Ali Atıf Bir

Müjdat Gezen üniversite mi kurdu?

3 Kasım 2005
Salı Günü Kelebek’te Büşra Bozok’un Müjdat Gezen’le yapmış olduğu röportajı okurken bir cümle dikkatimi çekti. Gezen, ödül alan öğrencilerinden söz ederken ‘Onlara verdiğimiz 4 yıllık emek boşa gitmedi’ diyordu. Kafam karıştı. Gezen’in okulunu sadece bakanlıktan izinli, sertifika veren bir tiyatro kursu sanıyordum. Hemen internete girdim, baktım.

Ohoooo. Müjdat Gezen Sanat Merkezi işi epeyce ilerletmiş, resmen bir devlet konservatuvarı, hatta bir iletişim fakültesi kıvamına getirmiş. Konservatuvar, Radyo Okulu, Akşam Okulu, Genç TV Sinema Sanatı Okulu. Üstelik bazı öğrenciler burslu.

Gerçekten kafam karıştı. Dört yıl okuyan bu gençler devlet tarafından hálá lise mezunu mu sayılıyor? Peki niye lise mezunu sayılacakları yere dört yıl devam ederler?

MSM öğrencilerinden erkek olanlar askerlik erteletebiliyor mu? Yüksek lisans eğitimine devam hakları var mı?

Devrim Tarihi, Türk Dili ve Temel Bilgi Teknolojileri derslerini zorla almak zorundalar mı?

Dört yıllık bir bölümün devamı için MSM en az üç doktoralı uzman bulundurmak zorunda mı?

Yanlış olan neresi? Eğitim paradigmalarını değiştirecek olan kim?

A) Geleneksel eğitim kurumları

B) Müjdat Gezen Sanat Merkezi

C) Her ikisi de

D) YÖK

E) Milli Eğitim Bakanı

F) Eğitim şart!

TRT rejimi koruyor merak etmeyin..

Vatan’da Mustafa Mutlu, TRT’nin nasıl tarikatlar eline geçtiğini, bir bir ortaya koyuyor.

TRT’de ise sular bir türlü durulmuyor. Sanki birileri sular durulmasın da karambolde TRT’de istediğim gibi at oynatayım der gibi..

Bu karambol biraz daha sürerse, TRT ekranlarından cihat bile ilan edilebilir, sakın şaşırmayın.

Aslında niye şaşırasınız ki. Her şeye o kadar alıştınız ki, size bundan sonra cihat çağrısı neylesin!

Hem ne diyor sayın Süleyman Demirel, ‘Demokrasilerde rejim sadece halkın koruması altındadır. Halkın sahipliği başka organlara devrettiği ülkelerde rejim işlemez.’ O yüzden endişeye yer yok. Halkın televizyonu rejimi koruyor, hepsi bu.

Erman Toroğlu’ndan özür dilesem, yeri..

Futbol Federasyonu Merkez Hakem Kurulu Başkanı Ufuk Özerten haftalık olağan basın toplantısında,

‘Hakemlerimizin en büyük problemi yürek ve beyin arasındaki hatta ortaya çıkıyor. Bu problemin yaratılmasında futbolun tüm yardımcı unsurları ve onlardan biri olan medya ve diğerlerinin etkisi olduğunu düşünüyorum’ demiş.

Demiş de ne demek istemiş? Yürek ve beyin arasındaki hat! Tüm yardımcı unsurlar! Medya ve diğerlerinin etkisi.

Böyyük laflar! Özerten mutlaka önemli bir şeyler söylüyor ama ne dediğini anlamak mümkün değil.

Özerten devam etmiş: ‘Cem Papila, oyunun büyük bölümünde başarıyla yönetim gösterdi. Penaltı pozisyonu hakkında herkesten ayrı görüş çıkıyor. Kimine göre kesin penaltı, kimine göre değil. Bizim, bu penaltı olayının, hakem takdiri olduğunu öğrenmemiz gerekiyor. Penaltıları tartışmadığımız gün belirli bir çizgiye gelmiş olacağız. Ama Cem Papila, Appiah’a ikinci sarı kartı göstermeliydi.’

Hoppala.. Ne oldu hakem takdirine? Papila saniyenin bilmem kaçta birinde durumu sarı kartlık değerlendirmemiş ve ikinci sarı kartı vermemiş.

Şimdi Papila’ya sahip çıkıp, sonra da gereksiz yere töhmet altında bırakmanın gereği ne!

Özertem’den incilere devam: ‘Biz hedefe giden bir geminin içindeyiz. Yoldayken geminin parçasını değiştirme şansımız yok. Bizim elimizde daha iyi, yürekli ve kapasiteli hakemler var da sanki biz yan sanayiden hakemleri getirip ortaya sunuyoruz...’

Bu ne demek şimdi.

Özertem, ‘Hakemlerimiz kötü, yüreksiz ve kapasitesiz’ demiyor mu? ‘Elimizdeki mal bu, yapacak bir şey yok’ demeye getirmiyor mu?.

Özertem’in söylediklerini okuyunca, Erman Toroğlu’ndan özür dilemem gerektiğini düşündüm.

Toroğlu’nun Maraton’daki saldırgan yorumlarıyla hakemlere duyulan güveni katlettiği, futboldaki şiddetin de nedeni olduğunu yazmıştım.

Galiba yanılmışım.

Böyle Merkez Hakem Kurulu Başkanları olduğu sürece, hakemlere duyulan güvenin yok edilmesi için Erman Toroğlulara ne gerek var?
Yazının Devamını Oku

Aileler uyarılmalı

1 Kasım 2005
Maskeli Beşler filmini daha görmeden, tanıtımlarındaki bilek hareketi nedeniyle sizleri uyarmıştım. Söz konusu film 7 yaşından küçüklere yasaklandı. Oysa Maskeli Beşler gibi film için yasak getirmek yanlış. Aileler filmde uygun olmayan dil ve hareketler bulunduğu konusunda uyarılsa yeterdi. Yaş sınırı da bence 7 değil, 13 olmalıydı.

