1 Nisan 2005
Peter Sellers’i izlemek hep benim için keyif olmuştur. Daha doğrusu olmuştu demem daha doğru.Uzun süredir Peter Seller’in filmlerinden birini izlememiştim. Bu nedenle ‘Peter Seller’in Yaşamı ve Ölümü’nü izlemek oldukça keyif verdi. Stephen Hopkins’in gerçeküstü film tekniğiyle 50’lerin, 60’ların, 70’lerin rengini, müziğini daha doğrusu dokusunu birleştirdiği filmini çok beğendim. Hopkins sadece Sellers’ın yaşamını vermekle yetinmemiş, onun fazla zekadan kaynaklanan ‘akıl seviyesi geçişlerini’ çok başarılı bir şekilde yansıtmış.Siz beğenir misiniz? 1980 yılında 54 yaşında kalp krizinden ölen İngiliz komedyen Peter Sellers’in filmlerini, sanatını ne kadar bildiğinize bağlı. Ama bunun yanında bir film yıldızının nasıl yükseldiğini ve nasıl çöktüğünü de görmek istiyorsanız, Peter Seller’ın hayatı bunu için biçilmiş bir kaftan.Filmde Seller’ın hayatı radyo yıldızlığından sinema oyunculuğuna geçişle başlıyor. Daha sonra Sellers’in sinemada çıktığı yolculuğa geçilirken, paralel kurgu ile özel yaşamında çektiği varoluş sıkıntıları mükemmel bir şekilde anlatılıyor. Seller’ın ilk karısı Anne ve çocukları ile olan ilişkileri, daha sonra ikinci karısı Britt Ekland’la olan evliliği, Sophia Loren’le ilişkisi hep sorunluymuş. Seller’in kendi içinde bir yıldız olmak için verdiği mücadele hep evlilik kurumunun değerleri ile çelişmiş. Tabii burada durup Sellers’ın anne ve babasıyla olan ilişkisi nedir bakmak gerekmiş ki, senaristler filme bir de bu boyutu ekleyerek ‘neden’ sorularına yanıt aramaya çalışmış. Hatta bence filmde bir de dördüncü boyut var ki, o da Sellers’ın ünlü sinema adamları Blake Edwards ve Stanley Kubrick ile ilişkileri. Filmde Sellers’ın yarattığı karakterler, örneğin Pembe Panter, birebir gözünüzün önünden geçiyor. Bu sekanslar çok zevkli. Ancak hiçbir karakter Sellers’in içindeki ‘Ben kimim?’ sorununa yanıt olamıyor. Sürekli bir kendini arayış içinde. Kendini bulduğunu sandığı anda bile aslında bulduğu şeyin kendisi olmadığını biliyor. O içindeki ‘çocukla’ mücadeleden bir türlü vazgeçemiyor, ama bu mücadelenin her dışavurumu çevresine büyük acılar verip yalnız kalmasına neden oluyor.Sellers’i oynayan Geoffrey Rush’ı emin olun makyajdan tanıyamadım. Tüm film boyunca makyajı müthiş olmuş, Rush da Sellers’i başarıyla yorumlamış. Sellers sadece bu filmde yansıtıldığı gibi yorumlanabilir mi? Tabii ki değil. Ama bu filmde Sellers’ın özyaşamı ile ilgili sağlam ipuçları olduğu kesin. Gidelim mi? Yukarıda da söyledim, Sellers’ı biliyorsanız kaçırmayın. Aksi durumda filmde Sellers’ın söylediği şu sözlere bakın ve öyle karar verin: Başarı merdivenlerinde zayıflara yer yoktur. Aile yıldız olmayı engeller. Bir yıldızın kendine karşı sorumlulukları vardır. Gerçek yıldızların gözyaşlarına ayıracak zamanları yoktur.Tarihi Beylerbeyi BalıkçısıBabam ve annem en iyi okurlarım. Annemin en büyük şikayeti bazı pazar yazılarımın ona ağır gelmesi, babamın en büyük şikayeti ise cuma günleri yazdığım lokantaların pahalı olması. Hatta bu konuda bazen arkadaşları ona takılıyorlarmış: ‘İsmail Abi, senin oğlanın yazdığı yerlerde yemek yesek, bütün emekli aylığımızı vermemiz gerekir ya.’ Gerçek bu değil ama algı böyleyse biraz üzerinde düşünmekte, hatta uygulamaya geçmekte fayda var. İşte ilk uygulama: Tarihi Beylerbeyi Balıkçısı. Beylerbeyi’nde hemen iskelede. Geçen hafta sonu biraz boğaz manzarası soluyayım derken yolum Tarihi Beylerbeyi Balıkçısı ile kesişti. Müthiş bir boğaz manzarası. Hemen yanında cami olduğu için içki servisi yok. Çok temiz, hızlı servisin olduğu bir mekan. Deniz ürünleri, salatalar da çok lezzetli. Kalamar, midye dolma, salata, patlıcan közleme, midye tava, diyet kola bir kişi yirmi liraya çıkılıyor. ‘Anaaa... hepsini sen mi yedin?’ diye sormayın. Evet ben yedim, ama gördüğünüz gibi balık yiyemedim. Gerçekten, niye böyle olur? Balık lokantasına gideriz, çok açızdır, lezzetli balıklar yemek isteriz. Ama canımız kalamarı, midye tavayı da çeker sonra bol miktarda onlardan yiyip, balık yiyemez hale geliriz. Şu ‘boğaz’ işinde bile niye kısa süreli zevkleri uzun süreli zevklere tercih ederiz? Kabul edelim garip yaratıklarız. Bizi anlamak öyle kolay değil. Bir dahaki sefere söz veriyorum kendimi tutacağım ve sadece balık yiyeceğim. Yapabilir miyim acaba?CUMA İTİRAFIElizaa; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 28; Ülke: YurtdışıBu yaşa geldim ama hálá doğru dürüst bir beraberliğim olmadı. Kendimi zorlamama rağmen sevgilim bazı kriterlere uymuyorsa ilişkiye devam edemiyorum. 1. Esmer, benden uzun ve gözleri güzel olmalı. 2. Yurtdışında yaşaması ama Türkiye’de büyümüş olması gerekiyor. Türkçesi, İngilizcesi, Almancası düzgün olmalı. 3. Üniversite mezunu olması şart. (Üstelik her üniversiteden olmaz!) 4. Dine hiç önem vermemeli. 5. Elektrikli eşyalardan, marangozluktan anlamalı. Hani olur da bir kitaplık alırsam kurabilmeli. 6. Kitap, gazete okumalı, şiir sevmeli, güzel şarkı söyleyebilmeli. 7. Hoşgörülü olmalı. Ancak pasif, ezik karakterli de olmamalı. 8. Çok sosyal olmalı ki, bütün arkadaşlarımla anlaşabilsin. 9. İç çamaşırları temiz olmalı. 10. Ütüsünü kendi yapabilmeli. 11. Bulaşık için istemeden yardım etmeli. 12. Gitar çalmalı. 13. Scampili makarna ve mantı yapabilmeli. 14. Yatakta süper olmalı. Değişik şeylere ilgi duymalı. 15. Haftada en az bir gün spora gitmeli. 16. Tuvaleti kokutmamalı.Yorum: Yukarıdaki itirafa gelen bir yanıt bence durumu çok iyi özetliyor: unlukcy; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 32; il: istanbulElizaa ve onun gibi düşünenler için öğrencilik yıllarımdan kalan güzel bir atasözü var: ‘Beyaz atlı prensini bekleme, seyise razı ol yoksa ata kalırsın.’CUMA LAKIRDISIBaşkalarının bilgisinden yararlanarak bilgi sahibi olabiliriz ama başkalarının aklından yararlanarak akıllı olamayız. (Montaigne)CUMA TAKINTISIArçelik kahve makinesi Telve ile Türk kahvesine taktım. Arçelikçileri gerçekten kutlamak lazım. Çok iyi iş başarmışlar. Köpük bile oluyor. Deneyin, yanılmadığımı göreceksiniz.
