendilerine layık görmemeleri çok şaşırtıcıydı. Üstelik bir tanesi de bu sorunun, subayların yaşam kalitelerinin artırılmasıyla aşılabileceğini belirtmiş. Evlilikte aslolan nedir?

Dizideki kızımız, teğmenin şahsına, üniformasına, ailesine, işine son derece saygılı davranıyor, onu çok seviyor, peki onları bu derece rahatsız eden ne? Neyi ve kimi kendilerine layık görmüyorlar acaba?

Ya da şu sorumu onlara bir şekilde iletirseniz sevinirim.

‘Sevmeye değer buldukları, evlenmeyi düşünecekleri bayanlarda ne gibi şartlar olmalı? Yıllık gelir, aile durumu, geçmişi v.s. v.s’ ‘ Herkes hayatını şekillendirirken yeterli donanıma sahip olamıyor maalesef. Bunun da yaşam kalitesiyle bağdaştırılması ne kadar aşağılayıcı.. ‘

* * *

Asena Polat’ın ortaya attığı konu tartışmaya değer. Gerçekten evlilikte aslolan nedir?

Gelin tartışalım.. Yanıt bekliyorum.

Kutlarım..

Ceza’yı Candan Erçetin’in son albümünde ‘Bu şehir’ şarkısıyla tanıdım, çok sevdim. Geçenlerde yine bir Ceza şarkısı dinledim, bu kez Ceza’yı takdir ettim. Ceza uyuşturucuya karşı..

Ceza’nın gençleri uyuşturucudan soğutmaya çalışan şarkısının sözleri çok anlamlı ve etkili. Bir de rap’çi der geçer, hepsini uyuşturucuyla özdeşleştiririz. Ah şu önyargılar!

Önyargılar olmasa hayatı yaşamak ne kadar kolay olurdu değil mi? İşte Ceza’nın takdirimi toplayan şarkı sözleri:


Benliğini kaybeden zehirlenen gençleri..

Okul eteği altından görünen bedenleri

Kurtaracak kahraman nerededir bilinmez

Alnın kara yazıldıysa hiçbir zaman silinmez

Uyuşturucu batağı şöhretin basamağı

Gelip geçici hevesler, kandırılmış bedenler...

Torbacılar gençleri hedefine almış çalmış..

Hayatlarını rüyalara daldırmış

Başka boyutlarda umutlar saçarlarmış..

Dikkat edin gençler, uyarmadı demeyin,

Etmeyin eylemeyin onları dinlemeyin sakın örnek almayın

Herif manyak diyorsak tansiyon yaratmayın

Karartmayın hayatları sonsuza kadar!

Garipsedim..

Haziran Gecesi’de milletvekili Baran’ın (Özcan Deniz) sevgilisi Havin’in, daha önce eskort olduğu ortaya çıktı. Bu bilgi basına sızdırılınca basın mensupları Baran’ı ablukaya aldı. Baran da muhabirlerin, Havin’le eskort olduğu dönemde tanıştığını doğruladı ve herkesin önünde ‘Hiç kimseye söz düşmez’ dedi.

Sen misin diyen! Muhabirler az daha Baran’ı dövecekti. Yuh çekenler, ‘Sen oyları o ‘hiç kimselerden’ aldın’ diyenler, bağıranlar, çağıranlar. Çok garipsedim.. Haziran Gecesi’nin senaryo yazarı Mahinur Ergun muhabirliği, kameramanlığı ne sanıyor acaba? Muhabirlerin politikacılardan böyle hesap sorduğu nerede görülmüş.. Nerede?

Baydı..

Başbakan’ın basın danışmanı Ahmet Tezcan üzerinden yapılan ‘Başbakan’ın hangi gazeteciyle arası iyi’ tartışması baydı.

Başbakan’ın hangi gazeteciyi sevdiği bu kadar önemliyse Ahmet Tezcan her ay ‘Başbakan’ın Sevdiği Gazeteciler Top 10 Listesi’ açıklasın olsun bitsin.. Önerim bu listenin, her gazeteci için çekilmiş bir klip eşliğinde, Kral TV’de yayınlanması. Böylece ‘Top 10’ daha geniş kitlelere ulaşır ve bu dönemde kim kimi niye okuyacağını kaçırmaz..
Yazının Devamını Oku

Musa Kart’ın sıradanlığı..

3 Mayıs 2005
Başbakan’la ilgili çizdiği ‘kedi’ karikatürü ile ünlenen Musa Kart’a Dünya Karikatürcü Hakları Örgütü (CRN), Dünya Cesaret Ödülü verince Vatan’da <B>Mustafa Mutlu</B>, Musa Kart’a ödül getiren sürecin komik olduğunu, bu sürece kahkahalarla gülmeden edemediğini, Musa Kart’ın da kendisini dava eden ve ceza almasını sağlayan Başbakan Erdoğan’a ödül vermesi gerektiğini belirten bir yazı yazdı.. Mustafa Mutlu’nun yürekten düşüncelerine katılıyorum. Katılmadığım ‘Musa Kart kardeşimiz yüzlerce karikatüristimiz gibi ‘sıradan’ bir fikir emekçisiydi, meşhur kedili karikatürü çizene kadar...’ derken ‘sıradan’ sözcüğünü kullanması.

Musa Kart ‘kedi’ karikatürü olayına kadar Cumhuriyet okurları ya da karikatür cemaati dışında fazla tanınmıyor olabilir. Ancak tanınmaması onun ‘sıradan’ bir karikatürist olduğunu göstermez. Musa Kart, Fikret İlkiz’le birlikte katıldığı Eskişehir Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’ndeki panelde Başbakan’ın İmam Hatip Liseleri konusundaki politikasını eleştirmek için çizdiği karikatürün en kötü karikatürlerinden biri olduğunu söyledi. Katılıyorum, Musa Kart’ın ‘kedi’ karikatüründen çok daha güzel karikatürleri var.. Geçmişe kısa bir bakış yapan, Musa Kart’ın asla ‘sıradan’ bir karikatürist olmadığını anlar..

İlk iki ay..

