13 Şubat 2006
KİTABIN adı Erkeklerin Geleceği (The Future of Men). Yazarları Marian Salzman, Ira Matathia ve Ann O’Reilly. Üçü de reklam stratejisti. Üçü de geleceğe yönelik tüketici eğilimlerini araştırıyorlar. "Erkeklerin Geleceği"nde de araştırdıkları konu: erkeklik, erkeksilik. 242 sayfalık kitaptan anladığım şu:
Global olarak erkekliğe yüklenen toplumsal rollerin ağırlığı nedeniyle bilinen erkek imajından büyük bir kaçış var. Erkek artık aile içi "en son babalar duyar" klişelerine maruz kalmak istemiyor.
"Sözünün eri" söylemi "sözünün dişisi" olarak da değişsin istiyor.
Erkekler artık "bu erkeksi bu kadınsı" demeden canları ne istiyorsa yeme, içme, gezme, görme ve hoşlanma eğilimdeler.
Metroseksüellik de bir erkeğin kendini gerçekleştirme eğiliminin dışa gösteriş çabasından başka bir şey değil.
Reklamlarda da, televizyonda da artık daha fazla erkeği ağlarken, kadınlara özgü işleri yaparken ya da klişe erkek rollerine karşı çıkarken göreceksiniz..
Hatta gelecekte erkeksilik, kadınsılık ayrımı ortadan kalkacak"bensilik"ten söz edilecek..
Gelecekte dünyayı erkekler yönetmeyecek..
İster istemez bu satırları okurken aklıma Konya’da sabah muhabiri Aliye Çetinkaya’nın "başı açık" diye taşlanması geliyor. Türkiye’de de bir yanda toplumsal roller, tüketimde cinsiyet ayrımı ortadan kalkarken diğer yanda "türban" yoluyla erkeklik-kadınlık ayrımı derinleştiriliyor. Bazı erkeklerimiz hala erkekliğin dayanılmaz ağırlığı altında yaşamaya razı.
Kadınlara aynı ağırlığı yaşatmaya da. Galiba yapmamız gereken şey kadınlara değil, erkeklere özgür olmanın değerini öğretmek. Gerçi onlar biz öğretsek de öğretmesek de ağırlaşan yaşam şartları nedeniyle gelecekte özgürlüğün değerini öğrenecekler de, hani süre kısalsın diye söylüyorum.
HSBC’nin hoşgörü kampanyası
HSBC tutarlı bir şekilde "Dünyanın yerel bankası" sloganıyla özetlediği "globalim ama kültürünüzü anlıyorum, sorunlarınızı biliyorum" mesajını vermeye devam ediyor.
"Farklı bakış açıları dünyamızı zenginleştirir" kampanyası "77 ülkede 100 milyon müşteriye hizmet" mesajıyla HSBC’nin global yönünün altını çizerken "farklı görüşleri açığız" mesajı yerel uzmanlığı vurguluyor.
HSBC binasının bombalanması olayı düşünüldüğünde HSBC mesajının ikinci bölümü biraz çift anlamlı. Yani HSBC diyor ki "farklı görüşlere saygılıyım, her görüşe saygılı olmak gerekmez mi?". İnce bir anlatım. Mesajı alanın keyifle yaklaştığı ve zihninde doğruladığı bir anlatım. HSBC’nin her zaman ki "ağır başlı, riski sevmeyen, hafif aristokrat" tavrına uygun..
"Yerel kültürü anlamak" deyince aklıma Amerikan Airlines’la ilgili bir olay aklıma geldi. Bir zaman önce American Airlines Meksikalı yolcularına "business class"ta uçmanın özelliklerini vurgulamak içi bir reklam yapmış. Slogan olarak da deri koltukları vurgulayan "Deride uçun!" kullanılmış. İngilizcesi "Fly in leather, İspanyolcası "Vuelo en Cuero".
Kampanya başlamış. American Airlines yetkilileri bir süre sonra öğrenmişler ki "en Cuero" İspanyol argosunda "çıplak" anlamına geliyor. Doğaldır ki, Mexico’ya uçan "business class" yolcuları ayın güzeli mualla şeklinde" kilometrelerce yol katetmekle pek ilgilenmemişler.
Sonuç hüsran. HSBC’nin reklamlarıyla oluşturduğu dil bu nedenle çok önemli ve bir gerçeği vurguluyor. Globalleşme mitini abartmayalım! Yerel değerleri, anlayışları, istekleri, dili, kültürü hesaba katmadan herhangi bir yerel pazarda başarı çok zor. Hatta olanaksız.
Unakıtan’dan marka olursa
MARKA yaratırken isim seçmenin bir takım kuralları vardır. Kısa olacak, marka özünü çağrıştıracak, çabuk akılda kalacak farklı olacak gibi. Marka yönetimi konusunda bir bilgi birikimi oluşmadan önce ürünlere verilen isimlerde bur tür kuralların göz ardı edilmesi normaldi. Artık anormal. Çünkü isim yanlışlarının markaları başarısız kılabildiklerini artık iyice biliyoruz. Örneğin yeni pastorize yumurtamız Unakıtan’ı alalım. Neyi çağrıştırıyor? Maliye Bakanı (onu neyi çağrıştırdıklarına hiç girmeyelim!) un, akıtan, un akıtan bir yumurta. Hangi kadın ununu akıtan bir yumurta ister? İtici, denemeyi engelleyici, ürünün yenilik ve modernlik algısını perdeleyici. Çok yanlış çok. Soyadlarımızı sevebiliriz ama ürünlere uygun değilse onlardan öğrenmeliyiz. Aile işinde profesyonel olmak "soyadım da soyadım"diye diretmemekle başlar..
ÇEKİRGELİK
Fare kapanına peynir yerleştirirken fareye yer bırakmayı unutmayın (Howard Gossage)
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2006
DİGİTÜRK reklamıyla ilgili bir okurum diyor ki: "Yazılarınızı severek okuyorum yorumlarınız ve açıklamalarınız çok güzel. Bir slogan var ve beni gıcık ediyor aylardır. Sizce Digitürk canınınız o anda ne seyretmek isterse onu gosteren TV midir? Günümüz teknolojisinde Digitürk için kulanılan bu slogan yanlıştır. Çünkü ben o anda Kanal D’deki bir diziyi izlemek istiyorum fakat yayınından 4 saat sonra... Bu mümkün değil Digitürk’le. Yani istediğim şeyi o anda göstermiyor. Haksız mıyım? Fakat Amerika’daki ’tivo’ denilen sistemde bu mümkün. Günlük TV seyrinizi istediğiniz gibi siz ayarlıyorsunuz. Saatlerini, ayrı kanalları, programları... Canlı televizyonu durdurma, geri sarma... Belki siz de biliyorsunuzdur. Bu ’tivo’ çok daha gelişmiş dijital kutu... Yani kablolu yayından ne farkı var Digitürk’ün onun için de aynı sloganı kullanabiliriz ne farkeder. Günün birinde bu ’tivo’ sistemini biri Türkiye’ye getirirse ne olacak bu slogan."(Alper Nakri, Los Angeles)
Yorum: Alper’in mektubuna bugün özellikle yer vermek istedim. Alper, Amerika’da yaşıyor. Hürriyet okuyor. Türk televizyon kanallarını izliyor. İzlediği reklamı da doğal olarak oradaki yaşantısı ve deneyimlerine göre değerlendiriyor. Başlıyor Digitürk sloganından yakınmaya... Ders gibi bir örnek. Eğer mesajı alanın yaşantısını, açılımlarını, duyarlılıklarını, inançlarını hesaba katmazsanız gönderdiğiniz mesajın nasıl bir etki yaratacağını asla tahmin etmezsiniz.