button
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2005
Atilla Dorsay , 10 yıl sonra Hande Ataizi’ne Altın Portakal ile ilgili sorular sormamı zalimlik olarak yorumlamış. O da yetmemiş sorduğum sorulara da ‘meyhane sohbetinde konuşulacak şeyler’ demiş.Dorsay’ın ‘nazik’ olmayan bu tavrına yanıt vermeyi isterim ama herkes sorduğum soruların meyhane sorusu olup olmadıklarını gördü. Umarım Dorsay da görmüştür. Görmemişse yapacak bir şey yok. O ‘steril’ dünyasında filmlerini eleştirmeye devam edebilir. Pardon, pardon. ‘Basın’ gösterimine çağrıldığında ama. Dorsay’ı adam yerine koymazsanız o da sizi adam yerine koymaz ona göre. Gazeteciliği ‘makam’ kabul etmek böyle bir şey galiba. Bir yere çağrılmadığınızda, ‘makama hakaret’ sayıp, sizi çağırmayanı görmezden geleceksiniz.Ya okurlar? Onların suçu ne? Makamınıza kara çalındı diye onları bir filmle, örneğin ‘Pardon’ filmiyle tanıştırmamak zalimliğin ta kendisi değil mi? Seni çağırmadılarsa, okurlarına saygı gereği, paranı verir gider izlersin, çok mu zor? Bir gazeteci kendini okurlarının üstünde ‘yüce bir varlık’ olarak görmeye başladı mı tehlike çanları onun için çalmaya başlamış demektir. Sizce ‘basın gösterimine’ davet edilmedim diye bir filme gitmemek, sözünü ettiğim ‘yüce varlık’ kabulünün bir göstergesi değil mi? Bence göstergesi. Sonraki adım mı? Sonraki adım ‘kırmızı halı’ diye tutturmak. Çok yakında Dorsay sinemasında. Çırak’ı kaçırmayınBu haftaki Çırak yine süperdi. Kanal D’cileri Çırak’ı çok iyi bir şekilde Türkiye’ye uyarladıkları için gerçekten tebrik ediyorum. İkinci bölümde gördük ki kestane satışı, lokanta işletme gibi ‘satış becerisine’ dayanan işlerde kadınlar kısa sürede daha fazla başarıya ulaşıyorlar. Kısa sürede ama... Eğer verilen süre üç dört güne çıksa, emin olun kadınlar birbirlerine düşecekleri için erkekler kör topal yarışta öne geçerler. Çekiciliğini kullanıp iş kotaramamak erkeklerin doğasında var, kıskançlık nedeniyle anlaşamamak da kadınların doğasında. (İstisnalar kaideyi bozmaz!) Çırak’ta şu anda erkekler birbirine düşmüş görünüyor ama biraz süre geçsin, kadınlar kaybetmeye başlasın, bakın nasıl birbirlerine düşüyorlar. Çırak’ı kesinlikle kaçırmayın. Çok eğlenceli çok.Kurtulabilecek miyim?Bu hafta sonu ‘Atıf Hoca ile Reklam ve Rekabet’ CNNTürk’te son bölümüyle ekrana geliyor. 2 yıl 3 ayda tam 108 program çektik. Şimdi değişim zamanı. Biraz ara verelim, neler olacak bakalım hep birlikte göreceğiz. Bu arada, başta Sinem Küçükgörmen İnce olmak üzere 2 yıl 3 ay boyunca büyük bir özveriyle çalışan Atıf Hoca ile Reklam ve Rekabet ekibine ve CNNTürk yönetimine kocaman alkış. Televizyonculuk çok zor ama çok zevkli bir işmiş. Bulaşan bir daha kurtulamıyor diyorlar. Bakalım kurtulabilecek miyim.GaripsedimErsun Yanal’ın son derece formda olan Hakan Şükür’ü, kişisel kaprislerle milli takıma almamasını çok garipsiyorum. Arnavutluk maçında gördük ki eğer ikinci yarıda Hakan Şükür oynasaydı, son 20 dakikada kaçırılan gollük pozisyonlar kaçmaz, maçtan en az 4-0 galip ayrılırdık. İlk beş dakika şansımız yaver gitmeseydi de Arnavutluk maçında yenilmemiz işten bile değildi! Öğrendiğime göre Ersun Yanal, Hakan Şükür’ü kişisel nedenlerle oynatmıyormuş. Olacak iş mi bu? Önemli olan yenmek değil mi? Kişisel hesapları bir yana bırakmak gerekmez mi? Sun Tzu ne diyor? Yenmek için düşmanla bile işbirliği yapacaksın. Eğer 2006 Dünya Kupası’na katılamazsak, Ersun Yanal bunun hesabını nasıl verecek! BaydıHooijdonk’un ‘Gidecem mi gitmicem mi, kalacam mı kalmıcam mı’ tartışması baydı. Bir adam gidecekse gider, kalacaksa kalır. Hem bu kadar ‘naz’ yaptıktan sonra da bir futbolcunun bir kulübe fayda sağladığı görülmemiştir. Bırakın gitsin, olsun bitsin..KutlarımTRT’yi ‘anket’ yöntemiyle araştırma yaptırıp kendini ‘en çok’ izlenen kanal çıkarttığı için çok ama çok kutluyorum. Dilimde tüy bitti. Anket yöntemiyle izlenilirlik ölçmek, barometre ile hava sıcaklığı ölçmek gibi bir şey. TRT iyi bir şey yapmak istiyorsa, özel sektörle rekabet edeceğine ‘kamu yayıncılığı kulvarını’ terk etmesin yeter! Hem devletten destek al, hem özel sektörle rekabet et! Oh ne ala! Haksız rekabet buna demezlerse neye derler?
button
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2005
10 Mart 2005 tarihli Kelebek’te ‘Kutlarım’ köşesinde şu satırları yazmıştım:Kenter’i, son oyununa sadece dört sıra izleyici toplayabildiği için kutlarım. Yılmaz Erdoğan’ın son oyununa geçen hafta ikinci defa gittim. İğne atsan yere düşmüyordu. Neden acaba? Müşfik Kenter yakınacağına neyi nasıl tanıttığına iyi bakmalı...
Devlet Tiyatroları’nın İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Trabzon, Sivas, Konya sahnelerinde görev alan sanatçılar, olayı abartıp ortak bir mektup kaleme almışlar. Ortak mektup şöyle:
‘Hürriyet gazetesinde 10.03.2005 tarihli yazınızda ‘Kutlarım’ başlığıyla kendinize konu edindiğiniz sayın Müşfik Kenter ve sayın Yılmaz Erdoğan’ın tiyatrolarının seyirci potansiyellerine ilişkin görüşlerinize dikkat çekmek üzere düşüncelerimizi sunarız: Açıktır ki ülkemizde sanatsal etkinliklere yönelik eleştiri, yorum yapabilecek alanında yetişmiş insan sayısı azdır. Bu, sanat yapan insanlar için de sağlıksız bir durum teşkil etmektedir. Zira sanatı kendisine konu edinen bir kişi aynı zamanda sanat alanının içinde bulunur ve bu alanda bulunmak, sanatsal olan ile sanatsal olmayan ayrımını yapabilmemize yol açan parametreleri idrak edebilmiş olmaktan geçer.
