Ali Atıf Bir

Terbiyesiz Mehmet Ali

10 Ocak 2006
Hıncal Uluç "Organize İşler" filminde Süpermen’i oynayan Tolga Çevik’in oyunculuğunun abartıldığını yazdı. Asla kabul etmiyorum. Tolga Çevik "Organize İşler"de müthiş bir performans sergilemiş. Bu karara Çevik’in hemen hemen daha önceki her performansını izlemiş biri olarak varıyorum. "Organize İşler"e kadar Tolga Çevik’in oyunculuğu ağır bir "Mükremin Abi" etkisi altındaydı. "Organize İşler"de ise Çevik kendini bulmuş, farklı oynamış ve daha önceki performanslarının çok ötesine geçmiş.

"Bayram değil seyran değil nereden çıktı bu Tolga Çevik yazısı" diyeceksiniz ama yanılıyorsunuz. Bugün bayram ve bugün her köşede her şey çıkabilir karşınıza. Dana, öküz, boğa, koyun, keçi. Ne olsa kurban bayramı. "Ben de bir kurban seçeyim" dedim. Tolga Çevik’i seçtim. Niye? Bakınız Elif Korap’ın ropörtajı.

Elik Korap, Tolga Çevik’e sormuş: "32 yaşından sonra fark ettiğiniz bir şey var mı?"

Tolga Çevik yanıt vermiş: "Evet var. Promosyondan haberim yokmuş benim! Filmi yapıp bırakmıyorsun. Çıkıp promosyon da yapman gerek. Benim bunu yapmama gibi bir lüksüm yok. Şu gün Mehmet Ali Erbil yarışma programı sunarken ’Çamaşır makinesi kazanmak istiyorsanız Hababam filmiyle ilgili sorular yanıtlayacaksınız’ diyor. Kendi filmiyle ilgili terbiyesizce bir promosyon yapıyor. Bu adam bunu yaparken benim her dakika cirit atmam lazım..."

Garip bir yanıt değil mi bu?

Tolga Çevik’in Erbil’den hoşlanmadığı ortada. Ama bu hoşlanmamazlıktan yola çıkarak bir filmin promosyon gereksinimini (tanıtım demek istiyor) ünlü şovmenin programında yaptığı çeşitli "destek" çabalarına bağlamak biraz abes.

Mehmet Ali Erbil’e konuşmaları arasında oynadığı filmleri pompaladığı için terbiyesiz demek ise ondan daha abes.

Eğer böyle bir pompalama yasaksa şikayet edersin o programı RTÜK’e ceza verirler.

Yasak değilse ve "laf arası tanıtım" herkesin yaptığı bir uygulamaya dönüşmüşse, aynı camiada ekrandan ekmeğini çıkarmaya çalışan sanatçı bir "abi"yi, "terbiyesiz" diye karalamak terbiyesizliklerin hatta hadsizliklerin en büyüğü.

Üstelik tanımlama da yanlış.

Mutlaka birşey demek gerekiyorsa denecek şeyin "terbiyesiz" değil "yakışıksız" olması gerekmez miydi?

Kameraların ses kayıt cihazlarının büyüsüne kapılıp ağzımıza ne geldiyse tabii ki söyleyebiliriz. Ama her söylediğimizin, karakter performansımızın üzerine iyi ya da kötü algı çizgisi olarak kazındığını unutmayalım. Kötü çizgiler fazlalaşırsa sahnede, ekranda, beyazperdede istediğin kadar iyi performans göster tutunamazsın.

Tolga Çevik çok hatalı çok.

"Organize İşler"deki performansına şapka çıkarılan bir dönemde, bu tür karalamalar yapmaması lazım. Yaparsa geldiği yere tepetaklak geri gider...

Nilüfer’e alışmaya çalışıyorum

İki üç gündür Nilüfer’in "Karar Verdim" albümünü dinliyorum. Albümdeki altı şarkının yanında "söz ve müzik" Nilüfer yazıyor. İlk şarkı "Karar Verdim" gerçekten müthiş. Bildiğimiz tanıdığımız Nilüfer tadında.

Sonraki şarkılara ise alışamadım. Farklı bir Nilüfer, farklı bir ses, farklı müzik. Gereksiz tekrarlar var, bazen inişler çıkışlar.

Nilüfer’in kendine yeni bir yol aradığı ortada. Gitmesi gereken yol ise bence belli. "Karar Verdim" gibi şarkılarını çoğaltmalı. Alıştığımız Nilüfer o. Eğer dinledikçe albümdeki diğer Nilüferlere de alışırsam size bilgi veririm.

Bir gün ben de yersem

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın gazetecilerle yediği yemeğe çağrılmadım diye üzülüyordum ama yemek "izlenimlerini" okuyunca fazla bir şey kaçırmadığımı anladım.

Yemeğe katılan gazeteciler Başbakan’a sorular sormuşlar ama Başbakan yazmamak şartıyla yanıtla vermiş. Peki o zaman Başbakan niye gazetecilerle yemek yemiş? Gazeteciler kimin aracısı? Ya da Başbakan’ın değerli gazetecileri "değerlerini" nereden alıyorlar? Kendilerinden mi yoksa okuyucularından mı? Başbakan’ın bildiği, gazetecilerin bilebildiği ama okurların bilmemesi gereken ne olabilir?
Yazının Devamını Oku

Neşşar: AKP’nin ilaç politikası zengine yarıyor

9 Ocak 2006
CHP Denizli Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Neşşar’ın raf üstü ilaç reklamlarının serbest bırakılması ile ilgili görüşlerine geçen hafta yer vermiştim. Neşşar bu hafta ilginç bir e-posta daha gönderdi. Diyor ki: "CHP ile raf üstü ilaç satışı ve rekabeti konusunda kolayca anlaşılabilir. Yeter ki serbest piyasa şeffaf, hakça ve adil olsun!" Bir CHP’liden raf üstü ilaçlara ve ilaç reklamına izin verilebileceğini duymak, niye yalan söyleyeyim, şu mübarek günde (bu arada herkese iyi bayramlar) beni oldukça "mütehassıs" etti.

CHP’liler iktidara gelmek istiyorlarsa "sola özgü ve aşınmış" klasik söylemlerinden vazgeçip, serbest piyasa ekonomisi içerisinde yeni bir dil geliştirmeleri şart! Ancak dil dediğinde öyle sabahtan akşama değişecek bir şey değil, önce insanın zihniyetine bir çeki düzen vermesi gerekiyor. Bu nedenle Neşşar’dan aldığım ikinci mektubu olduk önemsiyor, biraz kısaltarak, paylaşırsak "ilaç-reklam" tartışmasını öteleyeceğimizi düşünüyorum:

En Büyük Tekel Sağlık Bakanlığı

İlaçta reklam konusundaki düşüncelerimi yansıttığım yazıma içeriğini bozmadan yer verdiğiniz için teşekkür ederim. Ancak benim adımla yayınladığınız yazıda kullandığınız resmin bana ait olmadığını bilgilerinize sunmak isterim. Bu tartışmanın ülkemiz için yararlı olduğu fikrine katılıyorum ve tartışmada yer almaya devam edeceğim. Tekellere örnek verirken içkiyi seçmenizi doğru bulmamama karşın, liberalizmin içerisine düştüğü temel yanılgıyı ortaya koyması bakımından yararlı olduğunu düşünüyorum. Diğer bir anlatımla "Vanilyalı Rakı" ile "Vanilyalı Claritromycin"i aynı bağlamda düşünmek liberalizmin, sağlık ve eğitim de dahil her konuda rekabet edemeyenlerin kaderine terk edildiği vahşi kapitalizm olarak yaşandığı düzeni çağrıştırıyor.

