20 Mayıs 2005
Bugün Amerika gezi notlarımı yazmamı beklediğinizi biliyorum. Henüz kendimi New York anılarımı yazmak için hazır hissetmiyorum ama. Delta Airlines sayesinde dönüş yolunda öyle bir ‘müşteri hizmetleri rezaleti şoku’ yaşadım ki, uzunca bir süre daha da kendimi hazır hissedebileceğimi sanmıyorum.
Gidiş yolunda İsmet Bozdağ tarafından kaleme alınan Atatürk’ün başyaveri Salih Bozok’un anılarını okudum. Kitabın ismi: Latife ve Fikriye İki Aşk Arasında Atatürk.
185 sayfa, çerezlik niyetine bir kitap. İsmet Bozdağ’ın anlatımı basit, kolayca okunuyor. Kitabın başlarındaki Atatürk’le ilgili başka hiçbir yerde yayınlanmamış bir anı çok hoşuma gitti. Bir gün Mustafa Kemal Paşa ve Salih Bozok, birlikte köşkün arka tarafındaki bağlarda geziniyormuş. Bağ evlerinden birinin önünde sevimli bir ihtiyar karı-koca oturmuş konuşuyorlarmış. Sonrasını Salih Bozok’tan dinleyelim:
KARA ESVAPLILAR KİM
‘Yeni komşuları Mustafa Kemal Paşa’yı herhalde tanımıyorlardı. Yanlarına sokulduk.
- Selamünaleyküm.
- Aleykümselam.
- Mustafa Kemal Paşa geçer mi buralardan, görür müsünüz?
- Yoo, koca Mustafa Kemal Paşa’nın buralarda işi ne?
- Şurdaki köşkte oturmuyor mu?
- Hey ya!
- Ee, siz varıp hoş geldin demediniz mi?
- ‘Kara esvaplılar’ adamı yanına mı yaklaştırıyor ki, varıp hoş geldin diyelim?
Soruları ben soruyordum. Mustafa Kemal Paşa sadece dinliyordu. İhtiyarın son sözü üzerine birbirimize baktık. ‘Kara esvaplılar’ dediği, Giresunlulardan kurulmuş, muhafız taburu çekirdeği idi.
- Bu kadar zaman oldu Ankara’ya geleli Mustafa Kemal Paşa. Hiç mi rastlamadın, yolda molda?
İhtiyar önemli bir söz söyleyecekmiş gibi hazırlandı, diklendi, elini kuşağına sokarak sesine azamet koyup konuştu:
- Görmesine gördük ya, hep cumaları, Hacı Bayram Camii’nde! Paşa ruh gibi Müslüman! Hep minberin kenarına oturuyor. Biz oralara sokulamadığımızdan uzaktan gözlüyoruz..
İhtiyar bizim Paşa ile birbirimize baktığımız görünce iyice şişinip kasıldı:
- Paşa’yı yolda molda görmüşsün kaç para! Camide göreceksin, camide! Aklar giyiyor hep. Ak dediysem, sıradan ak değil. Sabah ağartısı gibi bir şey. Görmeyene anlatılır mı canım.
Bu sevimli ihtiyar karı kocanın yanından sessizce uzaklaştık.
EFSANE YARATTI
Mustafa Kemal Paşa, o güne kadar bir hafta bile cuma namazına gitmemişti, ihtiyarın da kendisini görmesi olanaksızdı. Ama vatanı rastgele bir insanın kurtarması mümkün olmayacağı için Mustafa Kemal Paşa’nın evliya olması lazımdı. Nitekim ihtiyar o hava içinde anlatıyordu bunu bize. Mustafa Kemal Paşa çok kısa bir zaman içinde Ankara’da efsane olmuştu.’
Salih Bozok’un anlattığı bu anı biraz içimi sızlattı. Atatürk gerçek bir efsane yarattı. İmparatorluğun küllerinden bize şahane bir ülke armağan etti. Ama gelin görün ki, biz onu sığ ideolojilere, tören günlerine kurban ettik. Gündeme gelen konular da ideolojik çatışmanın ürünü. Bizim gündemde tutmadığımız, hayatın içine sokamadığımız Atatürk’ü gençler, çocuklar ne yapsın.
İDEOLOJİLERİN ÜZERİNDE
Burada tören günlerinde zorla söyletilen Atatürk şiirlerinden söz etmediğimi anlamışsınızdır umarım. Oysa Atatürk her türlü ideolojinin üzerinde bu ülkenin kurucusu. Atatürk’ü birkaç kuru sözüne, sadece tören günlerine hapsetmek büyük ihanet. Atatürk’ü genç kuşaklara daha iyi, daha eğlenceli anlatmalı ve sevdirmeliyiz. Salih Bozok’un anısına bu yüzden yer verdim. Kitaba haftaya devam edeceğim. Latife Hanım Atatürk’e ne kadar çok çektirmiş de haberimiz yokmuş!
Çıraklara çok keyifli bir etik filmi
Babamın Kabusu’nu (In Good Company), izlemeye başladığımda gerçekten beklenti seviyem çok düşüktü. Ama film bittiğinde inanılmaz mutlu oldum. Son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden biri Babamın Kabusu. Sakın kaçırmayın, hele de kariyer peşinde koşan bir ‘Çırak’sanız.
Paul Weitz bir kere çok başarılı bir metne imza atmış. Belli ki Weitz, ABD’de yaşanan Enron gibi, Martha Stewart gibi şirket krizlerinden etkilenmiş. Kendini tutamamış ve tüm şirketlere iyi bir ‘etik’ dersi vermek istemiş. Paul Weitz’in göstermek istediği, yeni dönem şirketlerinde çalışanların kendilerine özgü değerler yaratarak, nasıl insanlıktan çıktıkları. Weitz bunun için filmde 51 yaşında eski kafalı, ama insan ilişkilerinde başarılı bir reklam yeri satışçısı Dan Foreman (Dennis Quaid) ile 26 yaşında, yeni dönemin gözünü ‘strateji ve taktik’ bürümüş uzmanı Carter Duryea’yı (Topher Grace), hem işyerinde hem de özel hayatlarında karşı karşıya getirmiş. Tahmin edin bakalım değerler savaşından kim galip çıkmış olabilir? Dan mi, Carter mı? Yanıtı vermeyeyim, filmin keyfi kaçmasın.
CUMA İTİRAFI
bööörülce; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 23; İl: İstanbul
5-6 sene süreyle sivilcelerimden nefret ettim. Ne yaptıysam, hangi doktora gittiysem fayda etmedi. Birbirinden iğrenç öneriler sunanlar oldu. Çişimi yüzüme sürmemi söyleyen bile çıktı! Sonunda doktorların, cilt bakım uzmanlarının yapamadığını çok küçük bir şehirdeki devlet hastanesinin doktoru yaptı. Bana ‘Roa...’ diye bir hap verdi. Ve bir yıldır bebek poposu kadar düzgün bir cildim var! Fakat ağır bir ilaç olduğunu biliyorum. Kontrollü kullanmak gerekiyor. Sivilcelerinden kurtulmak isteyenlere duyurulur.
Yorum: Bizim kadar çişin kadrini bilen başka bir ülke insanı var mı bilemiyorum! Pürüzsüz cilt için yüze sür, gerekirse sarılığa karşı iç, renginden kırk çeşit anlam çıkar... Bir de itiraftaki ilaç sürümlemesine bakar mısınız! Sağlık Bakanlığı da hálá tezgahüstü ilaç reklamlarına izin vermesin. Hangi akla hizmetse... (Kaç kişi eczaneye gidip ‘Roa’ ile başlayan cilt ilaçlarını öğrenmeye çalışacak acaba?) Ya itirafı Roa... isimli ilacın ürün müdürü yapmışsa?