Yazınızda böyle bir yorum mevcut değildir. Tiyatro sanatını seyirci sayısına indirgemek ve bu yolla değerli sanatçı ve hocamız Müşfik Kenter’in ders çıkarmasını beklemekse amacınız, bu ancak saygısızlık ve sığlık olarak olarak adlandırılabilir.
Bir büyük medya kuruluşunda yazan, düşüncelerini milyonlarca insana ulaştırabilen bir iletişim profesörü olarak, bundan böyle değerli sanatçılarla ilgili yorumlarınızda daha dikkatli ve seçici olacağınızı umuyoruz.
Başarılar dileriz.’
Emin olun çok dikkatli ve seçici oluyorum. Lütfen yukardaki yazıda ne yazdığımı bir daha okuyun. O yazıda kim sanatçı kim değil ayrımı var mı? Müşfik Kenter’in sanatına en ufak bir saygısızlık var mı? Söz ettiğim bir tiyatronun idari yönetimiyle ilgili bir konu. Bir oyunun tanıtımı. Müşfik Kenter’in son oyununa az sayıda kişinin gittiğini biliyor. Peki oyunun adını bilen var mı? Gündeme getirdiğim konu buydu, olayı saptırmayalım. Kimin sanattan anladığı, kimin anlamadığı, izleyicisi sayısı ile sanat arasındaki ilişki, Müşfik Kenter sanatçı da Yılmaz Erdoğan değil mi başka konular.. Onları da başka bir yazılarda ele alırız. Tiyatroya gönül veren tüm amatör profesyonel sanatçıların geçmiş Dünya Tiyatrolar Günü kutlu olsun...
Kenan Doğulu hayranları
Geçen hafta ‘Kenan Doğulu Tarkan’a çalım atamaz, kulvarları farklı’ demiştim. Ken hayranlarının mesaj bombardımanına tutuldum. Bakın Ken hayranları neler diyor:
Tarkan da kim?
Yazınızda Tarkan’ın marka olduğundan bahsetmişsiniz doğrudur. Bu ülkede Tarkan daha çok karizmasıyla göklere çıkartılmıştır. Çeşitli sponsorlarla çok iyi reklam yapmaktadır. Sahne performansı iyi olduğu için insanları çekmektedir. Bunlara hiçbir lafım yok. Bir de işin iç yüzüne bakın, Tarkan’ın kaç tane ürettiği bestesini dinleyebildik. Sahnede eline hangi enstrümanı aldı ve bize bir müzik ziyafeti çekti. Üretmeyen insan yok olmaya mahkumdur. Gelelim Tarkan’a çalım atamaz dediğiniz Kenan Doğulu’ya... Kenan 13 yıldır başarı grafiğini hep yükseltti. Çünkü bu ülkede üreten, ürettiğini sunabilen ve insanları eğlendirebilen dört dörtlük sanatçılardan biridir. Son olarak da Kenan’ın hiç kimseyi sollamak gibi bir niyeti yok, sadece zamanı geldiğinde yapması gereken işleri yapıyor. Eminim İngilizce albümde de başarılı olacaktır. Olmasa da en azından deneyecek. Türkiye de onu destekleyen çok ciddi bir kitle var, gitsin yapsın başarılı olursa gururlanırız, olamazsa da biz yine buradayız, onun yanındayız. (Canan Kahveci)
Tarkan’ı rahatsız etti
Kenan Doğulu ve Tarkan hakkındaki karşılaştırmanızdan ötürü sizi eleştirmek istiyorum. Kenan Doğulu bu güne kadar gözünü en yükseklere dikseydi bunu çoktan başarabilirdi bunu biliyoruz. Kaldı ki Kenan Doğulu Türkiye’nin en popüler sanatçılarından biri. Kimle adı anılsa o kişi ünlü oluyor. Türkiye’nin en önemli söz yazarı ve bestecilerinden biri ve en önemlisi Türkiye nin en iyi sahne sanatçısı. O yüzden ben Tarkan’ın Kenan Doğulu’nun bu hızlı yükselişinden rahatsız olduğundan yüzde yüz eminim.
(Ozan Yiğit)
Tarkan sadece vokal
Tarkan sadece iyi bir erkek vokal. Ancak Kenan, solistliği olsun gitar çalışı, piyano ve klavye çalışı olsun Tarkan’a parmak ısırttıracak bir sanatçı. Bunu siz de Kenan Doğulu’nun bugüne kadar çıkardığı albümleri alıp bir kere dinleyerek görebilirsiniz. (Alperen Yalçın)
Ayağını sallamakla olmaz
Artık lütfen Tarkan denilen, kendi ülkesinden habersiz ve sürekli birilerine çamur atan (ki bu çoğu zaman Kenan Doğulu oluyor) biriyle Kenan’ı karşılaştırmayın. İngilizce albüm hazırlığında olan Kenanımızın ilerlemesini engellemeye çalışsanız da onun arkasında dev gibi hayran kitlesi olduğunu belirtir, bunu başaramayacağınızı garantilerim. İki ayağını sallayıp dans ediyormuş gibi görünmekle sanatçı olunmuyor. Ayrıca özellikle belirttiğiniz ‘ULAŞILMAZLIK’ bir sanatçının artısı değil ancak eksisi olabilir. (Özge Serper)
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2005
<B>İŞ </B> Bankası bir süre önce uzun süredir çalışmakta olduğu Rafineri reklam ajansıyla yollarını ayırdı. Yeni reklam ajansını seçmek için de gerçekten diğer ajans seçicilere ders niteliğinde bir konkur sürecine girdi. Önce reklam ajanslarını itinayla hazırlanmış ajans seçim kriterlerine’ göre eledi, bu eleme sürecinde reklam ajanslarına ‘finansal bir hizmet için yapılan reklamın etkinliğini nasıl ölçersiniz?’ sorusu bile soruldu. Daha sonra İş Bankası belirlediği reklam ajanslarına ziyaretler düzenledi ve dört reklam ajansından oluşan bir ‘kısa liste’ hazırladı. İş Bankası’nın ‘kısa listeye’ aldığı reklam ajansları Medina/Turgul, RSCG İstanbul, McCann Ericsson ve Grey/Worldwide..
Buraya kadar her şey son derece nitelikli, ama normal. Bu aşamadan sonra İş Bankası geleneksel konkur sürecinden ayrıldı. Kısa listedeki her reklam ajansından belirli sayıda reklamcıyı İş bankası’na davet etti, onlara brief verdi ve o gün içinde ‘işe yaklaşımlarını ölçmeye çalışan’ bir çalışma yaptırttı. Dört ajansın reklamcıları İş Bankası’nda kendilerine ayrılan ayrı bölümlerde çalıştılar. Gün sonunda da İş Bankası yetkililerine iletişim sorunlarına nasıl bir çözüm getireceklerini anlattılar. İş Bankası onlara otuz kırk gün ‘zamanlarını’ almayarak, ‘Ya bu adamın kravatını beğenmedim!’ gibi uygulamaya yönelik saçma sapan sorular sorulmasını engelleyerek’ değer veriyordu. Onlar da bu değerin karşılığında ‘düşünce sistemlerini’ İş Bankası ile paylaştılar..