Oysa ki ilaç tümüyle piyasa koşullarına terk edilemeyecek stratejik bir ürün ve (Çağdaş) liberal dünya gerektiğinde bu konuda liberalizmi çok katı uygulamaktan geri adım da atabiliyor. Bunun en son örneği, kuş gribi ilacının imtiyaz sahibi Roche firmasının, Hindistan’ın başkaldırısı ve Birleşmiş Milletlerin gerektiğinde ilacı Hindistan’dan daha ucuza alabileceğini açıklamasının ardından, Hindistan’a Tamiflu üretmesi için izin vermesidir. Daha önce Hindistan’ın ilacı üretecek alt yapıya sahip olmadığını iddia eden firmanın, sıkışınca üretme iznini vermesi ilginç değil mi? Tekel konusunda size katılıyorum. Türkiye’de ilaçtaki en büyük tekel Sağlık Bakanlığı ve Bakanlığın Eczacılık Genel Müdürlüğü’dür. Bakanlığı "aşabilen" ilacını satar. Çözüm, ABD’dedeki gibi FDA benzeri "Özerk" bir Türk İlaç Kurumunun kurulmasıdır. Programında olmasına karşın AKP ilaçtaki tatlı ranttan vazgeçemediği için böyle bir kurumu kurmamaktadır. ABD’de de uygulanan "jenerik ve markasız (unnaned)" ilaçların serbest rekabet ile satılmasını bakanlık nedense akıl edemiyor. AB istedi diye veri imtiyazı ve veri korumasını uygulamaya koyan AKP hükümeti, nedense karşılığında AB’den belirli bir ilaç endüstrisi destek fonu, ya da aşamalı bir geçişi talep etmemiştir.

ÜST DÜZEY BÜROKRATLAR:

Tüm insanlarımızın tüm eczanelerden ilaç alabilmelerinin önünü açmakta, toplu ihale veya toplu ithal yolu ile temin edilen ilaçların bir bayilik düzeni içerisinde halka(Ve devlete) daha ucuza ulaştırılabileceğini bürokratların Sağlık Bakanı ve Başbakan’a iletmiş olmalarına karşın bugün uygulanan pahalı yöntem tercih edilmiştir. Bunlar hep ilaç firmaları ile Bakanlık "üst düzey" bürokratlarının, Eczacılık Genel Müdürlüğü "etrafındaki" faaliyetleriyle kararlaştırılmaktadır. Raf üstü satışlara gelince bütün dünyada raf üstü satılan ilaçları incelediğinizde, bunların son derece sınırlı sayıda ve sadece bazı hastalık belirtilerini geçici olarak gideren ilaçlar olduklarını görürsünüz. Yani, gene ülser yada reflü hastalığını örneklersek, ne reseptör antagonistini, ne pompa inhibitörünü ne de antibiyotiği raf üstü alamazsınız, sadece ekşime ve yanma hissini ortadan kaldıracak antasidleri alabilirsiniz çağdaş dünyada. Reflü ameliyatı olacaksanız da oralarda, sizden endoskopik ve manometrik yöntemlerle reflünün ameliyat gerektirecek düzeyde bulunduğunun kanıtlanmasını beklerler.

Yorum: Neşşar’ın İlaç piyasasının iktidarların güdümündeki Sağlık Bakanlığı’nın "tekelinden" kurtarılması gerektiği fikrine katılıyorum. "Büyük değişim" vaatleriyle gelen AKP hükümeti de eski iktidarların yaptığı gibi varolan sistemi korumaktan başka bir şey yapmıyor. Oysa hiçbirşey geçmişin kötü alışkanlıkları korunarak değiştirilemez. Raf üstü ilaçların "sınırlı" olduğu düşüncesine ise katılamam mümkün değil. Bugün ilaç sektörü yaklaşık 5 milyar dolarlık bir sektör. Raf üstü reçetesiz satılan ürünlerin değeri bir milyar dolar. Yani toplam sektörün % 20’si. Bu ilaçlar gerçekten raf üstü ilaç gibi satılmalı, eczacılar ve eczaneler de gerçek işleri olan reçeteli ilaç satışına yoğunlaşmalılar.

Markadakabra

BİZ "kitap satışında reklam olur mu olmaz mı" gibi çok sığ ve demode bir tartışmaya devam ededuralım Harry Potter gibi sıradan bir öykünün kurduğu imparatorluk dünyada 5 milyar dolara ulaştı. Harry Potter niye başarılı? Çünkü Harry Potter yaratıcılarının kompleksleri yok. Ürünlerini bir marka gibi görüyorlar ve bugün marka konusunun çocuk edebiyatı dahil yaşantımızın her anını derinliğine etkilediğini kabul ediyorlar. Harry Potter’in başarısı 5 milyar dolarlık başarısı da çok dahice tasarlanmış etkili pazarlama yönetimine dayanıyor. Pazarlama akademisyeni ve Harry Potter hayranı Stephan Brown’da oturmuş Harry Potter’ın pazarlama ve markalama sihrini derinliğine incelemek için "Harry Potter’ın Marka Sihri" isimli bir çalışma yapmış. Harry Potter’ın modern pazarlamanın en büyük örneklerinden biri olduğunu bir bir anlatmış. Ortaya her pazarlamacının okuması gereken mükemmel bir "modern pazarlama ve markalama" kitabı çıkmış. Brown kitabında şöyle bir cümleye yer veriyor: "Bugün markalaşmanın kalbinde müthiş bir sihir yatıyor. Ve bu sihir öncelikle bir öyküyle başlıyor. Ve bu öyküyü iyi anlatmakla..." Brown’a tüm kalbimle katılıyorum.. Markalaşmayı da anlamak her şeyden önce insan yaşamında öykülerin ve öykü anlatmanın sihrini anlamaktan geçiyor. Bir de bunu bizim yazarlarımız anlayabilse! (*) Stephen Brown, Wizard: Harry Potter Brand Magic, Cyan, 2005.
Yazının Devamını Oku

Merinos, mobilyacılara rakip

8 Ocak 2006
HTP araştırma şirketinin geçen hafta 15 yaş üstü 250 denekle yaptığı Reklam Algı Endeksi Araştırması’na göre en çok anımsanan reklam Arçelik (yüzde 26), sonra Vestel (yüzde 18), Coca-Cola (yüzde 14) ve Bellona (yüzde 13) geliyor.  Molfix yüzde 10’la dördüncü, Elidor (yüzde 9) ise beşinci sırada. Daha sonra sırayı yüzde 8’le dört reklam alıyor. Merinos, Evy Baby, Beko ve Bosch... Daha sonraki dört reklamın (Citroen, Digitürk, Evy Lady, Fortis) anımsanma yüzdeleri ise 7.