Philadelphia Çocuk Hastanesi
ve iki üniversitenin 653 yetişkin üzerinde yaptıkları araştırmaya göre, yeni doğan bir bebek ilk hafta içerisinde hızla kilo almışsa, o kişinin ileriki hayatında şişman olma olasılığı çok yüksek. Bu nedenle doktorlar ilk altı ay mutlaka anne sütü öneriyor. Bunun nedeni anne sütü ile beslenen bebeklerin daha yavaş kilo almaları.. O halde ne yapıyorsunuz? Gidip doğum kayıtlarınıza bakıyorsunuz. Eğer ilk aylarda hızla kilo almışsanız şişmanlığınızın kaynağına ulaşıyorsunuz. Eğer ilk aylarda hızla kilo almamışsanız ve hálá fazla kilodan şikayet ediyorsanız.. Yanıt basit: Boğazınıza dur demelisiniz..

Mağdur yaratan mağdur olur..

Meltem Karateke, Türkiye’nin en ‘titiz’ konferans düzenleyencisi İmi Konferans’ın sahibi. Meltem işini son derece iyi yapar, en iyisinin olması için kendini parçalar, konferans katılımcılarının ‘tatmin olmuş’ bir şekilde konferanstan ayrılması için canını dişine takar.

Meltem, ‘Müşteri sadakati konusunda ‘Guru’ Harry Beckwith’i Türkiye’ye getiriyorum, o gün düzenleyeceğimiz bir saatlik ‘Derin Sadakat’ panelini yönetir misiniz hocam’ deyince bir an duraklamadan kabul ettim. Panelin konuşmacıları Serdar Erener ve Balçiçek Pamir’di..

Panelden bir hafta önce Serdar Erener ve Balçiçek Pamir’le bir akşamüstü Vouge’da buluşup kimin ne konuşması gerektiği konusunda anlaştık. Panel benim sorduğum sorularla başlayacak, daha sonra da yine karşılıklı sorularla ilerleyecekti. Panelde ‘Sadakat diye bir şey var mı? İnsanın sadakat gereksiniminden söz edebilir miyiz? Kadın, erkek ve gençler hangi markalara sadık?’ gibi konuları sorgulayacaktık.

Panel günü geldi. Sabah Harry Backwith üç buçuk saat süren konferansını verdi. Yemekten sonra sıra ‘Derin Sadakat’ paneline geldi. Salonda yaklaşık 400 kişi var. Serdar’ı bir yanıma, Balçiçek’i diğer yanıma aldım ve panelin ilk sorusunu Serdar’a sordum. Serdar konuşmaya bir başladı, susmak bilmedi. Her zamanki samimi üslubuyla güzel şeyler anlattı.. Bir ara Lovemarks kitabına dalıp neredeyse tamamını özetledi. Yine de konuşma uzayınca salonda biraz huzursuzluk, sıkıntı belirtileri başladı. Suç biraz da bende tabii ki.. Ne yalan söyleyeyim, ‘ha bitirdi, bitirecek’ derken bir türlü Serdar’ın konuşmasını bölemedim, Balçiçek’e de ayıp ettim. Bir saat geçmişti ki arkalardan bir kadın ayağa kalkıp, ‘Lütfen sayın başkan biraz da Balçiçek Pamir’i dinlemek istiyoruz’ deyince salonda buz gibi bir hava esti. Ancak kısa bir süre sonra salon kendini topladı ve Serdar’ın konuşmaya devam etmesi için alkışlamaya başladı..

Neden? Hani herkes yorulmuş ve sıkılmıştı, huzursuzluk belirtileri vardı. Niye salon birden Serdar’a sahip çıktı. Yanıt basit, toplumun önünde Serdar’ı fırçalayan kadın Serdar’ı mağdur duruma düşürmüştü. Türk ortak aklı kısa sürede mağdurdan yana çalıştı.

Balçiçek uzun süre konuşup salonu yorsa, biri çıkıp ‘Serdar’ı istiyoruz’ dese yine aynı şey olur, salon bu kez Balçiçek’e sahip çıkardı.. Bunun adı ‘Mağdura Sahip Çıkma’ psikolojisi.. Anayasa Başkanı Mustafa Bumin Başbakan’ı milyonlarca kişinin önünde fırçalayınca da çalışan süreç bu, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök hükümete ültimatom verince de.. Özet: Mağdur yaratan, mağdur oluyor. Ertuğrul Özkök’e katılıyorum. Türban konusu şu gün refaranduma gitse banko yüzde 50’den fazla ‘evet’ oyu alır.
Yazının Devamını Oku

Aspirin’de kadın ve erkek farkı

2 Mayıs 2005
<B>TÜRKİYE’</B>de kaç kişi <B>‘Kanımı sulandırayım da kalp krizi geçirmeyeyim’ </B>diye düşünüp her gün bir bebe <B>Aspirin</B>’i alıyordur acaba? Sayısını Aspirin’in marka yöneticisi biliyordur ama söylemez. Şirket sırrıdır. (Bu sözde şirket sırları yüzünden Türkiye’de ekonomi gazeteciliği çok sıkıcı bir hale geliyor. Yakında bu ‘sır’ olayına bir el atacağım hiçbir şirkette sır mır kalmayacak ona göre..).

Biz söyleyelim çok kişi.. Her gün alınan bir tablet çocuk Aspirin’in kalp krizini önlediği artık kuşaktan kuşağa aktarılan bir ‘inanç’ haline geldi. Kimse bu ‘inancı’ sorgulamaz, Kadın, erkek her gün Aspirin’ini alır, ‘kalp krizini önledim’ gönül rahatlığıyla işine gücüne devam eder. Peki hiç Aspirin’in ilk kalp krizini önlemede kadın ve erkekleri farklı etkileyebileceğini düşündünüz mü? Düşünmediniz.. Düşünseniz zaten bilim insanı olursunuz. Bilim insanlarının işi bu..Sizin yerinize böyle gereksiz (!) şeyleri düşünüp, araştırmak..