İş Bankası’nın reklam ajansı seçim yöntemini hem ‘reklam ajanslarına verdiği itibar’ hem de sadece ‘bir reklam ajansının işe yaklaşımını ölçmeyi amaçlaması’ açısından çok takdir ettim. Ne gerek var günlerce süren konkurlara, ne gerek var binlerce uygulamaya? Koca koca ajanslar fikir ortaya çıktıktan sonra bir uygulamayı yapamayacaklar mı yani! Geleneksel, gereksiz yere reklam ajanslarının zamanlarını çalan konkur yöntemine son verdikleri için başta Genel Müdür Ersin Özince olmak üzere İş Bankası konkuruna emeği geçen herkesi kutlarım. Değişiklik, yaratıcılık İş Bankası’na yakışıyor. Geleneksel yöntemleri aşmayı büyük markalar beceremezse kim becerecek değil mi? Eğer şu sırada reklam ajansı seçecekseniz mutlaka İş Bankası’nın ajans seçim yöntemini örnek alın..Bu arada..İş bankası’nın ajansı iki üç güne belli oluyor..
Marka şizofrenisinde üst sınır
UĞUR markası deyinde aklıma hemen ‘Derin dondurucu’ geliyor.. ‘Dondurucu’ işiyle markalarını bu kadar özdeşleştirdikleri için Uğur markasını yaratanları kutluyorum. Amaa.. Geçen Perşembe bizim gazete yer alan yarım sayfa ‘Uğur’ reklamı beni bitirdi. Belli ki Uğur’cular motorsiklet dağıtım-satış işine girmişler. Motorsiklet modellerini duyurmak için reklam veriyorlar. Buraya kadar tamam. Ya ondan sonrası.. ’Derin dondurucularıyla ünlü Uğur..’ ne demek? Dondurucu işindeki karizma motorsiklet işini nasıl etkilesin. Komik değil mi? Üstelik Uğur markası altında motorsiklet satmak da marka şizofrenisinin en uç örneği..Aman dikkat edelim..Yıllar yılı tırnaklarımızla kazandıklarımızı üç beş kuruş kazanmak için gözden çıkarmayalım.. Uğur motorsiklet satacaksa bu iş mutlaka farklı bir marka altında yapılmalı..Siz siz olun ‘marka’ odağınızla oynamayın..
Araplar Candan’dan araklamış...
ZAMAN zaman arabeskçilerin popçuların arap radyolarını, televizyonlarını dinleyip müzik arakladıkları gündeme gelir biliyorsunuz. Geçen haftalarda da bazı gazetelerde Candan Erçetin’e ait ‘Gamsız Hayat’ isimli parçanın Arap ellerinden arak olduğuna dair bir haber fırtınası yaratıldı. Bir Candan hayranı olarak açık söyleyeyim biraz yıkıldım ve bu işi araştırmak istedim. İşin doğrusuna ulaştığımda da yüreğime su serpildi. İşin doğrusu şu: Arap ellerinden bir popçu Myriam 8 parçalık albümüne Candan Erçetin’den habersiz ‘Sen Hayatsın’ ismiyle bu şarkıyı almış, albümün kapağına da şarkıyı Candan Erçetin’den aldığını belirmiş..Ama Arapça.. Anlayacağınız Candan Arapça bilmeyen birilerinin kurbanı olmuş.Telif sorunu mu? Candan Erçetin ‘manevi hazzı bana yeter’ diyor. Bence de yeter.. Ya Myriam kapağa Candan’ın adını yazmasaydı? İşin yoksa ‘Gamsız Hayat’ı Arap müziği diye dinle dur..Ah şu algılar..Ah şu yanılgılar..
Çekirgelik
Öğrenim yirmi birinci yüzyılda yetişkinlerin çoğunun yaşam sağlama yolu olacaktır.
(PERELMAN)
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2005
<B>YENİ</B> Türk Ceza Kanunu (TCK) 1 Nisan 2005’te yürürlüğe giriyor. Yeni TCK <B>‘basın’</B> için tuzaklarla dolu. TCK iletişim özgürlüğüne ciddi bir şekilde darbe vuruyor, basın yoluyla işlenecek suçları artırıp, üstüne üstlük bir de hapis cezası getiriyor. Yeni Ceza Yasası’nın iletişim özgürlüğünü tehdit eden, ‘oto sansürü’ körükleyen maddeleri demokratik bir topluma yakışmıyor. Bu nedenle bugün bir köşe yazarı olarak değil, bir İletişim Fakültesi Dekanı olarak yazmayı uygun buldum. Biraz sıkıcı olmayı da göze alıyorum. Yeni TCK’nın tüm basını ‘can sıkıcı’ hale getirme olasılığı çok daha yüksek. Uyarmak görevim.
KİMİN ÖZEL HAYATI
YASANIN BAKIŞI: Önce örnek vereyim. Yeni Ceza yasasının 134/2’inci maddesi ‘Kişilerin özel hayatına ilişkin görüntü veya sesleri ifşa eden kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Fiil basın yayın yoluyla işlenmiş ise ceza yarı oranında arttırılır’ diyor. Burada sorun yok. Özel hayatı korumak, özel görüşmeleri dinlememek demokrasiler için önemli bir kural.
BENİM BAKIŞIM: Peki politikacı, devlet görevlileri ve ünlüler ne olacak? Demokrasilerde bu kişiler her zaman için ‘özel hayat’ kavramının istisnalarıdır. Çünkü politikacı ve devlet görevlileri ‘kamu çıkarı’ açısından kamuoyunun denetimindedirler, ünlüler ise ‘ünlü’ olarak kendi istekleriyle özel hayatlarından vazgeçmişlerdir. Kürşad Tüzmen ‘göbeğimi içime çektiğim fotoğraf özel hayatıma ilişkindir’ diye dava açarsa ne olacak? KürşaD Tüzmen’in ‘göbeğini içine çektiği fotoğrafı da görmeyelim’ demeyin. Böyle bir fotoğraf bir politikacının ‘kişiliği’ hakkında bir bilgi vermiyor mu? Tehlikeleri görüyor musunuz?
GAZETECİ NASIL KANITLAYACAK
YASANIN BAKIŞI: 134/2 ile ilişkili 133’üncü madde de çok karışık. ‘Kişiler arasındaki aleni olmayan konuşmaları taraflardan birinin rızası olmadan bir aletle dinleyen ve kaydedeni’ ve ‘katıldığı aleni olmayan bir söyleşiyi konuşanların rızası olmadan kaydedeni’ ve de ‘bu konuşmaların basın ve yayın yoluyla yayınlanmasını’ altı aydan iki yıla kadar hapisle cezalandırıyor.
BENİM BAKIŞIM: Birçok gazeteci telefonda yaptığı görüşmeleri, bazen izin almadan, meslek uygulaması olarak kaydediyor. Ne olacak hepsini hapse mi atacağız? Bu maddeler daha çok ‘iftira’ olgusu ile ilgilidir. Gazeteciye ‘iftira’ atılırsa görüştüğü kişi ‘söylemedim’ derse, gazeteci nasıl kanıtlayacak? Birçok ikiyüzlü kişi, birçok yasalara aykırı olmayan ama kamu yararına haber nasıl günışığına çıkarılacak?
VURGUNCUYA GÜN DOĞUYOR
YASANIN BAKIŞI: Madde 267/1-9’da düzenlenen ‘iftira’ maddesinden sonra siz artık Türkiye’de soygunların, vurgunların ortaya çıkarılmasını unutun. Diyor ki bu madde ‘Yetkili makamlara ihbar ve şikayette bulunarak ya da basın yayın yoluyla, işlemediğini bildiği halde, hakkında soruşturma ve kovuşturma başlatılmasını ya da idari bir yaptırım uygulanmasını sağlamak için bir kimseye hukuka aykırı bir fiil isnat eden kişi bir yıldan dört yıla hapis cezası ile cezalandırılır.’