CUMA LAKIRDISI
‘Kitaplar harika olmalı. Yeniden okumak istemelisiniz. İki kez okumaya değmeyen bir kitap, bir kez okumaya da değmez. Dostoyevski’yi okumak beni daha büyük bir insan yaptı. Bir roman okuduğumda bana bunu düşündürmesini isterim. Bir Amerikan romanını okuduğumdaysa en iyi olasılıkla, Amerikan kültürünün ne kadar kaba ve aptalca olduğu anımsatılıyor bana. Bunu kapıdan baktığımda da görüyorum ben.’
(Susan Sontag)
CUMA TAKINTISI
Tabii ki Star Wars’un final filmi. Bu hafta sonu yemeyeceğim, içmeyeceğim ve önceki beş filmi de yeniden izleyeceğim. Aradan o kadar çok sene geçti ki, ne yapayım birçok ayrıntıyı unuttum. Taktım bir kere... Size de bu hafta sonu Star Wars koması öneriyorum.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2005
Geçen haftayı Amerika’da geçirdim. New York ve North Carolina eyaletlerinde dolaştım. Amerikalılar <B>sigara yasaklama işini </B>iyice abartmışlar. Neredeyse kapalı hiçbir mekanda sigara içemiyorsunuz. Barlarda bile.. Barlarda sigara içmeyi yasaklamanın nedeni de sigara içmeyen bar çalışanlarını korumak.
Birlikte olduğum Amerikalılardan öğrendiğime göre birçok firma görev başında sigara içen çalışanlarına ceza uygulamaya başlamış. Hatta bazı firmalar kendilerine ait zamanlarda sigara içenleri bile işten çıkarma yoluna gidiyorlarmış. Sigara içme yasakları Amerikan gazetelerinde hálá gündemin ilk sıralarında.. Sigara içenleri ‘toptan yok etme’ konusunda çok fazla haber var.
***
USA Today’in bir haberine göre Amerikan şirketlerinin yüzde 72’sinde sigara içme odaları varmış, yüzde 32’sinde sigarayı bıraktırma programları uygulanıyormuş. Yüzde 27’si sigara içenlerin tatil aralarını kısıtlarken yüzde 19’u tamamen sigara içmeyi yasaklamış.
Ancak her eyalette şirketler istediği gibi çalışanlarının yaşam biçimine karışamıyormuş. 20 eyalette ‘firmalar yaşam biçimi kararlarına göre çalışanları arasında ayrımcılık yapamazlar’ şeklinde yasa çıkarılmış. Ancak bu durumda da firmalar sigara içenlerin sağlık sigortası primlerini yüksek tutuyorlarmış.
Amerika’da sigarayla savaşın en büyük nedeni her yıl 440 bin Amerikalının sigara nedeniyle ölmesi. Her yıl sigara nedeniyle doğrudan 75 milyar dolarlık bir milli servetin tedavi için harcanması.. Firmaların da ‘sağlıklı çalışan istiyoruz’ demesi.. Bize gelince.. Neydi? Beş kişi bir araya gelince sigara içmek yasak değil miydi? Sigara içilmemesi gereken yerde sigara içen kaç kişi ceza aldı?
***
Haklısınız, yukarıdaki sorular yanlış sorular. Doğru sorular şunlar olmalı: Türkiye’de her yıl kaç kişi sigara nedeniyle ölüyor? Sigara nedeniyle her yıl kaç milyar YTL tedavi için harcanıyor?
Bilmiyoruz.. Ama Türkiye’de ABD’nin neredeyse dörtte biri kadar insan yaşıyor. O halde neden Türkiye’de de her yıl 110 bin kişi sigara nedeniyle ölmesin.
Ya da neden 18 milyar dolar sigara nedeniyle tedavi masrafı yapılmasın. Anlayacağınız sigarayla savaşmak için çok fazla nedenimiz var. Ama sigara savaş işini ciddiye almıyoruz.
Neyi alıyoruz ki!
Bilimsel dergiye de güvenmeyeceksek..
The Wall Street Journal’da Anne Wilde Mathews’ın haberini okuyunca çok şaşırdım. Journal of American Medical Association (Amerikan Tedavi Derneği Dergisi) geçen yıl tedaviyle ilgili dergilerde yayınlanan 122 makaleyi incelenmiş ve zararlı etkilerle ilgili bulguların yüzde 65’inin tam olarak raporlanmadığını bulmuş.
Bu şu demek: İlaç tedavisiyle ilgili bilimsel dergiler (ya da bilim adamları) bir hastalığın çaresi ile ilgili iyi haberi verirken kötü haberi saklıyorlar.
‘Ne var bunda?’ demeyin. Bu akla hemen ‘Acaba ilaç tedavisine yönelik bilimsel dergiler pazarlama aracı olarak mı kullanılıyor?’ sorusunu getiriyor. Bu dergilerde yayınlanan makaleleri ilaç firmaları ‘kanıt’ olarak kullanılıyor. Bu makaleler aracılığıyla birçok ilaç Türkiye’de de ruhsat alıyor, doktorlar ikna ediliyor. Zararlı etkilerin doğru raporlanmaması, bir yandan iyileştirilirken diğer yandan zarar görmemiz demek.
Çözüm? Amerikalı tıbbi dergi editörleri ‘Deneysel tasarımın tamamını basalım, yöntem şeffaflığı getirelim, verileri yeniden analiz edelim, ham verileri yayınlayalım’ diye tartışıyorlar.. Biz mi ne yapacağız? Ne yapabiliriz ki.. Birilerinin ahlakına güvenmekten başka..
Emrah Yücel yanlış anlamış..
Medyatava sitesinin haberine göre Avea reklamlarının reklam kampanyasını yürüten Emrah Yücel, ‘İlk reklam fikrinin yönetmenliğini Paul Archard yaptı. Basında sanki ben yönetmişim gibi sunuldu. Reklamda Tarkan’ın Avea için yazdığı ‘Ayrılık Zor’ şarkısının takdimi amaçlandı. Doğal olarak da bir müzik videosu şeklinde hazırlandı’ demiş.
Yücel, ‘Emrah Yücel Tarkan’a klip çekmiş’ başlıklı yazımı yanlış yorumlamış. ‘Emrah Yücel Tarkan’a klip çekmiş’ derken eleştirim sadece reklam filmleri ile sınırlı değildi. İlk filmi Paul Archard’ın çektiğini biliyordum. Eleştirim baştan sona Avea kampanyasını, marka kalite algısını önemsemeyen bir ‘klip’ mantığıyla yönetmesiydi.
Nitekim yazımın sonunda ‘Yücel iyi bir film afiş tasarımcısı olabilir ama reklamcılıktan anlamadığı ortada’ demiştim. Yücel’in Türkiye’de reklam ajansı açacağı söyleniyor. Diğer reklam işlerini de görünce son kararımızı veririm. Şimdilik ilk kararımı koruyorum.
Garipsedim..