Maskeli Beşler yazısından sonra, filmlere ‘uyarıcı işaretleme sistemi’ getirme konusunu destekleyen çok sayıda mesaj aldım. Gelen tüm mesajları temsilen Bursa’dan Kimya Mühendisi okurum Ekrem Hayri Peker’in görüşlerini sizinle paylaşmak istiyorum:

‘Dünkü (27 Ekim) Beş Silahşörler yazınızı okuyunca, nihayet sesimi belki kamuoyuna duyurabileceğim bir köşe yazarı dedim ve bu satırları yazdım.

Sayın Bir, filmlere, dergilere ve kitaplara yaş sınırı getirilmeli.

Avrupa’yı bilmiyorum ama ABD’de filmlerin yaş grubuna göre sınıflandırıldığını biliyorum.

Yasakçı değilim, ister porno seyretsinler, ister başka şey, kişi özgür olmalıdır. Ama yetişme çağında olan çocuklar için bir şeyler yapmalıyız.

Yaşadığım iki örneği vermek istiyorum. Bol yıldız dağıtan eleştirmenlerimizi dinleyerek gittiğim üç örneği vermek istiyorum.

Sun City (Suçlular Şehri) baştan aşağı şiddet dolu. Kill Bill filmi de aynı şekilde kandan geçilmiyor. Diğer filmde şiddet yok, açık sahne yok. Ama diyaloglar müthiş üç yıldızlı. ‘Closer’daki (Kapıların Ardında) diyaloglar, kulaklarıma kadar kızarttı beni, dehşete düştüm. Film eleştirmenleri anlaşılan maaşlı eleman. Olumlu şeyler yazmak durumundalar.

Oğlum veya kızımla gidebilirdim. Ne hale düşerdim gözlerinde...

Çok reklamı yapılan bir İtalyan kadın yazar vardı. Ülkemize kızıp (bir basın davasından) az daha gelmiyordu. Basın özgürlüğü yok diye! Merakla kitabını okudum. Bilhassa okumamız için, fiyatı beş milyon. Kitabın adı ‘Yatmadan Önce Yüz Fırça Darbesi...’

Okudum, yaşım 51... Neler gördük, yaşadım. Bayanın kitabını lise yıllarında okusaydık, bayağı iş görürdü, banyoda!

Haydi biz kazık kadarız. Yalnız yaşayan ve yeğenini okutan meslektaşım (kimya mühendisi) bayan lise birde okuyan yeğeni isteyince bu kitabı almış.

Yeğen kitap okuma aşkıyla sarılmış ama hayalkırıklığına bakın.

Kitap poşetli, hálá uyaran yok.

Lütfen yaş sınırı getirelim, aileleri kültürel ürünlerin içerikleri konusunda uyaralım.
Olumsuzluklar doğal gibi sunulmasın.

Birisine yaptığınızda yargılanabileceğiniz bir eylem, bir terbiyesizlik, nasıl bir film ilk sahnesi olarak seyirciye gösterilebilir?

Lütfen bu çığlığı duyurun!’

Ben mi istifa edeyim

Kadından ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu, Malatya’daki çocuk yurdundaki çocuklara işkence olayında ‘Benim sorumluluğum yok’ dedi, çekildi köşesine..

Başbakan Tayyip Erdoğan da, Çubukçu’nun üstüne giden medyaya kızıp ‘Büyütecek bir şey yok, abartmayın’ diyerek Bakan’ına sahip çıktı.

Bravo... Bravo... Bravo... Birkaç çocuğa kakası yedirilmiş, sıcak suyla haşlanmış, bir o kadarı da dayaktan gebertilmişse ne olmuş yani?

Koca Bakan birkaç çocuk için harcanır mı? Üstelik ortada ölü falan da yok..

Haydi beş altı yüz çocuk ölse Nimet Çubukçu’yu sorumlu tutalım. Böyle bir şey de yok! Günlük her yerde olabilecek çocuk işkencesi işte! Hem bir Bakan taaa Malatyalarda bir çocuk yuvasında olan biten hakkında nereye bakabilir ki? Baksa da nereyi görebilir ki.

Olay Ankara’da bir yuvada olsa neyse.

Bakan o zaman bakar, hatta gider görür.

Gerçi bir Bakan, Ankara’da olan bir olayı da göremez.

Bu olay mahallesindeki bir yuvada olacak ki işte o zaman hemen müdahale edebilsin. Hatta o bile zor. Belki oturduğu evin yanında bir yuvada böyle bir olay olsa eve girip çıkarken bakar, işkence ver mı yok mu görür..

Hatta Bakan onu da göremez. Nereden görsün? Koca mahalle. Olay evinde olacak ki görsün, önlem alsın, denetim sistemi kursun.

Hatta bir Bakan eve uğramadığı için onu da göremez ki. Bakanların o ülke senin, bu ülke benim gezmekten evlerine uğradıkları mı var..

Peki Allahaşkına sayın söyleyin bu Bakanlar neye bakarlar? Bakıp da bir şey göremiyorlarsa, niye Bakanlar?

RTÜK ne yapar

Bildiğiniz gibi ‘Herbie Tam Gaz’ filminin başrolünde bir VW kablumbağa oynuyor. Çok yakında Herbie televizyonlara da damlar. Sizce RTÜK Herbie filmini oynatan kanallara ‘ürün yerleştirme var’ diye ceza uygular mı?

Bence uygulamamalı. Bu filme ceza meza az. Televizyonlarda Herbie’yi hiç oynatmamak lazım.

Nesini oynatacaksın ki, zaten filmde ürün başrolde, film yerleştirme!

RTÜK’ün bu kez işi zor.
Yazının Devamını Oku

Hürriyet Hürriyet’tir

31 Ekim 2005
FATİH Altaylı benim ‘Hürriyet her şeydir’ reklam kampanyasını eleştirmemi bekliyormuş ama ben atlamışım. Bakmış ‘yazmayacağım’ oturmuş kendini ‘nöbetçi reklam ve iletişim uzmanı’ ilan etmiş ve Hürriyet reklamını yorumlamış... Hürriyet reklamını daha önce yorumlamamamın bir nedeni yok. O da yorumlamadığım diğer reklamlardan biri. Aynı konseptini beğenip uygulamasını beğenmediğim ‘Ayna’ konseptli Sabah reklamı gibi..

Madem istek var, sevenlerimi kırmayıp Hürriyet’in yeni reklamına da değineyim.