BENİM BAKIŞIM: Dünyanın her yerinde gazetecilikte yanlış yayın yapılabilir, suçsuz insanlar bu nedenle soruşturma geçirebilir. Ancak dünyadaki ve Türkiye’deki birçok yolsuzluk da vurgun da yasa dışı uygulama da gazetecilerin ‘iftiraları’ üzerine ortaya çıkarılmıştır. Eğer basından bir ‘ihbar’ haberi yapmadan önce yüzde 100 emin olmasını beklerseniz, söyler misiniz o zaman savcılara, hakimlere ne gerek kalır? Önemli olan ‘cevap ve düzeltme’ hakkının kutsallığıdır...
TÜRBANI SAVUNMAK SUÇ OLMAMALI
YASANIN BAKIŞI: 215’inci madde ‘İşlenmiş olan bir suçu veya işlenmiş olduğu suçtan dolayı bir kişiyi alanen öven kimse, iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır’ diyor.
BENİM BAKIŞIM: 218’inci madde de eğer bu işi basın yaparsa ‘ceza yarı oranında arttırılır’ diyor. Peki ne demek ‘işlenmiş’ suçu övmek? Ya biri ötenaziyi savunmak isterse? Ya biri türbanla üniversiteye girdikleri için disiplin suçu işleyenleri yazı yazıp avunmak isterse?
YASANIN BAKIŞI: 216’ıncı madde daha da tehlikeli, ‘halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır’ diyor. 218’inci maddede fiil basın yoluyla işlenmişse cezayı yarı tutarı oranında arttırıyor.
BENİM BAKIŞIM: Ne demek ‘aşağılama?’ türbandan söz ederken ‘sıkmabaş’ dersem ceza yer miyim? ‘Cumhuriyet kızları çarşaf giymeyin, çağdışı giysiler size yakışmıyor!’ diye yazarsam ceza yer miyim? Peki, dinsizleri aşağılamak niye suç değil? Böyle ‘belirsiz’ kanun maddesi olur mu?
KİME GÖRE MÜSTEHCEN
YASANIN BAKIŞI: Madde 226’da ‘müstehcen yazı ve sözleri yayınlayana’ altı aydan üç yıla kadar hapis cezası var.
BENİM BAKIŞIM: Sizce çok dindar bir kişiye bizim arka sayfa güzelinin ‘müstehcen’ gelmesi normal değil mi? Bana da o resimler yetmiyor, daha bir açık saçık olsunlar istiyorum. Kime göre müstehcen? ‘Pornografi’ demek istendi galiba... Çok tehlikeli çok...
YASANIN BAKIŞI: 84’üncü maddesine göre eğer gazeteci ‘başkalarını intihara alenen teşvik ederse’ 4 yıldan 10 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılabilecek. Yeni yürürlüğe giren 5187 sayılı Basın Yasası’nda ‘cinsel saldırı’, ‘cinayet’, ve ‘intihar’ olaylarını ‘haber vermenin sınırlarını aşarak’ ‘özendirici nitelikte’ yayınlamayı zaten yasaklıyor.
BENİM BAKIŞIM: Olması gereken de buydu. Peki şimdi ‘intihara teşvik’e hapis cezasına ne gerek var? Nasıl ölçülecek bu ‘teşvik’ olayı?
FELSEFESİ YOK
YASANIN BAKIŞI: Madde 288 ise ilk kez ‘Yargıyı etkileme teşebbüsü’nden söz ediyor. Cezası altı aydan üç yıla kadar hapis. Suç basın yayın yoluyla işlenirse ceza yarı oranında arttırılıyor.
BENİM BAKIŞIM: Yani daha mahkeme başlamadan hazırlık aşamasında bile savcı, hakim, bilirkişi ve tanıkları etkileyecek bir şey yazdın mı istikamet kodes... İnsaf! Evet, gerçekten insaf! Yeni Ceza Yasası değil basından intikam alma yasası! Yukarıda örneklediğim yasa maddelerinin mantığı ile ‘Asacaksın bir iki basın mensubunu bak bir daha yapıyorlar mı’ mantığının birbirinden pek farkı yok. Çünkü her ikisinin de arkasında bir ‘felsefe’ yok.
AÇIK TOPLUM DÜŞMANLIĞI
Demokratik bir toplum konuşma, yazma ve seyahat özgürlüğünün olduğu bir toplum demek. Gazetecilik standartlarına aykırı uygulamalara bakarak ‘intikam’ yasası çıkarırsanız, ‘açık toplum düşmanlığı’ yaparsınız. Hiçbir iktidar, muhalefeti sevmez... Ama demokrasi felsefesini özümsemiş bir politikacı kendine bir kişi muhalif olsa bile onun görüşünü açıklaması için zemin hazırlamak zorunda. Demokratik ülkenin tanımı belli... İktidardakilere en ağır eleştirileri getireceksin, ama sonunda ceza almayacaksın... Ya Türkiye? Bir kedi karikatürüne bile tahammülü olmayan bir Başbakan’ımız var. Yeni TCK döneminde neler olabileceğini düşünebiliyor musunuz?
ACILAR ÇEKMİŞ BAŞBAKAN
Başbakan Tayyip Erdoğan ‘acılar çekmiş biri olarak’ gerçekten demokratik bir topluma ulaşmayı amaçlıyorsa Yeni Ceza Yasası’nın uygulamaya girmesini engellemeli. Daha sonra da yasa maddelerini arkasına bir ‘iletişim özgürlüğü’ felsefesi koyarak yeniden ele alınmasını sağlamalı. Nasıl bir felsefe mi? Tabii özgür bir toplumu hazırlayan bir felsefe... Tüm iletişim özgürlüğü yasalarını gerçeğe ulaşmak üzere kurgulayacak bir felsefe. Örnek vereyim. ABD’deki tüm iletişim özgürlüğü yasalarının arkasında John Milton’un (Paradise Lost, 1944) bir sözü olduğunu bilir misiniz? İşte o söz: ‘Bırakın yanlış görüş dahil her şey dolaşıma çıksın, açık ve özgür bir toplumda gerçeğin galip gelmeyeceğini kimse bilemez...’
YANLIŞ GÖRÜŞ DE DOLAŞSIN
Bırakın sayın Başbakan yanlış görüş dahil her şey dolaşıma çıksın, kimse dilini korkak alıştırmasın, kimse yazdığı, çizdiği, söylediği yüzünden hapishanelerde sürünmesin... Türkiye’nin demokrasi dersi verecek Başbakanlara gereksinimi var. Siz o Başbakan olamaz mısınız? Lütfen sayın Başbakan... Çocuklarımız için...
