Ali Atıf Bir

Bir Düş Oteli: The Marmara Antalya

21 Nisan 2006
Niye yalan söyleyeyim, daha içinde olduğumuz araç The Marmara Antalya’nın kapısına yanaştığında acayip şaşırdım. Farklı bir kapı, farklı bir giriş, zeminden değil de altıncı kattan içeri adımı atış. Otele vardığımızda gece yarısını geçiyordu. Kısa sürede on-on beş katlı esas otelin (valla sormadım ama bana on on beş katlı geldi) ön tarafındaki dört beş katlı (yine sormadım gördüğünüz gibi. Eğer kat anımsama zekası diye bir şey varsa ondan yok bende!) silindir şeklinde yapılmış bölümüne geldik.

Bir kere de odaya girişte şaşırdım. Beyaz jaluziler, beyaz örtüler, tahta sehpaları ve tabureleriyle sade, huzur veren bir ortam. Hani orada kal iki yoga, iki reiki, iki feng şui attır diyor insana. Hiçbirini attıramam ama duygu bu, attırası geliyor işte insanın.

Eşyalarımızı taşıyan görevli "Burası dönüyor efendim" dedi.

"Nasıl yani?" dedim.

"Bayağı dönüyor efendim. Etrafında dönüyor."

"Nasıl yani?" diye yineledim.

"İki saate bir aynı yere geliyor. Camdan bakarsanız hissedersiniz."

Görevli oda hakkında bilgileri verip gitti. Uyku koması halde dışarı baktım, arkadaki otelden başka bir şey yoktu. "Kek buldu bizi galiba" deyip yatağa süzüldüm.

Uyandığımda pencereden dışarıya baktım. Hava yağmurlu. Bahçenin yeşili ile denizin mavisi birbirine karışmış müthiş bir manzara. Dönüyoruz!

Çisil giyinip kahvaltıya indi. Ben yazı cezalısı oturdum yazı yazmaya. Yaz allah yaz. Pazar yazıları ayrı, Cuma yazıları da yaz yaz bitmiyor. Ve planlamadığım bir şey oldu. Pencereden tekrar deniz manzarası kayboldu, yeniden esas büyük otel, bahçe, tenis kortu ve yeniden bahçe ve deniz manzarası... Ben yazıyorum, otel dönüyor... Çok keyifli.

Tabii ki soruşturunca öğrendim, The Marmara’nın bu dönen kısmı bir düş ürünü. The Marmara’ların yaratıcısı Oğuz Gürsel’in (aynı zamanda Kiska İnşaat’ın da yaratıcısı) tahminen daha öğrenciyken hayali böyle dönen bir oteli hayata geçirmekmiş (hiç araştırmadım, tamamen tahmin ediyorum. Kesinlikle İTÜ’lüdür. Böyle yaratıcı, girişimci bir inşaatçı olsa olsa İTÜ’den çıkar diye düşünüyorum).

Hatta Alman, Japon teknik adamlar "projeye bakıp hayatta bu otel dönmez" demişler. Dünyada bir katı iki katı dönen oteller var ama Oğuz Gürsel’in mucizesi zeminden dönüyor.

Makine dairesine de girdim baktım. Suyun içine bir merdane yerleştirilmiş gibi. Merdanenin kenarlarında da yumuşak bir maddeden yapılmış silindirler var. Silindirler dönüyor, otel de dönüyor. Peki bu dönmeye odaların pis su boruları ne oluyor değil mi? Onu da gidince siz görün. Ben öğrendim, Çılgın Bir Türk’ün zekasına daha hayran oldum. Her şey düş kurmakla başlıyor. Yeter ki önce düş kurun!

