Ali Atıf Bir

Gereksiz ve sorumsuz vuruşlar

22 Ocak 2006
DACIA Logan reklamında rakip Logan’ı sırrını keşfetmesi için bir ajan gönderiyor. Reklamın sonunda ajan Logan’ı o kadar beğeniyor ki kendine de bir tane alıyor. Reklamın metni aynen şöyle:

"Logan Başarısının sırrını keşfetmek istediler... Ve en iyiyi gönderdiler...

- Alo, şimdi içerdeyim.

- Beklediğinden daha geniş.

- Şimdi biraz eğelenelim.

- Hızlanma daha iyi.

- Ve yakıt tüketimi düşük.

- Ya motor?

- Motor? Renault.

Bir otomobil hayatınızı değiştirebilir. Dacia Logan Dizel 18.330.Dacia Group Reanult."

Reklam filmi Türkçeye çevrilmemiş, Fransızca dinliyoruz. Alt yazılar Türkçe. Renault ilk defa böyle bir şey yapıyor. Nedeni yabancı film havası verip öykünün etkisini arttırmak, kalite algısını yükseltmek. Doğru mu? Teknik olarak belki. Ama gereksiz.

Reklamlarda Türkçe’ye sahip çıkılmazsa sonumuzu düşünemiyorum...

Türk kadınının ’terbiyesi’ bozuldu

İNTERNETTEKİ yemek sitelerini şöyle bir turladım. Şaşırdım. Kadınlar şokta!

Kuş gribi korkusu nedeniyle yumurta kullanmadan nasıl yemek terbiyeleyecekler bir türlü karar veremiyorlar.

Terbiyeleme olayında çiğ yumurta kullanmak sorun...

"Yoğurt oranını arttırın, limon kullanmayın" diyenler var.

"Unu azaltın, sarmısak oranını düşürün" diyenler var...

Bütün önerileri kulak arkası edip "iki gün de yemek terbiyelemem olur" diyenler çoğunlukta.

Anlayacağınız, kuş gribi sonunda Türk kadınının "terbiyesini" de bozdu...

Puma’nın çuvallaması

TÜRK dizileri rating rekorları kırıyor, Türk sineması şaha kalktı. Hálá Puma dünya çöplüğünden anlaşılması bir o kadar da zor reklamı Türkiye’de yayınlıyor. Fikir iyi. Diyecek bir şey yok. Futbol starı olmak her çocuğun düşü. Bu düş ürün vaadi olarak kullanılabilir. Ama uygulama başka dünyaların insanları için.

Global firmaları uyarıyorum. Türkiye’yi ne idüğü belirsiz reklam filmleri çöplüğüne döndürmeyin. Yerel kültürü önemseyin..Global markalara itirazım yok ama global çuvallamalar beyin kirletiyor.

Tatlıses ortak değilmiş

MERİNOS’a "İbrahim Tatlıses’in ortak olduğu" dedikodusunun ortalarda dolaştığını yazmıştım. Merinos Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Erdemoğlu, Gazinatep’ten yanıt gönderdi:

"Merinos Halı ve Merinos Mobilya yüzde 100 Erdemoğlu ailesine aittir. İbrahim Tatlıses sadece yıllardır birlikte çalıştığımız reklam sanatçımız ve dostumuzdur. Söylentilerin İsim benzerliği nedeniyle ortaya çıktığını tahmin ediyoruz. Lütfen bu açıklamayı yapıp, spekülasyonları sonlandırmamıza yardımcı olun."

Erdemoğlu ayrıca, tüm ortaklık dökümanlarını ve ortakların yaşam öykülerini de göndermiş. Erdemoğlu Grubu bünyesinde yapılan ürünler tüketiciye Merinos, Padişah ve Dinarsu markalarıyla sunuluyormuş. İbrahim Erdemoğlu, 1962 Besni doğumlu. KTÜ Fizik Bölümü mezunu...

Erdemoğlu’ndan şimdi de son Merinos Mobilya reklamında ne demek istediklerini bir anlatan bir mektup bekliyorum... Tatlıses damat olduğu için mi kötü koltuğa oturuyor?

Niye bu kadar sığ mesajlı ve kötü prodüksiyonlu bir mobilya reklamı sayın Erdemoğlu? Hedef kitle bundan mı anlıyor?

Saçmalamanın sınırı yok

Bir inşaat ortamı. İşçilerden biri cep telefonuyla konuşuyor. Renault Logancılara inat doğulu İngilizce şivesiyle... Reklam Türkçe alt yazılı:

"- Naber bebeğim nasılsın?

- Yoo sorun değil çay içiyordum..

- Bugün?

- Bugün yeni bir boru sistemi döşedik..

- Sessiz boru?

- İçinden neler geçiyor ama o hiç ses etmiyor..

- Tıpkı ben değil mi?

- Tamam aşkım öptüm her santimetrekareni..

- Hoşça kal."

İki arkadaşı telefonda konuşan işçiyi izliyor. Sonra iç gıcıklayan bir 900’lü hat kadını edasıyla dış ses giriyor:

"Türkiye’nin ilk ses geçirmeyen boru sistemi Silenta... Hakan Plastik’ten, güle güle kullan Türkiye..."

Sonra işçimiz ayakta. Sarı Gelin türküsü çalıyor. Alt yazı Türklişh: "Blondie bride aman..."

Ne diyeyim. İçimden eleştirmek bile gelmiyor. Türk reklamcılığını bu noktaya getirenler utansın! Bir borunun ses geçirmeme özelliği böyle mi anlatılır? Reklam bir dakika, temel özellik üç saniye.. Çok yazık çok... Reklamda boru dışında konuyla ilgili hiçbirşey yok...

İyi ki medya büyütüyor

BAZI iş adamları medyanın kuş gribini büyüttüğünü düşünüyorlarmış. Yanlış!

Henüz kökeni, boyutları, yayılma süreci tam bilinmeyen bir virüsle savaşılıyor, ucunda ölümler var, dolayısıyla yapılan uyarılar, alınacak önlemler "hatayı" sıfırlayacak şekilde olmalı.

Hatayı sıfırlamak?

Uçak şirketiniz olsa uçak bakımlarını % 1 hatayla yaptırır mıydınız?

Düşünsenize havalandırdığınız her yüz uçaktan 1’i düşüyor...

Henüz H5N1 virüsünün kökeni, boyutları, yayılma süreci bilinmediğine göre...

Çocuklarınızın yediği kaç tavuktan birinde kuş gribi virüsü görülmesini istersiniz?

Yüzde bir, binde bir, onbirde bir, milyonda bir, on milyonda bir...

Şu anda markalı tavuklarda, hindilerde, yumurtalardan virüs bulaşma riski sıfır...

Kontrolsüz, açıkta, kendi başına yetiştirilenlerde, diyelim ki, onbinde bir..