Dr. Julie Buring ve arkadaşları, son on yılda 45 yaş üstü 40.000’den fazla kadın üzerinde araştırma yapmışlar. Ve gün aşırı alınan düşük dozda Aspirin’in ilk krizi önlediği yolunda hiçbir kanıt bulamamışlar. Oysa son araştırmalar düşük doz Aspirin kullanımının erkeklerde ilk kalp krizi riskini azalttığını gösteriyordu. Dr. Buring ve arkadaşları farkın cinsiyetten kaynaklandığı sonucuna varıyorlar ama konunun çok ‘kompleks’ bir konu olduğunu ek araştırmalar yapılması gerektiğini de ihmal etmiyorlar.

Hemen belirteyim burada söz konusu olan kadınlarda ‘ilk krizi’ önleme etkisi. Şu ana kadar yapılan araştırmalar, düşük dozda Aspirin kullanımının erkeklerde ilk, erkek kadın fark etmez herkesde ikinci kalp krizini önlediği konusunda hem fikir. Hatta birçok araştırma gögüs ağrısı gibi kalp krizinin ilk sinyalleri olan semptomlar başladığında hemen aspirin almanın kalp krizi sonucunda hayatta kalma şansının arttırdığını gösteriyor.

Kardiyologlara göre Aspirin konusunda kadınlarla ilgili kesin bir sonuca ulaşamamanın nedeni kadınlarda kalp krizine daha az rastlanması. Örneğin Aspirin konusunda yapılan son 5 araştırma 55 bin hastada gözlenen 2402 kalp krizini kapsıyor. 2402 gözlem içinde kadınlardaki kalp krizi gözlem sayısı ise sadece 180..

Amerikan Kalp Derneği artık düşük doz Aspirin’i eğer % 10 kalp krizi riski varsa sadece erkeklere öneriyor. Kadınlar için ek araştırma gerek diyor. Türkiye’de ise hala kadın erkek fark etmez, ilk krizi önlemek için her gün düşük doz Aspirin kullanımı yaygın. Kim uyaracak ilaç tüketicisini? Diyelim ki Türkiye’de 250.000 bin kadın düşük dozda Aspirin kullanıyor. Çocuk Aspirini’nin kutusu da 500.000 lira (50 kuruş), bu yılda kadın başına 6 milyon lira (6 YTL) tüketim demek. Kişi başı düşük bir rakam olabilir. Ama toplamda yıllık 1.5 trilyon TL (1,5 milyon YTL) iyi rakam. Aspirin’in marka yöneticisi olsam ben de ses çıkarmam.

Lütfen ünlüleri doğru kullanın

ERPEN
reklamlarını defalarca izledim. Hiçbir şey anlamadım. Tarçın bey kim? Niye şarkı söylüyor. Niye penceresi değişti? Evli kadına niye şarkı söylüyor? Adama söylüyorsa cinsel tercihlerinde sorun mu var? Konumuz ses yalıtımı mı? Ses yalıtımı pencereyle ilgili bir konu mu? Yoksa montajla ilgili bir sorun mu? Kim bir reklamı izledikten sonra bu kadar çok soru sorar ki? Bakar, anlamaz, geçer gider. Metin Akpınar’lara yazık etmeyin..

Türkçe’nin halleri

OKURUM Tankut Adam
kafasına takılan bir konuyu şöylece özetlemiş:

‘Sayın Bir, Cola Turka’nın son reklamının bitiş cümlesi ‘18 ayda Cola Turka her 100 evin 63’üne en az bir kez girdi’ bana biraz müstehcen geldi. Yoksa ben mi fesatım?

Yanıtım: Evet ama beni çok güldürdünüz.

Çalışanlar ve reklam ajansını unutmuşum

‘DIŞBANK’ı görmezden gelmek haksızlık’
başlıklı yazıma sevgili metin yazarlığı hocam, ünlü reklamcı Haluk Mesçi’den yanıt geldi:

‘Yazında gidiş doğru sonuç eksik hocam!’. ‘Dışbank yöneticilerini, Doğan Holding yöneticilerini ve Aydın Doğan’ı, bir Türk markasının dünya pazarlarında böylesine değerli olabileceğini kanıtladıkları için tüm kalbimle kutluyorum. Herkesi de kutlamaya çağırıyorum’, bir düşün bakalım neden eksik? Hani üst yönetimle kader birliği etmiş çalışanlar? Hani Dışbank markasının bu hale gelmesinde rolü (hadi payı demeyeyim) olan reklam ajansı KLAN EURO RSCS ve onun yöneticileri, çalışanları?

‘Kendini temize çıkarmak adına’ Dışbank’ı görmezden geldiğin (!) sonuçta espri ama bu söylediğin eksikleri gidermen de gerekir.. (Haluk Mesci, Markalaştırma Hizmetleri).

Yanıt: Sanırım giderdim..

‘E’ büyüdü

ECZACIBAŞ
I’nın Kurumsal İletişim Yöneticisi Okşan Yılmaz aradı. ‘Çok doğru noktaya parmak başmışsınız. Biz de tam reklamlarda kullandığımız yeni logoyu büyütme konusunu konuşuyorduk’ dedi. Sonra Eczacıbaşı ürünlerinin reklamlarında yeni logo daha büyük kullanılmaya başladı. Doğru karar, tebrik ederim..

Çekirgelik

Şirket varlığının nedeni basittir: Sürekli ve yaratıcı bir şekilde ezici rekabet!

(J. Riddersstrale& K. Nordström)
Yazının Devamını Oku

‘Blogsfer’ pazarlamayı etkiliyor

1 Mayıs 2005
<B>CUMA </B>günü Hürriyet e-yaşamda Batuhan Okur <B>‘Şu Blog hadisesi’ </B>başlıklı yazısında <B>‘internet yayıncılığı hayatımızı değiştirecek’ </B>deyip ‘Blog’ denilen şeyi <B>‘Kısaca internet üzerinden yapılan yayıncılık..’ </B>olarak adlandırmıştı. Okur’un yazdığı doğru. Blog’ların böyle giderse hayatımızı değiştireceği doğru. Blog’ları dünya ölçeğinde dev markaların hayatını değiştirmeye başladı bile. Yakında Türkiye’de çok etkili olacakları kesin..(Bkz.www.turklog.com).