Hürriyet’in yeni kampanyası açık içerikte (manifest content) ‘Hürriyet her şey’dir dese de, Hürriyet’in var olan değerleri kapsamında asıl geçen mesaj şu: ‘Hürriyet’te geniş bir yelpaze içinde her şeyden vardır. Hürriyet de zaten bu nedenle Hürriyet’tir.’

Anlayacağınız Hürriyet bu reklamda bir şey ‘olmaya’ çalışmıyor. Hürriyet’i Hürriyet yapan, onu en yüksek fiyattan en çok sattıran, onu ‘jenerik’ marka yapan en önemli özelliğini pekiştiriyor. Bu Hürriyet gibi kitle gazetesi için izlenebilecek en doğru mesaj stratejilerinden biri..

Mesajı bir tarafa bırakırsak Hürriyet kampanyasının söyleyiş biçimini fazla ‘öğretici’ bulduğumu söyleyebilirim. Reklam mesajı ilk izleyişte iletiyor, ikinci izleyiş daha eğlenceli oluyor ama üçten sonra ‘beğenilirlik’ sorunlu hale geliyor. Teknik olarak söyleyecek olursam reklamın tekrar tekrar izlenme değeri biraz sorunlu. Raketlerdeki açıkhava uygulamayı ise beğenmedim. Çok yazı açık hava reklamcılığının doğasına aykırı..

Sütaş’a yapılanları unutmayalım

ANIMSARSANIZ Sütaş’ın ineklerinin kendilerini ‘aynı şekilde‘ çok fazla tekrar ettiğinden yakınmıştım. ‘Sütaş’ın sırrı’ kampanyası tam da yakındığım konunun ilacı. Sütaş yine ‘doğallığını’ inekleriyle vurguluyor ama bu kez söyleme biçimi farklı. Yaratıcı strateji değişti. İşin içine çok güzel bir mizah girdi. Zehir hafiyeler ‘durum komedisini’ andıran öykülerle Sütaş’ın değişik ürünlerdeki sırlarının peşine düştü... Ana marka mesajı tüm ürünlere başarılı bir şekilde yayıldı.

Sütaş’ın reklam yatırımlarındaki tutarlığına ve sürekliliğine hep şapka çıkarmışımdır. Bu kez de ana mesajını değiştirmeden aynı şeritte bir fırça darbesiyle iki adım öne geçmesine şapka çıkarıyorum.

YAKIŞMIYOR

Sütaş’tan söz edince 1999 Ekim ayında Sütaş’ın başına gelenleri anımsadım. O ay, Star Gazetesi aracılığıyla Uzan grubu kendilerine reklam vermediği için Sütaş ürünlerine yönelik iğrenç bir karalama kampanyası başlatmıştı... Hem de ne karalama. Bu karalamanın nasıl etkilere yol açtığını da en iyi Yiğit Şardan bilir. Sütaş’ın reklam kampanyalarını yürüten Yiğit Şardan Uzanlara karşı Sütaş markasının zarar görmesini engellemek için büyük çaba göstermişti.

O günlerde reklamcılar, reklamverenler, Uzan Grubu dışındaki sağduyulu medya da karşılarındaki ‘Uzan Korku İmparatorluğu’na rağmen Şardan’a destek oldu. Birçok köşe yazarı rekabet ekonomisine hiç de yakışmayan bu olayı lanetledi... O günler de ben de Şütaş’a yapılan çirkin davranışı kınamak için üst üste iki yazı yazdım. Onları bindikleri kestikleri için uyardım. Dinlemediler, neler olduğunu gördük.

Son günlerde öğreniyorum ki reklam sektöründe Uzan Grubu’na özgü yöntemler yeniden hortlamaya başlamış. Anlaşılıyor ki birileri Uzanların başına gelenlerden yeterince ders almamış. Ders almayanlar lütfen Uzanlar’ın yarattığı korlu imparatorluğunun sonunu bir kez daha incelesinler. İncelesinler ki reklamverenin kararlarını yönlendirmek için uyguladıkları yanlış davranışlardan vazgeçsinler. Bu tür davranışlar Avrupa Birliği’ne aday bir ülkenin medya sektörüne yakışmıyor!

Gamze Özçelik’in niye yönetemediği anlaşıldı

ELELE’nin Kasım sayısında Nalan Miri Sözer Gamze Özçelik’e sormuş: ‘Meslek hayatınızda özel danışmanlarınız var mı? Onlara hangi konularda danışırsınız?

Gamze Özçelik yanıtı şöyle: ‘İlk iş hayatıma başladığımdan beri menajerim Gaye Sökmen var. Zerrin var bir de ajansta. Üçümüz birlikte konuşarak karar veririz işlerime. Danıştığım başka biri yok. Kendim diyebilirim: Mesleki danışman Gamze Özçelik...’

Nalan Miri Sözer haklı olarak danışmana ikinci soruyu yönelmiş: ‘Özellikle kriz yönetimi konusu son günlerde çok tartışılıyor. Mesela Kaya-Hülya boşanması, ya da Gülben Ergen’in kaset olayındaki gibi. Kriz yönetimi için ne düşünüyorsunuz?’

Özçelik’in kriz yorumu şöyle: ‘Anlamıyorum bu işlerden ben. O kadar çok doğal davranıyorum ki bazı şeylere karşı. Bu tür olaylarda durumun kontrolü elinizden çıkabiliyor. Ne kadar kriz yönetimi uygulasanız da başkalarını susturamıyorsunuz ki. Ben kendi krizimi iyi yönetebiliyorum ama başkalarının krizine el atamıyorum. Başkaları da başka krizler yaratıyor. Yaşanan kriz, karşı bir grubun olmadığı durumdur. Sen ne kadar kendi krizini halletmiş olsan da başkaları kendi krizlerini kendi içlerinde halledemedikleri için her zaman engel olamıyorsun gelişen olaylara.’

