12 Nisan 2005
Türkiye’de ilk kez bir siyasi parti seçim dönemi olmaksızın reklam kampanyası yapıyor. Cem Uzan’ın Genç Parti reklamlarını saymıyorum, o kampanyalar Uzan’ın medya gücünü kullanarak, siyasi arenada ‘haksız rekabet’ yarattığı kampanyalardı. Doğru Yol Partisi ise diğer partilerle aynı şartlarda mücadele verirken, kendi bileğinin, kasasının ve aklının gücüyle çok çağdaş bir işe imza atıyor, siyasi reklam kampanyası yapıyor.
DYP televizyonda, radyoda, internette duygulara hitap ediyor. DYP ‘Gidilen Yol Yol Değil, Kaygılanma Türkiye Senin Doğru Yol’un Var’ diyerek hem AKP iktidarının zayıf olduğu konuları gündeme getiriyor hem de Mehmet Ağar’a ‘Tayyip Erdoğan’a alternatif lider’ konumu yaratıyor.
Duyduğumuza göre DYP’nin reklam kampanyası kongre tarihi olan 14 Mayıs 2005’e kadar artarak devam edecekmiş. İkinci televizyon filminin teması da ‘Doğru Yol Doğru Adam, Mehmet Ağar’ olarak belirlenmiş. İkinci filmle birlikte açıkhava ve basın da devreye sokularak görünülürlük artırılacakmış. DYP yönetimini seçim dönemi olmadığı halde siyasi reklam kampanyası yapma cesareti gösterdikleri için kutluyorum. Bakalım diğer partiler DYP’nin reklam atağına nasıl yanıt verecek. Hep birlikte göreceğiz..
Nasıl örnek ama
Helin Avşar’ın ehliyetine, alkollü araç kullanırken yakalandığı için el konmuş. Avşar ehliyetsiz olduğu halde jipini kullanmaya devam ediyormuş. ‘Neden’ diye soran gazetecilere Avşar şöyle yanıt vermiş: ‘Taksi parası vermeyeyim diye hergün sadece evimle işim arasında kullanıyorum. Bunda ne var?’. Avşar’ı, bu ‘zeki’ yanıtı için kullanıyorum. Avşar ‘zeki’ yanıtıyla bize bir kez daha Türkiye’deki trafik sorununun ne kadar insana bağlı olduğunu ve uzun süre çözülemeyeceğini gösterdi. Ve bir şey anımsattı. ABD’de ünlüler trafik suçu işlediklerinde iki katı ceza alıyorlar biliyor musunuz? Neden? Örnek oldukları için.. Helin Avşar nasıl örnek ama?
O an benim bittiğim andır Güneri Bey
Buzbağ, Güzel Marmara, Çubuk deyince aklınıza ne geliyor? Doğru, şarap geliyor. Bu markalar eski Tekel’in ürettiği şarap markaları. Bu tür markalarla Tekel Türkiye’de şarap pazarından yüzde 2 pay alabiliyormuş. Tekel’in mirasçısı Mey A.Ş ise ‘özel sektör’ motivasyonu ile şarap pazarından yüzde 15 pay almak istiyor. Pazarın değeri şu anda 320 milyon Euro. Mey A.Ş küçük düzeltmelerle payını yüzde 8’e çıkarmış ama daha fazla pazar payı için yeni ürün çıkarmak, ürün kalitesini artırmak şart..
Mey A.Ş daha kaliteli şarap üretmek amacıyla Fransız önolog Jean Luc Colin ve Hollanda’da yaşayan Türk şarap bilimcisi (winolog) Yunus Emre Kocapaşaoğlu ile anlaşmış. Kayra şemsiye markasıyla Anadolu’nun Sultaniye, Boğazkere ve Öküzgözü gibi kaliteli üzümlerini kullanarak 6 farklı yeni şarap üretmiş: Buğu-Emir, Terra Sultaniye, Buzbağ, Terra Boğazkere, Terra Özküzgözü ve Terra Boğazkere-Öküzgözü. Ürünler piyasaya çıkacak.. Ürünleri tanıtmak lazım.. Ne yapalım? Gazetecileri çağırıp ‘tattırma’ yaptıralım, bilgi verelim, kendimizi ifade eldim.. Çok iyi fikir.
Fikir uygulamaya konmuş.. Güneri Cıvaoğlu ve Fatoş Karahasan’la birlikte Mey A.Ş’nin yeni şaraplarını tatmak üzere, Swissotel’in Luzern salonunda, yuvarlak bir masanın çevresinde oturuyoruz. Genel Müdür Galip Yorgancığlu, Pazarlama Müdürü Cihan Kırımlı ve Mey A.Ş’nin halkla ilişkiler beyni Necla Zarakol da bizimle..
Winolog Kocabaş itinalı bir şekilde şarap tadımıyla ilgili bilgiler veriyor. Bu arada gerektiği yerde topu önolog Luc Colin’e veriyor.. Bir yandan şarapları tadıp bir yandan çok değerli bilgiler öğreniyor, öte yandan da eğleniyoruz..
Sıra Terra Boğazkere-Öküzgözü karışımı şarabı tatmaya geldi. Kocapaşaoğlu iki üzümden ne kadar karıştığı bilgisini veriyor. Biz de bir yandan şarabı tadıyoruz. Güneri Bey kadehten bir yudum aldı. Luc Colin’e döndü: ‘Bu karışımdan Loft’da (*) veriyorlar’ dedi. Luc Colin ve Kocapaşaoğlu’nun ağızlarından hayretler içinde şu sözcükler döküldü: ‘Evet oraya da deneme için bırakmıştık. Nasıl anladınız?’
İşte o an benim bittiği an oldu Sedat abi! Bence Mey A.Ş’nin iyi şarap üretmek için dışardan uzmana falan gereksinimi yok. Tattırsınlar Güneri Cıvaoğlu’na, başarı kesin. Güneri Bey’in yeme içme kültürü konusundaki bilgisi görgüsünü duyardım ama gözlerimle görünce vallahi pes dedim. Bu arada Terra Öküzgözü-Boğazkere en beğendiğim Mey şarabı oldu. Piyasaya çıkınca mutlaka deneyin.. Mey’ciler iyi yoldasınız. Sadece marka mimarisine dikkat. Biraz kafanız karışık gibi geldi bana..
(*) Loft, İstanbul’un ünlü lokantalarından biri.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2005
<B>TÜRKİYE’</B>nin doğru ya da yanlış (<B>bana göre yanlış) </B>bir şeker politikası var. Nişasta bazlı şeker üretimi daha ucuz olduğu halde, şeker pancarı üreticisini korumak için nişasta bazlı şeker üretimine sınırlı izin veriyor. Örneğin nişastadan şeker üreten Cargill gibi bir dünya devi ‘şeker pancarı üreticilerini’ koruma adına yıllardır Türkiye’de üvey evlat muamelesi görüyor.