İnternet üzerinde yaratılan Blog’lar e-posta kişisel gibi bir şey değil. Microsoft’un ya da Google’ın sağladığı Blog teknolojisi ile bir metni, görseli, video görüntüsünü çok kısa sürede internet üzerinde birleştirip kendi gazetenizi çıkarabiliyorsunuz. Diğer Blog’lara kendi gazetenizi bağlayabiliyorsunuz. Düşünün dünyanın dört bir yanında Mazda’nın yeni modeli Mazda 3’ü yüz kişi deniyor, sonra internete girip yansız düşünceleri ve görüntüleri ile ‘kendi gazetesini’ yapıyor, gazeteyi internet üzerindeki Blogsfer’e bırakıyor. Siz herhangi bir arama motorundan girdiğinizde onlarca Ufuk Sandık’ın görüşünü peşpeşe okuyup ürün hakkında karar verebiliyorsunuz.

Blogsfer’in gücünü fark eden Mazda kurumsal iletişim bölümü ne yapmış? Sahte Blog’lar oluşturmuş.. Blogsfer’de Mazda 3’ü öven gazeteler çıkarttırmış, aracın kliplerini yayınlatmış. Ancak Blog’lardaki profesyonel görünüşten şüphelenen Blogger’lar, Mazda’nın cinliğini çakmışlar ve bir anda Mazda internette olumsuz mesajlara boğulmuş..

Nokia ise 7710’u piyasaya sürerken internet üzerindeki ‘Blogsfer’ kontrolü için Mazda’dan farklı bir yol izleyip 20 VIP tüketiciyi ürünü denemek için davet etmiş. Onların yansız düşünceleri ile kendi Blog’larını yapmalarını sağlamış. Nokia’nın yöntemi tahmin edersiniz ki daha başarı kazanmış..

Halen internet üzerinde 31 milyon Blog (kişinet) var. Bu Blog’ların 10 milyonu 2005’in ilk dört ayında çıkarılmış ve yüzde 52’sinin yaşları 30 ve üzerinde..Yani Blog’lar sadece genç-egemen yapılar değil..

Peki Blog’lar pazarlamayı etkiler mi? İnternet’teki bilgiye ulaşan için en büyük sorun ’güven’ sorunu.. Blog’larda yayını çıkaranın kimliği belli olduğu, görsel malzeme kullanıldığı için inandırıcı olma olasılığı daha yüksek. Ancak yine de markaların Blog’lara karşı uygulayacağı stratejiler, Blog’ların davranışlarımızı nasıl etkileyeceğinde belirleyici olacak..

İnternette samimiyetine inandığınız yüz kişi bir şeye çok kötü derse alır mısınız? Peki o yüz kişinin dürüst olup olmadıkları konusunda şüpheleriniz varsa? Biraz bekleyelim.

(*) Gördüğünüz gibi teknoloji üreten dilini de belirliyor. Yukarıdaki yazının zor okunan bir yazı olduğunu kabul ediyorum. Ama yapacak bir şey yok. Blog’un Türkçesi yok ve bu yeniliği duyurmak zorundayım. Dilimizi mahvediyorlar diye üzüleceğimize niye biz teknoloji üretemiyoruz diye üzülelim. Haksız mıyım?

7 çalışanla 10 Milyar dolar ciro

Rauf
Ateş’in yönetiminde çıkan Capital Dergisi’ni okumayı çok seviyorum. Ekonomi konularında sıkı değerlendirmeler yapıyor, yönetim ve pazarlama alanlarında trendleri yakından takip ediyor. Bu yönüyle de ‘Neler okumalıyım hocam?’ diyen her iletişim, işletme, pazarlama öğrencisine Capital’i mutlaka sayfa sayfa okumasını öneriyorum.

Capital Dergisi Yayın Yönetmeni Rauf Ateş’in ‘Yeni Normal’ isimli kitabı neredeyse iki aydır masamda duruyordu. Elime alıp sayfalarını çevirmeye başladım, beş altı saat içinde son sayfalara nasıl geldiğimi anlamadım. Ateş kitabına aynı ‘Capital’ tadını vermeye başarmış.

Önce çok sayıda pazarlama ve yönetim gurusuna dayanarak Türkiye’de ve Dünyada iş ve ekonominin yeni kimyasını özetlemiş. Düşük enflasyon ortamında şirketlerin ortama uymalarının gerekliliğini net bir şekilde anlatmış. Singer, Simtel, Esman, Köytaş, Sevgi Sağlık, Paksoy, Akfil, Penyelux, Güney Sanayi, Neyir, Bağbank, Töbank gibi ‘bir zamanlar Kartal’ olan markaları örnek vererek, kalıcı ve sürekli olmanın gerekliliğini vurgulamış.. Sonra 2001’den sonraki pazarlama düşüncesine dayanarak yeni dönemde başarı için 30 maddelik bir başarı listesi oluşturmuş.

19’uncu ve 27’inci maddeler çok önemli. 19’da diyor ki Ateş: ‘Bayilerinizi kar sağlama konusunda analiz edin. Gerekirse verimli çalışmayan, size kar sağlamayan bayi ya da acentelerle çalışmaya son verin. Örneğin Axa Oyak genel Müdürü Cemal Ererdi, 2004 yılında 340 acentesinin sözleşmesini, ‘kár getirmedikleri’ için iptal ettiklerini söylüyor..’

27’nci madde de Ateş’in önerisi şu:

‘..sadece pazar payı hesabı yapmayı bir kenara bırakın. Müşteri payını arttırmaya bakın. Veri tabanı kurun ve mevcut müşterilerinize daha fazla satış yapın..’

‘Yeni Normal’
son dönemde yayınlanan yönetim ve pazarlama kitaplarından kurgulanmış ve Türkiye’ye uyarlanmış iyi bir özet kitap. Ufuk açıyor.. Birçok yeni düşünceye ilginizi uyandırıyor. Sizce 2020 yılında sadece 7 full-time çalışanı ile 10 milyar dolarlık bir şirket yaratılabilir mi? 2020 yılının ‘normali’ de bu olabilir mi? Ateş’i okuyun..

İnandık mı?