Gamze Özçelik’in gerçekten de krizin yönetiminden haberi olmadığı ortada. Hiç kimse kontrol edemediği şeyleri kontrol edemez. Kriz yönetimi kontrol edilebilen değişkenleri yöneterek krizi en az zararla atlatmak demektir. Örneğin basın toplantısı yapmak kontrol edilebilen bir değişkendir. Ama basın toplantısına detektifinle gelirsen hiç kimseyi kontrol edemezsin. Şekil 1’ de görüldüğü gibi başta da beni.
Yazının Devamını Oku

Türkiye zeytinyağının vatanı olmalı

30 Ekim 2005
ERTUĞRUL Hoca dün Akdeniz’deki zeytin yasını yazdı ve Türkiye’deki zeyinyağcıları ‘pazarlama fırsatlarını görün’ diye uyardı... Çok doğru bir uyarı. Dünya zeytinyağının yüzde 20’sini üreten İspanya zeytini kuraklık nedeniyle yerle bir. En az beş yıl daha da sırtlarının yerden kalkması mümkün değil... ‘Türk zeytinyağını’ dünya pazarlarında vazgeçilmez yapmak için gerçekten de tam zamanı. Ama zeytinyağcılarımız hálá sadece ‘taşeron olmakta’ ısrarcılar.

Türk zeytinyağı 2001 yılında dünya piyasalarında ortalama 1.82 dolardan satılıyordu. Bugün ortalama 2.60’tan satılıyor. Bu iyi gelişme. Ama yeterli değil. ‘Türk zeytinyağı’ olarak ihracat daha fazla katma değer yaratır. Sorun yağımızda değil, ülke olarak ‘zeytinyağcı’ olarak algılanmamızda.

Türkiye’den en büyük zeytinyağı alıcıları İtalya, İspanya, ABD ve Kanada... Türkiye zeytinyağı ihracatının yüzde 85’i /images/100/0x0/55eb587af018fbb8f8bb4839bu dört ülkeye gidiyor. Ertuğrul Hoca’nın da belirttiği gibi bu dört ülke içinde İspanya’nın payı şimdiden geçen yıla göre ciddi bir şekilde artmış durumda.

İspanya (tabii ki İtalya’da) bizden aldığı zeytinyağını ne yapıyor peki? Şişeliyor (markalıyor) ve başka ülkelere 7-8 dolardan satıyor...

Biz niye satamıyoruz? Niye satalım ki? Türkiye’de zeytinciler krize girse Herald Tribüne Gazetesi haber yapar mı? İspanya’nın zeytinyağı haber oluyor. Çünkü İspanya, zeytinyağı ülkesi olarak algılanıyor.

Demek ki iş önce Türkiye’yi zeytinyağı ülkesi olarak algılatmakta. Hem zeytin üreticileri çalışacak hem devlet. Siz hiç Türkiye tanıtımlarında zeytin ya da zeytinyağına vurgu gördünüz mü?

Önce zeytinyağı şişesi ürettirin

DÜNYA zeytinyağı pazarlarında, raflarında farklılaşmanın, marka olmanın yolu şişe olarak da farklılaşmaktan geçiyor. Türkiye’de zeytinyağı üreticileri bu ‘kaldıraç noktasını’ fark etti şişelerini farklılaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Amaaa... Türkiye’de istedikleri şişeleri üretebilen, üretmeye de istekli kimse yok! Onlar da o güzelim şişeleri ithal ediyorlar. Yanlış okumadınız. Türkiye’de zeytinyağı şişesi üretilmiyor, üretilemiyor. Yoksa biz gerçekten zeytinyağı ülkesi değil miyiz? Değiliz de ‘mış gibi’ mi yapıyoruz?


‘Marka olmak’ da yassah kardeşim

EGE Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçı Birliği dış pazarlara zeytinyağı satmak için Türkiye’yi ‘zeytinyağı ülkesi’ olarak algılatmanın önemini kavramış. Bu konuda da İspanya çok iyi bir örnek. Tüm yönetim kurulu üyeleri (sekiz kişi) işi gücü bırakıp son iki yıldır zeytin toplama zamanı İspanya’nın Jaen bölgesine incelemelerde bulunmaya gidiyorlarmış.

Bu yıl gidememişler. Neden? Dış Ticaret Müsteşarlığı bir yönetmeliğe dayanarak ‘yassah kardeşim sekiz kişi birden gitmeyin dört kişi, dört kişi ayrı tarihlerde gidin’ demiş. Yönetim kurulu üyeleri de ayrı ayrı gitmenin ‘birlik ruhuna’ aykırı olacağını düşünerek projeden vazgeçmiş.

Şimdi sorarım Dış Ticaret Müsteşarlığı’na... İhracatçı Birliği devletin parasını harcamıyor. Üyelerinden kesilen parayı harcıyor. Sekiz kişinin birlikte yurt dışına çıkmasında ne gibi bir ‘yassah’ var? Yoksa biz gerçekten ihracatı falan arttırmak istemiyoruz da mış gibi mi yapıyoruz?

CHP’ninki ‘işletme korlüğü’ ya AKP’ninki

BAŞBAKAN’ın Malatya’da devlet yuvalarında işlenen insanlık suçu karşısında ‘Bu geçmiştekilerin suçu, biz suçlu değiliz’ demeye getirmesi artık inandırıcı değil...

Eğer Başbakan iktidara geleli altı ay olsaydı inandırıcı olurdu ama artık değil. Malatya’daki içleri acıtan olayın ortaya koyduğu şu: Türkiye’nin sorunu ‘din, iman, türban, imam, hatip’ değil (medya hiç değil!) ‘akıllı yönetim’ sorunu...

Erdoğan’ın artık kabul etmesi lazım. AKP döneminde ‘namaz kılar, karısı türbanlıdır öyleyse bizdendir’ kayırmacılığı tavan yaptı.

İşe adam alırken, yönetime adam atarken sağcı solcu, dinci, ülkücü, akraba, yandaş diye adam atarsan olacağı bu...

Erdoğan, devlet kurumlarına şeffaflık getiremedi. Devlet kurumlarına bu yüzyılda iyi yönetişim uygulamalarını getiremezsen olacağı bu...

Erdoğan devlet kurumlarının yönetiminde başarı ölçütlerini belirlemedi, performans değerlemesi yaptıramadı. Devlet kurum yöneticilerine liderlik, yönetim, iletişim eğitimleri verdiremedi. Devlet kurumlarında yönetimi çağdaşlaştırmazsan olacağı bu...

Şimdi ‘bu da’ eskiden ’bu’ değil miydi?