İbrahim Tatlıses’li reklamlarıyla Merinos bir süredir makine halısı pazarında rakiplerine kök söktürüyor. Yeni başlayan Merinos mobilya reklamları ise şaşırtıcı. Merinos artık İstikbal’e, Bellona’ya, Kelebek’e de rakip!

Tatlıses’li Merinos reklamları o kadar kült hale geldiler ki ister misiniz yakında Merinos beyaz eşya sektörüne de girip Arçelik’e, Bosch’a da rakip olsun... Aslında dedikodular doğruysa neden olmasın!

Dedikodular mı neymiş? İbrahim Tatlıses, Merinos’a ortakmış. Ortaklık oranı kimine göre yüzde 5, kimine göre yüzde 15. Hatta yüzde 20 diyenler bile var. Dedikodular uydurma da olabilir. Doğruysa Tatlıses’in çıkıp "Evet, ortağım" diye açıklaması yapması beklenir. Böyle bir açıklama tabii ki Merinos reklamlarının etkisini azaltmaz. Tatlıses hayranları gerçeği daha sonra öğrenirlerse hayal kırıklığına uğrayıp üzülebilirler, riski bu!

HTP aynı araştırmada beğenilen reklamları da ölçüyor. Geçen hafta deneklerin yüzde 28’i en az bir reklamı beğenerek izlediklerini belirtmişler. Bu geçen haftalara göre düşük bir rakam. En beğenilen reklamlar yüzde 9’la Arçelik ve Citroen. Daha sonra sırayı Evy Baby, Elidor ve Evy Lady alıyor. En az bir reklamı beğenmeyenlerin oranı ise çok düşük yüzde 3. Üç reklam listeye girmiş ama yüzdeler düşük olduğu için vermiyorum. Sonraki haftalarda beğenmeyenlerin yüzdesi yükselirse günah benden gider...

First Türbanlı Lady’ye hazırlanın

Beklediğimiz "Liderlerin Form Araştırması"nın Aralık 2005 sonuçları geldi. Aralık ayında Erdoğan form kaybetmiş.

Aylık sonuçlara bakıldığında Erdoğan bir ileri iki geri formunu koruyor gibi görünüyor. Sonuçlar Aralık 2004’ten bu yana incelendiğinde ise trend ortada... 16.3 puan kaybı... İktidar Erdoğan’ı da ciddi olarak yıpratmaya başladı.

Bu sonuca bakarak diyebilirim ki kimse erken seçim falan hayali görmesin. Ayrıca kendini de köşkteki "First Türbanlı Lady"ye şimdiden hazırlasın.../images/100/0x0/55eb1679f018fbb8f8aa3bc4

Diğer liderlerde Aralık 2004’ten bu yana büyük değişim yok. Sadece Bahçeli’deki yıllık kayıp 3 puana ulaşınca ister istemez insan "Ne oluyor bu ülkücülere?" demeden edemiyor.

Anlayacağınız 2005’in AKP’ye alternatif parti arayışıyla geçeceği çok açık. Şu sıralarda solcusunun da, sağcısının da liberalinin de yeni oluşum için çaldığı kapı Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen...

Büyükerşen’i arayıp son durumu sordum. Büyükerşen, şu anda belediye başkanlığını bırakırsa yerine meclisten seçilecek AKP’li üyenin projelerini devam ettirmeyeceğini düşünüyor.

Büyükerşen kapıyı da tamamen kapatmıyor: "Eskişehirliler izin verirse neden olmasın..."

Büyükerşen,
bayramı ABD’de geçirecekmiş. "Bu ne demek oluyor şimdi?" diye sordum. "Öğrenirlerse icazet almaya gidiyor diye yazarlar. Oysa sadece tatil" dedi. Arkasından da kocaman bir kahkaha patlattı... Haydi hayırlısı.

Canlı bomba patladı

"YAZMIŞTIM, demiştim" diye belirtmekten nefret ediyorum ama belirtmek zorundayım: Yazmıştım ve uyarmıştım.

4 Aralık 2005 Pazar günkü yazımın başlığı ne idi? Anımsatayım. "Semt pazarları canlı bomba dolu". Ne diyordum bu yazıda?

"Birçok semt pazarında hálá canlı canlı tavuk ve hindi kesimi yapılıyor. Örnek vereyim, Küçükçekmece Altınşehir civarındaki pazarlara bir bakın bakalım. Pazar değil mezbaha sanki! İstanbul’un dibinde pazarda hálá salma tavuk kesildiğine göre sen Türkiye’nin diğer bölgelerini düşün... Bir de kasaplara kadar gelip kapalı kamyonlar içinde nereden geldiği belli olmayan kanatlı hayvanları ruhsatsız kesen uyanıklar var. Yapmayın, bu ülkeye yazık etmeyin... Lütfen denetimleri aralıksız sürdürün... Yasalar yetmiyorsa Meclis’e yasa teklifi getirin. Cezalar yetmiyorsa Bakanlar Kurulu kararıyla arttırın."

Bugün 8 Ocak 2006... Kuş gribi can alıyor... Nedeni salma tavuk... Sağlık Bakanı hálá "Salgın beklemiyoruz!" diye açıklama yapıyor. Eğer Türkiye’yi yönetenler Doğu’da, Batı’da, Kuzey’de, Güney’de denetimsiz kanatlı hayvan beslenmesini, ulu orta satışını, kesimini engelleyemezse kuş gribine bağlı ölüm sayısının artma olasılığı yüksek...

Ya seri no, ya seri katil

KUŞ gribinin bir salgına dönüşmesini engellemek olana bitene rağmen hálá mümkün. Yeter ki kriz anında soğukkanlı olalım, doğru önlemleri alaım. Ne kadar erken davranırsak o kadar çok can kurtulur. Nedir doğrular?

1) Evinde, bahçesinde kanatlı hayvan besleyenleri ve ailelerini bilgilendirmek, 2) Medyayı doğru ve anında bilgilendirmek 3) Veteriner kontrolü olmadan beslenen kanatlıların itlafı için yarından tezi yok yasa çıkarmak 3) Bir daha da salma kanatlı hayvan beslenmesine izin vermemek.

Sonra? Kanatlı üretimi ve satışında "izlenebilirlik" prosedürlerini (tracibility) bir an önce yasalarla uygulatmak...

İzlenebilirlik ne mi demek? Anlatayım..

Diyelim ki bir lokantada himininizin canı tavuklu pilav çekti... "Tavuğu nereden alıyorsunuz?" diye sordunuz. Garson eveledi geveledi sonra "A şirketinden" dedi. O an ikna oldunuz ve tavuklu pilavı ısmarladınız.