Alın size Danimarka’da yayınlanan Hz. Muhammed karikatürleri... Ben de o karikatürleri görünce gıcık oldum. O karikatürleri çizen, bir müslümanın o karikatürleri gördüğünde ne hissedeceğini düşünebilse yine aynı şekilde çizer miydi? Haydi bir an Hz. Muhammed’in suretinin bile çizilemeyeceği inancı "gözden kaçmış" deyip bir yana bırakalım... Jyllands Posben isimli Danimarka gazetesinde yayınlanan 12 karikatür Hz. Muhammed’i, Usame Bin Laden, Kaddafi, Ahmedinecat, Erbakan ya da Humeyni gibi resmediyor...
Türkiye’de yaşayan, en dinsiz, en radikal İslam karşıtı, en laikçi bile Hz. Muhammed’i zihninde böyle resmetmez, ona bir "dini lider" kimliği kazandırmaz. Ve de asla "terörist" olarak çizmez... Bakın, "çizemez, korkar" demiyorum, "çizmez" diyorum. Çünkü onlar bile Kuran’ın, İslam’ın, Hz. Muhammed’in "İslami terörden", İslam adına yapılan gerici-medeniyet dışı uygulamalardan sorumlu tutulamayacağını bilir.
Dolayısıyla o karikatürlerin müslümanlığı, ya da her hangi bir dini, ya da dini değerleri ucundan kenarından bilen biri tarafından çizilmesi mümkün değil. O karikatürler asla sistemli bir hristiyan-müslüman savaşının ürünü değil. Sadece bilgisiz, ilgisiz, umursamaz bir avuç Avrupalı gazetecinin ürünü... Avrupa gazeteci yetiştirme modelini yeniden gözden geçirse iyi olur. Özellikle de Danimarka’dan başlayarak...
Alper’e gelirsek... Tivo’yu yıllardır biliyorum Alper. Tivo sayesinde izleyicinin isterse reklamları izlemediğini de... Eğer Tivo Türkiye’ye girerse televizyon kanalları ne yapar işte onu bilemem...
Not: Siz cuma çıkışlarındaki "kışkırtıcı" zorlama eylemlere, "kışkırtıcı" gazetelere bakmayın. Bazıları Danimarka’daki densizliği kullanıp "Türkiye’de radikal İslamı" güçlü göstermeye ve modernleşmenin önünü kesmeye çalışıyor. Tepki tabi ki gösterilebilir ama asla varolan "saldırgan, terörist" imajını pekiştirecek şekilde değil.
15 değil 70 milyon
BUGÜN Digitürk’ten tutturduk öyle gidiyoruz. Etkili reklam yapınca sonuçlarına da katlanacaksın. Etkili reklam daha fazla düşünce kışkırtır, ürün zihinde daha fazla evrilir, çevrilir ona göre... Bu kez e-posta Oğuz Kaya’dan:
"Yazılarınızı aksatmadan zevkle takip ediyorum. Ancak, Digitürk reklamı ile ilgili beğeninize katılmıyorum. 15 YTL’ye Digitürk’te istediğiniz kanalı izleme olanağı maalesef yok. 15 YTL’lik paketteki kanalların birçoğu sıradan bir tepe anteni ile de seyredilebiliyor. Reklamdaki, Digitürk’ün sözünü ettiği boyutta keyfe göre kanal izleme bedeli 70 YTL civarında...."
Yorum: Oğuz’cum, ürünün parçalanabilir en düşük fiyatlı bölümünün "çekicilik" olarak kullanılması standart bir reklamcılık uygulaması... Digitürk de 15 YTL’yi çekicilik olarak kullanıp, ilgi uyandırmaya çalışıyor. 15 YTL’ye "sıradan kanallar" alındığı da kısa bir temasla anlaşılır birşey. Anlayan da abone olmaz olur, biter. Dolayısıyla burada bir aldatma yok, sadece biraz hayal kırıklığı olabilir. Hayali kırılmış insanlar bir daha Digitürk’e inanırlar mı onu da Digitürk düşünsün!
Kurtlar Vadicilere Derby Samurai
"MİLLİYETÇİ-İslamcı Türkiye" kurgusu ilgi uyandırmak, ikna etmek, para kazanmak için farklı bir damar haline gelmeye başladı. Bu açıdan her uygulamalı iletişimcinin "Kurtlar Vadisi" olgusunu anlaması gerektiğini düşünüyorum. Bu damarı anlayan, içine nüfuz eder, oldukça da iyi sonuç alır. Ya da karşı durur karşıdakilerin ilgisini uyandırır, ikna eder, onlardan para kazanır. Örneklerle açıklayayım. Pazar pazar zihnim çok açık...
Cuma Hürriyet’te Kurtlar Vadisi Irak filmindeki mesajları beğenmediğimi yazdım. Söz konusu damarla ilgili çok sayıda hem küfürüm hem de "bilimsel içgörülerim" oldu... Küfürler bana kalsın, bir ikisini paylaşayım... Önce Barış Şirin ne diyor özetleyerek bakalım:
"Kimileri tarafından aşağılansa bile Kurtlar Vadisi dizisinin tüm bölümlerini izledim. Bugün gündemin perde arkasını görebildiğime inanıyorsam bunu Go oynamama ve Kurtlar Vadisi dizisini izlememe bağlıyorum... Bu ülkede ’Black Hawk Down’,’Windtalkers’ gibi saf Amerikan propaganda filmleri izledik. Rambo da izledik ’Captain America’ da okuduk. Şimdi Polat Alemdar’ı izliyoruz ve bu filmde de biz ezilirken Polat bütün bunların intikamını alır diyerek izliyoruz. Belki kendimizi kandırıyoruz ama yine de Polat Alemdar sayesinde bir nebze olsun yüreğimiz soğuyor. Bu bakımdan benim için bir ’Feel Good Movie’ (kendimi iyi hissediyorum) etkisi olan bu filme niye bu kadar tepki gösteriyorsunuz?"
Diğer e-posta İlknur İnce’den...
"Direk konuya gireceğim. Neden kendi halkınızın başarılarıyla gurur duymak onlara destek olmak yerine neden köstek oluyorsunuz... Lütfen artık Türk halkının potansiyelinin, isterse neler yapabileceğinin farkına varın. Biraz da Avrupa yanlısı değil de kendi halkınızdan kökünüzden yana olun Siz kendi içimizdeki aydınlarımızı bizi bu kadar küçük gördükçe daha kendi içimizde bile kendi benliğimizi benimseyememişken başarılarımızı bile bu kadar zor kabullenirken nasıl kendimizi dışa avrupaya yansıtabiliriz. Kendi özünüze kökünüze düşman olabiliyorsunuz bu kadar baltalıyorsunuz aklım almıyor. Şunu kabul edin artık TÜRKÜN TÜRKTEN BAŞKA DOSTU YOKKKKKKKK..."
Barış ve İlknur’un traş bıçağı markasını tahmin edin bakalım... Bildiniz Derby. Reklamdaki kahramanları da Ali Desidero... İçimizdeki Kurtlar Vadisi damarını yıllar önce keşfeden reklamcı Ali Taran’dı... Ne diyordu tek bıçaklı Derby reklamları o zamanlar: "Yapmışlar Coni’ye hani Ali’ye Veli’ye?"
Şimdi aynı Ali Desidero iki, üç bıçaklı Derby Samurai reklamlarında... Türk bayrağı eşliğinde bu kez omuzlarda...
Meraklılara... Derby yeni ürün geliştirmiyor, taklit ediyor üstelik bir internet sitesi bile yok.
Kurtlar Vadisi karşıtlarına Gilette Mac 3 Turbo
RABİA Köseoğlu ise Kurtlar Vadisi’nin karşısında:
"Hürriyet Cuma’daki ’Polat değil Rambo-Kara Murat’ başlıklı yazınızı öyle heyecanla ve keyifle okudum ki. Filmle ilgili tüm görüşleriniz o kadar gerçekçi ve dogru ki, size çok teşekkür ederim. Keşke herkes sizin gibi gorüşlerini geçmişimizi, şu anki durumumuzu ve geleceğimizi degerlendirerek aktarsa bizlere. Tüm televizyon programlarında filmin ekibi kahraman olarak anlatılıyor. Hey gidi Turkiye! Ne haldesin!"