Profilo
çocukları kullanarak ‘dayanıklılık’ özelliğine sahip çıkmaya çalışıyordu. Kadir İnanır’lı reklam da aynı şeyi farklı şekilde söylüyor. Yani teknik dille söylersek Profilo yaratıcı uygulamasını değiştirdi. Kadir İnanır’ın ‘motive edici’ bakışlarından yola çıkarak Profilo ürünlerinin dayanıklı ürünler olduğunu söylüyor.

Daha önce de söylediğim gibi itirazım seçilen ‘konum’a.. Bir dayanıklı tüketim markası niye ‘dayanıklı’ olduğunu kanıtlamaya çalışır. Bu kadar jenerik bir vaadin işe yarayıp yaramayacağı konsunda şüphelerim var. Tuz reklamında ‘Tuzlu’ demek ne kazandırır ki?

Yeni yaratıcı uygulamaya gelirsek.. Ünlü kullanmaya itirazım yok. Ama ünlüyü ‘ilgisiz’ bir pozisyonda kullanmaya itirazım var. Kadir İnanır reklamı dikkatimizi çekti, güldük, eğlendik. Günün sonunda mesaja ne kadar inandık? Profilo bize gerçekten dayanıklı olduğunu kanıtlayabildi mi? Hayır. Burada satacak tek şey varsa o da mizahtır, Kadir İnanır yardımıyla markaya sağlanan popülerliktir. Eğer böyleyse dayanıklı konumunu tutmaya ne gerek var. Sadece ‘güldürelim’ olsun bitsin.

ÇEKİRGELİK

Duyulmak için farklı, basit ve görsel bir şey söylemek zorundasın..

Harry Beckwith
Yazının Devamını Oku

Komplo ve fırça ilişkisi

29 Nisan 2005
Metal Fırtıma’yı okudunuz mu bilmiyorum ama kitabın yazarlarının da belirttiği gibi Metal Fırtına benim için sadece kurgu bir kitaptır. Birilerinin çıkıp da Metal Fırtına gibi yaratıcılığı zorlayan bir kitap yazdığı için memnunum. Ancak geçen hafta askeri okul mezunlarının kendi aralarında mesajlaştıkları bir internet sitesinde Metal Fırtına ile ilgili okuduklarım karşısında kanım dondu..Mesajlarda şöyle yazıyordu:

‘Metal Fırtına Amerika adına fason imalat. Kitap ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin hayata geçiriliş aşamasında karşılaşacağı ulusal direnci hedef alıyor. Bu açıdan bakıldığında Metal Fırtına yazarları ABD adına bir ‘fason imalat’ tezgahında çalışıyor görünüyorlar..

xxx

Kitabı eleştiren asker kökenli okurlar, kullanılan silah adlarının kodlarının doğruluğuna dikkat çektiler. Bu sayede sahte gerçeklik duygusu yaratıp genç subayların aklını çelmeye çalışıyorlar..

Metal Fırtına diyor ki ABD ile savaşı aklından bile geçirme. Çünkü böyle bir savaşta Türkiye yakılıp yıkılacak kan gövdeyi götürecek, ailen ve çocukların pisi pisine ölecek, şok ve dehşet ülkeni saracak, karına gözlerin önünde tecavüz edilecek, Anıtkabir havaya uçurulacak, Türkler Anadolu’dan sürülecek. Çünkü Türkiye direnemeyecek..b Senin askeri gücün yok, medyayı da kontrol edemeyeceksin, yapman gereken ABD’nin dümen suyuna girmek..

Mamulün niteliği ambalajından belli oluyor. Afişlere de yansıyan kapak, içerdiği sloganlar ve yansıttığı kolajla (kaplan kesilmiş ağır silahlı ABD askeri, cehennemi bir ortamda yanan camiler) gerçek niyeti gözler önüne seriyor. Türk halkını psikolojisini yıkıma uğratmak istiyorlar... Beyinler sersemletiliyor...

Kitabın özel formülü içinde bakın başka neler var: Türk kahramanların ad ve soyadları, özellikle Türk’ün ‘cesur ve cengaver’ tanımına uydurulmuş. Bunu yaparken öyle davranılmış ki, kişiler alaycı bir şekilde adlarıyla uyuşmayacak çaresizlik içinde gösterilmişler..Genelkurmay Başkanı’nın soyadı Pars; Kara Kuvvetleri Komutanı’nın soyadı Sert; Özel Kuvvetler’den Selami’nin soyadı Dikbaş, Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın soyadı Yücesun, Tümgeneral’in soyadı Er, Deniz Binbaşı İhsan’ın soyadı Eralp, Türk Elçisi’nin soyadı Onur TürkoğluÖ

xxx

Peki Genelkurmay Başkanı ‘Pars’ ne yapıyor? Ortalıkta sersefil dolaşan, Barbaros Bulvarı’nda elinde silahla tek başına dolaşırken bir gasp hükümlüsü tarafından kurtarılan, kahvehane lafları sarfeden ‘iktidarsız’ bir zat. Genelkurmay Başkanı’nın bu şekilde geri plana çekilmesiyle hem Tayyip Erdoğan’a yer açılıyor, hem de TSK’ya duyulan güven azaltılıyor. Bu da bugün ABD’nin işine yarıyor...’

Daha fazlasını okumaya yüreğim dayanmadı, okumayı bıraktım. Türkiye adına çok korktum. Kurgu bir romandan bu kadar çok komplo üretilebiliyorsa başka ipuçlarından ne kadar çok komplo üretilebilir değil mi? Bir de bu komplo teorilerini devlet görevlilerinin ürettiğini ürettikleri komploları üst düzey devlet görevlilerine gerçekmiş gibi raporladıklarını düşünün! Düşündünüz mü? Siz niye her resmi açılışta, her resmi davette birileri fırça yiyor sanıyorsunuz..

Çok sıkıcı bir hırsızlık filmi

Gün Batarken’i izlerken çok sıkıldım. Hırsızlık desen doğru dürüst hırsızlık yok, eğlence desen gülmek mümkün değil, zeka desen metin zeki değil... Sıradan bir Amerikan filmi işte..Biraz Bahamalar var biraz da Salma Hayek’in bikinili bikinili pozları.