Geçen hafta öğreniyoruz ki Ülker ‘izinsiz olarak’ daha doğrusu ‘yasal boşluğu kendi lehine kullanarak’ nişasta bazlı bir şeker üretim tesisi kurmuş, tesisi işletmeye geçirmiş ve ürünlerinde kendi ürettiği şekeri kullanıyor. Rakiplerinin ölçtüğüne göre Ülker bu yolla yılda 15 milyon dolar maliyet avantajı elde diyor. Coca-Cola ve Pepsi’de aynı türden tesis kurmak için izin istiyor, ama onlara izin verilmiyor.
Şimdi diyeceksiniz ki ortada yasal bir boşluk varsa niye Coca-Cola ve Pepsi de izin almadan nişasta bazlı şeker tesisi kurmuyorlar? Çünkü Coca-Cola ve Pepsi yabancı sermaye..Ülker gibi onların da Türkiye’nin ‘pancarcıları’ koruyan şeker politikamızdan haberleri var. Nişasta bazlı şeker tesisini kurup kendileri kullansalar da şeker pancarı tarımına zarar vereceklerini biliyorlar. Bu nedenle de bu politikayı çiğnediklerinde devlet kurumlarının gazabından korkuyorlar. Ülker ise yerli kuruluş..Niye korkmuyor? Neye, kime güveniyor? Tabii ki Türklüğüne..Ve ilişkilerine..
Yabancı sermayenin önünü açmak istiyorsak Türkiye Cumhuriyeti’ni yabancı sermayenin de kendini Ülker gibi güvende hissettiği bir yer yapmalıyız. Eğer yasalarda ‘gri’ alanlar varsa yabancı sermaye de kimseden korkmadan bu alanları değerlendirmeli, içlerindeki Turka’yı onlar da Ülker gibi ortaya çıkarabilmeli..Aksi durumda yabancı sermaye için ver elini Polonya, ver elini Macaristan..O zaman, Başbakan’a rica etsek, ortaya çıkacak milyonlarca işsizi ‘Yakinimdir’ kartı eşliğinde Ülker’e gönderir mi acaba?
Binboğa Binboa oluyor
TEKEL’in mirasçısı Mey Gıda A.Ş. sadece rakı kategorisinde değil Tekel’in içki ürettiği tüm kategorilerde atak yapamaya hazırlanıyor. Binboğa votkanın yeni şişesini ve ambalajını gördüm çok etkilendim. Turuncu renk ve modern boğa figürü şişeyi çok ‘çekici’ hale getirmiş, Binboğa ismini Binboa yapmak da Mey’in dış pazarlarda elini güçlendirmiş. Binboa kesinlikle yut dışı pazarlarda marka haline gelecek, Absolut’a bile rakip olabilecek bir Türk içkisi olmuş. Ha gayret Meyciler, bu iş olacak, dünya markası bir içki yaratmazsanız bozuşuruz ona göre..
Ilımlı İslam’ın poposuz Vichy kadını
YAZ yaklaştı. Her yanı ‘selülit kremi’ reklamları sarmaya başladı. Vichy her zamanki gibi etkili reklamlarıyla karşımızda..Bu kez ekranlarda, basında selülitli derisinden kurtulmaya çalışan bir kadın var. Kadın elbise gibi selülitli derisini çıkarıyor ve yepisyeni pürüzsüz bir cilde sahip oluyor. Kadınlar da anlıyor ki, bu değişimin nedeni Vichy’nin Liposyne isimli ürünü..Bir ay Liposyne kullanıyorsun ve kapitonların % 24 azalıyor. Ne demekse! Gerçi iki kadın kullansa ve sonuç alamasa bu Vichy’nin sonu olur. Bu kadar gürültü kopardığına göre demek ki Vicih’nin bir bildiği var..
Reklamdaki ‘deri değiştirme’ görselinin çok dikkat çekici olduğu kesin. Yalnız bir o kadar da ‘tahriş edici’. Hatta birçok kadının bu reklamdan söz ederken ‘iğrenç’ tanımlaması yaptığına şahit oldum. Bu nedenle ‘gerçekle yüzleşmeme’ eğilimi nedeniyle kadınların bu reklamdaki ana mesajı kaçırabileceklerini düşünüyorum. Hatta bu reklam kadınları Liposyne markasından soğutabilir bile.. Ancak şunu da biliyorum ki Vichy’nin reklamı yurt dışında üretilmiş bir reklam. Kesinlikle daha önceki başka bir ülkede denenmiş ve başarı kazanmıştır. Türkiye’de satışları arttıracağı bilinmese kolay kolay yayına çıkmaz. Yine de bu yaz satışları takip edeceğim. Sonuçları size bildirim.
Benim takıldığım konu televizyondaki kadın görselinin poposunun olmaması. Vichy reklamında resmen kadının popo ayrımı düzleştirilmiş ve ortaya poposuz, hilkat garibesi bir kadın çıkmış. Niye? Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun’dan korktukları için..Ya AKP’li makamlar reklamı müstehcen bulursa?
Gördünüz mü ılımlı islamın bizi getirdiği yeri...Selülit kremi reklamında kadın vücudu gösteriyorsun, poposu yok! Olacak iş mi bu..Kadının poposu yoksa selülüit kremini yapsın..Yanıt verebilen var mı?
Çekirgelik
Sıradan şeyleri mucizelere dönüştürmeyin, mucizeleri sıradan şeylere dönüştürün..(Bacon)
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2005
HİTLER’in ‘Kavgam’ kitabının niye durup dururken ‘en çok satan’ kitaplar arasına girdiği konusu, buna benzer diğer konularda olduğu gibi, köşe yazarlarımızı, siyasetçilerimizi dörde, beşe hatta beşin katlarına bölmüş durumda.Yorumlar çok çeşitli. Olayı ‘Türkiye’de soykırımın eli kulağında’ya kadara vardıranlar var. Biri çıkıp Hitler’in Kavgam kitabını alanlara ‘Kardeşim niye bu kitabı alıyorsunuz’ diye sorsa olay çözülecek... Bu işi ben üstleneyim dedim ve HTP araştırma şirketinin CEO’su Vural Çakır’ı aradım. Çakır, hemen duruma müdahale etti ve CATI yöntemiyle 300 kişiye ulaşılarak Hitler Kavgam kitabıyla ilgili somut gerçeklere ulaşıldı. HTP’nin sonuçlarına göre Hitler Kavgam’ı alanların ya da okuyanların oranı sadece yüzde 2. Alanların yüzde 88’i okumuş. Kavgam’ı alanlar ağırlıklı AB SES grubunda ve 20-29 yaş aralığında. ‘Niye Kavgam’ı aldın’ sorusuna yüzde 44 ‘Hitler’in görüşlerini merak ettim’ diyor. ‘Gündemde o yüzden’ ya da ‘Neymiş merak ettim’ diyenlerin oranı ise yine yüzde 44. Kitabı alanların ya da okuyanların yaklaşık yüzde 33’ü Hitler’le ilgili sorulara yanıt veremiyor. Hitler’i ‘Kendime yakın buluyorum’ diyenlerin oranı ise sadece yüzde 2’nin yüzde 7’si. Bu kişilerin çoğunluğu da düşük SES grubundan...