Ozan Özen kısa kesmiş: "Özellikle Bilal İnci, Polat Alemdar esprinize bayıldım söyliyim çok güzel bir değinme olmuş."
İlkay Barboros: "Az bile yazmışsınız. Türkiye kurgu ile gerçek arasındaki farkı anlamalı. İllüzyonlar yaratarak kendini kandırmamalı. Biz de Türküz, biz de Müslümanız ama kendimizi asla geri kalmış ülkeler arasında görmek istemiyoruz. İlerlemenin yolu rambolar yaratmaktan geçmiyor. Gerçeklerle yüzleşmekten geçiyor. Bu ülkede 16 yaşındaki bir çocuk ’Ağca olacağım’ diye papaz öldürüyorsa o da mı Sam Marshall’ın gözü dönmüş adamı?"
Kurtlar Vadisi karşıtlarına önerdiğimiz marka Gilette Mac 3 Turbo. Reklam kahramanları yakışık, güçlü kuvvetli, sağlıklı batılı erkekler. Gilette global strateji uyguluyor. Yeni ürün yaratmada öncü... Mac 3 üç bıçaklı ve pilli... Gilette.com’a girerseniz mükemmel bir ürün animasyonu sizleri bekliyor. Kurumsal Sosyal Sorumluluk Projeleri arasında da Türkiye’deki depremzedelere yardım etkinliği bile var. Başka sorum yok.
Avea konkurda
AVEA’da Genel Müdür değişti, Cüneyt Türktan başa geldi. Kısa sürede oldu, reklam ajansı konkuruna çıktı. Çağrılan ajanslar TBWA, Rafineri, Branded, McCann ve Y&R reklamevi..Brief verilmiş, sunuşlar Mart’ın ilk haftasında.
Vodafone Telsim’in kendine devrini bekliyor. Büyük olasılıkla isim değişikliği olacak (doğrusu da bu) ve reklam ajansı konkuruna çıkılacak...
Anlayacağınız GSM kategorisi yeni bir reklam savaşının eşiğinde. Taraflar baltalarını biliyorlar ya da bilemek üzereler. Bu arada numara transferi ve GSM’ler arası konuşma ücretlendirme konusunda büyük bir lobi savaşı sürüyor.
Numara transferi ve GSM’ler arası ücretlendirme yasayla düzenlenmeden Turkcell’in yaklaşık 30 milyon abonesinin hakkından gelmek zor.
Bu arada Turkcell’in Kadir Çöpdemir’ini Fortis de kullanmaya başladı. İdeal Kart reklamlarında oynatıyor. Fortis doğru mu yaptı o şüpheli... Fortis konusunda nasıl haklı çıktım ama...
Fortis şubesi gördüğünüzde ne hissediyorsunuz? Reklamlar kurumsal ögelere nasıl nasıl duygu kattı değil mi?
Çekirgelik
Kimi zaman devrimciler devrimler arasında sıkışıp kalırlar.
(Linus Torvalds)
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2006
Kurtlar Vadisi’nin televizyonda hiçbir bölümünü izlemedim ama okuduklarımdan ne olup bittiğinden haberim var. Kurtlar Vadisi Irak, Türk sineması için iyi bir örnek olabilir ama teknik özellikleri ile üçüncü sınıf bir Amerikan aksiyon filmi. Yönetmen Serdar Işık, başarıyla Amerikan sinemasını taklit etmiş. Aksiyon sahnelerinde kalabalıkları iyi yönetmiş. Patlama sahnelerinde gerilim duygusunu iyi yaratmış. Bütçesi ölçüsünde ışığı iyi kullanmış.
Birkaç yerde film zamanı ile gerçek zaman kayması yaşanmış ama bunlar normal gözle görülecek hatalar değil. Örneğin otelde tatlı ısmarlama sahnesini alalım. Tatlının ısmarlanması ile gelmesi arasında geçen zamanla, o arada gerçekleşenlerin süresi arasında ciddi fark var. Senaryodaki derin boşlukları bir yana bırakıyorum. Polat Alemdar madem bombayı çocukları öldürmemek için patlatamadı, o zaman nasıl elini kolunu sallayıp otelden dışarı çıktı?
Neyse... Asıl iğrençlik Amerikalı askerlerin Kara Murat filmlerindeki Bizanslılar, onların başındaki Sam Marshall’ın da ağzından salyalar akan Bilal İnci olarak resmedilmesinde.
Amerikalılar İsa adına çalışan şeytanlar. Gözlerini kırpmadan işkence yapıyor, çocuk öldürüyor, minarede ezan okuyan imamı bombalıyorlar. Hatta ele geçirdikleri Kürt esirlerin organlarını çıkarıp Avrupa’daki zenginlere pazarlıyorlar. Ama her nedense bu iblis Amerikalılar sivil Türk subaylarının başına "çuval" geçirmekle yetiniyorlar.
Diğer yandan filmde kaba bir İslam propagandası yapılıyor. Şeyh Abdurrahman Hicabi, İslam’ın barışçı mesajlarını veren karakter. Hıristiyanlık tu kaka, Müslümanlıksa cici. Filmde bir tane "iyi" Amerikalı yok, tamamı cani.
"Amerikalılar bunları yaptılar kardeşim, yapıyorlar da" diyebilirsiniz, Amerika’yı eleştirebilirsiniz. Ama "karşıtlık" duygusunu Amerikalıları "cani" göstererek yansıtmak ne kadar doğru bir şey? Türklerin kafasına medeniyet çatışmasına sürükleyecek bir nefretin tohumlarını atmak ne kadar doğru bir şey?
"Ne var bunda, bu da bir film işte" diyebilirsiniz. Doğru ama bu filmin mesajını önemsemeyeceksek, yıllardır Gece Yarısı Ekspresi’ne niye lanet yağdırdık?
Türkiye ile Amerika arasındaki diplomatik ve askeri bağlar "tezkere" onaylanmayınca çok zayıfladı. Bu film bazı kopuşların ilk sinyallerini veriyor. Umarım bu filmi "beğendiğini" söyleyen Tayyip Erdoğan, Amerika’yla masaya oturacağı İran pazarlığının da hesabını iyi yapmıştır. Bu filmin bu pazarlıkta işe yarayacağı sanılıyorsa, çok yanlış hesap yapılıyor.
Erkek tavlama kılavuzu
Beşiktaş’taki Kabalcı Kitabevi’ni gezerken "Erkek Tavlama Kılavuzu" isimli kitap ilgimi çekti. Kimmiş bu erkek uzmanı diye alıp bir baktım. İsmi Funda Aksoy. Kitabın içinde Aksoy’un nasıl erkek uzmanı olduğunu anlatan bir satır bile yok. Nasıl uzman oldu acaba? Bildiğim kadarıyla bu işin okulu, lisansı, yüksek lisansı yok. Demek ki bir diploma söz konusu değil. Funda Hanım alaylı. Bu kitaptaki bilgilerin hepsini deneyerek öğrendiyse oldukça çileli bir yolculuktan geldiği belli.
Aksoy’un kitabı, Çin bilgeliğinde kadınlar için 3 altın kural olduğundan söz ederek başlıyor:
1- Esprili, hoş sohbet ve seni güldürmesini bilen bir adam bulman önemlidir.
2- Güvenebileceğin ve sana hiç yalan söylemeyecek bir adam bulman önemlidir.
3- Yatakta çok iyi olan ve seninle aşk yapmayı seven bir adam bulman önemlidir.