Bakın, CHP’nin Malatya’ya giden milletvekili Erdal Karademir, Milliyet’ten Melih Aşık’a ne diyor: ‘Her şeyi ihale konusu yapan, özelleştiren AKP sonunda devletin koruması altındaki çocukların bakım ve hizmet işlerini de ihaleyle özelleştirmiş ihaleyi en düşük fiyatı veren firma kazanmış. Firma da sadece kárı düşündüğü için en eğitimsiz, en ucuza çalıştıracağı ve neredeyse tamamı ilkokul mezunu olan kişileri burada görevlendirmiş...’

CHP’li Karademir’e ince saptaması için kalbimden bir ‘Bravo’ demek istiyorum. CHP suçluyu bulmuş: Özelleştirme ve kár düşkünlüğü! ‘İhale yanlış yapılmış’ denecek yerde yüklen özel sektöre, yüklen kár edenlere!

CHP’lilerdeki ideolojik saplantı hepsini birer ‘işletme körü’ yapmış. CHP’liler bu ‘körlükle’ bırakın Türkiye’yi, bir çocuk yuvasını zor yönetirler!

AKP daha liberal de ne değişiyor diyorsunuz değil mi? Doğru. Onların sorunu kafayı ‘dine’ takmış olmaları.

Anlayacağınız durum tükürük, sakal ve bıyık arasındaki ikili ilişkilerden doğan deyimdeki gibi.

Çözüm?.. Laik cumhuriyeti koruyan, Atatürk’ü referans alan, özelleştirmeden, globalleşmeden yana, çağdaş yönetimden anlayan, ‘kamu çıkarını’ her şeyin üstünde tutan, din ve inanç özgürlüğünü savunan ama dinde reformdan yana bir parti..

Yoksa ‘lider’ mi deseydim..

‘Vatandaş!’ unutur

19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Ana Bilim Dalı doktorlarından Burhan Yıldırım çok ilginç bir saptama yapmış:

‘Sayın hocam, son zamanlarda çıkan Bellona reklamı üzerine. Malum bir İtalyan tasarımcı, kendi şivesi ile konuşarak şirketin mobilya dizaynının İtalyan tasarımı olduğu izlenimini veriyor. Buraya kadar iyi hoş da, daha düne kadar İtalya ile Abdullah Öcalan krizi yaşadığımız dönemde gazetelere tam sayfa ilan verip sadece ismimiz İtalyan ismine benziyor biz % 100 yerli bir firmayız diye krizden kurtulmaya çalışan Bellona değil miydi? Milletimizin balık hafızası olduğunu düşününler benzer bir krizde nasıl davranacaklarını hesapladılar mı? Vatandaş bu krizi unutmuş olabilir ama kendilerinin unutması mümkün değil. Saygılar sunarım.’

Yorum:
Önemli olan vatandaş sevgili Burhan... Vatandaş unutmuşsa sorun yok. Zaten bu nedenle de ‘sıfır tabanlı iletişim’ diye bir pazarlama iletişimi stratejisi var. Bu strateji önce yapılanların hepsini yok sayıp frekans etkisiyle yeni alanlar açmaya çalışıyor. Stratejinin ana rasyoneli de senin belirttiğin nokta: Sadece Türkler değil insan unutuyor. Yapacak bir şey yok.

Çekirgelik

Birinin sırtında taşınıyorsan kasabadan ne kadar uzak olduğun fark etmez.

(Afrika Atasözü)
Yazının Devamını Oku

Jeanne d’Arc’ı mutlaka ama mutlaka izleyin

28 Ekim 2005
Oyun Atölyesi’nde Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü adlı oyunu izledim. Haluk Bilginer’in, Güven Kıraç’ın ve Tülay Günal’ın oyunculuklarına bir kez daha hayran oldum. Haluk Bilginer, Güven Kıraç ve Tülay Günal gerçekten oyuncu gibi oyuncular. Üçünün de oyunculuğu meslek olarak kabul etmiş birer maraton koşucusu oldukları her hallerinden belli.

Sahnede böyle oyuncu gibi oyuncular izlendiğinde bize ‘oyuncu’ diye sunulan bazılarının ne kadar değersiz, ne kadar ‘müsvette’ oldukları çok daha iyi ortaya çıkıyor.

Tiyatronun Türkiye’de can çekiştiğini söyleyenlerin Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü’nü mutlaka görmeleri lazım. Tabii bilet bulabilirseniz. 350 kişilik salonda günlerdir bir adet boş koltuk yok. Bundan sonra da olacağa benzemiyor. İyi oyuncuyu, oyuncu gibi oyuncuyu, oyunculuğu kurallarına göre oynayan oyuncuyu tiyatro izleyicisi neredeyse arıyor, buluyor ve izliyor.

Ya oyun? Tabii ki önemli. Bulgar Stefan Tsanev’in 1990 yılında yazdığı oyun, Bulgarca aslından çevrilmiş. Mükemmel bir şekilde de Türkiye’ye uyarlanmış. Kemal Aydoğan en iyi şekilde sahneye koymuş. Biraz müzik geçişlerinde sorun oluyor. Bir de müziklerin kayıtları cızırtılı. Bunların da keyfe keder hatalar olduğunu düşünüyorum.

Stefan Tsanev genellikle devlet-iktidar ilişkilerine eleştirel bakan bir yazarmış. Bu oyunda da öyle bakıyor Tabii ki işin içine Tayyip Erdoğan’dan Süleyman Demirel’e hatta Kenan Evren’e kadar herkes var.

Konu şöyle: Jeanne d’Arc ateşe atılmak üzere... Hücrede, celladı peşinde. Tanrı ortaya çıkıyor ve eğlence başlıyor. Üçlü diyaloglardan ortaya harika bir komedi çıkıyor. Güven Kıraç’ın bölme yaptığı bir sahne var ki, bu sahne uzun süre unutulacak bir sahne değil.

Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü, bir yandan güldürürken bir yandan da bir toplumda kahramanların nasıl oluştuğunun, insan onurunu korumanın ne kadar zor bir şey olduğunun ipuçlarını veriyor.

Oyunun bitiminde dudaklarınızda hafif bir tebessüm kalıyor. Biraz ikircikli bir tebessüm bu. Kendinizi sorgularken dudaklarınıza takılan bir tebessüm. Sürünmekle sürünmemek arasında kaldığınız anların sonucunda verdiğiniz kararları gözden geçirirken dudaklarınıza düşen bir tebessüm.