Sipariş geldi. İlk lokmayı himini tam ağzına atacak garsonunun güvensiz tavırları aklınıza geldi ve soluğu mutfakta aldınız. "Hani nerede? Pişirdiğiniz tavuğun seri numarası gösterin" diye hesap sordunuz. Onlar da size bir barkod etiketi gösterdiler.

Cep telefonunuzdan Tarım Bakanlığı’nın "Yediğini İçtiğini İzle" sitesine girip barkod numarasını sorguladınız. Gördünüz ki gerçekten de A şirketi, o tavuğu o lokantaya iki gün önce satmış...

Nasıl ama sistem? Rüya gibi mi? Şu an için belki...

Ama göreceksiniz çok kısa bir süre içinde iş bu noktaya kadar gelecek. Gelmek zorunda da.

Tarım Bakanlığı işe hemen kasaplardan ve marketlerden başlamalı. Üzerinde seri no’su belli olmayan kanatlı hayvan satışına yarından tezi yok izin vermemeli. Belediyeler lokantalarda "seri numarası" belli olmayan kanatlı hayvan kullanımını yasaklamalı. Turizm Bakanlığı da otellerde aynı denetimi yapmalı (Bu arada kuş gribinden bir iki de turist öldürdüğümüzü düşünsenize!)

"Seri no" niye mi önemli?.. Bugünlerde seri no’su olmayan bir tavuk kolayca seri katil olabiliyor da o yüzden... Bilmem anlatabildim mi?

Lafgüzarlık

HÜKÜMET
sözcüsü "kuş gribi süphesi var" diyenlere "işgüzarlar" dedi.

Ağrı’daki vaka kuş gribi çıktı. Halkla ilişkiler literatürüne kurum sözcülerinin bir türünü tanımlayan çiçek gibi bir sözcük kazandırdım. Lafgüzar!

Lafgüzar neyin sözcülüğünü yaptığının özünü unutup lafla peynir gemisi yürütebileceğini sanır. İçi boş konuşur.

Bazı durumlarda patavatsızdır. Hatayı hep medyaya arar. Tek savunma yöntemi medyaya saldırıdır. Sözcülüğü sadece medyaya yaptığını sanır.

Özür dilerken bile amacı özür dilemek değil işin içinden sıyrılmaktır.

İşgüzarlık yaptığım düşünülüyorsa kusuruma bakılmasın...

Benim işgüzarlığım en fazla çiçeklere, böceklere, kuşlara zarar verir! Ya hükümet sözcüsünün lafgüzarlığı?

Başbakan bir gün de çıkıp ciddi hata yapan bakanını görevden alsa değil mi? Halk onu görevden almadan önce...

Çekirgelik

Bir insanın zeki olup olmadığı yanıtlarından, bilge olup olmadığı, sorularından anlaşılır

(Necip Mahfuz)
Yazının Devamını Oku

Çocukların bile seveceği şüpheli

6 Ocak 2006
Tayfun Güneyer’in ilk fimi "Şans Kapıyı Kırınca"yı izledikten sonra bu köşede "Bravo Tayfun, iyi iş başarmışsın. Sinema gibi sinema yapmışsın" diye yazmıştım. Tayfun’un ince esprilerine övgüler dizmiştim. Çarşamba gecesi filmin oyuncularıyla birlikte Tayfun’un yeni filmi Keloğlan Kara Prens’e Karşı’yı izledim. Bu kez çok iyi şeyler yazamayacağım. Film tam bir çorba. İçerken de çok keyif almıyorsunuz. Çocuklar alır mı? O bile şüpheli. Baştan söyleyeyim. Bu film sadece televizyonda iş yapar. O da bir kere.

Filmde Şans Kapıyı Kırınca’daki gibi "Çıplak Silah" esprileri yok değil. Tayfun espri anlayışını Keloğlan’a da taşımış. Soyduğu insanlara kitabını imzalayıp veren Robin Hood’lar, pantolunu kıçının arasına kaçtığı için çıplak dolaşan askerler, disko dans yapan prensler, han işleten Tolga Han’ların hepsi Keloğlan Kara Prens’te. Bu esprilere şaşırmamak lazım. Nasıl Mel Brooks ismini gördüğümüzde bu tür espriler beklentisi içerisine giriyorsak, Tayfun’un filmlerinde de artık bu tür esprilerin standart olduğunu bilmeliyiz. Artık bir Tayfun Güneyer sineması var bunu kabul edelim.

Sorun farklı esprileri ve sahneleri birbirine bağladığımızda Keloğlan Kara Prens’in bir bütün etmemesi. Komik diye çekilen bazı sahnelerin çok uzun olması ve güldürmemesi, sıkması. Bazı komik olsun diye yapılan esprilerin ise kör gözüm parmağına kalması. Ejderha ve devlerin görüldüğü sahnelerde ise epeyce bir "yapaylığın" hissedilmesi.

Oyunculara gelince... En başarılı oyuncu Özcan Deniz. Biçilen rolü hakkıyla oynamış. Mehmet Ali Erbil çok daha komik bir Keloğlan olabilirmiş ama kesinlikle yanlış oynatılmış. Çünkü senaryo daha çok Kara Prens üzerine kurulmuş.

Bülent Polat karakteri senaryonun en doğru karakteri ve oyuncu seçimi mükemmel olmuş. Ancak genel olarak baktığımda klasik Keloğlan’ın yanında çok postmodern bir Sanço Panço yorumu olduğunu söyleyebilirim. Ahu Türkpençe ve diğer popüler oyuncuların perdede resmi geçit yapması ise tabii ki Tayfun’un başarısı. Film gişe yapacaksa bu oyuncuların resmi geçidinin faydası büyük olacaktır. Niye Nükhet Duru’nun "Ayna ayna benden güzel kim var, söyle" yorumunu Nükhet Duru hayranları merak etmesinler değil mi?

Tayfun rüyalarının peşinden büyük bir cesaretle gidiyor. Çok saygı duyuyorum. Keşke hepimiz Tayfun kadar cesaretli olabilsek.

Vergi hukuku değil mizah kitabı

Hafta sonu için iki kitap öneriyorum. İlki soğuk yüzlü vergi konusunu sıcak yazılarıyla sevdiren, açık hale getiren sevgili meslekdaşım Şükrü Kızılot’un son kitabı "Askerliğini Yapmayan Kadın". Kitabın içinde yurdumun dört köşesinden, birbirinden gırgır vergi öyküleri var. Ve de çok güzel fıkralar. Bir tanesini hemen paylaşayım:

Bir kadın eczaneye girer ve arsenik ister. "Ne yapmayı düşünüyorsunuz?" diye sorar şüpheyle eczacı.

"Kocamı öldürmeyi..."

"Ne? Şaka mı yapıyorsunuz?" Cinayet işlemeniz için size ilaç satamam."

Kadın çantasını açmış ve kocasının eczacının karısıyla çekilmiş resmini göstermiş. Ezcacı yapıştırmış: "Aaa! Tabii, reçeteniz varsa durum değişir."

Anlayacağınız sevgili Kızılot’un kitabına vergi hukuku kitabı muamelesi yapmayın o bir mizah kitabı. Eline sağlık Sevgili Kızılot.