Daha sonra Aksoy, erkekleri anlatarak kadınlara bu altın kurallara nasıl ulaşacakları konusunda yollar öneriyor. İşte yollardan biri. Aksoy kadınlara çıkılan bir erkeğin üçkağıtçı olup olmadığını nasıl anlayabilecekleri konusunda aşağıdaki testi yapmalarını öneriyor:
1- Size randevu verdiği halde ekti mi?
2- Son anda randevu yerini değiştirdi mi?
3- Yemek yedikten sonra aniden cüzdanını başka bir ceketinde unuttuğunu fark etti mi?
4- Geçmişi hakkında konuşmaktan kaçınıyor mu, ya da aynı olaydan iki kez bahsetti ve ufak tefek farklılar yarattı mı?
5- Belirli bir işi var mı? Yani işyerinden arayabiliyor mu?
6- İlk seferinde gayet lüks bir yerde buluştuğunuz halde ondan sonraki buluşmalarınız son derece mütevazı yerlerde mi gerçekleşti?
7- Siz otururken aniden telefon geldi ve yüzü birden asıldı ve sorduğunuzda "Önemli değil, bir iş mevzuu vardı da" gibi bir cevapla karşılaştınız mı?
8- Her buluşmanızda biraz daha canı sıkılmış mı gözüküyor?
9- Üzerindekiler hep pahalı markalar ama üzerine toz düşse paniğe mi kapılıyor?
Yukarıdaki maddelerden üçü gerçekleşti ve bu olaylardan hemen sonra çıkılan adam kısa bir süre için borç istediyse Aksoy ondan uzaklaşılmasını öneriyor. Bu tipler genellikle düşünceli, ince, nazik görünürlermiş. Tıpkı Kurban Bayramı’nda koyunları ailedeki hemen herkesin eliyle beslemesi gibi bir şeymiş bu. Ne demekse... (Bu kitaba haftaya devam edeceğim)
Kuzucuklar bu kitabı okumalı
Bu haftasonu için bir okuma önerisi: İsmail Biret’ten tiyatro efsanesi Naşit Ailesi’nin; Naşit Bey’in, Selim Naşit’in ve Adile Naşit’in renkli yaşam öyküsü: Komik-i Şehir Naşit Bey ve Çocukları.
İsmail Biret, Selim Naşit’in bacanağıymış. Selim Naşit ölmeden önce yaşam öyküsünü yazmayı çok istermiş ama bir türlü biriktirdiği malzemeleri bir araya getirmek kısmet olmamış. O da bacanağına ve Naşit ailesine duyduğu sevgi ve saygının bir göstergesi olarak, ailenin hayat öyküsünü varolan belgelere, bilgilere ve kendi yaşadıklarına dayanarak kaleme almış.
Biret’in çok akıcı bir dili var. Kitabı da ağırlıklı olarak Selim Naşit, Adile Naşit, Naşit Bey, Selim Naşit ve eşi Peyker’in ağzından yazmış. Ortaya çok hoş bir Türk tiyatrosu tarihi klasiği çıkmış. Okuması çok keyifli, bazen oldukça komik bir tarih. Hele de Adile Naşit’in kuzucuklarının kaçırmaması gereken bir tarih. Şiddetle öneriyorum.
(*) İsmail Biret, Komik-i Şehir Naşit Bey ve Çocukları, Doğan Kitap, 2005.
CUMA İTİRAFI
çapkınkız00; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 31; İl: İstanbul
Sevgilimle karda sevişme fantezimizi gerçekleştirdik. Arabayla onca yol katettikten sonra uygun bir yer bulabildik. Karda yuvarlanırken her yanımız buz tuttu resmen. Sevgilim fazla soyunmadı ama beni iyice soymaya kalkınca bir ara donan popomu hissetmedim. Bir haftadır zatürree başlangıcı teşhisiyle evde yatıyorum. Sevgilim bir dediğimi iki etmiyor. Bir de pırlanta yüzük aldı. Her şeye değerdi.
Yorum: Umarım bu çiftin saunada sevişme fantezisi yoktur! Birinci dereceden yanık bir poponun acısını hangi pırlanta yüzük geçirebilir.
CUMA TAKINTISI
Gelin bu hafta yine bir balık lokantasına takalım. Kuruçeşme’yi geçiyorsunuz, biraz daha ilerliyorsunuz hemen Ece’nin karşısındaki parkın içinde, deniz kenarında, Marina. Deniz levreği harika, kalamar harika, patlıcan ezme harika, salata harika. Başka bir şey yemeyin zaten. Az ve öz. Lezzet garantili. Manzara, sohbet ortamı harika. En son karışık tatlı tabağı: Kabak tatlısı, incir tatlısı, ekmek kadayıfı... Ağzım sulandı valla.
CUMA LAKIRDISI
"Bir erkek onu çıkarmayı arzulayana kadar bir elbisenin hiçbir anlamı yoktur." (Sagan)
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2006
Adının açıklanmasını istemeyen bir okurum, bir e-posta göndermiş ve Türkçenin bozulmasından duyduğu rahatsızlığı çok samimi bir şekilde özetlemiş. Düşünceleri hoşuma gitti. Sizinle de paylaşmak istiyorum: "Türkiye Cumhuriyeti’nde Türkçenin bugün düşürüldüğü durum kapitülasyonlar dönemindekinden daha feci bir hal aldı.
Örnek vereyim. Sizce BİNBOA nedir? Hürriyet’te Uludağ’da yapılacak festivalin haberini okuduğumda, cahillikten olsa gerek, tüm dillerde yazıldığı şekliyle BOA yılanının yeni bir türü olduğunu düşündüm. Meğer 40 yıllık Türk votkası BİNBOĞA’nın yeni adıymış. Tekel’i alanlar güzel Türkçemizi bozup yeni sözcükler yaratma çabasına bir katkıda bulunmuş oldular. Oysa BİNBOĞA votkası adını Türkiye ile özdeşleştiren bir markaydı.
Sadece BİNBOA mı! Perdeciler PERDECCİ oldu, koltuk satan yerler COOLTOUKÇU, makarnalar MAKKARNA. Ayşeler AISHA, paşalar PASHA, eskiciler ESKİDJİ, dürümcüler DÜRRÜMJÜ.. Türkçeyi bozan bozana, saymakla bitmez.. Böyle yapınca hiçbir dilde yazılmış olunmuyor. Ortaya aynı Karadenizlilerin ’la finu palla qestoum’ (Lafını balla kestim) yazması gibi bir şey çıkıyor. Peki neye özeniyoruz?"
Okuruma katılıyorum, Türkçeyi abuk sabuk, neye hizmet ettiği bilinmeyen bir yaratıcılığa kurban ediyoruz. Çözümü de yok gibi.. Aslında var ama bize gelmez. Türkiye’de kim Türkçeyi koruyacağım diye söylediğinin, yazdığının bekçiliğini yapar ki.. Dürüst olun şimdi, siz yapabilir misiniz? Yapsanız Türkçe yavaş yavaş ne idüğü belirsiz sözcüklerden kurulu bir dil haline gelir mi?
Seray’ın iki şarkısı çok güzel..
Salı günü kar bastırdı, bütün gün "Acaba Seray Sever yeni albümünün Shu’daki lansman toplantısını iptal edecek mi?" diye arandım. Herkesi "Benim bildiğim Seray böyle bir toplantıyı iptal etmez" diye yatıştırdım. Nitekim etmedi, üstelik iki kere de "İptal falan yok, halt etmeyin, gelin" diye de e-posta gönderdi.
Tam Seray’ı tanımlayan bir davranış. O gece yer yarılsa, dağlar üstüne devrilse, benim tanıdığım Seray Sever albümünün lansman toplantısını iptal etmezdi. Çünkü o bir hiperaktif, o bir beklemeye gelemez, o bir görev kadını.. Eğer toplantı salı gecesi iptal edilseydi, Sever şak diye bayılırdı.