Hadi yazmışken konusunu da yazayım da en azından James Bond’un anısına saygısızlık yapmamış olayım. Pierce Brosnan ve Salma Hayek hırsız eskisi iki sevgili... Emekli emekli gönüllerince turistik hayat yaşıyorlar. (Şöyle bir filmi Antalya sahillerinde çek, bak Antalya turizmi dünya piyasalarında nasıl tavan yapıyor. Zaten Gün Batarken’i de Bahama Turizm Bakanlığı’nın çektirmiş olabileceğinden şüpheleniyorum.) Belalıları FBI ajanı Woody Harrelson bizim sevgililerin emekli olmadığına inanıyor. Çünkü gündemde bir Napolyon elması var... Bu nedenle de ajanımız sevgililerin peşinden turistik bir maceraya başlıyor. Filmin en iyi oyuncusu Woody Harrelson. Eğer filme gitmek isterseniz tek kazancınız onun performansını izlemek olur. Gerisi zaman kaybı... Gidelim mi? Hala bu soruyu soruyorsanız, gidin, ne diyeyim.

Paşalimanı’nda sabah kahvaltısı

Paşalimanı Kafeterya’nın işletmesini Beltur almış. Hemen bir takım değişiklikler kendini göstermiş. Geçen Pazar kahvaltı için gittiğimde söz konusu değişimin farkın vardım. Daha girişte park görevlilieri nereye park edeceğim konusunda kendilerini paralayınca bir şeylerin olduğunu fark etmiştim zaten... Masaların üstü beyaz örtülerle örtülmüş, ortam çiçeklerle hoş bir hale getirilmiş. Çalışanlar son derece yardımcı, ne isterseniz anında çözüm üretiliyor. Tabii hepsinden önemlisi kahvaltı açık büfe haline gelince olay bir bakıma kopmuş. Peynirler, zeytinler, meyveler, çeşit çeşit ekmekler, pastalar, çörekler... Bir köşede isteyene sahanda yumurta, isteyene omlet... Eksikler yok değil. Mönü mutlaka zenginleşmeli. Açık büfenin kurulduğu alanda kalabalıkta sıkışma yaşanıyor, trafik iyi düzenlenmeli. İşletmenin Müdürü Nevzat Temur ‘Farkındayız, haftaya hiç eksiğimiz kalmayacak’ dedi. Bu hafta sonu Paşalimanı alternatifini değendirseniz iyi olur. Paşalimanı’ndan boğaz manzarası bir harika... İnsanın içi ısınıyor, İstanbul’u sevdikçe sevesi geliyor.

CUMA İTİRAFI

Toru; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 27; İl: Muğla

Türkiye’nin en ünlü tatil beldelerinden birinde çamaşırhane sahibiyim. Müşterilerimin yüzde 80’i 20-35 yaş arası yabancı kadınlar. Bu sebeple her marka ve modelde yüzlerce iç çamaşırıyla muhatabım. 1) G-string tartışmasız lider. Aşırı kilo problemi olmayan bütün kadınlar kullanıyor. 2) Siyah en favori renk. 3) Çok süslü, şeffaf, dantelli modeller de var ama genelde pamuklular revaçta. 4) Benim favorim ise önünde Snoopy resmi olanlar. 5) Bu işe başlamadan önce Victoria’s Secret bana çok özel ve gizemli bir marka gibi gelirdi. İçinde Tyra Banks olmayınca bildiğiniz donmuş.

Yorum Bu itiraftan çamaşırhane sahiplerine iç çamaşırlarımızı gönül rahatlığıyla teslim edemeyeceğimiz ortaya çıkıyor. Herkes iç çamaşırına sahip olsun, yoksa birilerinin fantezilerine meze olabilirsiniz ona göre!

CUMA TAKINTISI

Sinemayı izlemekten çok anlamak isteyenler bu hafta İnkilap yayınevinden yeni çıkan Sinema Dersleri kitabına takabilirler. Sinema Dersleri kitabında Jean Luc Godard, Woody Allen, David Lynch, Pedro Almodovar, Wim Wenders, Martin Scorsese gibi 16 yabancı yönetmen sinema deneyimlerini aktarıyorlar. Kitabı derleyen Hasan Aydın’ın da önsözde belirttiği gibi farklı sinema tarzları olan yönetmenlerin aynı sorunla karşılaştıklarında nasıl değişik çözümler ürettiklerini aynı kitapta görmek gerçekten çok heyecan verici olmuş. Meraklılarına şiddetle öneririm..

CUMA ALINTISI

Bana göre kendi beğenilerinize ters gelen bir şey yapmadığınız sürece izleyicinin hoşuna gitmeyi istemek hata değildir (David Lynch)
Yazının Devamını Oku

Haziran Gecesi yıldırımlar yaratamıyor..

28 Nisan 2005
Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da son sınıf öğrencilerine konferans vermek üzere Kara Harp Okulu’na davet edildim. Önce Dekan Vekili öğretmen Kıdemli Kurmay Albay Yavuz Balkan’ın odasında TV Amiri ve öğretim elemanı Cengiz Tavukçuoğlu ve öğretmen Albay Ahmet Hamdi Zekey ile bir süre sohbet ettik.

Tahmin edersiniz ki konuşmalarımızın ana odağı Yunanistan’a gidip, ‘Türk bayrağına saldırı’ kriziyle geri dönen Kara Harp Okulu öğrencileri idi. Kurmay Albay Yavuz Balkan bilgisayarının başındaydı, ikide bir dönüp Yunan Kara Harp Okulu’na ait internet sitesini kontrol ediyordu.

Duyumlara göre, Türk bayrağına yapılan saldırının kaynağı Yunan Kara Harp Okulu’nun Rum ya da Ermeni asıllı öğrencileriydi. Ermeni lobisinin son dönemde geçtiği propaganda atağına bakıldığında da ‘ermeni asıllı bir öğrenciden’ şüphelenmek için yeterince kanıt vardı..

***

Çaylar içildikten sonra konferans vereceğim sinema salonuna geçildi. Salona girdiğimizde yaklaşık 500 kadar çakı gibi son sınıf öğrencisi hep birlikte ayağa kalktılar, dekan vekillerinin komutuna ‘sağol’ çekerek yerlerine oturdular.