Bir oyundan başka ne istersiniz. Ve de kendini tiyatroya adamış bir tiyatro insanından... İyi ki varsın Haluk Bilginer. İyi ki varsın...

Dört Kardeş’te kararsızım

Dört Kardeş, bir yönetmen (John Singleton) filmi. Singleton’un takıntılarını meraklıları bilir. Singleton dendi mi Amerika’nın büyük şehirlerinin kenar mahalleleri akla gelir. Aynı Dört Kardeş’te olduğu gibi.

Dört Kardeş, Amerika’nın kenar mahallerinin birinde, bir markette, yaşlı bir kadının ve Hintli market çalışanının öldürülmesiyle başlıyor. Sonradan ortaya yaşlı kadının dört evlatlığı çıkıyor. İkisi siyahi ikisi de beyaz. Burada anlıyoruz ki filmin ırkçılara bir mesajı var.

İkisi siyahi ikisi beyaz dört kardeşin ortak bir amaç peşinde kenetlenmeleri mesaj değil mi? Mesaj.

Hele de bu dört gencin yetişmeleri sırasında ne kadar büyük ’muhabbet’ içinde olduklarını göstermek bir mesaj değil mi? Mesaj.

Demek ki ırk ayrımcılığı toplumun sonradan kafamıza yerleştirdiği bir ‘çiptir’ demek istemiyor mu film? İstiyor.

Ama bunları anlamak için biraz zorlamak gerekiyor. Biraz kafa yormak gerekiyor. Aksi takdirde Dört Kardeş intikam filmlerine özgü klişelerle dolu, sıradan bir intikam filmi. Hatta intikam filmlerinin temposunu yakalayamayan bir intikam filmi. Bekleyip bekleyip istediğiniz ‘aksiyonun’ bir türlü ortaya çıkmadığı bir intikam filmi.

Evet, evet doğru bir noktaya parmak bastım. Dört Kardeş’in sorunu temposu. Hiçbir zaman beklentimi yakalayamadı. Görelim mi? Bu konuda kararsızım. Dört Kardeş arasındaki ilişki, o ilişkilerin sıcaklığı da fena değil ama yine de eksik olan bir şeyler var.

En iyisi sizi kendi kararınızla baş başa bırakmak. Bıraktım...

CUMA TAKINTISI

Beşiktaş’ta çarşının içinde Mahmut Leman diye bir lokanta keşfettim. 1998’den bu yana oradaymış da, ben yeni keşfettim. Osmanlı yemekleri yapıyor. Ciddi bir ev havası var. Zeytinyağlılarını tattım. Mükemmel. Köftesini yedim. Mükemmel. diyet kolasını tattım, o da mükemmel (Bu şakaydı.) Ramazana özel mönüler de yapmışlar. Mericimek çorbası, karışık dolma, güllaç. Ezo gelin çorbası, sebzeli dizme köfte, pilav. Sebze çorbası, etli bezelye, şehriyeli... Fiyatlar da çok uygun; 7.50 YTL. Şu ana kadar Beşiktaş Çarşı’da yemek yiyip de tatmin olduğum tek yer.

CUMA LAKIRDISI

‘İnsanlardan nefret ederek çok vakit kaybediyoruz.’ (M. Anderson)

CUMA İTİRAFI

babannesikılıklı; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 36; İl: Ankara

Babam eve geldiğinde baş ağrısından duramıyordu. Annemden güçlü bir ağrı kesici istedi. Annem de ilaç bittiği için yeğenimin bonibonlarından bir tanesini suyla beraber verdi. Ağrı yarım saatte geçiverdi!

Yorum: Tıp ‘placebo’ etkisini keşfedeli bir yüzyıl oldu. Matbaanın da Türkiye’ye epeyce geç geldiğini düşünürsek arkadaşımızın ‘placebo’ etkisini 2005’te öğrenmesinde ne gibi bir sakınca olabilir?
Yazının Devamını Oku

Maskeli Beşler’deki bilek hareketi..

27 Ekim 2005
28 Ekim’de Maskeli Beşler isimli bir film vizyona giriyor. Murat Aslan’ın yönettiği filmin tanıtımları sinemalarda dönmeye başladı. Filmde Şafak Sezer, Memet Ali Alibora, Peker Açıkalın gibi sevilen sanatçılar var.. Özellikle de çocukların çok çok sevdiği sanatçılar. Bu sanatçılar filmin tanıtımında izleyicilere dönüp şırraaaakkk diye bilek sallıyorlar. Hem de beş kişi birden..

Yanlış okumadınız resmen bilek sallıyorlar.. Olacak iş değil bu.. Gerçekten.. Seviyesizlikte sınır tanımıyoruz.

Hadi bu sinemadır, yetişkinler gelir, bu hareketi de zaten nerede yapıp yapmayacaklarını bilirler diye düşünebilirsiniz.. Ya çocuklar, gençler?

Bu filmin 13 yaşın altına yasaklanması şart. Ayrıca tanıtımlarının da her sinemada oynatılmaması hepten şart.

Kültür Bakanı ‘sakal-ı şerif’i ayağına getirmek için harcadığı çabayı bu tür kültürel sorunlara harcasa belki uyanık kalmayı becerebilir..

Kültür Bakanı’nın sinemayla falan ilgilenecek vakti yok mu? En son hangi filmi mi görmüştür? Hazreti Fatima? Hazreti Ömer’in Adaleti? Görememiş midir? Canım göremese de ne olacak kapattırır bir sinemayı, oynatır istediği filmi. O nasıl olsa memleketimizin Atilla Abisi değil mi?

Fener’in alfabetik liderliği

Hürriyet’in spor sayfalarını kendimi bildim bileli takip ederim. Şimdiye kadar bu sayfalarla ilgili ne aklımın ucuyla, ne de kalbimin kıyısıyla ‘şu takım kayırılıyor, bu takım kayırılıyor’ diye en ufak bir sorgulama yapmadım.

Bir yazımda ön sayfaya Galasaray’ın önemli galibiyetlerinin taşınmadığından şikayetçi oldum ama burada da sorunun kaynağını spor sayfaları olarak görmemiştim..