O gece Cine 5’teki programı Saba Tümer’le birlikte sunduğum için, Seray’ın toplantısına ancak 22.30’da varabildim. Hemen hemen tüm program bitmişti. Seray "Yeni Bir Karar" isimli yeni albümünden iki parça okumuş, pastalar kesilmiş, konuşmalar yapılmıştı. Örneğin Çelik’e "O olmasa bu albüm olmazdı" denerek teşekkür edilmişti.
Yavaş yavaş konuklar dağılıyordu. Bu arada yeni albümün klibi duvarlardaki ekranlarda dönüyor, parçalar da peşi sıra çalmaya devam ediyordu. Ortama bir yılan gibi süzüldüm. Parçaları dinlemeye başladım. Bir dinledim, iki dinledim, üç dinledim.. Ve karar verdim.
Seray’ın albümündeki "İçim Yanıyor" şarkısı favorim. Bu şarkıya çekilen klip süper olmuş.. Bu klipte beyaz çarşaflara sarınmış yatan Seray’ı görüp ağzı açık ayran delisi gibi bakmayacak erkek varsa şaşarım! Bazıları arabadaki "vamp" Seray’ı tercih edebilir ama benim tercihim daha masum Seray.. Yani esas Seray, gerçek Seray.
Albümdeki ikinci iyi parça "Yeni Bir Karar".. Daha romantik bir parça.. Bu parça da tutar. Sevgililer gününde piyasaya çıkar çıkmaz bir tane "Yeni Bir Karar" almayı ihmal etmeyin. Önümüzdeki iki üç ay da Seray Sever dinlemeye hazır olun. Hatta önümüzdeki yaz gittiğiniz her disco’da en az bir kere "İçim Yanıyor" çalmazsa, gelin hesap sorun.. Hatta ceza olarak İzel de bana albüm yapsın!
İkinci 525 vakası..
İzmir’de Dokuz Eylül Üniversitesi’nde okuyan İnci Özen bakın ne diyor:
"Fordçu 525 yazınızı kahkahalarla okuduk. Gerçekten çok iyi anlatmışsınız. Bilmediğiniz bir şey var ama.. Bu otobüsten bir tane de Dokuz Eylül kampusunde olduğu: 412. Biz de ona yüksek teknoloji ödülü verilsin istiyoruz. Sesimizi duyurur musunuz?"
Tırtıl...
İnsanlara nesne muamelesi yapılmamalı. Çünkü o kadar değerli değiller..
(O’Rourke)
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2006
Bu hafta sonu Bursa’ya yolumuz düşünce "haydi geceyi Uludağ’da geçirelim" olduk.. "Doymadın mı kara İstanbul’da, gözünü kar doyursun" diyenleriniz olabilir. Haklı da olabilirsiniz ama ne yapayım, kar seviyorum, kayak yapmayı seviyorum, karlı Uludağ’ı seviyorum, karlı Uludağ gecelerini seviyorum.
Başladım teker teker otelleri aramaya. Hevesim kursağımda kaldı. Uludağ tıka basa doluydu. İğne düşse yer yok... (Bu lafa da kılımdır, iğne durup dururken niye yere düşsün değil mi?) Okullar açılmadan önceki son hafta sonu millet kurtlarını dökmeye gelmiş. Doluluğun bilinen nedeni bu...
Silkinip yeni planı uygulamaya koydum. Uludağ eteklerinde bir otelde kalınacak, sonra gece taksiyle Uludağ’a çıkılacak, şöyle bir çevre kolaçan edilip inilecek... Nasıl ama? İstediğiniz kadar "kötü" deyin bu plan tuttu.
Uludağ eteklerinde dört yıldızlı Büyükyıldız Oteli’nde yer bulduk. Daha önce de kaldığım bir yer. Şehir oteli, kendini "işadamı oteli olarak" konumlandıran, aynı zamanda düğün, nişan türü toplantıların da vazgeçilmez mekanı. Büyükyıldız’dan Bursa manzarası şahane... "Deniz yoksa manzaradan bana ne" diyenler için tabii ki bir sözümüz yok.
Akşamüstü otelin sahibi Işık Bey’le ve kızı Aslıhan’la küçük bir sohbetimiz oldu. Kuş gribi düğün, nişan toplantılarını ilginç bir şekilde etkilemiş. Malum bu tür toplantılarda mönüde "hesaplı" davranmanın yolu tavuktan geçiyor. Artık kimse "mönüde" tavuk istemiyormuş, "hesaplı" mönü isteyince de hafiften burukluk oluyormuş. Durumu öğrenince zihni sinirliğim tuttu, oracıkta bir proje ürettim.
Sağlıklı Tavuk Bilgi Platformu bir amblem geliştiriyor, hologramlı... Türkiye’ye bu amblemi tanıtıyor. Sonra da diyor ki "Bu amblemi gördüğünüz otellerde, lokantalarda afiyetle tavuk yiyebilirsiniz..." Nasıl ama?
Kalabalık diye balıkçı..
Sohbet bittikten sonra saat "karın doyurma" vaktine geldi. "Ne yiyelim, ne yiyelim" derken işin içinden çıkamadık. Bir taksi çağırdık. Taksici gençten bir oğlan. Bitirim. "Kalabalık isminde bir yer açıldı, oraya götüreyim" dedi. Bu arada Uludağ pazarlığını da yaptık. Gidiş, bekleyiş, dönüş 100 YTL. Aslında belediye tarifesi tek gidiş 75 YTL ama işi bilen taksiciler tuttuğunu koparıyor gördüğünüz gibi.
İzmir-Mudanya yolu ayrımındaki bir yerlerdeki Kalabalık’a ulaşmak sadece 15 dakika sürdü. Meyhane havasında bir yer. Kanun, klarnet eşliğinde sohbet hiç fena değil. Ama Kalabalık’ın mezelerine biraz lezzet katması lazım. Masa düzenine falan dikkat etmesi... Biraz şaşırtması... Tekir yedik, çok tazeydi, gayet iyi pişmişti de... Kalabalık deneyiminden aklımızda hoş duygularla ayrıldık..
Geceyarısına doğru bizim Murat vurdu taksiyi dağ yoluna... O saatte kar olur, buz olur diye ürküyoruz. Git git kar mar yok. Sakin sakin dağa tırmanmaya devam ediyoruz. Bira ara Murat’a "Hiç dağa tırmanırken arabayı kaydırdığın oldu mu?" diye sordum. "Bir iki kere" deyip başladı anlatmaya. Tam o sırada bir viraja hızla girdiğinde ne olduğumuzu anlayamadan çevremizde iki dönüp tam ters yönde durduk. Dağdan akan su gizli buzlanma yapmış ve dikkatsizce bir hareket hepimizin yüreğini ağzına getirmişti. Karşıdan bir araç geliyor olsaydı şimdi bu satırları nasıl okuyor olurdunuz bilmem!
Coco’da sucuk-ekmek harikaydı..
Bursa-Uludağ arası 45 dakika sürdü. Zirveye, oteller bölgesine ulaştığımızda şaşırdık kaldık. Ortalık ayaz ama kar mar yok. Nasıl bir hayal kırıklığı, nasıl bir hayal kırıklığı anlamam. Yüzümüz haliyle düştü biraz. O düşüklükle Papillion diye bir bara kendimizi attık. Bir otelin altında klasik Uludağ barlarından biri...
İçeri girdimizde yabancı müzik çalıyordu. Bir süre sonra Gökay sahne aldı. Yanında da çömezi... Saatlerce hem çaldılar hem söylediler.. Sezen Aksu’dan, Rafet El Roman’dan, Seksendört’ten şarkılar karsızlığın hüznünü unutturdu, Uludağ’ın keyfini biraz olsun geri getirdi. Papillion’dan çıktımızda saat 04.00’e geliyordu. Bir baktık tam karşıda Coco isimli bir sucuk-ekmekçi... O saatte 15 sucuk ekmek sırada. Üşenmedik, bekledik. Beklediğimize değdi ama... Coco’nun sucuk-ekmeği süperdi... O gece bir de Karacabey isimli ayran keşfettim. Kimmiş, neymiş takipteyim. Yakında bu sinemada.