Ya çocuklarınıza çıkarsa?

Hálá medyanın abarttığını düşünüyor musunuz?

Altı sigma felsefesi öğrenin...

Yani etkili ve verimli yaşamayı, yönetmeyi...

Öğrenin ki Türkiye’nin de dünya markaları olsun!

NOT: Bazı okurlar, "entegre tesislerde risk sıfırsa niye onların ürettiği tavuklar da itlafı ediliyor" diye soruyorlar. Haklılar ama oralardaki itlafın nedeni kuş gribi değil, talep fazlası. Kanatlı hayvan üretiminde, "talep azaldı üretimi durdurayım" diye frene bastığınızda üretim o gün durmuyor. Çünkü kümeslere hayvanlar çok daha önceden konuyor. ’Altı sigma’yı öğrenmek için kitap önerisi: Herkes İçin Altı Sigma, George Eckes, Medyacat, 2006.

Çekirgelik

Bazen çoğunluk tüm aptalların aynı tarafta olması demektir

(Claude McDonalds)
Yazının Devamını Oku

Özdemir Erdoğan’ın motoru su kaynatmamış

20 Ocak 2006
Bayramı Antalya’da, Kremlin Palace’ta geçirdiğimi geçen hafta yazdım. Kenan Doğulu ve Candan Erçetin konserleriyle ilgili izlenimlerimi sizinle paylaştım. Birkaç okurum "Niye Özdemir Erdoğan konserinden söz etmedin?" diye sitem etmişler. Emin olun bir nedeni yok. Sadece yer dar, geniş geniş yazma lüksümüz yok. Hepsi bu...

Özdemir Erdoğan, son gece 10.30’da sahne aldı. Yaklaşık üç saat sahnede kaldı. Bir saate yakın medyaya atıp tuttu. Dedi ki "Medyaya rağmen 50 yıldır yıkılmadım, ayaktayım. Beni görmezden geliyorlar ama gördüğünüz gibi hálá bu saatte iki bin kişiyi bir araya toplayabiliyorum, bu gece medya yaptığı her şeyi sıfırlamıştır."

Ama dediğinin pek inandırıcılığı yoktu. Candan Erçetin ve Kenan Doğulu’da olduğu gibi salon tıka basa doluydu. Kremlin, sadece Özdemir Erdoğan’ın bulunduğu bir bayram pakedini pazarlasaydı, böylesine tercih edilir miydi şüpheli.

Özlemişim Özdemir Erdoğan’ı... Keyifli şarkılar söyledi. O "İkinci Bahar"ı söylerken, salondakiler kendilerinden geçti. Kanun taksimi, klarnet taksimi derken bizi Türk sanat müziğinin güzellikleri arasında dolaştırdı. Ağlama Değmez Hayat’tan girdi, Ayva Çiçek Açmış’tan çıktı. Amerika’da yaşayan 39 yaşındaki kızının eşinin nasıl öldüğünü ve sonra nasıl başarılı bir işkadını olduğunu salondakilerle paylaştı. Onunla birlikte sahnede gitar çalan oğlu Mehmet Can Erdoğan’ın "wadaaaaa..." dahil birçok reklam müziğine imza attığını ballandıra ballandıra anlattı. Aralarda, 1980’den önce Marksist olan, daha sonra "dönen" arkadaşlarını "1968 kuşağı aynı 1968 model Chevrolet gibi, şasileri sağlam, kaportaları sağlam ama bazılarının motorları su kaynattı!" sözüyle tanımladı.

Özdemir Erdoğan’ın motorunun su kaynatmadığını gözlerimle gördüm. Ancak sakın "değişmedim" demesin. Sahnede yaptığı, basbayağı bir şarkılı türkülü talk show’du, bu tür show’lar da yeni düzenin ürünü.

Kızını Amerika’da iş kadını yapıp, oğlunu Amerika’da eğitip, yaptığı reklam müzikleriyle övünüp, sonra da "Kahrol medya al sana bomba" demenin mantıklı bir yanını göremiyorum. Siz?

Hababam Sınıfı doğru yolda

Yeni dönem "Hababam"ları, türü ve hedef kitlesi kapsamında beğendiğimi söylemiştim. Yeni Hababamlardan eskilerdeki duygusal Türk filmi tadını beklemek safdillik! Yenilerinin başarısı da burada, gençliğin "trendy" dilini yakalamasında.

Siz "entel dantel" eleştirmenlere bakmayın, onlar her filmi kendi beğenileri açısından yorumluyorlar. Filmde hedef kitle diye bir şey var. Hababam Sınıfı gibi ağır "tür" filmlerini hedef kitleyi düşünmeden atar tutar, değerlerseniz çuvallamanız işten bile değil.

Hababam Sınıfı 3,5’ta da Ferdi Eğilmez çok doğru bir yolda ilerliyor. Bütçe kısıtı nedeniyle film, dar planlara sıkışmış ama yine de zor bir işin altından başarıyla kalkılmış. Yeni filmlerde Ferdi Eğilmez dar planlardan kurtulmalı, ana konunun yanında da daha fazla güldürü unsuruna yer vermeli. Beberuhi yeni dönemin bomba karakteri, daha fazla sahne yazılmasında fayda var.

Kibariye ve Seda Sayan gibi oyunculukları sorgulanan popüler karakterlerin, Hababam Sınıfı içine yerleştirilmesini doğru bulmuyorum. Hababam bu açıdan steril kalmalı, özünü bu anlamda korumalı. Bir de Mehmet Ali Erbil’e biçilen rolü bir daha gözden geçirmekte yarar var. Onu çizgi film karakterine dönüşen "zevzek müdür" halinden kurtarmak lazım.

Hababam 3,5’un final sahnesi çok daha iyi çekilmişti, ama sadece ana konuya hizmet eden bir esprisi vardı. Oysa Hababamların finalinde müthiş komik şovlar olmalı. Büyük ve iyi çekilmiş şovlar...

Hababam 5 Kardeş’i böyle büyük bir finalle merakla bekliyorum.

İki film önerisi

Romantik komedi sevenler, "Gerçek Dedikodu"yu kaçırmasınlar. Müthiş bir senaryo, müthiş bir oyunculuk, müthiş bir sorgulama...

Çocuklarınızı mahrum etmeyeceğiniz film ise Spy Kids: Oyun Bitti. Üç boyutlu, gözlükle izlenen bu filmde bilgisayar oyunu canavarı çocuklara çok güzel mesajlar veriliyor. Siz de izlerseniz çocuklarınızın bu tür oyunları oynarken ne tür bir ruhsal boyutta olduklarını daha iyi anlarsanız. Kaçırmayın...