İki hafta önceydi. Hürriyet reklamını tartışırken evimizin İrlandalısı, fanatik Fenerli Çisil hanımefendi, reklamdaki ‘Cimbomluyum..’ ifadesinden çok rahatsız olduğunu söyledi. Hürriyet’in hep Fenerbahçe yanlısı olduğunu düşünürmüş, reklamda Galatasaraylı ifadesini görünce bir tuhaf olmuş..

Bu konuşmadan biraz irkildim ama sonra çabuk toparladım. Hatta ‘Sana öyle geliyordur, Fenerbahçelilik senin gözünü kör etmiş!’ gibilerden bir de geyik yaptım.

Geçen haftaysa posta kutuma aşağıda e-posta düştü:

‘Hocam merhaba, dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama 16.10.2005 Pazar günkü Hürriyet’in spor sayfasında öncelik ligde 2’nci sırada yer alan Fenerbahçe’ye verilmişti. Galatasaray’ımız ise Süper Lig’de lider durumda ve FB’ye göre gün içinde maçı daha erken oynamasına rağmen kendine ancak iç sayfalarda yer bulabildi.

Üstelik FB’nin maçına tam DÖRT yorumcu ile yer verilirken, bize iki yazar yeterli görüldü.

Yıllar önce Gelişim Spor da aynı şekilde Fener’i hep kapak yaparken, bir okuyucu sormuştu: ‘Neden BJK, GS değil de hep Fener?’

Dergi de reyting uğruna bunu yaptığını itiraf etmişti.

Şimdi size sorarım; hani Hürriyet’in kimliğini ortaya koyan, TV’lerde dönen reklam var ya, orada ‘Hürriyet Cimbomludur, Hürriyet Fenerlidir’ diyor.

Allah aşkına bana izah edebilir misiniz ligin tepesindeki takım arka sıralarda az sayıda yazar ile yer bulurken, Hürriyet nasıl oluyor da Cimbomlu oluyor? Bu haksız rekabet değil de nedir?

Saygılarımla, Öner Ünal..’

Bir çırpıda Öner’in yazdıklarını okudum. Bu kez de ‘Fanatik bir Galatasaraylı işte! Abartıyor.. Öküzün altında buzağı arıyor’ diye düşünmediysem, davul olayım.

Ve geçtiğimiz pazartesi sabahı spor sayfalarını açtım. Bizim spor sayfası; puanı, averajı, attığı, yediği her şeyi aynı olan iki takımdan Fenerbahçe’yi ‘alfabetik sıraladık’ bahanesi ile lig sıralamasında birinci sıraya oturtmuş..

İşte o an ‘şakkırt’ diye bir jeton sesi duyuldu.. Çişil de haklı, Öner de! Sanki Galatasaray haftalardır lig sıralamasında birinci değilmiş gibi, Fener’i puan sıralamasında ‘f’ harfi daha önce diye birinciliğe almanın, başka nasıl rasyonel açıklaması olabilir?

Niye yalan söyleyeyim, içime bir kurt düştü..

Bizim spor sayfalarını çok ciddi bir gözlem altına almaya karar verdim. Eğer Fener’in kayırıldığını somut bir şekilde saptarsaaam..

Ne yaparım?

Burada bir bir açıklarım.. Açıklamazsam da ne olayım..

Ne olayım?

Fenerli..

Baydı..

En son Aşk Oyunu dizisinde oynayan Yasemin Ergene bir dergiye verdiği çıplak pozlar yüzünden çok pişman olduğunu, cahillik yaptığını söylemiş.. Okudum. İçim bayıldı. Nasıl bayılmasın? Ünlü olana kadar cıbıl cıbıl pozları vereceksin..

Ünlü olduktan sonra ‘gençlik hatası’ deyip işin içinden sıyrılacaksın..

Sanki fotoğrafçılar çikolata verip kandırıyorlar bu kızlarımızı.. 18 yaşında Türkiye’nin başbakanını seçmek için oy kullan, ama çıplak fotoğraf çektirince ‘gençlik hatası’ olsun..

Oy kullanma yaşını 30’a falan mı çıkarsak acaba?
Yazının Devamını Oku

İbo’nun yazılarını kim yazıyor

24 Ekim 2005
İbrahim Tatlıses’in sesine, sanatına bugüne kadar en ufak bir söz etmedim.

Yazının Devamını Oku

Ülke kültürü, şirket kültürü ve global markalar

24 Ekim 2005
BUGÜN size yine çok ilginç bir kitaptan söz edeceğim. Şirket Kültürleri ve Global Markalar. Yazarı Albrecht Rothacher. 2004 yılında basılmış. Yayınevi World Scientific bilinen bir yayınevi olmadığı için ancak yeni ulaşabildim. Benim için yeni anlayacağınız. Yazar kitapta çok ilginç bir şey yapmış. Mars, Lindt, McDonals’s, Coca-Cola, Benetton, Nike, Sony, Virgin, Toyota, BMW, Rover, Lego, Disney, Fiat, Ikea, Nokia gibi 17 dünya markasının örgüt kültürlerini incelemiş.

İnceleme sonucunda da kimi şirketin karizmatik lidere dayanan ‘güç kültürüne’, kiminin tanımlanmış rollere dayayan ‘bürokratik rol kültürüne’, bazılarının küçük grupların etkin çalıştığı ‘görev kültürüne’, bazılarının da bireysel işlemlerin baskın olduğu ‘kişi kültürüne’ sahip olduğunu bulmuş.

Rothacker’in diğer bir bulgusu ise şu: Şirketlerin kurumsal kültürleri ile marka imajları tutarlılık gösteriyor. Örgüt kültürlerinin markaların pazardaki duruşlarını etkilediği bir kere daha kanıtlanmış anlayacağınız. Eğer ‘marka’ yaratmak istiyorsanız önce örgütünüzün nasıl bir kültürden beslendiğini çok iyi analiz etmeniz gerekiyor.

Rothacker’in satır aralarında söylediği iki şeye ise ulus olarak kulak vermemiz şart.

İlki şu: ‘Dünya markalarının arkasında mutlaka pazarlama ve üretim dahisi bir kurucu var. Mars’ta Forrest Mars, Ikea’da Ingvar Kamprad, Nike’da Phil Knight, Sony’de Akio Morito, Disney’de Disney kardeşler, Lego’da Cristiansen ailesi, Fiat’ta Giovanni Agnelli, Benetton’da Luciana Benetton, Virgin’da Richard Branson, McDonald’s da Ray Kroc ve Coca-Cola’da Robert Woosruff.’