Dönüş yolu hakkında çok fazla bilgi veremeyeceğim. Bir ara hafif bir kayma etkisiyle uyandım, diğer anlarda sağolsun Murat sarsmadan bizi otele iade etti. Bir Uludağ gecesi de karsız ama Gökay ve sucuk-ekmek hoşlukları içinde böylece bitti.
Tırtıl...
Zengin oldum, fakir oldum. İnanın zenginlik daha iyi... (Sophie Tucker)
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2006
UĞUR Dündar’ın oynadığı sosyal reklam filmi bu gece televizyon kanallarında yayına giriyor. Ne diyecek Uğur Dündar filmde? "Entegre tesislerde yapılan tavuk üretimi sağlıklı, risksiz; entegre tesislere kuş gribi giremez, girmeye kalksa bile o an enselenir!" diyecek. Doğru. Bu mesajın altına ben de imzamı atarım. Peki biz kasapta, markette, hipermarkette satılan tavukların "entegre tesislerde" üretilen tavuklar olduğunu nereden bileceğiz?
Markalarından? O da doğru. Peki açıkta satılan ürünlerin üstünde marka yok, seri numarası yok. Onları nasıl ayırt edeceğiz?
Kasaba, markete, hipermarkete güveneceğiz öyle mi? Hipermarketlerde sorun yok diyelim. Ama tavuğun sadece % 30’u hipermarkette satılıyor. % 70’ini ise kasap, market, piliççi "açık" olarak satıyor.
Onların da pekala "entegre tesislerde üretilmeyen" tavukları "şu markanın ürünü" diye satmaları mümkün. "Olur mu canım, yaparlar mı?" diyorsunuz değil mi? Yaparlar. Nitekim yapıyorlar da.
O halde? Sağlık Tavuk Bilgi Platformu tarihi bir fırsatı kaçırıyor. Türkiye’ye de kaçırtıyor. Bu gece Uğur Dündar tüm kanalarda çıkıp"entegre tesilerde üretilen markalı tavuk alın, başka tavuk da almayın" mesajını verseydi, sorunu kökünden çözerdi.
Şimdi ise tüketicinin sorunu devam ediyor, sadece Sağlıklı Tavuk Bilgi Platformu çatısı altında "entegre" tavuk üretenlerin sorunu çözülüyor!. Sağlıklı Tavuk Bilgi Platformu’nda yer alanların entegre üreticilerin hepsi tavuklarını poşete soktuklarında sorunun tamamı çözülecek..
Sağlıklı Gıda Savaşçısı
Uğur Dündar özüne sözüne inanılan, güvenilen, biz Türklerin aileden saydığı biri "marka" habercilerimizden biri.. Üstelik o bir "sağlıklı gıda" savaşçısı.
Sağlıklı Tavuk Bilgi Platformu’nun (STBP) bilgi kampanyasında Uğur Dündar’ı "otorite" olarak yer vermesi doğru karar.
Başbakan, Sağlık Bakanı ya da Tarım Bakanı çıksa, konuşsa kesinlikle aynı etkiyi yapmaz. Çünkü bu tür krizlerde Türk halkı artık "resmi görüşe" hiç mi hiç prim vermiyor. Bunun nedeni de yıllardır yaptıkları uygulamalarla halkın güvenini başarıyla kaybeden hükümetler!
Uğur Dündar’ı öncelikle bu açıdan kutlamak istiyorum. "Gıda güvenliği gibi" karmaşık bir alanda resmi görüşten daha inandırıcı bir potansiyele sahip olmak herkese nasip olacak bir şey değil.
Dündar STBP’nin projesinde beş kuruş para almadan yer alıyor. Bu tür ekonomik ve sosyal krizlerde , sosyal reklamlarda oynamaları için yanlarına varıldığında ağzını milyonlarca dolardan açan ünlüler olduğunu biliyorum.
Bu ünlüler Uğur Dündar’a bakıp utansınlar! Kutluyorum sevgili Dündar..
Aldığım duyumlar STBP’nin belirli statüdeki "ev kadınları" bilgilendirmek için de Seda Sayan’a teklif götüreceği yolunda. Bakalım Seda Sayan ne yanıt verecek..
Danadan kuşa öğütler
ERPİLİÇ’in, bir dananın bir tavuğa "Sabret kuşum! Bana da deli diyorlardı.." diye seslendiği mizahi reklamı; diliyle "ucuz" ama mesajıyla çok etkili bir gazete reklamı..
Gazete reklamında hem mizah yapmak hem de mesaj vermek o kadar kolay iş değil. Erpiliç bu reklamda bu zor işi başarıyor. Hem sırıttırıyor hem de tüketiciye "Daha önce de deli danadan sakınmak için kırmızı et yemiyordun. Bir şey olmadı. Bu da böyle bir kriz geçecekÖDenileni yap!" diyor.
Tüketicinin şu anda yaşadığı sorunu, daha önce yaşanan ve çözülen bir soruna gönderme yaparak çözmesini istemek doğru stratejiÖÇünkü insan beyni özde yeni sorunları eski yollarla çzömeye programlı.
Erpiliç sonraki sayfada verdiği reklamda ise dikkati Er Piliç’e yöneltmeye çalışıyor. Burada "Niye Er Piliç satın alınmalı?" sorusuna yanıtlar veriliyorÖAncak ikinci aşama sorunlu. Çünkü insan beyninin çalışma biçimi burada biraz ihmal edilmiş.
Niye? Beyin ancak benzer uyarılarla gelen mesajları aynı potada işler de o yüzden. Bu açıdan ilk bölümdeki tasarımla ikinci bölümdeki tasarımın görsel bağlantısının zayıf olması iki reklamın tek kaynakta işlenmesini zorlaştırıyorÖ Bu bağlantı güçlü kurulsaymış etki daha da artarmış..
Her gazete reklamı tüketicinin satın alma karar süreçlerini iyi analiz edip üretilse, gazete reklamının değeri çok ama çok daha iyi anlaşılır. Nokta.
Atıf etiği
"REÇETELİ-Reçetesiz ilaçlar " (OTC) tartışması Türkiye için de dünya içinde yeni bir tartışma değil. 2000 yılında bu konuyu bu köşede tartışmaya açtığımda da yeni bir konu değildi. Reklamcılar Derneği 2000 yılından çok önce bu konuyu, "dar "alanda tartışmaya açmıştı. Tartışmanın boyutlarının genişlemesinde, yararlarını ortaya konmasında altı yıldır bu köşede yazdığım yazıların payı büyük. Bu nedenle bu konuda bir "köşe yazısı" yazıldığında benden "atıf" yapılmasını hak ettiğimi düşünüyorum. Diyeceksiniz ki "ne o gazetecilikle bilim adamlığını birbirine mi karıştırıyorsun?"
Kesinlikle. Gazetecilikle bilim adamlığının kesiştiği o kadar çok nokta var ki, her gazeteci aslında bir bilim adamı olduğunun, her bilim adamı da aslında bir gazeteci olduğunun farkına varsa Türkiye’de çok şey değişir... Haksız mıyım sevgili Cüneyt Ülsever? "Doktoralı" gazeteci olarak böyle bir "nezaketi" sizden beklemekte haksız mıyım?
Çekirgelik
Küçük akıllar "budala bir tutarlılıkla" gulyabaniler (gerçek olmayan korkular) yaratırlar. Bu gulyabanilere devlet adamları, felsefeciler, ilahiyatçılar adeta tapınırlar.
(Ralph Waldo Emerson).