CUMA İTİRAFI

"köroğluyum; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 36; İl: Bolu

Banyo yapan eşimi anahtar deliğinden izledim. Nedenini sormayın. Bakmak istedim sadece. Yedi yıllık karım her şeyden habersiz banyo yapıyordu. Santimetrekaresini bildiğim o vücut beni öyle tahrik etti ki, ben bile şaşırdım. Bu kadar heyecanlanacağım aklıma gelmezdi."

Yorum: Tavuk komşunun da değil, ama bir anahtar deliği fantezisi onu beyefendiye kaz olarak göstermiş! Bu ev videosuna geçmenin ilk aşaması. Tanrı beyefendinin eşini internet facialarından korusun!

CUMA TAKINTISI

Beşiktaş’ta BKM’nin yanında küçük bir köfteci keşfettim. Tabii ki daha önce keşfedilmiş bir yer, ama ben yeni keşfettim. İnegöl köftesini denedim çok beğendim. Özenerek hazırlandığı, pişirildiği her halinden belli. Piyazı da çok lezzetliydi. BKM’den Selma, telefonda görüşürken, "Siz oranın asıl yeşil salatasını deneyin, üzerine nane yaprakları koyuyorlar müthiş oluyor" dedi. En kısa zamanda bir daha gidip yeşil salatayı da deneyeceğim. Size de öneririm. Fiyatlar çok makul. (212) 260 13 19

CUMA LAKIRDISI

"Hata yapmamaya tövbe etmek kolaydır. Yapmanız gereken tek şey, fikir üretmemeye tövbe etmektir." (Leo Burnett)
Yazının Devamını Oku

Magazin aşağılandıkça yükseliyor...

19 Ocak 2006
Gördüğünüz gibi Türkiye’de "magazin" aşağılandıkça, magazin düşkünlerinin sayısı artıyor... Magazin ne?

Magazin; spor, eğlence ve bu dünyadan çıkan ünlülerin özel yaşamları...

Magazin niye aşağılanıyor?

Türkiye’nin önünde Kürt sorunu, dinci fanatizm sorunu, AB sorunu, Kıbrıs sorunu ve ekonomik sorunlar dururken, insanların eğlence merakı "siyaset yönelimli" düşünenlerin sinirini bozuyor.

Spor ve eğlence düşkünlerinin sayısı niye artıyor?

Serbest piyasa ortamında işleyen kitle iletişimi araçları, popüler kültürü yaygınlaştırıyor.

Önüne zorla geçmek mümkün mü?

Demokratik bir toplumda yaşıyorsak, hayır.

Demokratik olmayanlar bile geçemiyor. Bakınız İran... Her evin balkonunda devrim muhafızlarını atlatmaya yarayan otomatik uydu antenleri var. Gece çıkıyor, gündüz yok oluyorlar.

Ne yapılmalı?

Kültür kuramcısı Raymond Williams’ın dediği gibi, kültür genişliyor, yeni bir hal alıyor, enerjimizi ondan nefret etmeye harcamaktansa onu anlamaya, açıklamaya çalışmalıyız.

İşte size Amerika’dan bir sonuç:

"2003 yılında yapılan bir araştırma göstermiş ki Amerikalıların yüzde 10’u ulusal siyaset konusundaki bilgiyi, gece geç saatlerde yayınlanan Jay Leno’nun, David Letterman’ın gece şovlarından alıyorlar. 30 yaşın altında bu oran yüzde 50 artıyor. Ana haberler, ağırlıklarını ciddi konulardaki haberlerden eğlence haberlerine ve ünlü yaşam öykülerine kaydırdıkça, daha fazla Amerikalı siyasi yorum almak için eğlence programlarına yöneliyor. (*)"

Türkiye için sonuç...

Eğlence izleyenlerden şikayet edeceğimiz yerde eğlence izleyenleri, eğlence izlerken nasıl siyaset hakkında da bilgilendiririz diye düşünsek... Nasıl olur?

(*) West, D.M ve Orman J. (2003) Celebrity Politics, Faber&Faber.

Zengin yaşamak...

K. Maraştan, Nevzat Pakdil Yatılı İlkoğretim Okulu öğretmeni Ekrem Erdoğan’dan ilginç bir mail aldım.

Erdoğan "Yeni açıldık, kütüphane yapıyoruz, ne olur bize kitap" diyor.

Okul müdürü Feyzullah Mercan’la telefonla görüştüm. "Nasıl kitaplar istersiniz" diye sordum. "Daha çok dünya ve Türk klasikleri, romanlar, öyküler, referans kitapları" dedi.

"Bir şeyler yapmak istiyorum" diyenlere işte fırsat... Gelişmekte olan bir ülkede zengin olunur ama zengin yaşamak gönlünüz zenginse mümkün...(*)

Yok mu evinizde K. Maraş’a göndereceğiniz kitap?

Adres: R. Ekrem Erdoğan, Göksun N. Pakdil Yatılı İlköğretim Bölge Okulu, Göksun, K. Maraş. Okul Müdürü Feyzullah Mercan 0505 373 56 13...

(*) Bu sözü bayramda Özdemir Erdoğan’dan duydum. Çok sevdim.

En büyük kural...

Beyaz Show’da Sezen Aksu "Bir üretim olmadığı sürece medyada yer almayı doğru bulmuyorum" demeye getirdi. Eğlence ve spor sektöründe haber peşinde koşanlar, Sezen Aksu’ya kulak verseler iş çığrından çıkmaz!

Sezen Aksu bence magazin haberciliğinin en büyük etik kuralına parmak basıyor. Bu kural şu: Haberi yapılan ünlünün bir üretimi olmalı. Medya dişe dokunur bir şey üretmeyene ünlü işlemi yaparsa izleyici, okuyucu, dinleyici ünsüzü ünlü sanıyor ve karmaşa başlıyor.

Alın size Banu Alkan-Murat Taşdemir ikilisi. Ne ürettiler de her yerdeler? Her yerde oldukları için bir aydır çok ünlüler. İzleniyor, okunuyorlar.

Onları gördükçe üretimi olan ünlüler küsüp, köşelerine çekiliyorlar.

Sonuç? Meydan dişe dokunur bir üretimi olmayanlara kalıyor. Yeni Alkanlar, yeni Taşdemirler bizleri bekliyor... Memnunsak sorun yok. Değilsek... Bakınız en büyük kural.

Anlamadım (2)...

Salı günü Futbol Federasyonu seçimlerinde olanı biteni anlamadığımı yazmıştım.

Başbakan Ulusoy’u istiyor, Mehmet Ali Şahin istemiyor.

Siyaset dibine kadar futbolun içine giriyor.

Bakan kılıcı çekmiş "Allah allah" diye raporlarıyla yürüyor.

Ve hiç farkında değil ki bir mağdur yaratıyor.

Siirt fatihi Tayyip Erdoğan gibi.

Bugün seçim var.

Takke düşer mağdur görünür.