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler TEDAŞ tarafından TRT’ye aktarılan yüzde 2’lik payın bu yıl sonunda kaldırılacağını açıklamış. Bu oran daha önce yüzde 3.5’ti. 2003’te AKP bir kararnameyle yüzde 2’ye düşürmüştü. Şimdi tamamen kaldırılıyor. Çok garipsedim. Yaklaşık 9 bin personelin bulunduğu TRT’de çok sayıda gizli işsiz olabilir, TRT yanlış yönetim politikalarının kurbanı olabilir, TRT verimsiz çalışıyor olabilir. Peki TRT’yi verimli çalıştırmanın yolu, TRT’yi TRT yapan can damarını kesmekle mi mümkün olur? AKP, birçok alanda diş geçiremediği TRT’yi etkisiz kılmak için dolaylı bir yol mu deniyor acaba? Umarım denemiyordur. Büyük yanlış yaparlar. TRT özel kanunla küçültülmeli, verimli çalıştırılmalı ama asla kamusal kanal niteliğiyle oynanmamalı. Asla!
Kutlarım..
‘The Net 2.0’ isimli Hollywood filmini Türkiye’de çeken Charles Winkler’e Eylem Bilgiç ‘Türkiye yabancı film yapımcıları için cazip mi’ diye sormuş.
Winkler’in de yanıtı şöyle: ‘İşler çok yavaş ilerliyor. Her yerde ‘bugün git yarın gel mantığı’ hakim.. Sarayda çekim yapabileceğimizi söylediler, saraya gidince orada çalışanlar çekemeyeceğimizi söyledi. Hiç kimse verdiği saate sadık kalmadı. Böyle olduğu sürece yabancı yapımcıların Türkiye’yi tercih edeceklerini sanmıyorum.’
Türkiye’yi çok kısa sürede en iyi şekilde tanıtan herkesi, tabii ki başta Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilileri olmak üzere, gönülden kutlarım. Yabancı yatırımcıların Türkiye’yi neden tercih etmedikleri bir yabancıya bundan daha iyi öğretilemezdi.
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2005
<B>Delta Airlines</B>’ın 11 kişilik ekibimize Amerika’dan dönerken yaşattıklarını, bir Türk şirketi ya da kamu kuruluşu yaşatsa, ne Türklüğümüzü, ne beceriksizliğimizi, ne insana önem vermediğimizi bırakır, yazının sonunu da ‘Böyle gelmiş böyle gider’ diye bitirirdim. Öykümüz uçağımızın North Carolina Raliegh/Durham havaalanından bir saat 40 dakika geç kalmasıyla başladı. Bu nedenle uçağımız New York’a saat 18.05’te vardı. Biz vardığımızda 17.30’da kalkacak olan İstanbul uçağımız havalanmıştı. Hiçbir hatamız yok. Delta gecikti, biz de geç kaldık. Normalde doğru çalışan bir havayolunda böyle bir gecikme izlenir, yolcular uçaktan alınır ve ilk uygun uçakla İstanbul’a gönderilir.
Çilemiz başlıyor..
Delta da daha biz New York’a uçaktayken gecikmenin farkındaydı. Nitekim New York’a yaklaşırken 11 No’lu kapıda bizle ilgilenileceği anons edildi. 11 No’lu kapıya indiğimizde ne bir Delta görevlisi vardı, ne de bir yazılı uyarı. Bir süre orada kuyrukta bekleyip, dertlerine derman bulamayınca yeniden, güvenlik kontrolü çilesini çekip 11 No’lu kapıya döndü.
Herkes 11 No’lu kapıda toplandığında Air France’la uçacağımız öğrenildi. Ancak 11’imize 19.45 uçağı, üçümüze 20.45 uçağına rezervasyon bileti verildi. Heyecan içinde dere tepe düz gittik. Birinci terminaldeki Air France’ı bulduk. Saat 18.55’ti. Air France 11’imize ‘Yassak kardeşim alamayız. Bir saat önce bilet işlemlerini kapatıyoruz. Bu uluslararası bir kural’ dedi. Ekipten üç kişi 20.45’te İstanbul’a uçmak üzere orada kaldı.
Yassah kardeşim..
11 kişi, beklemeye başladık. Bu kez Air France’daki şaşkın Delta görevlisi dış hatlar bilet işlemlerine gitmemizi söyledi. Delta dış hatlar bilet servisine vardığımızda kapı duvardı.
11 kişi dili dışarıda, Delta İç hatlara ulaştık. Derdimizi anlattık. Oradaki ‘Mükemmel Hizmetler Koordinatörü’ Yaseen Khan başımıza gelenlere şaştı ve hemen olaya el koydu. Ancak Delta İstanbul uçağı beş gün için doluydu. Yaseen Khan, yaklaşık bir saat hangi uçakla bizi İstanbul’a göndereceğine karar veremedi. Bir saat sonunda, bir gün sonra saat 19.45’te Lufthansa ile Frankfurt üzerinden İstanbul’a gitmemize karar verildi.
Sonraki bir saat ise koca Delta’ta yeniden bilet kesme işini bilen bir görevli bulamadı. Saat 20.30 oldu. Sonunda 20 yaşında Marina adında işe yeni başlamış bir görevli kurban seçildi. Kızcağız oraya buraya sorarak saat 23.00’de bilet kesme işlemlerini bitirdi. ‘Nerede kalacağız, yemek işi ne olacak?’ diye üsteleyince JKF’nin yakınlarındaki Ramada Otel’den yer ayırtıldı, akşam yemeği ve kahvaltı fişi verildi. Biraz daha üsteleyince hepimize bir de lütfen 5 dolarlık telefon kartı dağıtıldı. ‘Otele nasıl gideceğiz?’ dedik. Bir de lütfen minibüs çağrıldı.
Otele saat 24.00’te ulaştık. Yıpranmış bir Ramada.. Odamızın bulunduğu kattaki koku akıllara zarar verecek cinsten. Hemen akşam yemeğine indik. Öğrendik ki bize verilen fişler sadece 7 dolar değerindeymiş. Ramada’da 7 dolara yemek, 7 dolara kahvaltı.. Alay eder gibi..
Yanlış, yanlış üstüne..
Sonraki gün saat 15.00’te havaalanında, Delta masasının önündeydik. Biletleri uzattığımız görevli gözlerine inanamadı. Marina tüm bilet işlemlerini yanlış yapmıştı. Üstelik New York- Frankfurt biletlerini kesmemişti. Yaklaşık bir saat suçlu arandı. Biz biraz sert çıkınca ‘İlgilenmeyiz, kalırsınız burada’ diye tehdit sözleri savruldu. Bu kez farklı bir ‘Mükemmel Hizmet Koordinatörü’ işi devraldı. İki saatte bize Madrid üzerinden Iberia havayolu ile bilet buldu. Bilet değiştirme işlemleri yine bir saat sürdü.
Sonunda kendimizi Madrid uçağında bulduk. Madrid’te ucu ucuna İstanbul uçağını yakaladık. Seferimiz Barcelona aktarmalıymış! Delirmek üzereyken pazar günü 17.00 sularında İstanbul’a vardık..
Delta yaklaşık 36 saat,11 kişilik ekibimizi uçak bulup Amerika’dan Türkiye’ye uçuramadı.
Şimdi karar verin.. Eğer çektiklerimizi, Türkiye’de bir Amerikalı çekse şimdiye ‘Midnight Express’ diye film yapmaz mıydı? Bir İngiliz gazeteci çekse, köşesinde ‘Bize işkence yaptılar’ diye dünyayı ayağa kaldırmaz mıydı?
Ben ise Delta ile uçacakları uyarıyorum.
Yola yanınıza yeterince sakinleştirici almadan çıkmayın...