İki saat boyunca ‘yıldırımlar yaratan’ genç harbiyelilere interaktif bir şekilde imaj yönetimi, itibar yönetimi ve halkla ilişkiler anlattım. Medyanın günümüzde itibarı yönetmekteki rolüyle ilgili örnekler verdim.

Gördüm ki genç Harbiyeliler, Haziran Gecesi’ndeki subayın evin hizmetçisiyle olan ilişkisinden son derece rahatsızlar. Bu ilişkiyi, Türkiye’de subaylığa biçilen değerin düştüğüne yoruyorlar. Belgin Doruk’lu, Göksel Ersoy’lu Türk filmlerini anımsatıp, ‘O filmlerde herkes kızını subaya vermek isterdi, şimdi ne günlere geldik’ diyorlar. ‘E peki askerin imajını nasıl düzeltiriz? Nasıl böyle diziler yapılmasını engelleriz’ dediğimde ise Harbiyeliler’den birinin verdiği yanıt mükemmeldi: ‘Türkiye’de dizi yazarları toplumdan besleniyorlar. Eğer subayın toplumdaki statüsünü yükseltirsek, dizi yazarları da ona uygun senaryo yazarlar!’

***

Konferans bittikten sonra Kara Harp Okulu Komutanı Tümgeneral Hulusi Akar’ı makamında ziyaret ettim. Geçen konferans sonrasında Akar’ın sohbetinden çok memnun kalmıştım. Bu kez Kara Harp Okulu’nun 2001 yılından bu yana sürdürdüğü yüksek lisans programlarından söz ettik.

Akar, büyük bir heyecanla Savunma Yönetimi, Teknoloji Yönetimi, Lojistik Yönetimi gibi programların nasıl işlediğinden söz etti. Kara Harp Okulu’nun yüksek lisan programları sivillere de açıkmış, bilmiyordum, şaşırdım. Akar da ‘Kendimizi duyuramıyoruz işte!’ deyip hayıflandı. Hulusi Akar’la her konuşuşumda adeta bir rektörle konuşuyormuş gibi bir izlenime kapılıyorum. Akar’ın vizyonu, bilimselliğe bakışı çok mutlu ediyor beni. Türkiye adına umutlanıyorum.. Kara Harp Okulu, yakında Kara Harp Üniversitesi olmasın?

Not: Dizinin son bölümünde, subayımız yurt dışı bursu bahanesiyle hizmetçi sevgilisinden ayrıldı. Ama hizmetçi durumun farkında; subayımızın bir türlü ‘hizmetçiliği’ içine sindiremediğini düşünüyor. Ne oldu acaba? Senaristimizin başına yıldırım mı düştü?

Belgin Doruk ve Selim ileri

Harp Okulu yazımda Belgin Doruk’un adı geçince aklıma şu anda okumakta olduğum Kar Yağıyor Hayatıma (*) isimli kitap geldi. Selim İleri hayatında iz bırakmış sanatçıları bu kitapta bir araya getirmiş. Afife Jale, Halide Edip Adıvar, Sevgi Soysal, Sadri Alışık, Behçet Necatigil, Kemal Tahir, Vedat Günyol, Mehmet Fuat, Cahide Sonku, Nisa Serezli, Belgin Doruk ve diğerleri.. 24 isim.. 24 hayatın, çok özel yanları.. Selim İleri, Belgin Doruk’un yükseliş ve düşüşünü de bu kitapta çok güzel anlatmış.. Her zamanki içten üslubuyla.. Meraklılara duyurulur..

(*) Selim İleri, Kar Yağıyor Hayatıma, Doğan Kitap, 2005.

Poyrazoğlu: Donumu devredeceğim demedim..

Ali Poyrazoğlu aradı. Dümbüllü ailesinden İpek Çingay Dümbüllü’nün iddia ettiği gibi hiçbir yerde ‘Ben de donumu devredeceğim’ demediği, Dümbüllü ailesinden birilerinin kavuk ticareti yapmaya çalıştıklarını söyledi.

Poyrazoğlu şöyle devam etti: ‘Kendini mesleğine adamış bir insanım. Benim kavuğum bilgilerim. Ben eğitimlerimde bunları aktarıyorum. Önemli olan geleneğin yeni bakışa devredilmesi. Kavuğun, orta oyununda ne demek olduğunu çok iyi bilirim. Ama kavuk put ya da kutsal bir emanet değildir. Ben buna karşı olduğumu söyledim. Her tiyatrocunun, herkesin kendi kavuğu olmalı.. Kadın kavuklular da olmalı.. Bunu ifade etmek için de 10 tane kavuk yaptırdım, temsili olarak Hıncal Uluç gibi, Müjdat Gezan gibi, Demet Akbağ gibi tiyatroya öyle ya da böyle hizmet etmiş kişilere verdim. Benim yaptığım bu.. Asla Dümbüllü’nün anısına saygısızlık etmedim. Etmem de..’

Ali Poyrazoğlu, telefon sohbetimizin sonunda, ‘İşletmecilik ve marka eğitimleri’ vermesiyle ilgili yaptığım eleştiriye de yanıt verdi: ‘Ali Poyrazoğlu olarak 35 yıldır ayakta kaldım. İşletmelere 35 yıldır markamı nasıl başarıyla yönettiğimi anlatıyorum. Nasıl profesyonellerden yararlandığımı anlatıyorum. İşimin parçası olan, takım olmayı anlatıyorum. Duygusal empati anlatıyorum. Bunları ben anlatmayacaksam kim anlatacak. En son International Tabacco Company’ye ‘Takım nasıl kurulur?’ semineri verdim, çok memnun oldular..’