Çekirgelik

Ünlü ünlülüğü ünlü olan kişidir...

(Danel Boorstin)
Yazının Devamını Oku

Anlamadım

17 Ocak 2006
Ben bu Federasyonu, Federasyon Başkanlığı seçiminde olanları pek anlamadım. Niye bir spordan sorumlu devlet bakanı kalıp ortalığı teftiş kurulu raporlarıyla alevlendirdi?

Daha sonra niye Haluk Ulusoy, Başbakan Tayyip Erdoğan’la görüştü?

Başbakan Federasyon seçimlerine karışmıyorsa Haluk Ulusoy’la işi ne?

Madem siyaset futbolun içinde değil, Haluk Ulusoy ’değiştim’ diye kime söz verdi?

Federasyon seçimleri nedeniyle niye bu kadar AKP’li siyasetçinin, belediye başkanının adı geçiyor. Melih Gökçek nereden çıktı?

Seçmen Haluk Ulusoy diye direttiğine göre, AKP’liler güçlünün yanında olmaya, kontrolün kendilerinde olduğunu hissettirmeye çalışıyor olabilirler mi?

Böyle olduğu çok açık...

Kimin dediği olurdu?

Seçmenin olmasın?

Kutluyorum Beyaz

Nil Karaibrahimgil "Atıf Hoca ile Reklam ve Rekabet"e katıldığında, Sezen Aksu’nun hayatımızdaki rolüyle ilgili şu tanımlamayı yapmıştı: Ruhumuzun kumandaları onda...

Cuma gecesi bir kere daha Aksu’nun ruhumuzun kumandalarını nasıl elinde tuttuğunu gördük.

Gece yarısı mece yarısı demeden, kimse yemedi içmedi Kanal D’de Beyaz Show’a kilitlendi.

Kendi adıma söylüyorum, Beyaz Show’u nefes almadan izledim. Hatta kaydettim. Pazar gündüz kuşağında yayınlanan tekrarını da yeniden izledim, eşe dosta izlemesi için de baskı yaptım. Aksu’lu Beyaz Show tek sözcükle mükemmeldi, kimse bu muhteşem gösteriyi kaçırsın istemedim.

Beyaz’ı bir kere daha takdir ettim. Bir kere Sezen Aksu’yu ekrana çıkmaya ikna etmesi büyük bir televizyonculuk başarısı.

Program boyunca samimiyetsiz hiçbir şey olmadı, gereksiz konuşmalar yoktu, esprilerin canlı televizyon bağlantılarının, VTR’lerin, şarkıların yeri ve dozu kararındaydı.

Bir ara izlediğimin televizyon programı olduğunu unutup, Beyaz’la Sezen Aksu’yu evde konuk ediyormuşum gibi bir havaya kapıldım.

Bu arada, Sezen Aksu şarkılarını okurken bazı çekimlerde Beyaz da kadraja girdi. Ve niye üç yıldır Aksu’nun peşinden koştuğu ortaya çıktı! Beyaz tüm Sezen Aksu şarkılarını ezbere biliyor! Takdir ettim.

Terbiyesiz Mehmet Ali

Tolga Çevik, Mehmet Ali Erbil’e yersiz bir şekilde "terbiyesiz" deyince Erbil’i savunmuştum. Ama Keloğlan Kara Prense Karşı’yı beğenmediğini yazdı diye, Erbil’in Atilla Dorsay’a "beyni sulandı" demesi savunulacak bir şey değil. Çok ayıp. Dolayısıyla da büyük terbiyesizlik...

Erbil yıllardır ekranda, sinemada, sahnede. Kim ne derse desin çok iyi bir oyuncu, çok iyi bir şovmen...

Hálá eleştiriler karşısında soğukkanlılığını korumayı öğrenemediğini görmek üzücü... Erbil’e de eleştirinin gerekliliğini, eleştiri karşısında takınılacak sanatçı tavrını anlatacaksak yeniler ne yapsın!

Dün Milliyet’te Can Dündar, Erbil’den yola çıkarak sistemle hesaplaşmış... Böyle bir kurguda sorun yok. Ama Erbil’in yaptıklarını çocukluktaki sorunlarına bağlamak, sevgisizlikten kaynaklandığını söylemek aynı "beyni sulandı" demek gibi doğru değil. Böyle ’Freudyen’ bir analiz herkes için yapılabilir, her davranışın arkasında sevgisizliği kapatma, beğenilme isteği aranabilir. Can Dündar’ın kendini medyada çoğaltma isteğinin nedeni ne ola ki!

Meraktan çatladım

Digitürk’te Hidalgo isimli filmi izliyorum. Filmin ilk yarım saatinde Kızılderilice ve Arapça konuşulan yerler var. Türkçesi yok.

Daha sonra yine Arapça konuşmalar var ama bu bölümler İngilizce altyazılı olduğu için Türkçe çevirisi yapılmış...

Anladım ki Digitürkçüler tembellik yapmışlar! Olan da ekran başında meraktan çatlayan bana olmuş. Ya çevrilmeyen bölümlerde bir şey kaçırdıysam...

Yakıştı mı Digitürk titizliğine? Çok mu zor bir Kızılderili bir de Arap tercüman bulup o bölümleri de Türkçe’ye çevirmek...

Çok mu zor?

Ha pahalı? Oldu. Ben hem Arapça hem Kızılderilice öğrenirim, siz fiyatı indirmeye devam.
Yazının Devamını Oku

Tanrılara karşı risk hesabı

16 Ocak 2006
DÜN Enis Berberoğlu köşesinde "Kuş gribi değil kadercilik öldürür" başlıklı yazısında önemli bir konuya parmak basmıştı: risk! Yani akademik diliyle söylersek olasılık hesabı. Berberoğlu yazısında özetle "risk hesaplamayı bilmeyen, gelecekle işi olmayan" yöneticilerin krizleri çözemeyip, kriz yarattıklarını anlatıyordu.

Katılıyorum.

Olasılık hesabıyla ilk olarak 1980 yılında, üniversite, ikinci sınıfta, istatistik dersinde tanıştım. Hocam Prof. Ali Fuat Yüzer’di. Olasılık hesapları ve dağılımlarıyla aramda seviyeli bir ilişki başladı. 1990’da Amerika’da iletişim eğitimi alırken, araştırma derslerinde Prof. Robert Griffin, İstatistik paket programı SPSS öğreterek olasılık merakımı derinleştirdi.

Yaz dönemlerinde, Eğitim Fakültesi’nden orta ve ileri düzeyde istatistik dersleri almaya başladım. Karşıma, olasılık hesaplarının ruhunu, Pascal’ı, Bayes’i, Bernoulli’yi, Laplace’yi öğreterek hayatımı değiştiren adam çıktı: Prof. Tagatz!