Birgit’te gazetecilik ve siyaset atbaşı

Diğer kitap Orhan Birgit’in Evvel Zaman İçinde isimli kitabı. Birgit uzun yıllar içinde yaşadığı basın ve siyaset dünyasını güzel üslubuyla oya gibi işleyerek anlatıyor.

Birgit’in kitabının bu ilk cildi. İlk cilt 1950-1965 arasında Türkiye’de siyasette ve basın dünyasında nelerin döndüğünü bize Orhan Birgit’in tuttuğu aynadan gösteriyor. CHP, DP, TKP arasındaki savaşlarda basının oynadığı rolü görmek oldukça heyecan verici. Örneğin "Kore nere Türkiye nere" bölümü. Niye Kore’lere gidip savaşlar yaptık merak etmiyor musunuz?

Türkiye’nin basın tarihini ve siyaset tarihini iç içe görmek isteyenler Birgit’in kitabını kaçırmasınlar. Özellikle de gazetecilik öğrencileri.

CUMA TAKINTISI

Bu hafta size kalamarı harika bir balık lokantası öneriyorum. Villa Bosphorus. Çengelköy’de... Deniz ürünleri gerçekten bir harika. Boğaz manzarası, gece gündüz anlatılacak gibi değil. Bu hafta sonu canınız balık çekiyorsa kesinlikle takmanız

gereken mekan Villa Bosphorus. Takın. Kalamar yerken de beni anımsarsanız sevinirim. Hem de çok... Sizin için canla başla, hayatınızı renklendireceğim diye çalışıyorum. Bu kadarcık bir şey istemişim çok mu? İki saniye düşünün ya.


CUMA LAKIRDISI

"Onların peşinden gidecek cesaretiniz varsa bütün rüyalar sizin olabilir." (Walt Disney)


CUMA İTİRAFI

seker-kiz; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 18; Ülke: Almanya

Hayatımda ilk defa büyük bir yanlış yaptım, o da anneme sevgilimin olduğunu söylemekti. Mutlu bir beraberliğim vardı. Tam sekiz ay olmuştu. Anneme bunu itiraf etmek istedim ama annem bu sırrımı hemen babama yetiştirdi ve sevgilimden ayrılmak zorunda kaldım. Böyle bir yanlış bir daha asla yapmayacağım!

Yorum: Kızların en büyük sırdaşları anneleri. Ve bu kızlar düşünürleri ki "En son babalar duyar!". Ne büyük hata. Babalar da bilirler ki kızların en büyük sırdaşları anneleri. Bu nedenle olan her şeyden anneleri sorumlu tutarlar. Anneler de "bana niye söylemedin" riskine katlanmamak için her şeyi babalara söylerler. Yani babalar hep duyar ama duymamazlıktan gelirler. Bir şeyi annenize söylerken, annenizin ağzında bakla ıslanmayacağını bilin. Siz gideceksiniz, o kimle aynı evi paylaşacaksınız sanıyorsunuz.
Yazının Devamını Oku

Keops’ta Yıldız Tilbe nöbeti

5 Ocak 2006
Salı günü yılbaşı gecesini Klassis’te Kayahan dinleyerek geçirdiğimi yazmıştım. Ama hepsi bu değildi. İtirafsa itiraf, başka bir şey daha yaptım. Gecenin ikisinde arkadaşlarla karar verip İstanbul’a indik. Nereye? Keops’a. Kimi dinlemeye? Yıldız Tilbe’yi. Yemin ederim Yıldız Tilbe benim zevkim değil. İyi söz yazdığını kabul ediyorum, hayranları olduğunu kabul ediyorum, değişik biri olduğunu kabul ediyorum. Yine de kırk yıl evde pijama, terlik, cep telefonuna mahkum yılbaşı geçirsem; gecenin ikisinde kalkıp Yıldız Tilbe’ye gitmek aklımın ucundan geçmezdi.

Ne derler "Arkadaş hatırına çiğ tavuk bile yenir", değil mi? Yedik işte!(Gerçi bu söz kuş gribi olayından sonra, "Arkadaş uğruna 70 derecede pişmiş tavuk yenir" şeklinde değişti, ama biz ısrarla aslına sadık kalalım.)

Keops’tan içeri girdiğimizde, Yıldız Tilbe sahnede titriyordu. "Yetişin! Yardım edin, kadın sıtma nöbeti geçiriyor" diye öne doğru atıldım. Korumalar "Abi korkacak bir şey yok, Yıldız Hanım sadece oynuyor" dediler. Dikkat kesildim. Yıldız Hanım sadece oynuyordu. Saat dörde kadar da ısrarla sıtma nöbeti geçirir halde oynamaya devam etti.

Keops o saatte iğne atsan yere düşmeyecek halde, Tilbe’nin hayranları da mest! Titreyen titreyene. Hatta baktım titremekten Yıldız Tilbe’den şarkı türkü isteyen yok. Bir kağıda "El Adamı" yazıp gönderdim. Kadıncağız sağolsun hemen okudu. Hem de özenerek. "Gönlüm isterse gelirim, büyük aşkla sevişirim..."(Böyle değilse bile yakın bir şey işte.)

Niye "özenerek" dedim. O gece fark ettim ki, Yıldız Tilbe her şarkıyı özenerek söylemiyor. Bazı şarkıları sadece ağzında geveliyor, söylemeyi sevdiği şarkılarda ise kendi tarzında adeta devleşiyor.

Yıldız Tilbe’yle Keops’ta yaklaşık iki saat geçirdikten sonra, onun iyi söz yazdığı konusundaki kararımı pekiştirdim.

Yıldız Tilbe türü eğlence ise, asla bana göre değil. Almayayım, alana da engel olmayayım. Sanmayın ki Yıldız Tilbe ile mest olanlar o gece C1C2 grubu idi. C1C2 grubu Keops’ta yılbaşı geçirecek sosyoekonomik katsayıyı nereden bulsun!

TV’ler "AB’de birinciyiz" deyince, sanmayın ki "entel dantel"den söz ediliyor. Asla! Yılbaşı gecesi Keops’ta benim gördüğüm Yıldız Tilbe hayranlarının hepsi AB’ydi. Daha eğitimlilerdi demiyorum, ama AB’lerdi..

Sizce bir doktor, bir avukat, bir mühendis de, ortaokul mezunu emlak zengini de AB grubundan sayılıyorsa; bunda bir gariplik yok mu? Yılbaşı gecesi gördüm ki yok. Tilbe’yle birlikte hepsi titreyebiliyor. O halde televizyonda tek tip program izlemeye devam.

Ya davulcu ya zurnacı

Banu Alkan ve erkek arkadaşını kanalın birinde izledim. Banu Hanım’ın arkadaşı sinirlenmiş. Banu Hanım’ın üzerine yürüyordu. O da bir yastıkla kendini koruyordu. Olay mizansen mi değil mi anlamadım. Yıllar sonra Banu Alkan niye "badem gözlü" oldu, onu da anlamadım. Anladığımız şu: Bu televizyonlar serbest pazar ekonomisi sistemine göre yönetilirlerse, ya davulcuya ya zurnacıya varıyorlar. Memnunsak sorun yok. Değilsek değişmesi gereken şey sistem. Çözümü başka yerde aramayın. Verin lisansları, televizyon sayısını kontrol edin, denetleyin. Aksi halde şikayet etmeyin.