Çekirgelik
Önce sosyalistleri götürdüler, sesimi çıkarmadım çünkü sosyalist değildim. Sonra sendikacıları götürdüler, sesimi çıkarmadım çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri götürdüler, sesimi çıkarmadım çünkü Yahudi değildim. Sonra beni götürmeye geldiler, benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı. (Martin Niemoeller)
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2005
Türkiye’de ‘Kavgam niye çok satıyor?’ tartışması yapıladursun, Kavgam kitabını okuyanlara ya da süs niyetine, ucuz diye alanlara Hitler’in kişiliğinin ayrıntılarını verecek bir film öneriyorum: Çöküş...Çöküş’te Bruno Ganz’ın çizdiği ‘klişelere uygun’ şahane Adolf Hitler tiplemesi mutlaka görülmeli. İkinci Dünya Savaşı’nın son günleri, Ruslar Berlin’e yürüyüşe geçmiş durumda. Hitler ‘kaçmam da kaçmam’ diye yarı sığınak yarı karargah türü mekanında direniyor. Cepheden gelen bozgun ve ihanet haberleri karşısında da bağırıyor, çağırıyor, öfkeden ter ter tepiniyor. Ganz’ın tam buralarda çizdiği, Parkinson hastalığından titrek hale gelen, zayıf, solgun yüzlü Führer tiplemesinden etkilenmemeniz ‘Demek 6 milyon Yahudi’ye kan kusturan, 50 milyondan fazla insanın ölümüne neden olan kasap Adolf Hitler buymuş’ dememeniz mümkün değil. Çöküş tam bir tarih dersi aynı zamanda. Anımsarsanız Steven Spielberg ilk kez ‘Schindler’in Listesi’nde gaz odalarının içine girmeye cesaret edebilmişti. Şimdi de 2002’de Deney filmindeki Stanford hapishanesi deneyi metaforuyla Hitler’e gönderme yapan yönetmen Oliver Hirschbiegeli (OH) Führer’in Berlin’deki sığınak karargahına inmeyi beceriyor. OH, savaşın son günlerinde, Hitler’in Münihli özel sekreteri Traudl Junge’nin gözünden karargahta olan biteni dramatik bir şekilde anlatıyor. Rusların Berlin’i kuşatmasıyla sıkışan Führer, sevgilisi Eva Brown’la evleniyor ve birlikte intihar ediyorlar. Verdiği emir üzerine de üzerlerine benzin döküp yakılıyorlar. Yıllarca kendini Führer’e adamış birçok ‘Evet efendim sepet efendimci’ general, SS subayı, hizmetkar da aynı yolu seçip birer birer intihar ediyorlar. Hitler’in propaganda makinesi Goebbels’in intihar hazırlığı da filmin görülmeye değer yanlarından biri. Filmin anlatıcısı Traudl Junge intihar etmiyor. Filmin sonunda yer alan röportajında Hitler’e hizmet etmiş olmanın pişmanlığını hálá içinde bir yerlerde duyduğunu anlıyorsunuz. Junge kafalarda şu soruyu bırakıyor: ‘Gençlik mazeret mi? Gerçek gençlikte bulunabilir mi?’ Acaba Hitler bugün yaşasaydı ne derdi? Üstelik o milyonlarca insanı katlettiğinde oldukça yaşlıydı. Hitler’in mazereti de yoktu. Çöküş’ü mutlaka izlemelisiniz. Çöküş geleceğe miras bırakılan çok güçlü bir belgesel.Başbakan formülündeki önemli eksikAdem Özbay ve Ö. Faruk Reca, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın her okul açılışında tahtaya yazdığı ‘Oku, Düşün, Uygula, Neticelendir’ sözcüklerinden yola çıkarak ‘Tayyip Erdoğan’ın Başarı Sırrı’ isimli bir kitap yazmışlar. Özbay ve Reca’ya göre Başbakan Erdoğan’ın tahtaya yazdığı başarı formülü, insanlara hedeflerini gerçekleştirmek için yapmaları gerekenleri gösteriyor:OKU: İş hayatında ve özel hayatında nasıl başarılı olabileceğini gösteren kitaplar oku.DÜŞÜN: Bu kitaplardan öğrendiklerini şirketine, işine, özel hayatına nasıl uygulayacağını düşün.UYGULA: Bunları düşünmekle yetinme, işine ve kendine uygula.SONUÇLANDIR: Uygulamaya başladığın bir şeyi, sonuç alıncaya kadar takip et, yarıda bırakma.Yazarlar diyor ki; ‘Bu formül çevik ve başarılı bir lider olmak için kullanışlıdır’. Ne kadar yanlış. Bu formül bir bilimsel yönetimin en önemli ayağını içermiyor bir kere. Sonuçları ölç! Türkiye’nin en büyük yönetim sorunu da bu. Herkes bir şey yapıyor ama sonuçları ölçen, sonra kararları düzelten yok. Örnek verelim. Sigarayı yasaklayan kanun çıkalı yıllar oldu, hani nerede araştırmalar? Hani nerede sonuçlar? Duble yol yapma kararı verileli yıllar oldu. Nerede sonuçlar? Başbakan’ın temelini attığı bir duble yol niye çöktü acaba? Eğer sonuçları ölçmezseniz istediğiniz kadar okuyun, düşünün, uygulayın, sonuçlandırın mükemmele ulaşamazsınız. Sizce Türkiye mükemmele ulaşmış gibi mi görünüyor sayın yazarlar! Kızkulesi Türkiye’yi aşmış artıkGeçen hafta bizim ekip Kızkulesi’ndeydi. Pelin, Necati, Mete, Dilge... Bu arada ekibe yeni katılımlar oldu. Ahmet Hamoğlu ve sevgili eşi Özlem Hamoğlu, sonra Ferruh ve Tuğba... Kızkulesi’nde doğum günü partisinin tadına doyum olmuyormuş. Kızkulesi tıklım tıklım zaten, iğne atsan yere düşmüyor. Üroloji kongresi nedeniyle dünyanın dört bir yanından gelen proflar, doçentler kurulmuşlar sandalyelerine, Kızkulesi’nde Türkiye’nin keyfini çıkarıyorlardı. Ne kutsal bir mekan bu Kızkulesi Tanrım! Atmosferinde insana tarif edilmez duygular yaşatıyor. Türkiye, Ahmet Hamoğlu’na Kızkulesi’nin tüm görkemini ortaya çıkarıp dünya insanlarına armağan ettiği için binlerce kere teşekkür etmeli. Hatta bence tüm dünya insanları teşekkür etmeli. O gece baktım Kızkulesi Türkiye’yi çoktan aşmış, dünya insanlarının küresel tarihin tadına doymaya çalıştıkları bir buluşma noktası olmuş. Tarihe doyarken içtiğim şarabın ve yediğim soslu dil balığının da tadına doyamadığımı belirteyim. Tabii bir de müzikleriyle dinlemeye doymadığımız Zeynep ve grup Leandros var. Yeri gelmişken Pelin ve Necati’nin ev değiştirme hazırlığı yaptıklarını da belirteyim. Pelin ustalardan şikayet etti durdu. Yandık! Evlerine geçseler de kurtulsak. CUMA İTİRAFIKocasınındelisi Cinsiyet: Kadın Yaş: 33 İl: İstanbul 10 yıldır evliyim. 1) Bugüne kadar eşimle sevişmediğimiz gün sayısı (muayyen dönemlerim hariç) en fazla 15’tir. 2) Evlenmeden önce başka ilişkilerim olmuştu. Seksten hiç zevk almıyordum. Şimdi ise aklımda sürekli seks var. 3) Evlendiğimden beri 6 kilo verdim. Vücudum sıkılaştığı için yaklaşık 2 beden inceldim. 4) Evlendiğimde diz kapaklarıma kadar inen selülitlerim vardı. Şu anda hepsi geçti. 