Tagatz anlatmıyor, sınıfta uygulatarak öğretiyordu. Tüm sınıfı küçük bir evren olarak kabul ederek bizi olasılığın derinliklerinde dolaştırıyordu. Tagatz sayesinde istatistiğe, olasılık hesaplarına sonra da araştırmaya aşık oldum.

Tagatz sayesinde öğrendim ki olasılık hesabını bilen batıl inançlara, geleneklere, geçmiş zamanlara kulak asmaz. İnançla bilimsel bilgiyi biribirnden ayırt edebilir. Dindar olabilir ama asla din bağımlısı olmaz. Geçmiş olaylardan ders çıkarır, geleceği kontrol etmeyi öğrenir.

Ve de bana bu eğitimi veren, beni böyle düşündürtmeye yönelten üniversite, rektörü dahi rahipler arasından seçilen, ABD’nin en ünlü katolik üniversitelerinden biri Marquette Üniversitesi’ydi.

Türkiye’ye döner dönmez "kendi rönesansımı başlatmak üzere" Anadolu İletişim’de müfredat lisans düzeyinde istatistik ve iletişim araştırmaları dersleri eklettim ve bu dersi verdim. 14 yıl boyunca öğrencilerime sokaktaki adamdan farklarının olasılık hesabı ve istatistik bilmek olduğunu anlatmaya, öğretmeye çalıştım.

Bahçeşehir İletişime’e geldim. İlk yaptığım iş müfretada istatistik ve araştırma derslerini eklemek oldu. İki de araştırma laboratuarı kurdum. Biri SPSS tabanlı CATI laboratuarı, diğeri fokus grup laboratuarı.

Elim değen her yerde üniversite lisans eğitimlerinin "temel istastistik" eğitimi olmadan eksik sayılacağını anlatmak istiyorum. Geleceğe iyi yöneticiler, iyi uygulamacılar, iyi insanlar bırakmak istiyorsak inançla risk hesabı yapabilen insanlar yetiştirmemiz şart! Risklerle başa çıkmak istiyorsak önce herkese risk nedir, nasıl hesaplanır öğretmemiz gerekiyor.

Üstelik çok zor bir şey de değil. Olasılık her gün günlük bilgilerimizle hesapladığımız bir şey. Dışarı çıkmadan önce pencereye koşup gökyüzüne bakmamız, havada kara bulutlar varsa, elimize şemsiyemizi almamız yağmur riskini hesapladığımız göstermez mi? Islanmanın kader olmadığını biliyoruz.

Eğer Van’da kuş gribinden ölen çocukların anne babaları evdeki tavukları itlaf etmediklerinde çocuklarının onlara dokunma riskini hesaplayabilselerdi çocuklar bugün hayatta olmaz mıydı? Kuş gribinden ölmenin kader olmadığını biliyoruz..

Peki bugünkü hükümet evlerde bu kadar salma çok tavuk beslenirken kuş gribi salgını riskini altı ay önceden nasıl hesaplayamadı?

Kötü yönetimin kader olmadığını ne zaman öğreneceğiz!

Riski öğrenmek isteyenlere

OLASILIK hesabını nasıl öğrenebiliriz diyenlere bir müjdem var. Olasılık hesaplarının tarihini anlatan Peter Bernstein’in mükemmel kitabı Tanrılara Karşı: Riskin Olağanüstü Tarihi, AkPortföy’ün sponsorluğunda Scala Yayıncılık tarafından Türkçe’ye çevrildi. Şiddetle okumanızı öneririm, gerçekten okunmayı hak ediyor. Hele de borsa da "oynamayı" "spor toto oynama" ile karıştıranlar mutlaka okusunlar. Peter Bernstein, Tanrılara Karşı, Scala Yayıncılık, 2006.

Markalı alın, iyi pişirin, afiyetle yiyin

GEÇEN yaz New York’ta Ramada Otel’de yağda yumurta (sunny side-up) istediğimde, tezgahtaki aşçı "Salmonella olabilir diye pişirmiyoruz omlet yapayım" dediğinde çok şaşırmıştım. Türkiye’de, Avrupa’da, Amerika’da gitmediği şehir kalmayan biri olarak "yağda sarıları az pişmiş" yumurta istediğimde ilk kez bu yanıtı alıyordum, dolayısıyla şaşırmam çok normal. Otelin kuralıymış.

Dönünce araştırdım. Salmonella bir bakteri. Daha çok tavuk, hindi gibi kanatlılarda ya da onların yumurtalarında ürüyor. Ateş, karın ağrısı yapıyor. ABD’de her yıl yaklaşık 6 milyon kişi salmonella nedeniyle hastalanıyor.

Bizde de, kuş gribinden önce, sağlıksız ortamlarda üretilen, dikkatsizce tavuk pişirenler sayesinde yüzlerce kişi salmonelladan hastalanıyordu. Sayısını bilmiyoruz çünkü her zaman olduğu gibi bizde risk hesabı yok! Eski Hürriyetleri karıştırsanız o günlere dair bol miktarda "düğün evinde yedikleri tavuktan zehirlendiler" haberi bulabilirsiniz.

Size daha önce tavuk, hindi ya da yumurta yediğiniz için salmonella bulaştı mı? Hayır. Neden? Çünkü markalı, veteriner kontrolünde üretilmiş ürün tükettiniz. Bu ürünleri iyi pişirdiniz. Çiğ ete değdikten sonra ellerinizi yıkadınız. Salmonella bakteri olduğu için antibiyotik tedavisine yanıt veriyor. Ancak Amerikalılara göre bir türünde ölüm oranı % 10, diğer türünde % 1.

Kuş gribine ise H5N1 virüsü neden oluyor. Canlı tavuklarla yatıp kalmadığınıza göre bu yolla H5N1 virüsü kapma riskiniz sıfır. Markalı, veteriner kontrolünde üretilmiş tavuk, hindi ve yumurta kullanıyorsanız risk sıfır. Bu ürünleri iyi pişirerek yediğinizde virüsün size bulaşma riski yine sıfır. Çiğ ete değdikten sonra elinizi yıkarsanız riski sıfır. Aynı salmonellada olduğu gibi.

Lütfen panik yapmayın. Markalı alın, iyi pişirin, afiyetle yiyin. Şu anda vaka az olduğu için H5N1 virüsü bulaşanların ölüm oranı bilinmiyor.İnsandan insana bulaşma tehlikesine karşı çok dikkatli davranılıyor. Türkiye’deki vakalar bu yüzden önemli.