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2005
<B>BİRKAÇ</B> okurum <B>‘Niye IKEA üzerine yazmıyorsunuz?’ </B>diye mesaj göndermiş. Bir nedeni yok. Sadece IKEA’yı izliyorum. Bazıları gibi ben de ‘İsveç kökenli IKEA diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de başarılı olacak mı?’ diye merak ediyorum.
IKEA şu ana kadar ‘pazarlama iletişimi’ adına diğer ülkelerde hangi araçları kullanıyorsa Türkiye’de hemen aynı araçları kullanıyor. IKEA’nın en önemli iletişim araçlarından biri ürün kataloğu. IKEA 2003 yılında 23 ayrı dilde 118 milyon adet ürün katoloğu basmış ve dağıtmış. IKEA bizdeki lansman kampanyasında da aynı şeyi yaptı, ürün katoloğuna yüklendi. Rekabetçi fiyatlarını reklamlarına taşıdı. IKEA’yı açıldığı ilk gün 30 bin kişi ziyaret etti ama neredeyse 10 milyon kişi yaklaşık iki aydır Türkiye IKEA kataloğundaki fiyatları konuşuyor.
IKEA dünyanın diğer başarılı markaları gibi basit bir fikre dayanıyor: Demokratik tasarım..Yani güzel, oldukça işlevsel ve ucuz mobilya. IKEA sadece ucuzluk demek değil. IKEA’yı anlamak için biraz markanın tarihini ve global gerçeklerini bilmek gerekiyor.
IKEA’nın marka konsepti 1930’lu yıllara dayanıyor. İsveç ekonomik bunalımı yaşarken çiftçi cocuğu Ingvar Kamprad’ın ucuz malzemelerden ürettiği basit ve işlevsel mobilyaların ünü kulaktan kulağa tüm İsveç’e yayılıyor. Kamprad da zaten her zaman IKEA’nın bir konsept markası olduğunu tekrarlıyor. Hatta 1976’da ‘bir mobilya satıcısının vasiyeti’ adını verdiği manifestosunda IKEA ruhunun yenilenmesi için temel değerleri şöyle belirliyor:
Şevk, tutumluluk, sorumluluk, alçak gönüllülük ve basitlik.
10 bebekten biri IKEA’da
IKEA’nın değerleri sadece duvarlara asılı birkaç kağıtla sınırlı değil ama..IKEA değerleri gerçekten şirket kültürünün içine işlemiş durumda. IKEA’da ast üst ilişkisi çok sınırlı. Çalışanlar birbirlerini zihinsel olarak iş arkadaşı olarak görüyor. IKEA’nın CEO’su Anders Moburg’un ‘business class’ uçtuğu henüz görülmemiş, tercihi hep ‘economy class’. IKEA’nın önemli ilkelerinden biri de tüketiciyi her konuda bilgilendirme, gerçeği iletme ve tüketicisini bilinçlendirme..IKEA katalogları bu ilkenin hayatta geçtiği en önemli platform..
Bazı uzmanlar, IKEA bu kadar gerçeğe bağlıyken ve şeffaflık ilkesiyle çalışırken ‘Bazı gerçeklerin açığa çıkmasaydı daha iyi olurdu’ diyebileceğini düşünüyorlar. Örneğin gazeteciler IKEA’nın çok sevilen kurucusunun eski bir Nazi sempatizanı olduğu ve içki sorunu bulunduğunu ortaya çıkarınca, bazı ülkelerde IKEA’nın satışların da küçük de olsa düşüşler olmuş.
IKEA’nın tüm dünyada başarılı olmasının arkasında başka bir neden daha var. O da ev dekorasyonu zihniyetinde minimalist düşüncenin 1990’larda gücünü giderek hissettirmesi. Türkiye’de aynı eğilim kendini hissetiriyor. Gelecek ne olur bilemiyoruz. Ancak IKEA global olarak uyguladığı ilkeleri Türkiye’de de küçük değişikliklerle (montajçı desteği gibi) başarıyla uygularsa, tutunmaması imkansız.
Geçen yıl tüm dünyada IKEA’ları kaç kişi ziyaret etmiş biliyor musunuz? Tam 286 milyon kişi..Son on yılda Avrupa’da doğmuş her on kişiden birinin IKEA yataklarında ‘tasarlandığı’ tahmin ediliyor. Eğer Türk mobilya firmaları markalarını iyi yönetemezlerse, Türkiye’de de gelecek on yılda doğacak her 10 bebekten 1’inin IKEA’dan alınan yataklarda ’tasarlanmaması’ için bir neden yok..
(*) IKEA’yı anlamak isteyenlere iki kitap öneriyorum. İlki Matt Haig, Brand Royalty, 2005. Diğeri Leading By Design: The Ikea Story, 1999.
Olacağı bu
RTÜK erotik kanaları yasaklıyorsa, türbanlı izleyicilerin gösterildiği kanalları da yasaklamalı. ‘Böyle hastalıklı düşünce olur mu?’ demeyin. RTÜK ölçütlerine göre son derece sağlıklı düşünüyorum. Televizyon kanalları kamuya ait frekansları devletten lisans alıp yayın yapmıyorlar mı? Demek ki televizyon ekranları kamusal alan. Kamusal alanda türban yasak değil mi? RTÜK kamusal alanı denetleme yetkisini kullanıp paralı dijital bir kanaldaki paralı erotik kanalı kapatabiliyorsa, türbanlı izleyici gösteren kanalları da kapatmalı. Ama kapatamaz. Çünkü AKP iktidarda. CHP iktidara gelirse erotik kanallar açılıp diğerlerini kapatabilir. RTÜK üyelerinin seçimi siyasi otoriteye bağlı olursa olacağı bu..
ÇEKİRGELİK
Fabrikamızda ruj üretiyoruz. Reklamlarımızda umut satıyoruz.
(Charles Revson, Revlon’un eski CEO’su)
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2005
<B>KISA</B> bir süre önce hem <B>Elizabeth Hurley</B>’li Magnum hem de <B>Carre Otis</B>’li Twigy reklamları dönmeye başladı. Sanki ablalarla çok yakından tanışıyormuşuz gibi değil mi? Neden acaba? İnternette Google’a girin. Elizabeth Hurley ve Carre Otis isimlerini ayrı ayrı yazın. Karşınıza sayfalarca Magnum, sayfalarca da Twigy haberi gelecek. Hanımefendiler Türkiye gelmişler, Antalyalara reklam çekimi için gitmişler, Türkiye’yi çok sevmişler, gülmüşler, eğlenmişler. Sağdan fotoğraf, soldan fotoğraf, baştan fotoğraf, ayaktan fotoğraf.
Twigy’nin halkla ilişkilercisi çok daha başarılı ama. Carre Otis’i yazmayan gazete, yazmayan internet sitesi kalmamış. Otis abla bu kadar çok göz önüne çıkınca haliyle yaşının biraz geçkin olduğu, ayaklarının Twigy’leri taşımadığı da gündeme gelmiş. Yine de gazeteler, televizyonlar, internet siteleri Otis’i neredeyse başhaber yapmaktan geri durmamış. Elizabeth Hurley biraz daha ‘cool’ takılmış. Onu da medya hiç de fena kapsamamış.
Anlayacağınız ünlü birini reklamda kullanınca sadece iş reklamla kalmıyor. Markalar aynı zamanda ünlünün etinden, sütünden, yününden yararlanıyor. Ünlü kişinin kullanıldığı reklamlar daha başlamadan markalar söylentileri medya tetiklemesiyle kulaktan kulağa yayılıyor (haydi söyleyeyim bu tekniğin yeni adı viral pazarlama).