Şimdi lütfen geri dönüp Hitler’in Kavgam kitabıyla ilgili yazılıp çizilenlere bakın. Araştırma sonucunda çıkan verilerle yapılan yorumlar örtüşüyor mu? Ortada büyüyecek bir şey yok değil mi? Her şey normal görünüyor... Peki bazıları bu konuda günlerce yazacak kadar malzemeyi nereden (belki de neresinden) uyduruyor? Neden Aldın?Hitler’in görüşlerini merak ettim 44 Gündemde, merak ettim 44Kavgam’ı hayatıma yakın buldum 14Hitler’in görüşleriKatılıyorum Katılmıyorum Fikrim Yokİnsanlığa fekalet getirir 55 15 30Bana çok uzak 44 29 28Kendime yakın buluyorum 7 68 25Kaynak: HTP AraştırmaRakamlar yüzdelik oranlarını göstermektedir.Yşl Trkcll’n oynclr da yşl klmşGNCTRKCLL reklamının eğlenceli, canlı, neşeli olduğu konusunda herkesle hem fikirim. Nil’in ’Selo pabucu yarım, çık dışarıya oynayalım’ cıngılı eşliğinde danseden gençlere de itirazım yok. Selo içerde gençlere ve kendini geç hissedenlere yönelik bir ‘paket’ hazırlıyor, gençler de onu dışarıya çağırıyor. Hafiften bir ‘Batı Yakası Hikayesi’ tadı var reklamda. Buraya kadar bir sorun yok. Sorun yaşlı Turkcell’in oyuncularının bu reklam için biraz yaşlı kalması. Gülse Birsel, Haluk Bilginer hatta belki Nil’in kendisi... Onlarsız Turkcell sanki daha ‘gnc’ olacakmış gibi. Bu arada Turkcell’in durup dururken niye böyle genç pakedi ortaya çıkardığını da anlamadım. Hem hazırkart, hem faturalı hat sahiplerine bir arada kampanya yapmanın bir yolu mu bu? Yoksa Avea’nın gençlere yönelik kampanyalarına yanıt mı? Eğer Turkcell varolan imajının daha hantal ya da yaşlı kaldığını düşünüyorsa önce şu çizgili takım elbisenin imajını nasıl bir hale getirdiğini düşünmesi gerekmez mi?Koç’un ‘Başı’ Sabancı’nın ‘Sa’ sı Eczacıbaşı’nın nesi?ECZACIBAŞI da Koç gibi, Sabancı gibi dev holdinglerimizden biri değil mi? Onun markalarında Eczacıbaşı Holding’e ait anımsadığınız bir kimlik işareti var mı? Yok... Daha doğrusu yoktu. Eczacıbaşı böyle bir ‘arka güç’ stratejisini, bilinçli ya bilinçsiz, ortaya koymuyordu. Sonuçta da holding ‘sözcüsü’ Bülent Eczacıbaşı, holdingin gücünü gösteren tek unsur olarak akıllarda kalıyordu.Bu nedenle, aşırı iletişim bombardımanı altında bizler, Vitra, Schwarzkopf, Baxter, İpek kağıt, Koramic gibi markaların Eczacıbaşı çatısı altında olduklarını ilk bakışta göremiyorduk. Ya da Eczacıbaşı Menkul Değerler, Eczacıbaşı İlaç Pazarlama, Eczacıbaşı Sağlık Hizmetleri ve Eczacıbaşı Girişim Pazarlama’yı ortak bir kimlikte buluşturamıyorduk. Özetlersek Eczacıbaşı’nın kurumsal kimlik unsurları biraz kafa karıştırır hale gelmişti, belli ki iyi yönetilmiyordu. Geçen hafta Eczacıbaşı yeni bir logoya ve kurumsal kimlik yönetimine geçtiğini açıladı. Geç kalmış ama çok doğru bir karar... Yeni logo üç boyutlu bir ‘e’ harfi, hafif ışık saçan bir halde. Belli ki bir süre sonra üç boyutlu e’yi görünce Eczacıbaşı’nın anımsamamız sağlanacak. Yeni logonun Eczacıbaşı’na ne getirip ne götürceği konusunda kararsızım. Çok basit, kolay uygulanır, hareketli, genç olması avantajları... İnterneti çok çağrıştırması, aynı rengin tonlarından oluşması, siyahta özelliğini kaybetmesi dezavantajları...Yine de gönlümdeki olumlu duygular daha fazla. Eğer yeni logo Eczacıbaşı çatısı altındaki yerli ve yabancı markalara karşı iyi korunursa, tutarlı bir şekilde kullanılırsa Eczacıbaşı’nın gücüne güç katabileceğini inanıyorum. Gözüm bir süre yeni logo uygulamalarında olacak ona. Vitra’nın televizyon reklamına şimdiden baktım bile. Banyo kültürünü ele alan, batı ve doğu banyo kültürlerinin çok iyi uyumlaştıran reklam, çok başarılı olmuş. Sanki yeni logo biraz küçük kalmamış mı?Benzeri Malezya’da mı? Buyur...DÜN Hürriyet’in İstanbul baskısındaki ‘emlak’ ilanlarını görünce gözlerime inanamadım. My Country Ağaoğlu, Soyak Olypiakent, Ardıçlı Göl Evleri, Banu Evleri... Göksupark Konutları, Alice Village, Vista Residence Bostancı, Yeşilvadi Evleri Ömerli, Riva Konakları, Çakmak İnşaat, Banko Denizatı, Denizatı Kent, Yon Konut, Merit Life Göl Konakları...Düşük konut kredisi, mortgage beklentisi derken emlak piyasası resmen tavan yapmış. Sayfalarca emlak ilanı, hepsi de ev değil yaşam biçimi sattığının farkında. Seçtikleri mecraya diyecek yok. Bugün Hürriyet’in profili, BİAK sonuçları ve diğer araştırmalar incelendiğinde ‘emlak’ satmak için en doğru profil. Ama yaratıcılık açısından baktığınızda Ağaoğlu, Soyak haydi biraz Göksu Konutları dışında dişe dokunur bir şey yok. Onlarda da fikirler çok klişe... Ne olur biraz daha yaratıcılık, biraz daha cesaret. Vista Residence gibi değil ama. Söyler misiniz, Türkiye’de bir konut ilanına niye ‘Benzerini Malezya’da görebilirsiniz’ diye başlık konur? Dikkat çektik peki ya inandırıcılık? İçine girip oturanlar şöyle mi övünecekler: ‘Valla bizim binanın aynısı Malezya’da varmış. Kendimizi depreme karşı dayanıklı hissediyoruz. Çok mutluyuz, darısı başınıza...’ Kim Malezya’yı kendine örnek alır ki? Hem yaratıcı, hem inandırıcı olmak hem de Türkler’i nelerin gıdıkladığını iyi bilmek lazım. Bilmem anlatabildim mi?Nereden çıktı bu rapçi Fuat?YAPI Kredi’nin Worldcard’ı oldukça iyi gidiyordu... Mor küçük yaratıklar ‘wadaaa.. wadaaa’ diyerek Worldcard’ı, Bonus ve Maksimum’dan farklı kılmayı başardılar. Peki, durup dururken Pamela ile Berlin’den Rapçi Fuat nereden çıktı? Worldcard kullanılınca telefona kontör yüklendiği... Hedef kitle belli ki gençler. İyi de nereye gitti ‘wadaaa...’ reklamlarındaki net anlatım, farklı anlatım, Worldcard’a uygun ‘kaliteli’ anlatım? Pamela ve Rapçi Fuat Worldcard hedef kitlesinin neresinde duruyorlar? Promosyona göre ürün imajı değiştirildiği nerede görülmüş? Olmamış Worldcard... Reklamın hedef kitlesini kendi hayatlarına hapseden metin yazarlarının kurbanı olunmuş..Paşa gönlünüz bilirDIGITURK yaklaşık 1 milyon aboneye ulaştı. Daha fazla aboneye ulaşmak için kurtuluşu ‘uydu anteni’ alanlara saldırmakta bulmuş görünüyor. ‘İki ekran arasındaki 7 fark’ temalı reklamda sihirbaz kılıklı biri elinde çubukla uydu yayınlarını karalıyor, Digitürk’ü övüyor. ‘Paşa gönül kriterleri’ gibi avam bir cümleyle reklamı bitiriyor. ‘Uydu yayınlarını’ hedef alan kampanyasının tonu varolan Digitürk imajına hiç yakışmıyor. Daha ucuzcu kitleye marka çeşitlendirmeden ‘ucuz’ bir reklam tonu ile gitmek çok yanlış. Digitürk ya marka çeşitlendirmeli ya da reklamındaki ‘kalite’ algısını arttırmalı... Bu konuda paşa gönül kriterleri değil, pazarlamanın kriterleri geçerli. Onlar da çok acımasız. Hiç affetmiyor. ÇekirgelikÇoğu insan yönetmeler konusunda inatçıdır ama pek azı sonuç için inat eder... (Nietzche)
button
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2005
Öncelikle söyleyeyim bugün vizyona girecek olan ‘Bride and Prejudice’ (Gelin ve Önyargı) filmine ‘Gelinim Olur musun?’ demek çok saçma bir şey olmuş. Bu bana Clint Eastwood demek gibi bir şey. Bu filmin ismi bu mantıkla olsa olsa ‘Damadım Olur musun?’ ya da ’Damat Avcısı’ olurdu. Çünkü filmde bayan Bakshi oğluna gelin değil, kızlarına damat bakan orta sınıftan Hintli bir kadın.
Film Jane Austin’in benzer isimli ünlü romanından uyarlanmış. Öykü Hindistan’ın küçük bir kasabasında geçiyor. Bayan Bakshi dört kızına da zengin koca bulma heveslisi bir kadın. Aslında ‘damat avcısı’ demek daha doğru olur.
Bakshi’nin kızlarından Lalita (Hintli oyuncu Arshwarya Rai) bir düğünde zengin Amerikalı Darcy (Martin Hendersen) ile tanışıyor. Darcy her konuşmasında Lalita’yı küçümsüyor. Lalita da milliyetçi duyguların getirdiği yabancı zenginlere yönelik önyargılarıyla Darcy’den nefret etmeye başlıyor. Böylece ortaya büyük nefretle başlayan bir aşk öyküsü çıkıyor. Tam o sırada devreye Johny (Daniel Gillies) giriyor ve Lalita’nın kalbi rekabete açılıyor.
Amerikan sinemasında zaman zaman Hint kültürü ve batı kültürünün zıtlıklarından yola çıkarak ‘komik’ işler yapmaya çalışan filmlere rastlanır. Hayatımın Çalımı Beckham’la beklemediği bir ün kazanan Gurinder Chadpa’nın da ‘Bride and Prejudice’la yapmak istediği sanırım buydu. Ama Chadpa bu işi yüzünü gözüne bulaştırmış. Derinliği olmayan eğreti sahneler ve diyaloglarla filmde ne romantizm bırakmış ne de komedi. Sinemada geçen bir kavga sahnesi var ki, STV ikinci sınıf öğrencisi olsa bu sahneyi daha iyi çeker.
Chadpa, Hindistan’ı temsil eden renk cümbüşünü iyi yaratmış, müzikleri iyi seçmiş. Ama gelin görün ki, danslar çok basit kalmış. Öyküdeki halkaları bağlayamayınca işi dansa dökmüş ama danslar da basit kaçınca film ucuzlamış. Filmin izleyende bıraktığı duygu kocaman bir tatminsizlik!
Chadpa’nın en büyük hatası bence oyuncu seçimi. Halka filminden tanıdığımız Martin Henderson hiçbir şekilde bu filmdeki Darcy karakterine uymamış. Hintli oyuncu Rai ile de uyum sağlayamamış. Sanırırm bu yüzden de filmdeki romantizm ayağı ciddi yara almış.
Gidelim mi? Bir süredir sinemalarda romantik komedi alternatifi yok. Romantik komedilerden hoşlanılıyorsa tatminsizlik göze alınıp, müzikler için gidilebilir. Bir de Bayan Bakshi karakterini izlemek için. Bakshi müthiş bir karakter. Gerçi bizde de Bayan Bakshi’ye on basacak binlerce Bakshi var ama Hintlisi daha bir renkli oluyormuş. Bir görün...
Her anne Sezen gibi yazamaz
Geçen salı gecesi kurumsal bir değişim operasyonu nedeniyle Bersay İletişim Grubu’nun Lütfi Kırdar’da düzenlediği bir toplantıya katıldım. Vee...Yıllar sonra Sezen Aksu ile tanışma fırsatı buldum, çok ama çok mutlu oldum. Nil Karaibrahimgil’in dediği gibi yıllardır benim ruhumun kumandaları da Sezen Aksu’nun elinde. Bu nedenle onunla tanışmak çok heyecan vericiydi. Aksu ile biraz Lütfi Kırdar’daki konserlerinden söz ettik, biraz sahne dekorunu yapan Kervan Çeyiz’den. Aksu’ya son albümü Bahane’deki şarkıların öykülerini merak ettiğimi söyledim. ‘Mithat Can için yazdığım dışında hiçbirinin bir öyküsü yok’ dedi. Ve ekledi ‘Mithat Can için yazdığım da her annenin oğluna yazabileceği şeyler’. Bu konuda Aksu’ya katılmıyorum, son albümdeki 14’üncü şarkının içerdiği duyguları her anne hissedebilir ama her annenin Sezen Aksu gibi yazabileceğini sanmıyorum. Kanıt: Herkes aşık oluyor, Sezen Aksu gibi duygularını ifade edebilen var mı?
Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, Aksu’nun yanında sevgili dostum Osman Müftüoğlu ve Aksu’nun eşi Önder Fırat vardı. Önder Fırat’ı çok sevdim. Hiç öyle ‘star’ eşi falan diye kasıntı yapmıyor. Çok cana yakın ve çok samimi. Bir yastıkta kocasınlar.