Siz hükümeti bu konuda şeffaflığa zorlayın yeter!
Yazının Devamını Oku

Collina’ya kırmızı kart ama

15 Ocak 2006
DÜN bizim gazetede "İtalyan Hakem Collina" haberini okumuşsunuzdur. 2002 Dünya Kupası finalleri öncesinde Futbol Federasyonu kılavuzu Sadettin Güler, "Collina’ya 4 deri ceket aldım" diye 660 milyon TL’lik harcamayı federasyona yüklemiş. Reha Erus’un konuştuğu Collina ise "İlkelerime aykırı bu bir suçlama" diyor. Collina’nın adının bu işe karıştırılması rezaletin son perdesi. Eğer böyle bir haber "skandal şeklinde" Avrupa basınına yansırsa "yolsuzluklar ülkesi Türkiye" imajı öylesine bir pekişir ki, bu imajı Mehmet Ali Ağca’ya iki gazete genel yayın yönetmeni, üç televizyon genel müdürü, beş altı internet haber sitesi editörü daha katlettirsek bile silemeyiz!

(Yoksa magazin müdürlerinin tamamını mı katlettirsek... En iyisi işi doğal seyrine bırakmak. Ağca Türkiye’deki kapitalizmle iki üç gün yüz göz olunca komünist olup Türkiye’deki ekonomi editörlerinin tamamını katleder nasıl olsa!)

Niye Collina bu kadar etkili? Yanıt için Opel Vectra reklamlarına bakın... Kim oynuyor bu reklamlarda? Opel’in Londra’daki reklam ajansı Delaney Lund Knox Warren&Partners tüm Avrupa’da yayınlanan Opel Vectra reklamları için niye Collina’yı seçti sanıyorsunuz? Kara kaşı kara gözü için mi? Evet... Sert bakışları için...

Collina sert bakışları ile Avrupa’daki tüm futbol kamuoyunun en sevdiği ve en beğendiği hakem. Real Madridlisi de, Juventuslusu da, Fenerlisi de, Galatasaraylısı da hasta Collinalı. Opel’in Vectra için Collina’yı tercih etmesinin nedeni de bu... Üstelik Opel Vectra’ya inanılmaz bir bel bağlamışken...

Opel’in bağlı bulunduğu grup General Motors, geçen yıl Avrupa’da 12 bin kişinin işine son vereceğini ve yıllık maliyetlerini de 600 milyon dolar indireceğini açıklamıştı. Opel hálá Avrupa’da zarar ediyor. Merkezi reklam yaklaşımlarıyla da maliyetlerini azaltmaya çalışıyor. Reklamlarının da çok etkili olmasına özellikle özen gösteriyor.

Opel’in Collina’yla bulduğu reklam çözümü de çalışmış görünüyor. Alman Otomobil Üreticileri Derneği’nin (ADAC) yaptığı reklam etkinliği araştırmasında Collina’nın oynadığı reklam Avrupa’da yayınlanan en etkili ikinci otomobil reklamı olarak bulunmuş...

Vectra reklamlarının Opel kadar Collina’ya yaradığını söylemek ise zor. İtalyan Futbol Federasyonu kısa bir süre önce Opel reklamlarında oynadığı için Collina’nın hakemlik görevini yürütemeyeceğine karar verdi. İtalyanlar Opel’in aynı zamanda AC Milan’ın da sponsoru olmasının "çıkar çatışmasına" yol açtığını düşünüyorlar.

Collina ise sözleşmesi gereği Opel reklamlarından vazgeçemiyor. Daha doğrusu vazgeçmiyor. Opel’in Avrupa’da bir yılda 426 milyon dolar reklam yatırımı yaptığını düşünürseniz Collina’nın niye reklam oyunculuğunu hakemliğe tercih ettiğini de anlarsınız...

Sonuç: Collina gibi bir hakemin bir deri ceketi hakemliğe tercih edeceğine kim inanır?

Lafgüzar

BİR
dönemin eli kanlı katili Ağca elini kolunu sallayarak dışarıda dolaşıyor. Vicdanlar kanıyor, yürekler yanıyor. Adalet Bakanı Cemil Çiçek "Ağca’nın infaz hesabına ben de şaştım savcılara yeniden inceletiyorum" diyor.

Allahaşkına söyleyin biz bu kadar salak mıyız? Uluslararası üne sahip, hálá Türkiye’de cezasını çektiğine dair kuşkular bulunan, daha önce hapisten kuş olup uçmuş bir mahkum salıverilmek üzere, koca Adalet Bakanı olarak bundan haberiniz yok...

Mümkün mü bu? Mümkünse niye hálá Adalet Bakanı’sınız? Eğer haberiniz varsa bu kriz böyle mi yönetilir? Üç ay önceden verirsin kamuoyuna bilgiyi, yasadaki açıkları anlatırsın, gerekirse yasa değişikliği önerirsin, Türkiye insanını da 1980 öncesi ruh durumuna sokmazsın...

Sokuyorsan da verirsin istifanı "Lafgüzarlık" yapıp kimseyi salak yerine koymazsın..

Türkiye’nin itibarı mı? Ben Cemil Çiçek’in bu konuda da ne diyeceğini biliyorum: "Mehmet Ali Ağca’dan bir dünya markası yarattık... Daha ne istiyorsunuz..."

Haklısınız Sayın Bakan. Çiçek gibi bir imajımız oldu. Kutluyorum.

Uyarı

DAHA önce espri niyetine yazdım. Bu kez Sağlık Bakanlığı’nı gerçekten uyarıyorum. Fındık Tanıtım Grubu’nun yeni reklam kampanyasında reklamlarda fındık neredeyse basura bile iyi gelen bir mucize ilaç gibi gösteriliyor. FTG’nin ileri sürdüğü iddialar tartışmalı. Bazı iddiaların da genellenmesi sakıncalı. Fındık ilaçsa ruhsat alsın eczanelerde satılsın... Fındık tezgah üstü ilaç gibi yorumlanıyorsa o zaman tüm tezgah üstü ilaç reklamlarına izin verilsin, haksız rekabet yapılmasın!

Her kuşun eti yenmez (*)

HANDE Yener’in yeni albümü çıktı. Yeni imajıyla yer gök Hande Yener. İki haftadır her yerde satış rakamları. Müthiş bir dolmuşa getirme (bandwagon) stratejisi...

İlk klibi ve fotoğrafları dünyaca ünlü yönetmen Simon Henwood çekmiş. (Nasıl dünyaca ünlü fotoğrafçı onu da anlamadım. Albümün kapak fotoğrafı sanki Halka filminin kapağındaki küçük kızın büyümüş hali).

Tanıtım kampanyasının ana platformu da belli: Birbirinin aynı sözlerden sıkılan Türkiye’ye dünya "soundunda" müzik!

Albümü en az üç kez dinledim. Dünya "soundunda" bir müzik falan göremedim. Bayağı bir "Hande Yener soundu"... Yeni bir şey yok yani. Yeni bir şey yoksa bu kadar zorlamanın da bir rasyoneli yok...