Ne Algida’nın ‘fermuarın açık’ esprili reklamı, ne de Twigy’nin ‘kapak kızları Twigy giyer’ reklamı büyük fikir içeren reklamlar değil. Dikkati çekiyorlar. Biraz ilgi uyanıyor hepsi bu. Üstelik hem Algida hem de Twigy reklamındaki ürün bağlantısı zayıf. Algida filminde yapım ve yönetim kalitesi biraz daha yüksek o kadar.
Ancaaak... Öyle ya da böyle Elizabeth Hurley ve Carre Otis’in iki markaya da katkı yapmadıklarını söylememiz mümkün değil. Ödense ödense Hurley’e 300-400 bin dolar, Otis’e 200-300 bin dolar ödenmiştir. Tarkan’a Avea’nın ödediği 5 milyon dolarla duyduktan sonra Otis ve Hurley aldıkları paraların hakkını vermiş gibi geldiler bana... Girin araştırın yine Google’a. Tarkan’ın Avea sponsorluğu konusunda Otis ve Hurley haberlerinden daha az Tarkan haberi olduğunu göreceksiniz.
Burada da başka bir ancaaak... Ne olursa olsun Tarkan’ın herhangi bir şekilde bir reklam kampanyasıyla değişik demografik kitleleri etkileme yaygınlığı ve derinliği Hurley ve Otis’inkinden çok kat daha fazla. Yine de sorulması gereken soru şu değil mi: Avea, Tarkan’ın yerine Catherine Zeta Jones’u Türkiye’ye getirseydi çok daha fazla kitleyi, çok daha kalıcı bir şekilde, derinliğine etkilemez miydi? Özeti: Ünlü kullanmak bazen doğru karar ama doğru ünlüyü seçmek çok daha önemli bir karar...
Erdoğan’da çok az yıpranma var
MERAKLA beklediğimiz TNS Piar ‘Liderlerin Form Grafiği Araştırması’ Nisan 2005 sonuçları elimize ulaştı. Tayyip Erdoğan hálá yüzde 47.2 ile açık ara en formda lider. Ancak Erdoğan şubat ve mart aylarında olduğu gibi bu ay da 2.2 puan form kaybetti. Mayıs ayında da az da olsa form kaybı sürerse iktidarın Erdoğan’ı yıpratmaya başladığını söylememiz mümkün olacak. Hálá şiddetli bir yıpranmadan söz etmek mümkün değil... Abdullah Öcalan’la ilgili AİHM kararının Erdoğan’ın formunu ne kadar etkileyeceğini görmek için TNS Piar’ın mayıs sonuçlarını merakla bekliyoruz.
Rakiplere gelirsek. 2.4’le en fazla form kaybı Baykal’da. Kongredeki Baykal-Sarıgül kapışması Baykal’ı yıpratmış görünüyor. Bahçeli’deki form kaybı ise 0.9. Ağar ise 0.1 form kaybı ile marttaki formunu neredeyse korumuş. DYP Kongresi ve buna paralel yürütülen reklam kampanyası Ağar’ın formunu ne kadar etkilemiş olabilir? Yanıtlar mayıs sonuçlarında...
Kimin hatası
‘AVEA’nın Blackberry’i reklamında Turkcell lehine büyük bir hata var, lütfen eleştir’ diye telefonlar geliyor. Kusura bakmayın ama Avea’nın reklamdaki hatası Turkcell’in yeni ürün geliştirme ve sunma konusunda yavaş davranma hatasının yanında solda sıfır kalır.
Avea reklamında eleştirecek bir şey yok. Yeni ürün geliştirme açısından Avea, Turkcell’e gol atmaya devam ediyor. Turkcell Ringa’da geç kaldı, Bas Konuş’ta geç kaldı, şimdi de Turkcell Blackberry gecikmesi yaşıyor. Avea’nın yeni ürünü çıkardıktan sonra yapılan basın toplantılarında ‘Bu çok önemli bir ürün, aylarca test edilmesi gerekiyor, testlerimiz devam ediyor’ argümanını kimse yemiyor.
Liderliğini devam ettirmek istiyorsan, bir yolunu bulacak, o yeni ürünü bir an önce piyasaya çıkaracaksın. Turkcell dua etsin Avea kalite algısını yükseltecek imaj reklamlarını henüz yoluna koyamadı. Eğer Avea Tarkan’la kalite algısını yükseltirse siz o zaman seyreyleyin gümbürtüyü.
Tek tip gazeteci yetiştirmek
ÜÇ dört gündür Amerika’dayım. Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi ve Texas Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin ortaklaşa düzenledikleri 3’cü Uluslararası İletişim Sempozyumu North Carolina’da yapılıyor.
Sempozyumun ev sahipliğini de bu yıl North Carolina Üniversitesi Gazetecilik ve İletişim Fakültesi ve Elon Üniversitesi İletişim Fakültesi üstlenmiş durumda. Amerikalı ünlü İletişim Bilimciler Prof. Donald Shaw, Prof. Maxwell McCombs, Prof. David Weivar, Prof. Werner Severin’in de katıldığı sempozyumda iletişim alanındaki son eğilimleri, iletişim eğitimindeki son gelişmeleri tartışıyoruz.
Prof. Severin, bir tartışmada ABD’de de diğer sosyal bilim alanlarından mezun birçok insanın gazetecilik mesleğini seçebildiğini, bu nedenle gazetecilik okullarında verilen eğitimin fark yaratması gerektiğini söylüyor. Ona yürekten katılıyorum.
North Coralina Gazetecilik ve Kitle İletişim Fakültesi Prof. Severin’in söylediği ‘farkı’ erken anlayıp uygulamaya koymuş bile. Bu fakültede klasik Reklamcılık, Halkla İlişkiler, Elektronik İletişim, Görsel İletişim ve Gazetecilik bölümleri var. Ancak gazetecilik bölümü altında yeni, özel programlar açılmış. Örneğin İş Hayatı Gazeteciliği (dikkat edin burada borsa ve yatırım haberlerine sıkıştırılan ekonomi gazeteciliğinden söz etmiyoruz!) gibi. Örneğin Tıbbi Gazetecilik ya da Spor Gazeteciliği. Hatta Yerel Gazetecilik.
Türkiye’de de İletişim Fakülteleri’nin fark yaratmak için gazetecilik bölümlerini yeniden ele almaları şart. Söyler misiniz niye bir İletişim Fakültesi’nde Magazin Gazeteciliği dalı olmasın? Niye bir diğerinde Yaşam Tarzı Gazeteciliği dalı? Herkesin siyasi gazeteci olarak yetişmesi şart mı? Niye tornadan çıkmış gibi tek tip gazeteci yetiştiriyoruz. Neden?
Amerikalılar RTÜK’e şaşırmadı
NORTH Carolina’daki sempozyumda, oturumların birinin arasında, Amerikalı iletişim hocaları ile sohbet ederken Türkiye’de RTÜK’ün paralı bir kanaldaki, yine para ödenerek izlenebilen erotik kanalları kapattığını söyledim.
Şaşırdılar. Yanlış anlamayın. Şaşkınlıkları, RTÜK’ün ideolojik tabanlı kararına değildi. Amerikalılar, Türkiye gibi bir İslam ülkesinde paralı da olsa erotik kanalların izlenebildiğine şaştılar.