O benim
Sevgili Hıncal Uluç trafik psikolojisi açısından ‘Algılanan Yakalanma Riski’nin ne kadar önemli olduğundan söz etmiş. Bu riskin ölçüldüğü ve risklerin kontrol edildiği ülkelerde trafik kazalarının ve kuralları ihlal edenlerin azaldığından söz etmiş. Doğrudur. Sevgili Uluç bir şeyi unutmuş. ‘Algılanan Yakalanma Riski’ kuramıyla Türkiye’yi 1990’lı yılların başında tanıştıran kişinin ben olduğumu. Ayrıca o yıllarda yaptığım araştırmaları Emniyet Genel Müdürlüğü’ndeki yetkililere anlatıp, trafik sorununu çözmek istiyorlarsa mutlaka riskleri ölçmeleri gerektiğini söylediğimi... O günlerde Türkiye’de algılanan riskler ölçülmeye başlansaydı şimdi yetkililerin elinde on yıllık veri olurdu. O verilerle de Türkiye trafiğini yönetmek çok kolay olurdu. Anlatamadım. Türkiye’de kamu yönetimi ‘bilimselliği’ ağzından düşürmüyor ama bilimsel her öneriye sırtını çeviriyor. Bu yüzden de Türkiye kötü yönetiliyor.
CUMA TAKINTISI
Bu hafta size yine fiyatları makul, lezzetli ev yemekleri yapan bir lokanta önereceğim: Maya. Yaprak sarma, lahana sarma, taze fasulye, biber dolma, pırasa, barbunya, çerkeztavuğu, mantı... Nasıl lezzetliler, nasıl anlatamam. Parmaklar yeniyor, hatta yenecek başka parmak bile aranıyor. Abartmıyorum. Özel bir aşçı var ama esas yemek patronu lokantanın sahibi Cihan Bey’in annesi. Her şeyle birebir ilgileniyor. Nerede bu Maya mı? Ataşehir’de, Carrefour tarafından Migros’a gelmeden hemen sağda.. (Yine Ahmet Hakan’ı bu tür yazılar yazmaya özendiriyoruz ama artık o kadar kusurumuza bakmasın).
CUMA İTİRAFI
gurbetteaksamzor; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 33; Ülke: Fransa
Erkek kardeşim küçükken annem ona, ‘Oğlum oğlum bal oğlum, kızlara kızlara dal oğlum, kızlar sana vermezse, al pipini kaç oğlum’ diye şarkı söylerdi. Müsaadenizle annemi magmaya baş solist olarak gönderiyorum.
Yorum: Siz ayak yıkayan gelinleri leylekler mi getirdi sanıyorsunuz! Türkiye’yi anneler idare ediyor. Onlar ne diyorsa o. Onlar erkeği nasıl görüyorsa topluma yansıması da o. Erkeği nasıl gördükleri de bu itiraftan yakinen anlaşılmıyor mu?
CUMA LAKIRDISI
Çaba olmazsa başarısızlık olmaz, başarısızlık olmayınca da kişide aşağılık hissi uyanmaz. Şu dünyada kendimize duyduğumuz saygı ve güveni belirleyen yöneldiğimiz
hedeflerdir.
(William James)
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2005
Uzun süredir medya araştırmacıları televizyon mu ölçecek, gazete mi, yoksa radyo mu, ya da internet mi tartışmasını yaparlar. Bu tartışma kapalı kapılar ardında Türkiye’de sürdürülen bir tartışmadır. Bu hafta ünlü İngiliz ekonomi dergisi The Ekonomist’te yer alan bir araştırma sonucu, yapılan tartışmalara nokta koydu.
Çünkü ABD’de televizyon izleyenlerin % 9’u aynı zamanda radyo dinliyor.
% 38’i gazete okuyor,
% 17’si internette dolaşıyor,
% 54’ü de telefonla konuşuyor.
Buna karşılık gazete okuyanların % 43’ü aynı zamanda televizyon izliyor,
% 21’i radyo dinliyor,
% 2’si internette dolaşıyor,
%14’ü ise telefonda konuşuyor.
Gördüğünüz gibi izleyicinin, okuyucunun, dinleyicinin, gereksinimlerini karşıladığı sürece, elindeki medyaları öldürmeye niyeti yok.
Tüketici ortama uymak için biraz dikkatini dağıtıyor o kadar.. Kendi kurduğu çoklu bir medya tüketim ortamında da geçinip gidiyor..
Türkiye’de mi? Sonuç çok farklı değildir.
Yine de araştırmakta fayda var..
Ortama uyuyoruz
Televizyon Radyo Gazete İnternette Telefonla
izleyen dinleyen okuyan dolanan konuşan
Televizyon izlerken * 9 38 17 54
Radyo dinlerken 13 * 21 16 30
Gazete okurken 43 21 * 2 14
İnternette dolanırken 20 17 2 * 19
Telefonla konuşurken 57 25 14 18 *
(*) Forrester Research, Kuzey Amerika 2004.
Adaylara yeni taktikler
‘Size Anne diyebilir miyim’de sevgilisinin ayaklarını yıkayan Aysel, tavan yaparak herkesin favorisi Öznur’u eleyip 1’inci oldu. Söylentiler çeşitli.. Kadınlar ‘köleliklerini onaylayıp’ Aysel’e oy vermiş de olabilirlermiş.. Erkekler Aysel’i onaylayıp kadınlara ‘İşte aradığımız kadın bu’ mesajı vermiş de.. Anlayacağınız nereden bakarsanız kadınlar için sonuç değişmiyor. Köleliğe devam yani.. Hatta ‘Size Anne Diyebilir miyim’ yarışmacılarına kölelik pekiştiren üç yeni taktik önersem tam yeri:
1) Adamın ayağı yeterince yıkanınca sıra annesinin ayaklarına da gelebilir. Hatta sürekli bir ayak bakım operasyonuna da girilebilir.
2) Sabah tıraşına ne dersiniz? Şöyle sinek kaydı..
3) Ve tam bir saat vücut masajı.. Beyefendiler güne enerji dolu başlamalılar.. Başka önerisi olan var mı?
Kutlarım..
Gencay Gürün, Çehov’un ünlü klasiği Vişne Bahçesi’ni sahneye koymak için uzun süredir başrol oyuncusu arıyormuş. Birçok oyuncu çok para talep ettiği için de bir türlü başrol oyuncusu bulamıyormuş. Sonunda Hülya Avşar düşük ücrete rağmen Lubov Andreyevna rolünü kabul etmiş. Hafızam beni yanıltmıyorsa, daha önce bu rolü Devlet Tiyatroları’nda Hepşen Akar, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda da Arsen Gürsap gibi iki büyük sanatçı oynamıştı. Çok da ses getirmişlerdi. Bu nedenle Hülya Avşar’ın işi zor. Ama yine de Avşar’ın cesaretini kutlamak istiyorum. Hülya Avşar’ın en sevdiğim özelliği de bu zaten. Çok cesur, risk almaktan korkmuyor. Cesaretinin onu nerelere getirdiği de ortada.. Cesur olan kazanır.
Garipsedim..
Anımsarsanız Davut Güloğlu ve Nez, bir gün öylesine laflarken konu mahalledeki bakkala gelmiş ve oradan çocukluk aşkı olduklarını, birbirleri için yaratıldıklarını anlamışlardı. Öğrendiğime göre Güloğlu ve Nez aşkı kısa bir süre önce bitmiş. Çok garipsedim. Bunlar daha yeni, birbirleri için ölüp bitmiyorlar mıydı? Ne oldu peki? Bence şöyle bir şey olmuştur. Yine mahalleden konuşurlarken konu bu kez mahallenin kasabına gelmiştir ve birden ayrı dünyaların insanı olduklarını anlamışlardır. Başka ne olabilir?