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2006
BUGÜN size ilginç bir ’fikir liderliği’ öyküsü anlatacağım. Daha doğrusu ’fikir liderleri’nin bir pazarı nasıl yönlendirebileceğini... İşkembeden atmayı seven bazıları fikir liderini sadece ’okumuş, kültürlü çocuklar’ olarak algılayabilirler. Yanlış bir algı. Fikir lideri olmak için mutlaka ’okumuş çocuk’ olmak gerekmiyor. Fikir sorulacak konuda bir kişi ’uzman olarak algılanıyorsa’ liderlik koltuğuna oturdu demektir.
Örneğin çatı ustaları... 1999 depreminden önce Türkiye çatılarını çoğunlukla kiremitle örtüyordu. Yıl 2006, lütfen kafanızı kaldırın, çevrenizdeki çatılara bakın. Bordo renkli çatı levhalarının gitgide tüm çatıları istila ettiğini göreceksiniz. Türkiye’de artık yılda 4 milyon çatı levhası satılıyor. Pazar büyüyünce Ondüline’e yurt dışından ikinci bir marka rakip geldi: BTM Corrubit
Çatı ustaları çatı levhasını çatıya çabuk çıkarıyor, çabuk döşüyor, bu nedenle daha az zamanda, daha çok çatı döşeyerek, daha iyi para kazanıyorlar. Deprem riskinin ’ağır’ bir şekilde algılandığı bir ortamda da ’çatı levhasının daha hafif olup deprem riskini azalttığını’ söyleyerek ev sahiplerini kolayca ikna ediyorlar.
Kiremit sektörü şokta... Çünkü çatı malzemesi konusunda tüketicinin fikir liderleri olarak kabul ettiği çatı ustaları ile baş edemiyorlar. Ne deseler, ne yapsalar ev sahipleri uzman olarak çatı ustalarını görüyor, onların uzmanlıklarına güveniyor.
Böyle bir durumda, ev sahiplerine gidip ’hafif çatının deprem riskini azaltmadığını’ söylemek çare olmuyor. Önce çatı ustalarının inançlarının (ya da kazançlarının) değiştirilmesi gerektiği çok açık. Çünkü çatı ustası ’hafif’ deyince bu sözcük ev sahibine daha ’dep’ demeden depremi çağrıştırıyor ve onu ikna ediyor. Gerçek öyle olsa da, olmasa da... Mesajın akla yatkın olması yetiyor.
Yani? Yanisi şu: Reklamı, pazarlama iletişimini öğrenmek için pazarlamayı, tüketici davranışını öğrenmek şart. Söyler misiniz çatı kaplama sektöründe çatı ustalarını dikkate almayan hangi pazarlama programı başarıya ulaşabilir? Siz istediğiniz kadar ’rakı, turkish kebap’ kokan reklamlar yapın, size inat çatı levhası kategorisi büyümeye devam eder.
Siyasi pazar bölümleme
BİR arkadaşım telefonla aradı. Kuracağı yeni bir parti için pazarda ’boşluk’ arıyormuş. Partilerin milletvekili aday tercihleri üzerinden çabuk bir analiz yaptıkÖ
CHP’de milletvekili adayı olmak için Atatürkçü, solcu, belki liberal solcu olmak yetiyor.
MHP’de milliyetçi..
DYP’de sağcı, muhazakar, liberal
ANAP’ta liberal..
DEHAP içinse (açık söylenmese de) Kürt olmak ilk şart.
AKP’de (açık açık söylenmese de) milletvekili olmak için sadece ’sağcı, muhafazakar’ olmak yetmiyor. AKP’nin potansiyel milletvekili adayları içki içmeyenler, namaz kılanlar (başı kapalı) ve eşi türbanlılar.
Boşluk kendiliğinden ortaya çıktı. Atatürkçü, solcu ya da liberal solcu... İçki içmeyen, namaz kılan ve eşi türbanlılar...
Ya da sağcı ya da solcu ayyaşlar...
Son iki grup bizimkine feci şekilde cazip geldi. Sizce hangi hedef kitleye yönelik parti kursa daha fazla oy alır?
Sorun MGK mı, televizyon mu?
MGK Genel Sekreteri ’Türk televizyonlarındaki seviyesizliği’, AGB’nin rating ölçümlerine bağlamış. Öğrenince çok şaşırdım. Ne talihsiz bir açıklama. Üstelik temel sorunun ölçüm yapılan ailelere verilen hediyeler olarak görülmesi de hepten ilginç.
Önce ’portakal sıkacağı’ konusuna açıklık getireyim. Televizyon İzleme Ölçümleri diğer ülkelerde de olduğu gibi olduğu Türkiye’de de evrensel ölçüm standartlarına göre yapılıyor. Araştırmaya katılanlara hediye verilmesi ise bırakın televizyon ölçümleri standardını daha genel, panel araştırmalarına yönelik bir standart. Araştırma literatüründeki konu başlığı da bakınız... Özendiriciler..
’Televizyonlardaki seviyesizlik’ meselesine gelince... Bu konuda MGK’nın yıllardır niye frekans tahsislerinin yapılmadığını bir incelemesinde fayda var. 700 milyon dolarlık reklam yatırımı ile onlarca yerel ve bölgesel kanal, yüzlerce yerel kanal nasıl ’seviyeli’ yayın yapabilir ki? Kayıtsız şartsız serbest piyasa modelini seçen sonuçlarına katlanır!
Bu şartlarda yapılması gereken üç şey var: Daha bilimsel, uzman siyasetten arındırılmış bir RTÜK, tamamen özerk TRT ve örnek sayısı 5 bine ulaşmış bir AGB. Pardon dördüncü şeyi unuttum. MGK’sız bir Türkiye... Durun ya, eğer MKG olmasa saydığım ilk üç şartı kim gerçekleştirecek? Siyasetçiler, meclis? Bu sistemi yaratan onlar zaten.. Kafam karıştı...
Akdeniz ve daha fazlası
CUMA Günü Türkiye’nin 2006 tanıtım ihalesini kazanan Wunderman reklam ajansı yetkilileri İstanbul’da, Lütfi Kırdar’da, Türkiye Seyahat Acentaları Birliği, Türkiye Otelciler Birliği, Turizm Yatırımcıları Derneği ve Türkiye Rehberler Odası üyeleri ile bir toplantı yaptı.
Yaklaşık iki saat süren toplantı sonunda Türkiye turizminde söz sahibi dernek üyeleri kendilerine sunulan ’Mediterrian and More’ konseptli stratejiden ve işlerden pek memnun olmadı. Hatta Rehberler Odası Başkanı’nın İngiltere’de yeni yayınlanmaya başlayan tanıtım filmini ’kötü’ olarak nitelendirmesi ve Wunderman’a ’Siz galiba Ddf’i aratacaksınız’ demesi ortalığı biraz gerdi... Lütfi Kırdar’da yaşananlar anlaşılıyor ki Türkiye’nin tanıtımında tüm taraflar henüz ortak bir akla varamamış... Gelecek yeni tartışmalara gebe gibi görünüyor.
Poman, Cem Yılmaz’a karşı
PETROL Ofisi durdu, durdu Cem Yılmaz’a karşı kendi starını yarattı. Daha doğrusu önce çizgi roman kahramanını yarattı. Daha sonra onu kısa sürede televizyon yıldızı yaptı.
Petrol Ofisi’nin yeni yaratıcı yolunu çok ilginç buldum. Dikkat çektiği kesin. Öykü anlattığı için akılda kalma değeri yüksek. Yeni ürünlere öykünün genişletilme yeteneği yüksek. Çocuklara yönelik ciddi bir marka merakı oluşturuyor. PO’nun kurumsal kimlik ögelerini iyice kafalara çakıyor. Eğer istenirse ürün reklamlarında ’Poman mi pomen mi’ gibi esprilerle mizahın dozunun arttırılması da mümkün. İlk ürün reklamındaki öykü satış vaadi eşlemesi de çok başarılı..