RTÜK üyelerine ne kadar teşekkür etsek az yani. Yurtdışındaki Türkiye algısını gerçeğe dönüştürdükleri için. Bakalım sıra ne zaman otellerdeki paralı kapalı devre erotik yayınlara gelecek. Otel odalarında da çocuklar yok mu? Ya aileleri onlara sahip çıkamazsa. Şikayetçiyim RTÜK. Türkiye gibi bir İslam ülkesine kapalı devre erotik otel yayını yakışmıyor. Otel yayınlarını da kapat. Kapat ki algılar gerçek olsun!
Çekirgelik
İş yaşamında iyi olmak en büyüleyici sanat türüdür.
(Andy Warhol)
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2005
HTP pazarlama iletişimi dergisi MediaCat için Türkiye kent temsili 400 kişiye ‘Türkiye’de marka olduğunu düşündüğünüz kişiler kimlerdir’ sorusunu yöneltmiş. Alınan sonuçlar çok ilginç. Türkiye’nin ilk iki kişisel markası Sakıp Sabancı ve Vehbi Koç. Tüm sayılan isimlerin yüzde 43,5’u işadamı. İlk 10 içinde sayılan diğer iki işadamı ise Aydın Doğan ve Bülent Eczacıbaşı.
Kişisel marka olarak sayılan isimlerin yüzde 28’i ses sanatçısı ya da oyuncu, yüzde 11,8’i siyasetçi, yüzde 4,7’si ise sporcu. İbrahim Tatlıses, Tarkan, Hülya Avşar, Cem Yılmaz ses sanatçısı ve oyuncu kategorisinde ilk 10’u zorlayanlar. Tayyip Erdoğan siyasi arenanın, Hakan Şükür ise sporun tek kişisel markası. 400 örnek sayısının yeterliliği böyle çoklu bir yanıt içeren soru için sorgulanabilir ama örnek sayısı 2000’e çıksa da ilk 10’un sıralamasında büyük değişiklik olacağını sanmıyorum.
İŞTE İLK 10
(İşadamı)
1. Sakıp Sabancı 21
2. Vehbi Koç 14
3. Aydın Doğan 1.7
4. Bülent Eczacıbaşı 1.5
(Şarkıcı-Oyuncu)
1. İ. Tatlıses 8.6
2. Hülya Avşar 5.4
3. Tarkan 3.5
4. Cem Yılmaz 2.4
(Siyasetçi)
1. Recep Tayyip Erdoğan 6.2
(Sporcu)
1. Hakan Şükür 2.9
Altıoklar ve boyacı küpü
Dün Kelebek’te Sema Denker’in Mustafa Altıoklar ile yaptığı röportajı okudum. Yönetmen Altıoklar eylül ayında sinema sezonuna üç yeni filmle birlikte girecekmiş. Nasıl olacaksa! Altıoklar’ın üç filmi, Peter Jackson’ın ‘Yüzüklerin Efendisi’ üçlemesi gibi bir şey çekilmemişse bu yönetmenlik işi ‘boyacı küpü’ne fırça daldırmaya benziyor herhalde. Daldırıp daldırıp çıkarıyorsun, sonra film oluyor. Sonra da üç film birden eylülde piyasaya sallıyorsun. Bir de üçünü birden aynı sinemada oynatırsan Kieslowski üçlemesi gibi olur, tadından yenmez valla. Altıoklar’ın ilk filminin adı ‘Banyo’ymuş. Çekimleri 15 günde bitmiş. Kurgu aşaması sürüyormuş. ‘Pisuvar Tedirginliği’ ve ‘Beyza’nın Kadınları’ ise sıradaymış. Önce ‘Beyza’nın Kadınları’nı çekecekmiş. Altıoklar’ın film hakkında verdiği bilgiler şöyle:
‘Bu film, bir seri cinayet hikayesi. Kişilik bozukluğu olan Beyza adında bir kadın var. Beyza, farklı kimliklere bürünebilen bir kadın. Ağır yosma da olabiliyor, dinsel motiflerle bezenmiş bir kadın da. Ya da bir anda çocuk kadına da dönüşebiliyor. Asıl kahraman Beyza ise dominant bir karakter gibi gözüken, zayıf bir karakter. İşte bütün bu karakterler arası transferler sırasında hafıza boşlukları var. Bu hafıza boşlukları ile şehirde işlenen cinayetler arasında da bir paralellik söz konusu. Bir seri katil var. Seri katil imzasını, boğaza bir bacak bırakarak atan birisi. Seri katili ise Mehmet Ali oynayacaktı. Ancak dili sürçüp, ‘Seri katil olacağım’ dediği için, yani filmin sonunu ilan ettiği için onunla çalışamayacağım. Bu durumdan kendisinin haberi var, konuştuk. Dolayısıyla şu an görüşmelerimizin devam ettiği yeni katilin kim olduğunu açıklamayacağım...’
Altıoklar kusura bakmasın da filmi olduğu gibi anlatmış. Bence filme oyuncu değil, etki altında kalmayan bir yönetmen arasa daha iyi olur..
Reklamveren ve müşteri temsilcisi dangalak!
Altıoklar, Sema Denker’le röportajında reklam sektöründen hoşlanmadığını da anlatmış ve sektörle ilgili atmış, tutmuş, hatta işi reklamverene dangalak demeye kadar vardırmış. Bir yönetmenin reklam sektörünü sevmemesini anlarım. Reklam sektöründeki insanlardan hoşlanmamasını da anlarım. Reklam filmi çekim sürecinin doğasında olan müşteri temsilcisini ve reklamvereni ikna etme sürecinden nefret etmesini de anlarım. Ancak bu süreçlerden hoşlanmamak hiç kimseye reklam sektörünü karalama, orada gizli kapılar ardında bir şeyler çevriliyor izlenimi verme hakkı tanımıyor. Altıoklar, eğer somut bir şeyler biliyorsa reklam sektöründe dönen dalavereler hakkında bilgi versin. Versin ki bazı dangalaklar ne olup bittiği hakkında bilgilenip tuzağa düşmesin. Somut bilgi yoksa, onu da Reklamcılar ve Reklamverenler derneği düşünsün.
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2005
<B>DÜN </B>bizim gazete 7 bebeğin ölüsü üzerinden Kadın Doğum Uzmanı Dr. <B>Özer Gürbüz’ü </B>aracılığıyla İzmir Central Hospital’in tanıtımını yapmaya çalışanları lanetlemişti: <B>‘Reklamınız Batsın!’. </B> Başlığı kim attıysa eline sağlık, daha fazlası bile yazılabilirdi. Bu haberle ilgili iki konuyu düşünmeden edemedim.
İlki ölü bebekleri hastanenin adının yazılı olduğu bir örtünün üzerine sıralayıp, basının karşısına çıkarmanın ‘reklam’ olarak adlandırılması. Aslında teknik olarak Central Hospital’in yaptığı ‘halkla ilişkiler’ etkinliği. Doğru başlık ‘Hakla İlişkileriniz Batsın!’ olmalıydı. Ancak bu başlık seçilseydi ‘Reklamınız Batsın’ kadar etkili olmayacağını ben de kabul ediyorum. Herkesin reklamlardan bıktığı, reklamın insan ruhunu esir aldığını düşündüğü bir dönemde reklamın batması istemek halkla ilişkilerin batmasını istemekten daha anlamlı. Reklam suçu olmadığı halde ‘günah keçisi’ durumuna düşüyor ama yapacak bir şey yok. Onu da bu zamana kadar reklamın ne olduğunu anlatamayan, reklamın değerini yükseltemeyen reklamcılar düşünsün..