Yaza yaza klavyemin tuşları aşındı. Lütfen "halkla İlişkiler ve tanıtım" işini abartmayın. Gerçek performans normalse, sıradansa yaratılan algıyı göklere çıkarmayın. Beklenti seviyesini artırmayın... İlk dalga geçer, daha sonra kulaktan kulağa öyle büyük bir negatif dalga oluşur ki defterden silinirsiniz...

Amaç pazarın kaymağını almaksa bir voli vurup ortadan kaybolunabilir, ama pazara derinliğine girilecekse her zaman "özü-sözü" bir olmakta fayda var.

(*) Bu başlığın Yener soyadıyla ya da benim bir kuş olup her eti yemediğimle hiçbir ilgisi yok. Bu yazıyı okutmak için ilginç bir başlık denemesi yapayım dedim. Yazıyı okudunuz, biraz bozuldunuz değil mi? Yukardaki yazımda da tam da bu konuyu anlatıyorum. Hayal kırıklığı böyle bir şey...

Baskın bezelyeler

CEM Yılmaz’ın "Gitt" reklamında bu kez "oyuncak araba" promosyonu var. Ama esas oğlan bu kez oyuncağın ön plana çıkarılmasından rahatsız. Eeee... Gerçekten eee...

Nasıl alacağım bu arabayı? Opet’e uğradım, promosyon broşürünü okudum, o kadar karışık ki anlamam mümkün değil, teşekkür edip dışarı çıktım...

Atılan taş ürkütülen kurbağaya değmiyor gibi geldi. Opet’in Cem Yılmazlı kampanyasındaki sorun da bu galiba...

Aynı Avea’nın Tarkanlı reklam kampanyasında olduğu gibi... Bazı reklam kampanyalarında kullanılan ünlüler ne yapılırsa yapılsın satılan ürünle örtüştürülemiyor. Ortaya ek bir değer çıkamıyor.

Ünlünün varolan değeri markaya biraz atfedilse belki biraz sorun çözülecek ama seçilen ünlüler de Türkiye şartlarında o kadar baskın ünlüler ki, reklamın içinde reklam kuramları ile dalga geçilse de kuramlar çalışmaya devam ediyor. Çeldiricisi çok olanın mesajı gürültü içinde kayboluyor, net olarak ortaya çıkamıyor.

Söz bilimin

KUŞ gribinden ölenler Türkiye’nin imajını bozuyormuş, ihracat çuvallıyormuş. Önlem alınması gerekiyormuş. Bir sürü gereksiz miş, muş... Bazıları yine gerçeklerle algıları karıştırıyor. Kuş gribi virüsü gerçek, ölüm gerçek. Şu anda öncelikli sorun Türkiye imajı değil. Hayatları kurtarmak, virüsün yayılmasını engellemek...

Nasıl? Virüsü tanıyarak, virüsün yayılma yollarını inceleyerek... Söz bilimin, söz rakamların, araştırmacıların, söz akademisyenlerin? Neredeler? Nerede milyonlarca dolar ilaçtan para kazanan şirketler? Jenerik ilaç üretip para kazanması kolay...

Nerede uzmanlar? Tamiflu’dan başka niye ilaç yok? Niye başa tedavi yöntemi yok.

Virüs bizde farklı seyrettiğine, hastalar da bizde olduğuna göre niye hálá bilim adamlarından ses yok? Dünya Bankası kuş gribi krizine ayırdığı 500 milyon doları kime verecek sanıyorsunuz? Tedaviye mi? Tavuk itlafına mı? Hayır projelere...

Var mı projesi, araştırması olan?.. Yok mu?

Bir ülke düşünün ki, 9. Cumhurbaşkanı Ankara’nın göbeğinde evinde 12 tavukla yaşıyor... Bu ülkede kuş gribi virüsünü çözmek, tedavisini keşfetmek nasıl yayıldığını bulmak için projesi olan yok... İmaj ve gerçek... Bir ayırt etsek. İmajımız o gün düzelecek...

Çekirgelik

Kötümser?

Herkesin kendisi gibi iğrenç olduğunu düşünüp bu nedenle herkesten nefret eden kişi.

(Bernard Shaw)
Yazının Devamını Oku

Bayramda küçük Kremlin’deydim

13 Ocak 2006
Büyük Himini Gülce "İlle de Kenan Doğulu, ille de Kenan Doğulu" deyince bayram rotamızı Antalya Kremlin Palace’a çevirdik. Daha rotamızı çevirirken metrekareye sen de elli ben diyeyim altmış kişinin düştüğü bir ortama gittiğimizi biliyorduk.

Gittik... Sonuç beklentilere uygun. Kremlin’de Candan Erçetin, Kenan Doğulu ve Özdemir Erdoğan’ı dinlemeye gelen iki bin kişiye "her şey dahil" kapalı mekanlarda hiçbir yer yetmedi. Örneğin küçük himini bowling oynamak istedi. Sıraya yazıldığımızda önümüzde elli kişilik bir isim listesi vardı (tahminen bazıları hala sıradadır). Mağazaların bulunduğu lobide sandalye koltuk bir şey bulup da, iki laflamak istesen bir önceki geceden lobide uyumak gerekiyordu.

Açık mekanlarda sorun yok, ama oraya da hava kararmaya başladığında sıkıysa çık. Hava soğukluğu Rusya’dan dekor niyetine birkaç günlüğüne getirilmiş gibiydi.

Şikayet etmeye hakkım olmadığını biliyorum. Kremlin havuzu, denizi, restoranları, kayıntı köşeleri ile yazın mükemmel bir tatil ortamı. Ama kışın iki bin kişiye aynı anda tatil yaptırmak için kapalı mekanları yeterli değil. Kapalı havuzdan çıkıp odana gidene kadar da şifayı kapmazsan bil ki şerbetlisin!

Şikayet etmeye hakkım olan bir şey var, o da yemekler. Ne yazık ki, ne çeşit ne de lezzet kesinlikle tatmin edici değildi. Bayram kalabalığı kaldırır diye Kremlinli aşçıların yemeklere fazla özenmediklerini düşünüyorum. Ama iki bin kişi bu tatilden sonra Kremlin’in mutfağı ile ilgili hiç de iyi şeyler yaymayacaklar. Değer miydi? Bence değmezdi.

Kremlin’de iyi olan şeylerin başında çalışanlar geliyor. "Her şey dahil" bir hizmette oflamafan, puflamadan ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar. Eğer bir isteğinizi hissetmişlerse, daha siz uyarmadan yanınızda bitiveriyorlar. Yüzlerinde gülümseme eksik olmadan... Kuaför de tam not aldı. Benim bu notu veremeyeceğim gün gibi ortada. Bu not fön canavarı Çisil’e ait.