Poman’in sorunu yeniden izlenme değerinde. Bıraktığı keyifte. Bunun nedeni de filmlerdeki animasyonun biraz basit kaçması. Çocuklar, hatta büyükler sinemada, bilgisayar oyunlarında Poman’dekinden çok daha iyi kotarılmış animasyonlar görüyor. Bu nedenle de tekrar izlemeleri için önemli bir neden ortadan kalkıyor. Eğer filmlerin animasyonu böyle kalacaksa ve izlenme değer arttırılmak isteniyorsa filmlerdeki mizah dozunun arttırılmasında yarar var.
Bu arada Poman’deki karakterin biraz Gora’da Ozan Güven’in oynadığı karaktere benzediğini de söyleyeyim. Huyu suyu da benzetilirse ne olur onu bilemem.
Çekirgelik
İnsan utanabilen tek hayvandır. Ya da utanması gereken..
(Mark Twain)
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2006
Münih üzerine yazılacak çok şey var. Üstelik de bende böyle birçok yazma isteği var. Münih’i en iyi film ve en iyi yönetmen dallarında Oscar’a aday olmadan önce izledim. Ve de kesinlikle çok etkilendim. Tam bir düşünce tetikleyicisi. Bir Türk olarak Münih’i izlerken, daha ilk dakikalardan itibaren Abdullah Çatlı’dan girip Haluk Kırcı’dan çıkmamak, daha sonra Mehmet Ali Ağca’dan tekrar girip Oral Çelik’te soluklanmamak mümkün değil.
Filmin ortalarına doğru Abdi İpekçi, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu cinayetleri, aklın bir köşesine takılıyor, sonra canlı bombalar, HSBC ve İngiliz Konsolosluğu’na dalan bomba yüklü kamyonetler, Fehriye Erdal, derin devlet, gladyo, reis, Soner Yalçın...
Münih’i anlamak için derinliğine çok iyi okumak gerekiyor. Eğer Münih iyi okunursa, çok fazla alaya alınacak bir yanının olmadığı kolayca anlaşılır. Doğru okumak için de filmin sorularını doğru anlamak gerekir:
Terör ancak terörle mi yenilebilir?
Hem Filistinliler hem de İsrailliler aynı anda hem doğru hem yanlış olabilirler mi?
"Vatan" adına terörist yöntemlerle adam öldürmeye başlayan normal birinin, bir daha normal yaşama dönmesi mümkün değil mi?
Spielberg’in Münih’te sorguladığı ve tartışılmasını istediği konular bunlar. Sizce bu sorulara yanıt vermek kolay mı? Değil. Filmi izleyeli neredeyse beş gün olacak. Hálá kafamda bu sorularla dolaşıyorum. Spielberg daha ne yapsın.
Film, 1972 Münih Olimpiyatları’nda Filistinlilerin 11 İsrailli atleti kaçırıp öldürmeleriyle başlıyor. Spielberg daha başta siyah-beyaz arşiv görüntüleri ile kendi çektiği renkli görüntüleri birleştirerek yaratmak istediği gergin atmosferi ve gerçeklik duygusunu mükemmel şekilde oluşturuyor.
Hele 1972’de zihinlere televizyon ekranlarından kazınan bir görüntüyü filmde yeniden yaratma biçimi çok takdire şayan. Maskeli Filistinli terörist balkondan bir görünüp bir kaybolurken, arşiv görüntüsü de perdenin sağ köşesindeki televizyon ekranından görülüyor. Tam bu noktada "Elin gavuru yapmış işte" duyguları insanın her yanını kaplıyor.
Filmin bence önemli cümlesi İsrail Başbakanı Golda Meir’e ait. Filistinli teröristlerin eylemlerine karşı "saldırı" emri veren Meir kararını şöyle savunuyor: Barışı unut, güçlü olduğumuzu onlara göstermeliyiz!
Meir’in "saldırı" emriyle o güne kadar Mossad’a bağlı gizli polis olarak çalışan Avner’e (Eric Bana) bir ölüm timi kurup değişik ülkelerde yaşayan 11 Filistinli’yi temizleme görevi öneriliyor.
"Önce vatan" diyen Avner, hamile karısını evde bırakıp intikam ekibini oluşturuyor: Güney Afrikalı Steve (geleceğin James Bond’u Daniel Craig... Çok iyi Bond olacak, göreceksiniz), antika sever doktor Hans (Hanns Zischler), Belçikalı oyuncakçı ve bombacı Robert (Mathieu Kassovitz), temizlikçi Carl (Ciaran Hinds)... Filistinlileri bulmak için de yüklü para karşılığı Fransız bir aileden yardım alınıyor.
Kısa süre sonra "infaz timi" bu 11 kişiyi bulmaya ve kimini tabancayla kimini bombayla teker teker temizlemeye başlıyor. Spielberg özellikle "ortadan kaldırma" sahnelerinde kamera oyunları yaparak ve kurgu tekniklerini kullanarak 70’lerin atmosferini yaratmada çok başarılı. Tabii bu konuda efsane sinematografi uzmanı Januzi Kaminsky’ye de haksızlık etmemek lazım. Özellikle her "öldürme" olayıyla birlikte farklı renk ve ışık kullanımı öyle bir gergin ortam yaratıyor ki, izlerken insan nefesini tutacak hale geliyor.
Avner belirli sayıda adam öldürdükten sonra kişiliğinde değişimler başlıyor. Sakin, yumuşak, samimi Avner gidiyor, yerine daha soğuk, şüpheci, gergin Avner geliyor. Hatta filmin sonuna doğru Avner İsrailli atletlerin öldürüldüğü sahneleri hayalinde canlandırmaya başlıyor. Münih, Avner karısının üstündeyken 11 İsrailli atletin öldürülme sahnesini kafasında becermesi ile bitiyor.
O an anlıyoruz ki Avner eski Avner değil ve hiçbir zaman da olmayacak. Belki de bir gün bir yerlerde "Ben Mesih’im!" diye bağıracak.
Münih üzerine daha da çok şey var yazılacak, ama önce siz görmediyseniz bir görün bakalım. Oscar’a aday diğer filmleri henüz görmedim ama yine de riskine katlanıp Münih’in Oscar’ın en güçlü adaylardan biri olduğunu söyleyebilirim.
Günce daha özgür okumalı
Günce’yi, Cine 5’teki Başka Yerde Yok’a konuk olunca tanıdım. İlk kez de orada dinledim. Konservatuvar bitirmiş. 10 yıl arp eğitimi görmüş. Anne baba da aynı camiadan. Sonra bakmış klasik müzikte ona gelecek yok, popüler müziğe geçiş yapmış. Söz yazmaya, beste yapmaya başlamış. İlk albümü Günce 1’i çıkarmış. Ancak kendince bazı hatalar yaptığı için ilk albümün satışları 25 binlerde kalmış. Ama Günce yılmamış, çok çalışmış bu kez Günce 2’yi çıkarmış. İlk hatalarını bu albümde tekrarlamamaya çalışmış.
Bir süredir iPod’umda Günce 2 albümünü dinliyorum. Çok güçlü bir ses, çok etkileyici. İstediği kadar hata yapsın gelecekte bir yerlerde mutlaka karşımıza çıkacak göreceksiniz. Böyle bir sesin, böyle bir yorumcunun kıyıda köşede kalması mümkün değil. Albümdeki parçaların hepsini sevdim: Severim, Güllerim Soldu (Sezen Aksu), Ben Yolumu Seçtim, Biliyordum, Aşk Acımıyor, Kalbin Unutmaz, Uyan, Mavi Ağlama Kalbim. Hepsi birbirinden güzel. Günce’ye tek önerim, şarkılarını başka starlardan etkilenmeden, çok daha özgürce seslendirmesi ve yeni albümüne tekne ismi gibi Günce 3 ismini vermemesi. Bakınız Lüfer 3.
Yazının Devamını Oku