Sevincimize bakın

Sevincimiz şu: Avrupa Yakası, yılbaşı gecesi AB grubunda birinci olmuş! Niye? Avrupa Yakası; İnce Memet, Karamozov Kardeşler, Üç Kız Kardeş, Saray’dan Kız Kaçırma falan mı? AB’de de Süheyl ile Behzat’ın sunduğu Ha Babam De Babam birinci olsaydı ne olacaktı ki?
Yazının Devamını Oku

Yeni yıla ninni dinleyerek girdim..

3 Ocak 2006
Yeni yıla Klassis’te girmek bir "Ali Atıf Bir klasiği" haline geldi. Ama niye yalan söyleyeyim Kayahan’la yeni yıla gireceğimi duyunca biraz neşem kaçtı. Ne yapayım, Kayahan deyince insanın aklına daha çok hüzün parçaları geliyor. Yılbaşı da, tebliğci kardeşlerimiz yanlış anlamasınlar, "hoppidi hoppidi" bir gece işte.

Yılbaşı eğlencesinin yapılacağı salona saat dokuz sularında nüfuz ettim. Salon tıka basa dolu. Klasik Klassis yılbaşı süslemeleri eşliğinde ilerleyerek yerimize geçtik... Sahnede çok güzel yabancı müzikler çalan bir orkestra var. İlgilendim. Ekol isimli bir grup...

Şapkalı erkek solistin sesi kesinlikle daha iyi. Kızın sesini anımsamıyorum bile.

Erkek olan öyle baskındı ki.

Kayahan 23.30’da sahne alacakmış. Aman ne güzel hiç olmazsa "Şapkalı erkek solistle" idare edersiz diye seviniyorum. O esnada yemekler gelip gidiyor. Meze tabağı, somonlu bir şey, dana madalyonları, tatlı, çay, kahve falan... Lezzetten "körpe piliç" reklamlarındaki gibi inliyoruz.

Klassis henüz Silivri Belediyesi tarafından kırmızı bölge ilan edilmediği için rahat rahat içkimizi içebiliyoruz. Masada Şişli Belediyesi’ne savaş açıp Nişantaşı’ndaki yılbaşı zulmünden kaçan sevgili Erkan Özarman da var. Özarman konuşmaktan nefret ettiği için bütün gece ağzını bıçak açmıyor!

Şişli Belediyesi’ne de en ufak kötü bir söz söylemiyor. Menüde dut da yok ama o adeta bülbül!

Saat 23.00. Ekol sahneden iniyor. Arada yılbaşı piyangosu var. Onbeş yirmi dakika içinde salonun neredeyse yarısı Antalya’nın çeşitli otellerinde konaklama kazanıyor. Bize bir oylat kaplıcalarında bir ılıca konaklaması bile yok. Bedeviler, bahtsızlar, çöllerle ilgili bir söz vardı ama neydi?

Saat 23.30. Kayahan sahnede... Orkestrada İskender Paydaş, Asım Ekren. Vokalde İpek Açar. Kayahan bir başlıyor şarkılarını söylemeye... Utanıyorum.

Kayahan nasıl güzel söylüyor, nasıl şarkıları yılbaşına gidiyor. Tüm salon coşku içinde, tüm Kayahan şarkıları ezbere biliniyor. Saat 24.00’e doğru Kayahan’a bir istek uzatılıyor:

"Kayahan Amca uyumama az kaldı bir ninni söyler misin."

Kayahan önce küçük kızı Aslı Gönül için yazdığı ninniyi söylüyor. Annesi onu çok severmiş, babası onu çok severmiş. Sonra büyük kızı Beste için ninniyi söylüyor. Kırmızı pabuçları duruyor başında, başı düşmüş yastığa... Yeni yıla ninni dinleyerek giriyoruz. Tüm salon ninni söylüyor. E bebeğim e.. e.. e...

Mutluyuz ama... Çok güzel bir yılbaşı gecesi geçiriyoruz. Ve karar veriyorum: Kayahan’la her türlü geceye varım ben. Yılbaşı dahil. Ağzına sağlık Kayahan!

Baydı

Nihat Doğan ve Seda Sayan’ın toplum önünde sevgi sözcüklerini ayağa düşürüp anlamsızlaştırmaları gerçekten baydı. Nihat Doğan ve Seda Sayan bir yasa çıkarılıp engellenemez mi acaba? Aşkı, sevgiyi bu kadar ucuzlatmanın bir cezası olmamalı mı?

Babam ve Oğlum’dan çıkan ders..

Babam ve Oğlum’un "organize olmamış" tanıtım faaliyetlerini düşündüğümüzde yaklaşık iki ayda iki milyon izleyiciye doğru yelken açması müthiş bir başarı. Belki bir iki ay daha geçse üç milyon izleyiciye de ulaşır.

Tanıtım açısından kaldıraç noktası tabii ki kulaktan kulağa iletişim. İzleyen beğendi, çevresine söyledi, onlar gitti diğerlerine söyledi, böylece Babam ve Oğlum söz konusu başarıyı uzun sürede yakaladı.

Babam ve Oğlum daha fazla sinemada, organize bir tanıtımla piyasaya girseydi aynı başarıyı bir ayda yakalayabilirdi.

İşte size reklamın gereği. Eğer elinizdeki ürüne güveniyorsanız, parayı çevirip daha fazla kazanmanız için reklam şart! Aynı parayı yılda üç kere çevirip geri alınca mı daha çok kazanırsınız yoksa on iki kere çevirip geri alınca mı? Hesap yapın bakalım...

Belki yönetmen olarak Çağan Irmak’a yılda sadece bir film çekmek yetebilir ama yapımcısının daha fazla film çekmesi Türk Sineması’na daha fazla katkı sağlar. Sermaye kısa sürede birikirse refaha daha kısa sürede ulaşılmaz mı?
Yazının Devamını Oku

Dedeler, anneanneler uçak yüzü görmeden gitti!

2 Ocak 2006
ULAŞTIRMA Bakanı Binali Yıldırım cesaretle "havayolu taşıma kategorisini" liberalleştirmeye devam ediyor. Liberalleşmenin sonuçlarını "otogarlara" dönen havalimanlarından anlamak mümkün. Bu arada THY ile geçmişin hesaplaşmasını yapanlar var:

"Rahmetli anneannemin en büyük hayali memlekete uçakla gidip bir iki hava alıp dönmekti". Uçak işi elit işi idi, çok pahalı idi, bindiremedik. Gözleri açık gitti garibimin. THY niye daha önce yapmadı bu ucuzluğu..." diyenler çoğunlukta.