Baydı..
Bizim mankenlerin mankenliği bırakma ve başlama öyküleri evlere şenlik.. En son Didem Taslan’ın öyküsü yine beni baydı.. Taslan sevgili bulmuş, mankenliğe üç yıl ara vermiş, sevgilisinden ayrılır ayrılmaz da podyumlara geri dönmüş.. Bu öykü gerçekten kabak tadı vermedi mi?
Sevgili bul, mankenliği bırak, evinin kadını ol ya da yurt dışına eğitimini tamamlamaya git, sonra sevgilinle ayrıl, marş marş yeniden podyumlara.. Tabii biraz deformasyona uğramış olarak..Yeni öyküler bulmak lazım yeni.
Şunun şurasında AB’ye girmemize ne kaldı. Böyle ‘klişe’ mankenlik öyküleriyle kimsenin bizi ele güne rezil etmeye hakkı yok!
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2005
Reklamcılar Derneği ve Reklamverenler Derneği’nin düzenlemiş olduğu Effie reklam etkinlikleri töreninde TRT’den Serpil Akıllıoğlu ile birlikte oturduk. Gecenin ilerleyen saatlerinde konu döndü dolaştı, AGB’nin rating ölçümlerine geldi. Akıllıoğlu ‘Hoca, araştırmamıza niye laf ediyorsun? 30 profesörün 30’u da mı araştırma bilmiyor’ dedi.
Ben de Akıllıoğlu’na ‘İsterse 150 profesör gelsin, anket yöntemiyle geçerli izleme ölçümü yapamaz’ dedim. Sonra başladık AGB’nin araştırmasını masaya yatırmaya.. TRT, AGB’nin araştırmasının örneklem kapsamını yeterli bulmuyor. Ölçüm yapılan illerin TRT’yi iyi kapsamadığını düşünüyor. AGB’nin kırsal alanı ölçmemesinin de TRT aleyhine çalıştığını düşünüyor. TRT haklı da olabilir, haksız da.. Ancak savlarını ispatın yolu ‘anket’ yoluyla araştırma yapıp, AGB’nin sonuçları üzerinde kuşku dolu bir ortam yaratmaktan geçmiyor.
TRT’nin, ‘peoplemeter’ yöntemiyle araştırma yaptırıp savlarını test etmesi şart. TRT sorunlarını TİAK’a getirip yöntem üzerinde tartışma açmalı, yöntemde beğenmediği alanları TİAK’ı ikna ederek değiştirmeli. TRT’ye asla AGB’den çıkmasını önermem. Örneklem, SES tanımı, aile seçimi ve değişimi tartışması yapmasını ise öneririm.
Kumbasar ne diyor anlamadım..
Bir süredir raflarda Özlem Kumbasar’ın ‘Kaçılın Türkler Geliyor’ isimli kitabını görüyordum. Sonunda dayanamadım aldım.
Bir çırpıda 45’inci sayfaya geldim, ama emin olun Kumbasar ne diyor, ne demek istiyor anlamadım. Kitap tahminen Avrupa’da geçiyor. Bir Sikender abi var, Sikender Avrupa’yı kendine çevirmiş, sonra Kayz, sonra Girısmıs.. Başka bir şey yok. Kumbasar mizah yapmak istemiş ama ortada gülünecek çok az şey var. Çok sıkıcı, anlamsız..
Kitabı basan Neden yayınevine ‘Neden bu kitap?’ diye soruyorum. Neden bu kitap? Kitap seçerken biraz daha özenli davranmak gerekmez mi?
Kumbasar’dan o özgeçmişe daha iyi kitap beklemek de hakkımız üstelik..
Baydı..
Medyacılarımızın diline pelesenk olan ‘Ölçülmeyen kanal’ lafı baydı. Ne demek ölçülmeyen kanal? AGB tüm kanalları ölçme potansiyeline sahip. Ölçülmeyen kanal kendi tercihiyle ölçümleri raporlatmıyor. Yani ölçüm var, raporlama yok.. Bu nokta önemli.. Ölçülmeyen değil, raporlanmayan kanal demek doğru.. Niye mi raporlanmıyorlar? Çünkü ratingleri küçük küçük çıkınca kimse onlara reklam vermiyor.. Onlar da ölçümsüzlüğün gücünden yararlanıyorlar..
Kutlarım..
Selin Toktay, barda bir erkekle öpüşürken görülmüş. Star muhabiri, Toktay bardan çıkarken mikrofon uzattı ve sordu: ‘İçerde bir beyle öpüşüyordunuz, kimdi o?’. Toktay, ‘Bir arkadaş’ dedi. Star muhabiri yanıtı yapıştırdı: ‘Siz arkadaşlarınızla öpüşür müsünüz?’ Star muhabirini o durumda sorulacak en basit ve net soruyu sorduğu için kutlarım.
Garipsedim..
Sibel Can, cumartesi gecesi Beyaz Show’a katıldı.. Ama dekolte kıyafetinin askısını çekiştirmekten şarkısını söyleyemedi. Sanırım Can kendi zayıflarken elbise askılarını zayıflatmayı unutmuş. Garipsedim..
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2005
<B>İTİBAR </B>kavramı son yıllarda işletme ve iletişim akademisyenlerinin çalıştıkları en önemli kavram. Akademisyenler bir kurumun bir markanın ya da bir kişinin itibarının oluşturan unsurlar, bu unsurların nasıl oluştuğu ve nasıl ölçüldüğüne yönelik çok ciddi araştırmalar yapıyorlar ve soruyorlar ‘Ününüz olabilir ama itibarınız var mı?’
Güzel soru..Ş öyle ‘dank’ diye durduruyor insanı. Tanıdığınız bildiğiniz sanatçıları, siyasetçileri, markaları, kurumları düşünün. Ünlü olabilirler ama gözünüzdeki itibarları ne? Hamamböceğini de herkes biliyor ama gözümüzdeki itibarı ne?
(Hemen bu ne biçim örnek demeyin. En ‘steril’ örnek olarak ‘hamamböceği’ aklıma geldi. Şimdi bir isim versem, desem ki Emrah da biliniyor ama gözünüzdeki itibarı ne, üç gün telefonum susmaz, beş gün e-postadan bilgisayarım kilitlenir, tekzipler davalar falan..Hem böylece ‘uslu çocuk’ olup yeni TCK’ya hazırlık da yaptım..)
Dünyanın ünlü ve itibarlı araştırma şirketi TNS itibar kavramını ‘Global Ülke İtibarı 2005’ araştırmasıyla 40 ülkeye uygulamış. TRI.M yöntemiyle ilginç bir ‘global ülke itibar ölçeği’ oluşturmuş.
TNS’in Türkiye Genel Müdür Ayşıl And’ın verdiği bilgiye göre 40 ülkede 37 binden fazla kişi 7 ayrı itibar değişkenine göre kendi ülkelerini değerlemişler. İş dünyasına, sağlık hizmetlerine, siyasi ortama, perakende hizmetlerine, bankacılık hizmetlerine, iletişim hizmetlerine, dağıtım ve postalama hizmetlerine ne kadar itibar ettiklerini belirtmişler. Herkes kendi ülkesini değerlemiş anlayacağınız.