İkincisi bir hastanenin yedi ölü bebeği sergileyip, ölü bebekleri kendi adıyla anılmasını istemekten ne fayda sağlayacağı. Ne diyor hastane ‘İşte bu bebekleri biz öldürdük!’. Teknik olarak ne kadar hatalı bir etkinlik. Bir kere ortada ‘episodik’ belleği harekete geçirecek bir olay var. . Yani kamuoyu tarafından kolay kolay unutulmayacak bir ‘yediz’ öyküsü var. Anne dini inançları nedeniyle bebeklerin bazılarından vazgeçmiyor. Bu nedenle yedizlerin hepsi ölüyor falan..Kim unutur böyle bir haberi.. Sen de kalkmış ‘ölüm’ gibi çoğu insanın adını bile anmaktan kaçındığı bir olguyla hastanenin ismini birlikte belleklere kazıtmaya çalışıyorsun.
İzmir Central Hospital yönetimine böyle müthiş bir fikri kimin verdiğini çok merak ediyorum. İletişim intiharı gibi bir şey bu.. Bir halkla ilişkilercisi varsa yarından tezi yok hemen işine son versin, eğer yoksa kısa sürede bir tane edinsin..Reklamın iyisi kötüsü olduğu gibi halkla ilişkilerin de iyisi kötüsü var. Kötüsü işte böyle adamı rezil eder.
Ilımlı İslam goygoycusu RTÜK..
RTÜK daha önceki dönemlerde vermediği cezaları AKP iktidarında yapmaya başladı. Belli ki RTÜK üyeleri AKP’nin RTÜK üyeleri seçimini değiştirecek hamlelerinden etkilenmişler. Koltuklarını korumak adına ‘ılımlı İslam projesine selam çakan uygulamalar yapıyorlar. ‘Olur mu canım..’ demeyin. Oluyor işte..RTÜK’ün digital bir plaformdaki ‘paralı’ erotik kanalları kapatma girişimi başka hangi mantıkla açıklanabilir. Digital plaform zaten paralı, ertotik kanalı izlemek için de üstüne para vermen gerekiyor. Bu kanallar da yayına gece yarısından başlıyor. Çocukların korunması gibi bir durum söz konusu değil anlayacağınız. Peki bu durumda RTÜK’ü rahatsız eden şey ne? Birilerinin erotik kanalı izleyip mastürbasyon yapması mı yoksa erotik kanalları sevişme öncesi kızışma için kullanması mı?‘ RTÜK üyeleri normal şartlarda bu konulara müdahele etmeyi kendi görev alanlarında saymayacaklarına göre. Geriye ne kaldı? Ilımlı İslam hareketine goy goy çekmek.. Yazık..Çürüme RTÜK’ü de esir aldı..
Aysun Kayacı’nın sahteliği
AROW’un ‘Tek benzeri öteki teki’ sloganını çok beğendiğimi ama Arow’un sloganı destekleyen iletişim etkinliklerini tam anlamıyla yapamadığını yazmıştım. Dilek Zeybek yazımı okur okumaz bana bir e-postayı döşenmiş:
‘Dün araba kullanırken Arrow’un reklam panosunu gördüm. Beni ilk etkileyen Aysun Kayacı anne olmadığı halde, anneler günü için kucağında çocukla poz verdirilmiş olması. ‘Poz verdirilmiş olması’ diyorum, çünkü kızcağız sadece ‘poz vermiş’. Anne olmadığı için çocukla ilişkisini hiçbir şekilde yansıtamamış. Anne olmayan biri bunu anlayamaz. Kucağında çocuğu olan bir anne sırtını o kadar dik tutamaz. Mutlaka, bedeni ile çocuğu arasında sıkı temas olur. Çocuğu dizlerine değil, kucağına oturtur. Yüz ifadesi ile de çocuk benim değil diyor. Beyninde sadece güzel görünmek ve iyi oturmak var, çocuğu ile ilgili hiçbir ifade yok. Sanırım bu reklam fotografı bir erkek tarafından çekilmiş. Duyguyu aktarabilmek için, o duyguyu tanımak gerekir. Reklamcıların çok önem verdiği ‘Vücut dili’ amacına ters hizmet etmiş ve fotografı inandırıcılıktan uzaklaştırmış.’
İşi ikna etmek olanlar Dilek Zeybek’in yazdıklarını kesip başuçlarına assalar iyi olur. Reklam mesajı üretmek, uygulamak çok ciddi bir iş, kimse aptal değil, her türlü samimiyetsizliğin farkına varıyor. Ünlü reklamcı David Ogilvy zamanında ‘Karınız moron değildir!’ demişti. Bu devirde, reklamlar herkesi eğitti, ortada moron falan kalmadı..
Çekirgelik
Gerçeğin rengi gridir.
(Andre Gide)
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2005
<B>CARREFOURSA’</B>nın Gima ve Endi’yi 132.5 milyon dolara alması çok önemli bir olay. Bu büyüme ile Carrefour yılda yaklaşık 1.5 milyar dolar ciro ile ülkenin en büyük perakendecisi haline geldi. Üstelik de Sabancı’nın Ömür, Piyale, Deren gibi gıda markalarına gün doğdu. Perşembe günü Carrefour’dan Genel Müdür Luc De Noirmont, Sabancı Holdig’den Ali Serhan Şahin, Dia’dan da Genel Müdür Ömer Egesel’in katıldığı basın toplantısını izledim. De Noirmont’un, Gima’yı alma nedenlerini açıklarken sürekli ‘Sabancı ile ilişkilerinin onlar için çok önemli olduğunu söylemesi’ dikkatimi çekti. Sanırım Gima’nın satın alınmasındaki en büyük güdü Sabancı’nın gıda sektöründe büyüme hedefi. Haluk Dinçer’in kısa sürede bu operasyonu sonuçlandırarak yönetimindeki gıda markaları açısından rakiplerine karşı elini son derece güçlendirdi.
De Noirmont’a 132.5 milyon doların ne kadarının marka değeri için ödenen para olduğunu sordum. Yüzde 45’i dedi. Carrefourcular Endi’leri Dia yapacaklar. Henüz Gima’ları hangi marka altında değerlendireceklerini ise belli değil. Gima olarak bırakabilirler, Champion yapabilirler ya da Carrefour olarak değerlendirebilirler. Doğrusu Carrefour olarak değerlendirmeleri. Türkiye’de bir perakendecinin üç marka ile savaşması yanlış. Carrefour, Champion markasını öldürmeli. Gima’ları ve Championları Carrefour yapmalı. Carrefor diğer markalara göre çok daha ‘arzulanan’ bir perakende markası. Carrefour adı süpermarketleri, küçük marketleri uçurmaya, rakipleri ve tedarikçileri korkutmaya yeter!
‘Rakip’ deyince aklıma başka bir konu geldi. Bana sorarsanız Hüsnü Özyeğin, Gima’yı Koç grubuna tamamen ‘psikolojik sınırlar’ nedeniyle satmamıştır. Yıllardır Gima, Carrefour’la değil ve Migros’la amansız bir rekabet içindeydi. Carrefour talip olunca Migros’a giderayak bir ‘gol’ atma fırsatı doğdu. Özyeğin de tamamen yılların rekabetinin getirdiği psikolojik nedenlerle golü attı. Gima’yı rakibe yar etmedi, üstelik Migros’un rakibinin elini güçlendirdi: 2-0.