5) Birkaç küçük iş seyahati dışında birbirimizden ayrı hiçbir yere gitmedik. 6) Bizi gören herkes iki insanın nasıl bu kadar mutlu olduğunu düşünür. Ama aslında bizim de kavgalarımız oluyor. Sadece küs kalmayı başaramadığımız için kısa sürüyorlar. 7) Kocamı aldatmayı asla düşünmedim. Zaten yatakta ondan daha iyi olabilecek başka bir erkeğin varlığından da şüpheliyim. Yorum: Gördüğünüz gibi arkadaşlarımız 3650 günün 3635’ini sevişerek geçirmişler. Ne evlilikler var değil mi? Şimdi arkanıza yaslanın ve kendi performansınızı düşünün. Hangi yolu seçmek istersiniz? Köprü, harakiri, tren altı, fare zehiri... Ne diyordu birileri? Aşk olmadan seks olur, ama seks olmadan aşk olmaz. Karar sizin. CUMA PARILTISINe zamandır Cuma Parıltısı’na yazacak değerde fıkra bulamıyordum. Sağolsun Zafer Köken isimli okurum bir tane göndermiş. Çok güldüm, sizi de güldüreyim dedim:‘Bir mümin öbür dünyaya gitmiş. Temiz ve günahsız bir adam. Hemen cennete almışlar. Cennet, sakin ve sessiz bir yer. Bir iki hafta sonra adam sıkılmış. Meleğe gidip sormuş: - Cehennemi ziyaret edebilir miyim? Melek: -Tabii... Sana hemen bir gidiş-geliş pass hazırlayalım demiş. Adam cehenneme gitmiş. Kapıdan girer girmez ağzı bir karış açık kalmış. Adamın biri rahatça uzanmış. Buz gibi birasını içiyor. Karşısında televizyon. Kucağında da bir kadın. Adam cennete dönünce meleğin karşısına çıkmış: -’Anlayamadım’ demiş ‘Hani cehennemdekiler azap çekiyorlardı?’ Melek yanıt vermiş: - Bak her şey göründüğü gibi değildir. İşin aslını öğrenmelisin: Adamın içtiği bira alkolsüz, seyrettiği televizyon Suudi Arabistan televizyonu ve kucağındaki de karısı....CUMA TAKINTISIİlkim Öz, Mart 2004’te piyasaya çıkardığı ‘Erkekler Neden Evlenir?’den sonra şimdi de Dünya Kadınlar Günü’nde ‘Kadınlar Neden Evlenir?’i piyasaya çıkardı. Bir bakıma tencere yuvarlandı kapağını buldu. İlkim Öz, Hacettepe mezunu bir psikolog. Her iki kitaptaki öyküler de sonlandırılmış gerçek terapileri öykülerinden oluşuyor. Bu hafta sonu ‘Kadınlar Neden Evlenir?’ kitabına takarsanız çok iyi olur. Kadınlar zaten kendilerini tanıyorlar. Özellikle erkeklerden ricam bu hafta sonu ‘Kadınlar Neden Evlenir?’i okumaları. Böylelikle belki biraz olsun kadınların duygu bedenlerinin fiziksel bedenlerinden daha incinebilir olduğunun farkına varabilirler. Özellikle ‘Kocam Yüzüğü Taktı, Aşkı Attı’ bölümüne de dikkat.. CUMA LAKIRDISIİngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth, İngiliz müzik sektörünün onuruna, rock müziğin mit haline gelmiş sanatçıları Brian May, Jimmy Page, Eric Clapton ve Jeff Beck’i huzuruna kabul etmiş ve onlara sormuş: ‘Ne iş yaparsınız?’
button
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2005
<I>G</I>eçen hafta ‘Hande Ataizi’nin 24 saatlik evliliğinin üzerinden iki, iki buçuk ay geçti.. İki aydır da kendinden 8 yaş küçük Mert İncekara ile birlikteymiş, hatta nişanlanmışmış.. Garipsedim.. Acaba İstanbul’da bir yerlerde Ataizi’nin bildiği bir ‘damat adayları seç beğen al sergisi‘ var da, bu sergiden bizim haberimiz mi yok!’ diye yazmıştım.
Salı günü bizim Kelebek’te Armağan Çağlayan arkadaşımızın Hande Ataizi ile ropörtajı vardı.
Çağlayan, Ataizi’ne sormuş:
- Belki de sizin çok eleştirilen sevgili seçiminizin kökeninde ‘baba’ duygusunu tanımamanız vardır. Mesela en son Sayın Ali Atıf Bir eleştirdi sizi sevgili seçimleriniz sebebiyle.
Ataizi’nin yanıtı şöyle..
- Kimdir Ali Atıf Bir? Ne iş yapar? Kaç yaşında bir insandır? (Ali Atıf Bir’in Hürriyet ve Kelebek gazetelerinde yazılar yazdığını ve A.Ü’de dekan olduğunu söylüyorum) Bütün hayatımız doğru seçimler üzerine mi kurulu? Kime göre doğru? Neye göre doğru? Ali Atıf Bey’le çok ortak noktalarımız olduğu gibi, çok ayrılan taraflarımız da vardır. Hayat anlayışı, beklentiler. Beni tanımadan bana önyargılı olarak yaklaşması yanlış değil mi? Benim yanımdaki insanı hiç tanımıyor ki. Koskoca dekan olmuş bir insanın bu önyargılı yaklaşımını anlamıyorum. Dekan olmuş birisi bana bunu yaparsa, demek ki başkaları yaptığında çok daha normal karşılamam gerekiyor.
Tüm ropörtaja baktığınızda da Hande Ataizi hırslı bir kadın olmadığını, nereye geldiyse yetenekleriyle geldiğini söylüyor.. Hatta ropörtajın bir yerinde de Çağlayan şu soruyu sorduğunda:
- Siz bir Altın Portakal ödülü ile bu piyasaya girdiniz, sonra Hülya Avşar’a rakip gösterildiniz. Bu şans mı şanssızlık mı?
Hande Ataizi şöyle yanıt veriyor
- Altın Portakal benim yeteneğim ile elde ettiğim bir şey. Hülya Avşar’la yan yana konulmak ise dezavantaj herhalde. İstemem de böyle bir şeyi! Benden yaşça da çok büyük, tecrübe olarak da benden çok deneyimli, farklı kulvarda, çok daha fazla filmler çekip, başka bir yaşantı içinden gelmiş birisi Hülya Avşar. Ama hep elma ile armudu yan yana koyup, çarpıp bölme gibi bir merak var insanlarda. Herkes birbiriyle kıyaslanacak ki polemik oluşsun!
Yukardaki ‘garipsemeyi’ yazarken ne Hande Ataizi’nin geldiği yeri, ne yeteneğini, ne de sevgilisinin yaşının küçüklüğünü sorgulamak gibi bir amacım vardı. Sadece 24 saat süren bir evlilikten sonra ‘geçişin’ hızlı olduğunu ve Hande Ataizi’nin inandırıcılığını yitirmek üzere olduğunu vurgulamak istedim... Ama madem Hande Ataizi çanak tuttu, biz de Armağan Çağlayan’ın Ataizi’ne sormadığı bazı soruları sormaktan geri durmayalım:
- Sayın Hande Ataizi, Mum Kokulu Kadınlar filmindeki oyunculuğunuzla 1996’da Altın Portakal aldığınızda, jüri üyesi Erden Kıral sevgiliniz miydi, değil miydi?
- Erden Kıral sizin Altın Portakal’a ‘layık olduğunuzu’ jüri üyelerine defalarca anlattı mı, anlatmadı mı? (Buna bir çeşit ‘baskı’ da denilebilir mi ki?)
- Erden Kıral’ın ısrarları üzerine jüri üyeleri Yasemin Alkaya’nın yanında size de ödül verilmesine karar verdi mi, vermedi mi?
- O sırada biri dışında tüm jüri üyeleri sizin Erden Kıral’ın sevgilisi olduğunuzu biliyor muydu, bilmiyor muydu?