Bu görüştekilere katılmıyorum.. Daha önceki pazar "zihniyeti" farklı idi, rakip yoktu, THY’de "tekel" zihniyeti rehavetiyle çalışıyor, karını maksimize etmeye çalışıyordu. Şimdi rakipler var, THY yeni duruma uygun stratejiler üretiyor.

THY’ye bazen, "bayrak havayolu" olmanın avantajlarını (iktidara yakınlık gibi) kullandığını düşündüğüm için kızsam da, "Niye daha önce ucuza uçurmadılar" demenin ona haksızlık yapmak olduğunu biliyorum. Tekelci bir piyasada bir firmadan oligopol piyasasındaki gibi hareket etmesini beklemek haksızlık değil mi?

Önemli olan şu anda THY’nin ne yaptığı. Uygulanan liberal politikalar karşısında kendini değişen pazar koşullarına nasıl uydurduğu. Örneğin THY uygun fiyatlı özel hava yolları ile rekabet için "ikinci marka" stratejisini düşünüyor. İkinci markanın adı THY Express olacakmış. İkinci marka yaratmak akıllı bir strateji..

Daha önce Avrupa’da, ABD’de örnekleri var. Örneğin Luftansa’nın Condor isimli tarifesiz uçuş kategorisinde rekabet eden bir markası var. HapagLloyd’un ikinci markasının ismi HapagLlyod Express.

THY için "Express" ekiyle ikinci marka yaratılmasını ise doğru bulmuyorum. Tamamen farklı bir marka kullanmak daha doğru... Neden?

Çünkü THY aynı güzergahta ikinci markayla verdiği hizmeti farklılaştıramazsa ana marka kullanıcılarında "aynı hizmeti alıyoruz ama çok parayı veriyoruz" şikayeti başlar. Eğer hizmet kalitesi düşerse de THY ana markası zarar görür. İki ucu ballı değnek yani..

Sonuç: Yakında "yatağını, döşeğini, turşu bidonunu" kapan kendini herhangi bir uçağa atacak, istediği yere istediği zaman gidecek. Göreceksiniz, birçok sorunu çözeceği gibi Doğu sorununu da Doğu’ya uçan uygun fiyatlı havayolları çözecek! Liberal politikalar ideolojik, etnik saplantılı siyasetçileri de adam edecekÖİşte Pegasus! Geçen hafta Diyarbakır’a 55 TL’ye uçmaya başladı bile... (İster misiniz çok yakında uçaklarda Kürtçe anons istiyoruz diye bir kampanya başlasın! Kürtçe TV olduğuna göre Kürtçe anons niye olmasın değil mi? Olsun mu? Bu başka bir yazı konusu...)

Kim bu bağırsak

ANIMSARSANIZ Pınar’ın "probiyotik ürünler" için kullandığı "kukla karakterlerden oluşan" yaratıcı yaklaşımı çok beğenmiştim. Aynı yazıda Pınar’ın diğer ürünlerine de "şemşiye strateji" olarak bu yaratıcı stratejiyi uygulaması gerektiğini yazmıştım. Pınarcılar ne kadar benim yazdıklarımdan etkilendiler onu bilemem ama Pınar Süt’e de aynı yaklaşımı uygulayarak reklam yapmak çok doğru bir karar.

Mehmet Ali Erbil bağırsak, Okan Bayülgen beyin ve Engin Günaydın burun seslendirmesinde harikalar yaratıyorlar. Pınar imajını gençleştirmek, dinamikleştirmek adına çok doğru bir yolda ilerliyor. Yeni ürünlerde Engin Günaydın’ın sesi daha çok kullanılırsa çok daha etkili olur. Özkan niye yeni reklamda yer almadı acaba?

2006’da okur görüşleri artacak

BU yazıyı dün girecekti ama yer kalmayınca bugüne kaldı. 2006’da tabii ki yazılarımı okuyup iştahla bilgisayarına sarılan okurlarımın sayısı tabii ki artacak:

’’Korkunun BSA’ya faydası var’’ yazınızda, ’’asansördeki adam yakalanacağını bile bile niye hala aynı katta iniyor... ’’ diye yazmışsınız. Ondan öte polislere kendisini gösteren personelini oymaz mı! "(Kadir Şen)

Yorum: Ama biraz sakin olmak da fayda var. Oymak, moymak. Lütfen internetle gazeteyi karıştırmayalım...
Yazının Devamını Oku

Ya yasa değişir, ya Bodrum’a yerleşirim

1 Ocak 2006
2006’da ilaç sektöründe reklam tartışması bu köşede devam edecek. Ya birileri sonunda ‘raf üstü’ ilaç reklamlarının liberal bir ekonomide hem halkın hem de piyasanın yararına olduğunu anlayacak ya da ben bu köşeyi kapatıp bodruma yerleşeceğim! 80 yaşına kadar bu köşeyi kapatmaya niyetim olmadığına göre ilk günden bilgilendirmeye devam. Sonunda bir milletvekilimiz konuyla ilgilendi. Bakın CHP Denizli Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Neşşar ne diyor:

‘İlaçların büyük market zincirlerinin bir reyonunda satılır olacağı fikrine istemesek de bir gün razı olmak zorunda kalabiliriz; ya da ilaçların ‘raf üstü’ ve reçeteyle satılabilirliğinin kesin sınırlarla ayrılması, neredeyse tüm ilaçların uluorta satıldığı ülkemizde hasta ve toplum yararına bir sonuç da ortaya koyabilir.’

Burada esas düşünülmesi gereken belirli hastalık belirtilerinin medya aracılığı ile vurgulanması yolu ile toplumun duyarlı/önemli bir kesiminin kendisinde belirli hastalıkların olduğuna inandırılmasıdır. Tabii amaç da ‘raf üstü’ satılabilen ilaçlar arasındaki reklam savaşlarıyla halkın bu ilaçları bilinçsizce tüketmesi ve büyük karların hedeflenmesi...

Örneğin reflü hastalığı... Bir yandan ülser hastalığı ile karışması sonucu eski tüketim mekanizmasının aynen geçerli... Bir yandan da bu hastalığın laparoskopik cerrahi yöntemiyle tedavisinde kullanılan son derece pahalı sarf malzemelerini kapsayan yeni bir tüketim alanı açılıyor. Bu uygulamalar da sağlık harcamalarında büyük savurganlığa yol açıyor.

Medyada sağlık programlarına sınırlama getirilemeyeceğine göre, en azından ilaç reklamlarının sınırlanması ve kanıta dayalı tıp, akıllı ilaç uygulamaları prensipleriyle sadece gerekli tedaviyi sağlayacak kadar ve eşdeğerleri arasında en ucuz ilaçların seçimine yönelinmesi gerekir. Büyük ilaç tekellerinin çıkarlarıyla çelişecek bu yaklaşımların, siyasi bir tercihten çok öte toplumun maksimum kesiminin sağlık hizmetlerinden minimum oranda yararlanabilmesi bakımından bir zorunluluk olduğunu taktirlerinize sunarım.