Sonuçta ortaya 70 rakamının ‘en yüksek itibarı’ 20 rakamının da ‘en düşük itibarı’ temsil ettiği global itibar değerleri ortaya çıkmış. 2014 kişinin yer aldığı Türkiye sonuçlarına baktığımızda ise global ortalamalara göre durum hiç de iç açıcı değil.
Biz Türkler iş dünyamıza, sağlık sektörüne, siyasete, bankalarımıza, iletişim sektörüne, perakende sektörüne ve dağıtım ve postalama hizmetlerine dünya ortalamasının altında bir itibar biçiyoruz. Ancak Türkiye sonuçlarını Avrupa Birliği üyesi Yunanistan’la karşılaştırdığımızda ortaya başka bir tablo çıkıyor, insanın morali düzeliyor.
Yunanlılar İş Dünyalarına bizden az itibar ediyor. Fark da fazla. Bizim itibar katsayımız 29 onlarınki 8. Bu değerle biz dünya 25’incisiyiz onlar 34’üncüsü. Aynı şekilde Sağlık Hizmetlerinde ve Siyasi Ortam’a itibarda biz Yunanistan’ın önündeyiz. Yunanlıların Siyasi ortam katsayısı 21 bizim ki - 17. Perakende, Bankacılık, İletişim, Dağıtım/Posta alanlarına ise Yunanlılar az da olsa biz Türklere göre daha fazla itibar gösteriyorlar.
Sonuç? İtibar değerlerimiz global değerlerin altında diye üzülmemize gerek yok. Bakın Yunanistan’ın da durumu hiç iç açıçı değil ama o Avrupa Birliği üyesi. Biz de rahatlıkla bu düşük itibar değerleriyle Avrupa Birliği’ne gireriz. Ancak Avrupa Birliği’ne girdik diye daha itibar sahibi bir ülke olacağız diye düşünmek safdillik. Yunanistan’ın durumu ortada. Taşıma suyla itibar kazanılmıyor. İtibar kazanmak istiyorsak kamu sektörü ve özel sektörde mükemmel yönetim uygulamaları şart! Onlarca yüzlerce fakültemiz var peki kaç tane mükemmel işletme fakültemiz var?
DURUM DAHA DA VAHİMİŞ
Başbakan Tayyip Erdoğan Fatih Altaylı’ya Musa kart’ın karikatürü ile ilgili olarak ‘Kedi olarak çizilmeme değil İmam Hatip sorunu yüzüne gözüne bulaştırdı denmesine kızdım’ demiş. Demek ki Tayyip Erdoğan Musa Kart’a kedi şeklinde çizildiği için değil, karikatürün gerçek anlamı için dava açmış. Yani durum düşündüğümüzden daha da vahim. Tayyip Erdoğan’ın gerçekten siyasi eleştiriye tahammülü yokmuş. Yeni TCK yürürlüğe girdiğinde Tanrı gazetecileri Erdoğan’ın gazabından korusun..
Çekirgelik
Güven görüp görebileceğiniz en ürkek kuştur. Bir uçarsa bir daha yakalayamazsınız.
(A.Ş. İzgören)
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2005
<B>TNS</B> Piar’ın her ay, 18 yaş üstü Türkiye temsili 2000 kişi ile gerçekleştirdiği <B>‘Liderlerin Form Grafiği’ </B>araştırmasının Mart 2005 sonuçları geldi. Tayyip Erdoğan, Şubat 2005’e göre mart ayında 6.6 puan form kaybetmiş görünüyor. Erdoğan da bu düşüşün farkında olacak Kızılcıhamam’da milletvekillerine ‘Peygamber efendimiz’le başlayan cümleler kurmaya başladı bile...
Erdoğan sinirlerine hakim olamamanın ve AKP’yi kurumsal bir parti haline getirememenin faturasını sanırım ağır ödüyor... AKP Kızılcıhamam kampını biraz daha uzatıp ‘Niye takım olamıyoruz?’ sorularının yanıtını arasa çok iyi olacak.
Mart ayında formunu en fazla arttıran lider Devlet Bahçeli, puan artışı 3.5... Bahçeli fazla ortalarda görünmediğine göre ‘Ya bizim bilmediğimi ya da görmediğimiz bir etkinliğin içinde’. Ya da Kıbrıs, Avrupa Birliği, Anti-Amerikancılık derken ‘milliyetçilik rüzgarları’ gerçekten şiddetli esiyor ve MHP’nin yelkenlerini rüzgarla dolduruyor.
Mart ayının diğer form artıran lideri Mehmet Ağar, puan artışı 2.3. Mehmet Ağar’ın görünürlüğü kesinlikle iki üç ay önceye kadar daha fazla. Ağar’daki form artışını siyasi konjonktürden daha fazla kendi performansına bağlamak mümkün. Ağar’ın ‘Kürtçe’ selamlaşma taktiğinin nisan ayında formuna nasıl yansıyacağını merakla bekliyoruz.
Mart ayında Deniz Baykal’da da 1.6 puanlık form artışı var. Sarıgül galibiyeti az da olsa Baykal’a bir güç kazandırmış görünüyor. Ancak Baykal istenen çıkışı bir türlü yapamıyor. Erdoğan’dan memnuniyetsizler yine sağdaki liderlere, Ağar ve Bahçeli’ye yöneleceklermiş gibi görünüyor. Erkan Mumcu’nun nasıl bir forma sahip olacağını ise şimdiden söylemek çok zor. İki üç aya kadar akla kara belli olur...
Özetlersek, Tayyip Erdoğan’dan umut kesenlerin eski göz ağrılarına doğru yöneldiklerini söylemek mümkün. Gelecek ay durum biraz daha belirginleşir. Bu yarıştan kim mi galip çıkar? Tabii ki daha ‘görünür’ olan ve ‘ben güvenilir bir alternatifim’ diyebilen lider. Tabii ki itibarını daha iyi yöneten lider..
Dört ödüllü Shubuo’ya ne oldu
EFFİE Türkiye Reklam Etkinliği Yarışması ödülleri geçen perşembe günü Esma Sultan yalısında verildi.
İlk Effie yarışmasının 1968 yılında ABD’de yapıldığı düşünülürse, aynı yarışmanın 37 yıl sonra Türkiye’de yapılıyor olması tabii biraz düşündürücü.
Sanmayınki 37 yıldır Türkiye’de satışı ve pazar payını artırtan kampanya yapılmıyordu. Yapılıyordu da iş sonuçlarını derli toplu ölçmek, raporlamak ve bu raporları bir yarışmaya ödüllendirmek kimsenin aklına gelmiyordu. 2005’te geldi. Çok iyi de oldu. Reklamcılar Derneği ve Reklamverenler Derneği’ni geç de olsa Türkiye’yi Effie ile tanıştırdıkları için teşekkürler.
Effie’nin farkı yaratıcılığın yanında reklam kampanyalarının ne kadar satış ve pazar payı getirdiğini değerlendirmeye alması.