Yoksa bu önyargılarımı, pardon soruları Erden Kıral’a mı sormalıydım.. Köşem her tarafa açık.. Önyargılarımdan sıyrılmak istiyorum..
Hem Anadolu, Hem Özilhan kazandı..
Bugüne kadar Çırak ve Anadolu Grubu İcra Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’la ilgili bilerek bir şey yazmadım. İlk bölümü izleyeyim, ortaya ne çıkmış göreyim, sonra yorumlayayım istedim. ‘Kestane satışının’ yapıldığı ilk bölümü merakla izledim, şimdi gönül rahatlığıyla yorum yapabilirim.
Her şeyden önce Özilhan’ı cesareti için kutlamak istiyorum. Kim ne derse desin Özilhan’ın Çırak’ta yer alma davranışı çok cesurca.. Özilhan, Çırak’lara risk almayı öğretiyor ama daha baştan Çırak’ta, büyük risk alarak, kazanan kendisi.
Çırak’taki Türkiye yorumunda eleştirilecek noktalar yok mu? Var. Ama kimse ‘Çırak’ta yer alarak Tuncay Özilhan hem kendine hem Anadolu Grubu’na zarar veriyor’ diyemez. Aksine Özilhan, Çırak’ta hem kendi adına hem de Anadolu Grubu adına büyük değer katıyor. Şu anda Çırak’ın nasıl bir rating seyri izleyeceğini tahmin etmek oldukça zor. Ancak Özilhan konusunda yanılmadığımı sonraki bölüm yayınlandığında göreceksiniz.. Çırak yorumlarım devam edecek.
Baydı..
Yeni medya bombasına göre iki İngilizce şarkısıyla ‘single’ yapan Kenan Doğulu, Tarkan’a çalım atacakmış... Vallahi de billahi de medyamızın bu birilerini Tarkan’a çalım attırma merakı baydı. Arkadaşlar Tarkan’ın çalım yemeye falan niyeti yok, hatta Mustafa Sandal, Kenan Doğulu, Tarkan’ın umrunda değil. Tarkan’ın stratejisi belli. Ulaşılamaz olacaksın, üç dört yılda bir bir albüm çıkaracaksın, aralarda yıllık reklam anlaşmaları yapıp nakit akışını dengeleyeceksin, o arada reklam anlaşması yaptığın markalara konserler yapıp hem hayran bağlantılarını eksik etmeyeceksin, hem de konser maliyetlerini garantileyeceksin. Var mı çalım atacak dediklerinizin arasında Tarkan’ın yaptıklarını yapabilen? Tarkan gerçek bir marka.. Ama niye parfümü satmadı, iyi araştırsa iyi olur..
Kutlarım..
Sezen Aksu’nun ‘Unplugged’ konserini Lütfi Kırdar’da mutlaka izlemelisiniz. Burada özellikle sahne ortamını (dekoru diyemeyeceğim) hazırlayan Kervan Çeyiz’i kutlamak istiyorum. Sahneyi o kadar sıcak, o kadar samimi bir hale getirmişler ki sanki Sezen Aksu evinde arkadaşlarına şarkı söylüyor gibi bir hava oluşmuş.. Bu arada Kervan Çeyiz’in dekor sponsorluğu da konserin içine mükemmel bir şekilde yerleştirilmiş. Sezen Aksu iki lafın arasına ‘Reklamdan falan anlamam’ diye Kervan Çeyiz’i hatta şubelerini öyle bir sıkıştırıyor ki, reklamları zapt eden diğer ünlüler eline su dökemez! Sezen bir de reklamda oynasa ortalığı kasıp kavuracak demek ki.. Niye oynamaz ki..
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2005
<B>GEÇEN </B>hafta Pazartesi günü ?Haydi bakalım sizin de hayatınıza kılavuzluk eden öğütler var mı, yazın da ortaya karışık bir öğüd tabağı yapayım? demiştim. Hafta boyunca gelen öğüdlerin ardı arkası kesilmedi. Ne öğüd meraklısıymışız da benim haberim yokmuş! Neyse, alın sizin için seçtiğim karışık öğüd tabağı:
Arkadaşını almaktansa yanına almaya gayret et (Ziya Bayer, Çevre Sağlığı Ticari Müdür 33).
Öğüt veren, sözle öğüt verenden iyidir (Mevlana) (Murat Lakay).
Eğer birgün yolunuzu kaybederseniz bir çocuğun gözlerinin içine bakın. Çünkü bir çocuğun bir yetişkine her zaman verebileceği üç şey vardır: 1) Nedensiz yere mutlu olmak 2) Her zaman mutlu olabilecek bir şey bulmak 3) Ve elde etmek istediği şey için var gücüyle dayatmak (Paulo Coelho) (Murat Lakay)
Hayatında yaptığım tek şey var; Doğru insanları işe aldım ve işlerine karışmadım (John D. Rockefeller) (Naci Üstün- Nortel Netaş).
Sınırlarını Genişlet (Mehtap Erdallı)
Hedefsiz ve plansız şirket, dümensiz gemiye benzer. (Hüseyin Ak)..
Para var diye harcanmaz. (Avukat Aytekin Gürbüz)
Yaparken mayın tarlasında cesaretle yürümeyi öğrenmelisin, öğrenmesen de cesaretli isen hayat sana öğretecektir. (Avukat Aytekin Gürbüz)
Yanında güvenebildiği, sonuna kadar destek olan, yanından hiç ayrılmayıp birgün kaçıp gitmeyecek ve de tutumlu bir kadın olan her erkek mutlaka başarılı olur (Avukat Aytekin Gürbiz).
Acı acıya su sancıya iyi gelir (Zeynep Turgut)
Dişi iri, benzi sarı, gözü gök, k..çı yere yakından kork (Zeynep Turgut).
iti ısırmaz (Zeynep Turgut)
Sahip oldukların konusunda mütevazi ama sakın övünme, sadece çok çalış ve iletişimi ihmal etme (Nevin Öztürk, Dinamik Gümrük Müşavirliği).
Bir koltukta iki karpuzla yürünmez (Pınar Bagıbala).
Doğruyu hergün bir kez daha ara çünkü o daima seyahat halindedir (Eray Şen ? Gazeteci)
En küçük gelişmeyi bile övün. Beğenilerinizde içten, övgülerinizde cömert olun (Dale Carnegie-Oytun Meçik)
Yaşat, kazanç nasıl olsa gelir (Ahmet B. Pirahmetoğlu)
Olan ne kadar çok şeye sahip olduğun değil, ne kadar az şeye ihtiyaç duyduğundur (Ahmet B. Pirahmetoğlu)
Hesabını iyi tut, seninle çalışanlara elin ve gönlün açık olsun (Züleyha Aksöyler)..
YÖNETİM ÖYKÜSÜ
Gelin, şimdilik bu öğüd konusuna burada bir nokta koyalım. Bu yazıyı da Gülgün Yeletayşi isimli okurumun gönderdiği bir yönetim öyküsü ve yönetim öğüdü ile bitirelim:
Hayvanlar bir gün kim daha çok çocuk doğurabilir diye çekişmeye başlarlar. Hep birlikte dişi aslana gidip sorarlar.
- Sen kaç çocuk doğurabilirsin
- Bir, diye yanıtlar aslan ve devam eder: Fakat ben aslan doğururum..?
ders: Nitelik, nicelikten önemlidir. Size son öğüdüm bu, ne yaparsanız yapın, hangi yaşda olursanız olun kendinize yatırım yapın, niteliğiniz arttırın..
Düşlemek bilmekten daha önemlidir (Albert Einstein)
Yazının Devamını Oku