Türkler göbek havası sever

Konserlere gelirsek... MNG bu tür konserli-eğlenceler yapabilmek için inanılmaz büyük bir salon yapmış. Kutlamak lazım. Aynı anda iki bin kişi hem yemek yiyor içiyor, hem konser dinliyor hem de göbek atabiliyor. MNG’nin iş zekası müthiş.

İlk gece Candan Erçetin sahne aldı. Yine yalınayak... İlk giydiği kırmızı elbise, arkasının açıklığıyla oldukça cesur bir elbise idi. Candan Erçetin günün bayram günü olması nedeniyle daha çok eğlenceli şarkıları söylemeyi tercih etti. Son albümü Aman Doktor’dan söyledi, 60’lardan, 70’lerden söyledi, 80’lerden söyledi, bira ara baktım o bildiğimiz hüzün kadını gitti yerine göbek atan ve attıran şen şakrak başka bir Candan Erçetin geldi. Coştuça çoştu, çoşturdukça coşturdu ama asla Galatasaraylı aristokrat tavrından taviz vermedi, izleyicilerle arasındaki mesafeyi korudu. Sallasana Sallasana’yı söylerken önlerindeki beyaz peçeteleri kapıp havada uçuşturanların oluşturduğu tablo görülmeye değerdi.

İkinci gece sırada Kenan Doğulu vardı. Çok zayıflamış. İyi de olmuş. Giydiği kıyafet de çok yakışmıştı. Kenan Doğulu’nun orkestrası sıkı bir orkestra idi. Cihan Okan, Ozan Doğulu... Bir de neredeyse 100 desibele kadar ulaşan ses yüksekliği... Sanırım salonun yarısı konserin ortalarına doğru duyma yeteneğini kaybetmişti. Diğer yarısının da hala kulaklarındaki zonklamanın geçtiğini sanmıyorum. Ama sahnedeki Kenan Doğulu o kadar pozitif enerjiye sahip ve o kadar şekerdi ki çoğunluk o gürültüye rağmen ortamı terk etmedi.

Doğulu, batılı bir şekilde hemen hemen bildik bütün şarkılarını seslendirdi. Arasıra ortam bayram eğlencesini geçip hafiften rock bar atmosferine dönüşse de Doğulu, anında bir bilek hareketiyle doğulu hale geçip, göbek havasına yönelmeyi de bildi! "Sixty, seventy, eighty, ninety, a hundreeeed... Swim in the air, swim in the land" diyerek göbek havasının İngilizce versiyonun çıkarması salondakiler mest etti! Son parçası ise çoğu zaman yaptığı gibi babasının bir bestesi idi: Elveda meyhaneci... Tam bir doğu-batı sentezi.

İki gece üst üste Candan Erçetin’i ve Kenan Doğulu’yu dinleyen insanlardan çıkardığım sonuç şu: İster cazcı olsun ister rockçı, ister türkücü olsun ister Türk sanat müzikçisi, Türkiye’de herkes göbek atmayı da attırmayı da bilecek. Türkler göbek havası seviyor, bu havadan başkasıyla da havasını bulamıyor!

CUMA TAKINTISI

Antalya’da, Lara bölgesinde hemen Adonis Otel’in yanında Ayşe Bacı isminde bir gözlemeciyi öneriyorum bu hafta. Gözlemeler süper, mantılar harikaÖ Antalya’nın güneşini, denizini içinize çekerek kahvaltı yapacağınız mükemmel bir yer. Kesinlikle gidin. Duvarlardaki yazılara da dikkat! Sahibi hafiften Atıf Hoca meraklısı, bütün duvarları benim çekirgeliklerle doldurmuş. Hoşuma gitti...
Yazının Devamını Oku

Hakemler doğru yolda...

12 Ocak 2006
Antalya Titanic Otel’de verdiğim hakem eğitimi mükemmel geçti. Eğitimi MHK Başkanı Ufuk Özerten vermemi istedi. Konuyu da birlikte kararlaştırdık. Yaklaşık iki saat süren eğitimde hakemlerin inançlarla davranışları arasındaki ilişkiyi görmelerini sağlamaktı amaç.

Eğitimde hakemlerle birlikte güldük, eğlendik ama bu amacımıza da ulaştık. Eğitim sonunda iki şeyi çok iyi anladım. Birincisi şu: Türkiye'deki hakem aklı büyük oranda Futbol Federasyonu ve MHK içindeki çekişmelerden etkileniyor, hakemler ikinci yarıya konsantre olmaktan çok kimin "başkan" kimin üye olacağı ile ilgileniyorlar.

Oysa hakemlerin bu tür tartışmaların uzağında tutulmaları gerekir. Kim hakemleri bu tür tartışmaların içine çekiyorsa, Türk futboluna ihanet ediyor.

İkincisi ise şu: Hakemlerin hepsi pırlanta gibi insanlar, iyisini, çok daha iyisini istedikleri belli. Biraz destek istiyorlar. Türk halkının da onları "Avrupa'daki hakemlerden daha aşağıda bulmalarına çok üzülüyorlar. Ama kendilerini ifade etme, eyleme geçme, yapılması gerekenleri özgürce söyleme konusunda önceki dönemlerdeki "askeri disiplin" nedeniyle biraz tutuklar.

Gördüğüm MHK başkanı Özerten büyük bir cesaretle, hakem aklının özgürleşmesi için mücadele veriyor. Bu nedenle de sanırım biraz eleştiriliyor. Bence tuttuğu yol doğru. Kim yeni başkan seçilirse seçilsin, MHK Başkanı Ufuk Özerten'in çizdiği rotadan sapmamalı. Özgürlük gibisi yok...

İncir Çekirdeği...

Pazartesi, salı her yer "bayram ekranı" haberleri ile dolmuştu. Saniye saniye dakika, dakika bayram ekranı... İbrahim Tatlıses, Mehmet Ali Erbil, Ebru Gündeş, Seda Sayan, Serdar Ortaç, Süheyl-Behzat Uygur...

Bu "haberlerin haber değerini" anlamam mümkün değil. Bu arkadaşlar her saniye, her dakika, her salise zaten ekrandalar. Bayramda da ekranda olduklarını davul zurna abartarak haber yapmanın neresi ilginç! Bugünden sonra yeni bir bölüm ekliyorum bu köşeye, "İncir Çekirdeği" diye. Abartıla abartıla artık "incir çekirdeği" etkisi bile kalmayan konular bu köşede misafir edilecek. Duyurulur.

Kutlarım...

Seda Kaya Güler
"Baydı" icadımızı ödünç alıp Lerzan Mutlu’nun baydığını yazmış. Sevgili Güler’i "baydı" icadımızı yerinde ve oldukça hayırlı bir iş için kullandığından ötürü kutluyor, katkılarının devamını bekliyorum. Türkiye'de bizi bayan o kadar çok şey var ki tek başına yetişmem mümkün değil.
Yazının Devamını Oku