Örnek verelim: 2004 Kristal Elma reklam yaratıcılığı yarışmasında büyük ödül olmak üzere dört Kristal Elma alan Shubuo reklam kampanyası Effie’de, perşembe gecesi dereceye bile giremedi. Anlayacağınız, Effie jüri üyeleri Shubuo’ya ‘satışın ve pazar payın kadar konuş’ dedi! Doğrusu da bu. Satışı artırmayan, pazar payını arttırmayan bir reklam kampanyası ne işe yarar söyler misiniz?
Gecenin galibi Erener
İLK Effie 15 kategoride düzenlendi. 95 kampanya yarışmaya katıldı. 4 kategoride hiçbir reklam kampanyasına ödül verilmedi. Ayrıca 7 kategoride Altın Effie, 3 kategoride Gümüş Effie, 4 kategoride Bronz Effie verilmedi. 45 ödül verilecekken sadece 23 ödülle yetinildi. Reklamlara milyonlarca dolar yatıranların sonuçları doğru dürüst ölçmek için üç beş kuruşlarına kıyamadıkları ortaya çıktı. Finans ve otomotivde Altın Effie’ye layık kampanya bulunamaması ilginç değil mi?
Effie gecesinin tartışmasız galibi üç Altın Effie ile Serdar Erener’di... Erener’in şimdiki reklam ajansı Alametifarika Hazır Kartla Altın Effie aldı. Ayrıca içecek kategorisinde altının sahibi Cola Turka, dayanıklı eşyalarda Arçelik oldu. Ödüller Y&R reklam ajansına gitti ama o dönemde bu işlerin Erener’in işleri olduğunu herkes biliyor.
Niye Amerikan
MÜJDAT Gezen’li Amerikan Siding reklamında ‘Amerikan Siding Türkiye’de üretilir’ deniyor. Peki o zaman niye ‘Amerikan’da ısrar ediliyor!
Cem Yılmaz’ın hakkıydı
GIDA dalında Altın Effie’yi Cem Yılmaz’lı Doritos A La Turca reklam kampanyası değil Ayşe Elmacı’lı Lay’s reklam kampanyası aldı. A La Turca Gümüş Effie ile yetindi. Oysa Altın Effie kesinlikle Cem Yılmaz’ın hakkıydı. Eğer A La Turka kapasite sorunları yüzünden fazla satamamışsa bunda Cem Yılmaz’lı kampanyanın suçu ne?
Ödül töreni çok iyi düzenlenmişti ve ‘ikram’ oldukça sağlamdı. The Marmara’nın çalışkan garsonları sayesinde kimsenin kadehi bir saniye bile boş kalmadı. Tören bittiğinde ise alkolden mi, ödül alamama hoşnutsuzluğundan mı yoksa saatin geç olmasından mı bilinmez, Jisa Brown ve Aşkın Arsunan caz dinletisini dinleyecek fazla masa kalmamıştı.
Vestel’e verilmedi Derici ‘yuuh’ çekti
DAYANIKLI eşyalar kategorisinde Altın Effie’yi ‘Bekçi Sırrılı’ Arçelik reklamları aldı ve bu dalda başka ödül verilmedi. Tam bu sırada arkada sıralardan ‘Yuhh!’ diye bir ses duyuldu. Bu ses Vestel ve Regal reklamları ile ödül bekleyen Marka Reklam Ajansı’nın sahibi Hulusi Derici’ye aitti. Gözler ‘Yuhh’un geldiği yere çevrildi ama bir şey göremedi. Derici ‘Yuhh!’ eşliğinde, 10 ajans çalışanıyla birlikte bir salonu terk etmişti. Derici’yi aradığımızda ‘11 işle katıldık. Regal ve Vestel’in sonuçları çok açık. Bu kategoride başka ödül verilmemesi bize ve diğer katılan ajanslara hakaret’ dedi.
ÖDÜL gecesi medya yok sayıldı ve medyaya biraz ‘yukardan bakıldı’. Bu yaklaşım beni biraz endişelendirdi. Reklamveren, reklamcı ve medya birbirlerini ‘ortak’ değil de rakip olarak görmeye başladılar mı yandı gülüm keten helva... Ayrıca basın ve televizyon muhabirlerine de ‘yer yok’ gerekçesiyle iyi muamele yapılmadı. Reklam örgütleri için basın mensupları önem taşımıyorsa kimin için taşıyor ki?
Hallederiz Kadir halletti
HTP’nin her hafta bizim için yaptığı Reklam-Algı Etki Endeksi araştırmasına göre geçen haftanın en fazla anımsanan reklamı yüzde 16 ile Arçelik reklamı. Sonra sırayı Molfix (yüzde 14) ve Merinos (yüzde 6) alıyor. Dördüncü sırayı ise yüzde 5’le iki reklam paylaşıyor İstikbal ve Vestel.
Gördüğünüz gibi Hallederiz Kadir, Huyla ve Ceren İstikbal’in reklam anımsanırlığını oldukça etkilemiş görünüyor. Ünlünün gücünü yadsımamak lazım. Hele de Kadir gibi etkilisinin. Yalnız burada bir çelişkiden söz etmeden de geçemeyeceğim. Kadir ve ailesi reklamdaki halleriyle de orta sınıfın birazcık altındaki bir aileyi temsil etmiyorlar mı? Asıl hedef orta sınıf olsa bile (C1 C2), doğrudan bu sınıfın çağrışımlarını markaya yansıtmak doğru mu? Mobilya türü ürünlerde orta sınıf bile bir üst sınıfa ait ürünleri daha ucuza almak istemiyor mu? Dolayısıyla İstikbal’in reklamlarında bu zamana tutturduğu sınıf seviyesi doğruydu. Şimdi niye geriye sınıf atladı ki? Çok yanlış..
Kürşad Tüzmen aradı ve...
GEÇEN hafta yeni TCK ile ilgili yazdığım yazıda Kürşad Tüzmen’in göbeğini içine çektiği fotoğrafı örnek vermiştim. Yeni TCK’ya göre isterse Kürşad Tüzmen’in ‘özel hayata müdahale’ davası açabileceğini yazmış ve ‘Kürşad Tüzmen’in fotoğrafı bir siyasetçinin kişiliği hakkında ipuçları vermiyor mu?’ diye sormuştum. Kürşad Tüzmen aradı. Çok üzüldüğünü, o fotoğraftan yola çıkarak ‘kişiliğinin sorgulanmasını’ haksız bulduğunu söyledi. Yazdıklarımı okudum. Kürşad Tüzmen’i haklı buldum. Çarpıcı bir örnek vereyim derken ‘anlamın’ dozunu kaçırmış ve Kürşad Tüzmen’i incitmişim. Kendisinden özür dilerim. Bu arada yeni TCK iki ay ertelendi. Umarım AKP hükümeti yasanın arkasına bir ‘iletişim özgürlüğü’ felsefesi koyarak düzeltmeler yapar. Bu haliyle yasanın ne dediği belli değil. Pardon, pardon belli: Konuşmayın, yazmayın hatta mümkünse düşünmeyin!
Çekirgelik
Yarın nasıl bir insan olacağınız bugün okuduğunuz kitaplara bağlıdır.
(Todd Duncan)
Yazının Devamını Oku