Dünya markası yaratmak istiyorsak ‘sermaye’den daha çok böyle pazarlama ve üretim dehalarına gereksinim duyduğumuz çok açık.

İkincisi şu: ‘Ulusal işletme kültürleri de kurum kimlikleri ve marka imajlarını yapılandırmada önemli rol oynarlar. Alman ve Japon ürünleri güçlü mühendislik ve güvenilir kalite üzerine otururlar. Örgüt kültürleri daha çok rol kültürüne dayanır. Fransız ve İtalyan ürünleri ise tasarım, yaratıcılık üzerine otururlar. Kültürleri de güç kültürüdür.’

Peki Türk ürünlerinin neyin üzerine oturduğu konusunda bir fikri olan var mı? Kalite? Mühendislik? Tasarım? Yaratıcılık? Teknoloji.

Bu sorunun yanıtını vermek için Amerikalı Perakende devi Wal- Mart’ın Türkiye’de yaptığı ürün alım görüşmelerine dönelim.

Wal-Mart Türkiye’den 500 milyon dolarlık ürün alacakmış. Görüşmeye Türkiye’den katılan firmalara bakalım: Arsa Cam sanayi, Monna Glass/Ozcam Sanayi, Art Craft, Solmaz Mercan Mutfak, Kütahya Porselen, Porser Porselen, Güzeliş Porselen, Güral Porselen, Porland Porselen, Sanat Toprak Ürünleri, Boğaziçi Hediyelik Eşya, Atasay Kuyumculuk, Akyüz Plastik, Öztiryakiler madeni eşya, Kumtel Dayanıklı Tüketim malları, Ernamas Makine.

Yukarıdaki ürünlerde ortak bir nokta görüyor musunuz? Ben görüyorum.Türkiye’ye özgün olmak, el-işini çağrıştırmak.

Türkiye global pazarlarda ‘el işi, göz nuruna’ oynayarak nereye kadar gidebilir ki! Tabii ki ‘el işi göz nuru’ da olmalıÖAma bu ülkenin küresel ticaretten daha fazla pay almasını istiyorsak Wal-Mart’a satacağımız çok daha fazla ürün olmalı. İlaçtan, otomotive.Oyuncaktan spor malzemesine. Ofis ürünlerinden dvd oynatıcıya.

Haksız mıyım? Ama ‘el işi göz nuru’ üzerine oturarak bu ürünleri satamayız. Türk ürünlerinin üzerine oturduğu ‘sağlam’ bir rekabetçi değer yaratmamız şart.

(*) Rothacker Albrecht, Corporate Cultures and Global Brands, World Scientific, 2004.

Atilla Koç’un ilk tanıtım ihalesi

TURİZM ve Kültür Bakanlığı’nın her yıl açmış olduğu ‘Türkiye Tanıtım İhalesi’nin başvuru süresi doldu. Şimdi sıra bakanlığın ilgili birimlerinde. Jüriler kurulacak. Türkiye’yi değişik ‘ülkeler’ için firmalar belirlenecek. İlke olarak Türkiye’yi tanıtacak ajansların her yıl ihale ile seçilmesine karşıyım. Yarışmayla verirsin bir ajansa sonuçları ölçersin, başarısız olursa değiştirirsin. Ama Türk zekası bu tür sorunları çözmeye yetmiyor işte. Bir de hiçbir şekilde birbirimize güvenmeyen bir toplum olduğumuz için şaibe olmasın diye ‘yaratıcılığı’ bile ihale sürecine kurban ediyoruz. Yapacak bir şey yok. Bekleyeceğiz. Daha önceki yıllarda her ihale sonrasında söylentiden, şikayetten geçilmezdi. Hatta reklamcılar ‘artık güvenmiyoruz, katılmayacağız’ diyenlerin sayısı da çoktu. Bakalım Atilla Koç yönetiminde de ihaleden sonra aynı dedikodular çıkacak mı?

Süt gribi çıkmadan önce

‘KUŞ gribi’ tehdidi nedeniyle nihayet. Türkiye hijyenik koşullarda ‘kanatlı hayvan’ satışına kavuşacak gibi. Belediyelerin, il sağlık müdürlüklerinin, il tarım müdürlüklerinin bu konuda üstelerine düşeni yapmaları şart! Olur olmaz yerlere ‘kesimhane’ ruhsatı vermeden önce herkesin iki kere düşünmesi şart! Özellikle belediye başkanları bu konuyla şahsen ilgilenmezlerse işimiz çok zor. Gerçekten çok zor.

Manyas’ta hasta hindilerin satışa sunulmuş olduğunu düşünsenize. Eğer açıkta, ambalajsız satılsalar hangi kesimhaneden geldiklerini nereden bilecektik. Nasıl virüslü ürünleri virüssüzlerden ayıracaktık? Gıda işinde geriye doğru izleme çok önemli.Gerektiğinde raftaki her malın üreticisine, kesildiği yere, ulaşılmak zorunda. Bunun da tek yolu da raflarda ‘açık ürün’ lerle savaşmak.Yasa var, uygulansa sorun biterÖ İsveç’te, Norveç’te raftaki tavukların, hindilerin üzerinde yetiştiricilerinin isimleri, adresleri bile var.Bizde niye olmasın?

Sorun sadece kanatlı hayvan satışında da değil .Türkiye’de hala % 62 oranında açık süt tüketiliyor. Nereden geldiği belli olmayan, nerede sapıldığı belli olmayan, bakterisi bol binlerce ton süt.Sütle ilgili bir ‘grip’ vakası ortaya çıkmadan bu rezaletin de önüne mutlaka geçmeliyiz. Tarım bakanlığı sadece kriz dönemlerinde değil normal dönemlerde doğru işleri yapmalı. Bir konuda da Avrupa Birliği uyarmadan prokatif olsak ne olur? Açık ürünleri rafa çıkartmamak ya da satışını engellemek niye bu kadar zor?

ÇEKİRGELİK

Düşmanlarına dikkat et! Hatalarını ilk gören onlar olacaktır.

(Antisthenes)
Yazının Devamını Oku