Yorum: Burada kilit cümle ‘büyük ilaç tekelleri’... Liberal piyasalarda rekabet kurumları var ve bir pazarda tekel varsa, kanıtınız varsa şikayet ederseniz müdahale eder. Eğer ‘sanal hastalıklar’ üretiliyor ve sonuçta da halk sağlığı zarar görüyorsa Sağlık Bakanlığı ne güne duruyor? Ya da reklam kurulu, RÖK? Üstelik şu anda, reklamlar olmadan da ‘sanal hastalıklar’ üretiliyor. Kim ne yapıyor? Reklamlar serbest olsa rekabetçi iletişim çok şeyi çözer. CHP’liler iktidara gelmek istiyorsa 2006’da, piyasa ekonomisi nasıl çalışıyor iyi anlayıp ‘büyük tekeller’ gibi genellemeci yaklaşımlardan kaçınmalı. Onların yarattığı en büyük tekel Tekel... Özelleştirildi bakın piyasada 13 farklı marka rakı var. En ucuzu 21.5, en pahalısı 35 milyon lira... Yakında vanilyalı rakı çıkarsa şaşırmayın... Vanilyalı rakıya kimin gereksinimi mi var? Size ne? İsteyen istediğin rakıyı içer isteyen istediği ‘raf üstü’ ilacı alır..

Reklam uçsa Türkiye uçar gider

TÜRKİYE’nin iki büyük medya planlama şirketi Mindshare ve OMD, 2006 yılı için yaptıkları reklam yatırımı analizlerini sağolsunlar benimle paylaştılar.

Anımsarsanız 2003 yılında reklam yatırımları 879 milyon dolarla kapanmıştı. 2004’te GSMH’deki artışa paralel olarak 1.3 milyar dolar yükseldi. 2005’te büyüme devam etti, reklam yatırımlarının 1.7 milyar dolara ulaştığı tahmin ediliyor. Diğer ülkelerle karşılaştırdığımda hálá çok düşük bir rakam. Türkiye’yi ‘301’inci madde’ kapsamına hapseden dar görüş diğer ülkelerin ekonomik göstergeline bakıp utanmalı!

İşte 300 milyon nüfuslu ABD... 2004’te reklam yatırımları 145 milyar dolardı. Biz 70 milyon nüfusla hálá 1.7’ye talim ediyoruz. Oysa 30 milyar dolarlarda olmamamız gerekir değil mi? Kabul ediyorum Amerika olmak hayal. O zaman Yunanistan olalım. 11 milyon nüfus, 2.6 milyar dolar reklam yatırımı... Biz de 70 milyon nüfusa 15 milyar dolar olalım ne olur?

Özelleştirmeyi hızlandırmak, piyasaların önünü açmak, reklamın önemini öğretmek, önünü açmak, markalaşmayı anlatmak, yasakçı kafalardan kurtulmak şart!

Bu yıl ilginç bir gelişme var. Son tahminlere göre toplam reklam yatırımları içinde televizyon ve basın harcamalarının payı yüzde 91’e çıktı. Televizyon geçen sene yüzde 52 idi 3 puan artarak yüzde 55’e yükseldi. Basın geçen sene yüzde 37 idi. Bir puan azalarak yüzde 36 oldu. Açık hava reklam yatırımları geçen yıla göre yüzde 5’ten yüzde 4’e, radyo reklam yatırımları yüzde 4’ten yüzde 3’e geriledi. Sinema ise yüzde 1’le yerinde saydı. Ya internet? Sağlıklı bir veri yok. Ancak bazı tahminler 12-14 milyon dolara ulaştığını söylüyor. Yani toplam ölçülen mecra yatırımlarının 0.7’si...

2006 için benim tahminin 2.3 milyar dolar. Medya dağılımında, dağılımında büyük bir sıçrama olmaz. 2006’da inşaat, iletişim, yiyecek, içecek, finans, teknoloji, otomotiv, ev eşyası, kozmetik, seri alan reklamlarına yapılan yatırımlar artar... Biz de bu köşede ‘daha etkili reklamlar yapılsın’ diye çabalamaya devam ederiz. Biliriz ki reklam işini yaparsa herkes işinde kalır, Türkiye uçar gider...

Körü körüne medya seçimi yanlış

BİR konuda uyarı yapmak isterim... Medya planlama şirketleri reklamverene yaptıkları sunumlarda televizyonu tek ve en etkili mecra olarak gösterme eğilimindeler. Ulaşım rakamlarını yanlış anlatıp, yanlış yorumluyorlar..Bu çok yanlış... Önce ‘nitelikli ulaşım kavramı’ açıklanmalı... Sonra her markanın içinde bulunduğu kategorinin medya gereksiniminin farklı olduğu...

Reklam yaratıcı olacak, ürün dağıtımı tamamlanmış olacak ve de eldeki bütçeye göre doğru yerde doğru zamanda yayınlanacak. Reklamda başarının formülü bu...

2006’da sorulara devam

REKLAMLARDA bir bebeklere asker kıyafeti giydirmemiştik... O da Nixy Baby sayesinde oldu. Niye bebekler asker kıyafetinde? Niye animasyon? Niye Nixy baby? Niye sihirli koruma? 2006’da ‘Niye? Niye? Niye?’ diye kendimi bu köşede parçalamalarım devam edecek...

Brillant niye Kadir İnanır’dan vazgeçti? Aygaz reklamında niye horon tepiliyor? Doğalgazı üst gelir grupları kullanıyorsa, üst gelir gruplarının markası Aygaz’da hologramı takacak kimse kaldı mı? Şener Şen’i bıyıksız hali bıyıklı halinden daha genç mi gösteriyor? Aganigi naganigi’nin vaatleri Sağlık Bakanlığı’ndan onaylı mı? Fındık ‘aganigi naganigi’ diye reklam yapıyor da Viagra niye yapamıyor? Erkan Yolaç da nereden çıktı? Sütün ismi Çiftsüt olsaydı ‘Adı çift tadı çift’ derler miydi?

Soracak çok soru var, çooook... Sizin için, Türkiye için kendimi parçalamışım çok mu?

2006 İngilizce yılı olur

PRİMA üç çeşit bebek bezi çıkarmış, hassas ciltlere ‘new baby’, hareketli bebeklere ‘Active baby’, kilot gibi ayakta giyilebilen ‘Let’s go’... 2006’da tahminim reklamlarda Türkçe slogan, ürün ismi hatta metin kalmayacak. Milli Eğitim Bakanlığı İngilizce öğretim modelini çok daha hızlı değiştirse iyi olur.

Kuzey istilasına devam

FİNLANDİYALILARIN dişleri beyaz Vivident Xylit çiğne, Norveçli balıkçıların elleri güzel Neutrogena kullan! Ne oluyoruz? 2006’da reklamlarda İtalya, Amerika, Fransa, Almanya gibi hayranlık duyduğumuz ülkelerin pabucu dama mı atılacak ne! Yaşasın İsveç, Danimarka, İzlanda ve Kuzey kutbu! Öyküneceğimiz başka ülke kaldı mı?

Çekirgelik

Eğer muz değilsen yaşlandıkça yıllar sana yarar! (Ross Noble)
Yazının Devamını Oku