Ali Poyrazoğlu’nu temel eleştirdiğim nokta, ‘100 kitap okudum, work-shoplara katıldım, eğitimci oldum’ demesiydi. Poyrazoğlu’nun tiyatro yöneticisi ve tiyatro oyuncusu olarak deneyimlerinden damıttığı bilgileri aktarmasına ne diyebilirim. Bir tiyatro sanatçısı da böyle bir aktarmayı yapamayacaksa kim yapabilir..
Yazının Devamını Oku

Dümbüllü ailesinin sitemi

26 Nisan 2005
Ali Poyrazoğlu’nun 100 kitap okuyarak, yurtdışında workshop’lara katılarak firmalara işletme yöneticiliği ve pazarlama dersleri verdiğini öğrenince, geçen hafta Poyrazoğlu’nu bir kutlayayım demiştim. Kutladım, Dümbüllü ailesinden sitem dolu bir e-posta geldi. İsmail Dümbüllü’nün anısına bu e-postaya virgülüne dokunmadan yer verip, ben aradan çekileyim:

‘Rahmetli ‘İSMAİL H. DÜMBÜLLÜ’nün kızı Ş. İpek Çingay Dümbüllü’yüm. 21 Nisan 2005 tarihli Kelebek ekindeki yazınızda bir efendiyi ‘HAYAL TACİRLİĞİ’ üzerine dünya çapında araştırma yaptığını belirtiyor ve kendisini kutluyorsunuz. Amma bu kutlamada bana göre eksik bir durum var. Şöyle ki...

Adı geçen efendi bundan iki ay öncesinde ilgili, ilgisiz birçok çevrelerce ortaya atılan ‘KAVUK DEVREDİLME’ konusunda TV programlarına çıkarak kavuk konusunda ahkam kesmeye başlamıştır. Merhum babam İ. Dümbüllü geleneksel Türk Tiyatrosu’nun ‘ORTAOYUNU VE TULUAT’IN’ son yüzyılda en önemli birkaç sanatçısından en sonuncusu ve bilindiği gibi ‘SON KAVUKLU’sudur. 1913-1973 yılları arasında tam 60 yıl şerefi ile, örnek yaşamı ile Türk Tiyatrosu’na ömrünü vermiştir. Kavuk ortaoyununda en gözde ve en üst simgedir. Onu taşımayı hak etmek için, kabiliyet, emek ve ahlaki değerlere sahip olmak gerekir.

Adı geçen efendi, muhtelif TV kanallarına çıkıp söyleşi yapmış ve kendisinin İ. Dümbüllü’den çok daha komik olduğunu ve kavuk devri tartışmasının yersiz olduğunu ve kavuğun önemli bir şey olmadığını söyleyerek kendisinin de kavuk devretmek yerine ‘BEN DE BUNDAN SONRA TİYATROCU OLARAK DONUMU DEVREDECEĞİM’ diyor.

‘Organlarını karıştıran büyük usta (!!!!) ve Halk Komiği (!!!!) Ali Poyrazoğlu’nu bu kadar incelemeleri yanında ansiklopedilerden kavuk ile İsmail Dümbüllü’nün de kim olduğunu incelemesi gerekir. Sizin vasıtanızla Dümbüllü ailesi olarak biz de onu bu düşüncelerinden ötürü kutluyoruz (Ş. İPEK ÇİNGAY DÜMBÜLLÜ)’

Yalın’ın Tarkan’dan öğreneceği..

Yalın, Zalim’den sonra ‘Bir Bakmışsın’la yeniden karşımızda.. Herkes gibi ben de ‘Yalın ‘Zalim’deki başarıyı yakalayacak mı?’ diye merak ediyorum. Gerçi Zalim’de de iki parça öne çıkmıştı. Biri Zalim diğeri Sonsuz ol.. ‘Bir Bakmışsın’ı şu ana kadar dört kez dinledim. Yeni albümde Zalim ve Sonsuz Ol kadar Yalın fanatiklerini çıldırtacak parçalar yok.. Küçücüğüm iş yapar, ikinci iş yapacak parça ise Keşke.. Diğer parçalar çok sıradan ve Yalın’ın ilk albümde verdiği tadla uyuşmuyor. Keşke Yalın yeni bir albüm yapacağım diye acele etmeseymiş. Ya da Küçücüğüm’ü önce ‘single’ yapıp sonra Keşke ismiyle çıkaracağı albüme Küçücüğüm’ü de alsaymış. Yalın’ın da Tarkan’dan öğreneceği çok şey var.

ÖTV’yi arttıranlar cehennemlik!

Ankara’da bir üniversitede doçentsiniz, içki içmenin günah olduğunu düşünüyorsunuz ve siyasal ilişkileriniz nedeniyle devletin ‘alkol düzenleme kurumlarından birine’ üye seçildiniz. Önünüze alkol vergileri ile ilgili bir dosya geldi ve içkiyi günah saydığınız için alkole uygulanan verginin ‘tavan’ yapmasını sağladınız.

Artık ‘İnsanların günaha girmelerini engellediğiniz için’ geceleri yatağa başınızı koyduğunuzda rahat uyuyorsunuz. Kendinize göre cennetliksiniz..

Princeton Üniversitesi’nin geçen ay yayınlanan ‘Alkolizm: Klinik ve Deneysel Araştırma’ raporuna göre orta düzeyde alkol tüketimi, beyinde extra galanın oluşmasını sağlayarak kalp krizi riskini ve belirli tip şeker hastalığı riskini azaltıyor, hatta doğrudan genleri etkileyerek birçok hastalığa karşı vücudu şerbetliyor..

Yani Princeton Üniversitesi araştırmacılarına göre cehennemliksiniz! Çok üzüldüğümü söyleyemeyeceğim ama gerçek böyle..

Kutlarım..

Kayahan son albümünü alanlar arasında yapılacak çekilişle bir kişiye 84 bin YTL’lik Volvo otomobil veriyormuş. Kayahan’ın amacı korsan albüm satışını önlemek.. Kayahan’ın haksız kazanç elde edenlere karşı tek başına açtığı mücadeleyi kutlamamak imkansız. Ancak ‘Volvo’ promosyonunun korsan albüm satışını engelleyeceğini pek sanmıyorum. Çünkü korsan albümlerle yasal albümlerin satış noktaları farklı ve korsan albümü alanların Volvo promosyonundan haberdar olmaları mümkün değil. Kayahan Volvo ‘promosyonuyla’ sadece kendi satışlarını artırır hepsi bu..
Yazının Devamını Oku