Miller üçüncü olmuş
BU köşede ‘Bira Marka Ligi’ni ilk kez 2001 yılında yayınlamıştım. ‘Dört yıl sonra değişen ne var?’ diye merak ettim. TNS Piar geçen ay Türkiye temsili 18 yaş üstü 2 bin 060 kişiye ‘Aklınıza gelen ilk üç bira markası nedir?’ diye sordu. 2005’te görüşülen kişilerin yüzde 82.5’i en az bir bira markası anımsayabildi. Bu oran 2001’de yüzde 75.6 idi. Demek ki geçen dört yılda bira sektörü daha fazla kişinin beynine birayı işlemeyi başarmış.
Miller’ın üçüncü en çok anımsanan markalığa terfi etmesi takdire değer. Tabii ki dört yıl önceye göre yerlerini koruyan Efes Pilsen ve Tuborg’u da kutlamak lazım. İletişimi kesen Troy ise sizlere ömür. Marmara 34 ve Venüs ciddi kan kaybetmiş. Carlsberg ise yüzde 1.5’ten yüzde 5.9’a atılım yapmış. Bu tablo bize öncelikle diyor ki, Türk bira tüketicisi de tutucu değil. Diğer pazarlarda olduğu gibi yabancı bira markalarını denemekten çekinmiyor. Doğru ürünü, doğru fiyatla, doğru yerde satar doğru iletişimi de yaparsanız yerli ya da yabancı bira olun alışveriş listesine girebilirsiniz. Aynı Miller ve Carlsberg gibi. Bir dört yıl sonra Miller ve Carsberg Tuborg’un tahtını sallarlar mı acaba?
Emrah Yücel, Tarkan’a klip çekmiş
ARİA-Aysel birleşmesinden doğan Avea, önce karşımıza gövde gösterisi yapan bir helikopter filmiyle geldi. Daha sonra Avea’nın bir an önce satış arttırmaya çalışan promosyon kampanyalarının ardı arkası kesilmedi.
Promosyon kampanyaları Avea’yı epeyce bir ‘ucuzlattı’, rasyonelliğin getirdiği soğuk bir havaya soktu. Bir ara Armağan’la farklı bir şeyler denenip söz konusu soğukluk kırılmaya çalışıldı ama Armağan kampanyası da Avea’ya istediği kalite algısını yükseltecek duygusal boyutu getiremedi.
Bas Konuş ve Ringa gibi iki yeni ürünle Avea Turkcell’in ürün geliştirme konusundaki liderliğini hafifçe salladıysa da bu iki başarılı yeni ürün indirim kampanyaları arasında kaybolup gitti. Avea yeni abone almadı değil. Aldı. Örneğin son iki ayda 900 bin yeni abone kazandı. Ama hep daha ucuza satarak, hep markayı ‘ucuz’ konumuna hapsederek.
Ve Avea ilk kez Tarkan’la marka olmayı, markasına duygusal bir boyut eklemeyi deniyor. Tarkan hiç kuşkusuz doğru isim. Ama Avea’nın ilk televizyon reklamı, Avea’dan çok Tarkan’a hizmet ediyor. Avea ortalarda yok. Hele bu akşam başlayacak ikinci Tarkan’lı Avea reklamını görmelisiniz. Tam anlamıyla Tarkan klibi. Avea’da sanki Tarkan klibine sponsor. Tartışılacak konuyu da söyleyeyim: Tarkan, Hülya Avşar’a özendi mastürbasyon mu yapıyor acaba?
‘Yar ara beni arada bir sesini duyur. Yoksa bu ayrılık hepten çekilmez olur’ sözlerini Tarkan, Avea için yazmış. Tarkan’a markaya özel söz yazdırmak büyük başarı. Üstelik ‘Ayrılık Zor’ isimli şarkı remiksleriyle memiksleriyle albüm halinde yakında piyasaya çıkacakmış. Peki sadece nerelerde bulunacakmış? Avea shoplarda. Bir milyon adet Tarkan albümü. İyi entegrasyon. Avea satışlarını patlatacağı kesin. Ancak Tarkan’ın bu kadar Avea’yı ezen kullanımının Avea’ya, en azından ilk iki filmde, istediği duygusal çekiciliği sağlaması mümkün değil.
Tarkan’ın Avea klibinin yaratıcısı Emrah Yücel’miş. Emrah Yücel iyi bir film afiş tasarımcısı olabilir ama reklamcılıktan anlamadığı ortada. Avea’nın Türkiye’de niye bu kadar çok reklam ajansı dururken gidip Emrah Yücel’le çalıştığını anlamak da mümkün değil. Emrah Yücel madem bu kadar iyi reklamcıydı da Amerikalı GSM operatörleri yıllardır niye onu keşfedemedi?
Metro oldum
MOS, Nöf, Mehmet Tatlı, Erdem Kıramer, Metin&Mehmet, H&H, Esa hem erkek hem de kadınlara hizmet veren ‘marka’ kuaförler. Kuaförün de markası olur mu demeyin. Türkiye’de kuaförler marka konseptini uygulamaya başlayalı neredeyse on yıl oldu. Bırakın İstanbul’u, artık diğer iller bile ‘marka’ kuaförden geçilmiyor. Kuaförler artık sadece saç sakal kesimi, saç yıkama, saç boyama, fön çekimi de satmıyorlar. Pedikür, manikür ve cilt bakımı önererek eldeki müşteriye daha fazla satış yapmaya çalışıyorlar. Kotler’in deyimiyle ‘müşteri payını’ arttırmaya uğraşıyorlar. Hatta saç ve cilt bakım ürünleri pazarlamada dağıtım kanalı olarak önemli roller üstleniyorlar. Geçen hafta Esa’ya gittiğimde saçımı kesen kişi (Hangi saçını diye soranı vururum!) manikür-pedikür isteyip istemediğimi sordu. Yılardır üç haftada, bilemediniz ayda en az bir kere markalı, markasız kuaföre giderim, ilk kez ama ilk kez biri bana pedikür, manikür isteyip istemediğimi soruyordu. Takdir ettim. O saniye kabul ettim ve metroseksüel erkekler dünyasına adım attım. Gerçi pedikür-manikür işlemlerini yürüten Mürvet’e göre sadece manikür-pedikür yaptırmakla metroseksüel olamazmışım, üstüne cilt bakımı ve sir ağda operasyonları da yaptırmam gerekirmiş. Biraz düşündüm... Cilt bakımı ve sir ağda işini zamana bırakmaya karar verdim. Bana da sadece ‘metro’ desinler ne yapayım..
En beğendiğim slogan
SON yıllarda en beğendiğim slogan hangisi biliyor musunuz? Söyleyeyim. ‘Tek benzeri öteki teki.’ Arow terliklerinin sloganı yani. Bir slogan bir markanın farklı olduğunu ancak bu kadar söyleyebilir. Geçen yıllarda Arow’un reklamları bu sloganı taşıyamıyordu. İlk kez bu sene Arow reklamları ‘kalite algısı’ açısından sloganı taşır hale geldi. Biraz daha yaratıcı olunsa, bu sloganı destekleyen işler yapılsa, Arow ismi daha fazla iş yapar.
ÇEKİRGELİK
Biz en kötü yanlarımızı bilip bize sırt çevirmeyenleri severiz.
Walker Percy
Anneler Gününüz kutlu olsun
Yazının Devamını Oku