AKLIMI BAŞIMDAN ALAN TİRAMİSU

Bir telefonla bilgisayarın başından alındım. Yemek vakti. Tesadüf, geçtiğimiz hafta sonu dört The Marmara otelinin müdürleri Antalya’da toplanmışlar. The Marmara’ların yeni yemek ve içki mönülerini belirliyorlar. Ben de hakemlerden biri olacakmışım. Nasıl olacaksam? Yaklaşık on gündür Haluk Saçaklı’nın verdiği "Yaşam Biçimi Değiştirme ve Zayıflama" programı altında inim inim inliyorum. (Daha sağlıklı bir yaşama doğru inleme seanslarım çok yakında bu köşede. Sakın şikayet ettiğimi sanmayın. On günde iki kilo gitti. Üstelik artık daha kaslı bir adamım!)

Esas otel bölümüne geldiğimde yine şaşırdım. Kocaman bir yaşam alanı. Hem restoran, hem oturma yeri, hem oyun salonu. Fransız mimar Cristian Allart koca salondaki yedi sekiz kolonu (yine sayı özürü!) öyle farklı farklı süslemiş ki insan kendini evinde sanıyor. Masalar sandalyeler kendini piknikte hissettiriyor insana. Huzur doluyor insan.

The Marmara’cılar bana acımış olacaklar. Tattığım yemeklerin sayısı sadece yedide kaldı. Yedi yemeği tadına, rengine, kokusuna göre puanladım. Çoğunun tamamını yememek için kendimi zor tuttum ama son yediğim tiramisu’da "ağız katarsisine" ulaşınca bütün tabağı silip süpürdüm. (Haluk Saçaklı hocam beni affet!)

Tiramisu’nun tadı damağımda, gaza geldim ve güzelim yemekleri yaptıkları için The Marmara’ların şefleri ile ailemizin fotoğrafçısına poz üstüne poz verdim. Baktım The Marmara’ların birbirinden genç ve dinamik müdürleri tribüne inmek üzere bekliyorlar. "Arkadaşlar" dedim. "İlk hedefiniz kütüphane!"

Kütüphane deyince şaşırmayın, bizim Fransız mimar kolonların birini kütüphane yapmış. Merdiven yardımıyla üçüncü kata kadar çıkıyorsun. Müdürlerin hepsi gözükara çocuklar tabii ki, peşimden geldiler. Yine de çocuklara kötü örnek olmayalım diye ilk katta kaldık, yoksa vallahi süper fotoğraf olacaktı.

Hava yağmurlu. Antalya’yı sel götürüyor. Yemek sonrası yine "Sağlıklı Yaşam Biçimi"me döndüm. Önce 45 dakika koşu bandı yürüyüşü, sonra artistik yer hareketlerim ve dambıl çalışması. Kollar oldu Arnold abi. Çok sıkı çalışıyorum çok. Akşamüstü bu kez yine içki tattırma operasyonu vardı. Birbirinden güzel kokteyller tattık. Oybirliği ile The Marmara Pera’nın Cha Cha’sı birinci oldu. Donmuş çilekli bir şey... Tatmakta fayda var.

Akşam yine birbirinden lezzetli yemekler. Böylesine kocaman bir otelde insana "butik" otel keyfinde yemek yiyor hissi vermek alkışlanacak bir şey. Zeytinyağlılar, salatalar, tatlılar, küçük küçük tabaklarda istasyonlara konup öyle servis yapılıyor, harika oluyor. Çok sevdim.

Sonra doğru odaya ve yatış. Döner otelin tek zorluğu her seferinde ana giriş kapısını bulmakta zorlanıyor olmanız. Döner bina işte, dönünce dönüyor, siz de kapının peşinde dört dönüyorsunuz. İtiraf edeyim ilk denemede kapıyı bulamayınca biraz korktum. "Yahu şimdi buradaydı, nereye gitti" telaşı insana kendini sakar hissettiriyor. Sonra "Haa otel dönüyordu ya" deyip, Arnold havalarında otele dalıyorsunuz..

ÇOK İYİ HİSSETTİM

Sabah yine denize uyandık. Hava düzelmiş, müthiş. Yine sağlıklı bir kahvaltı. Sonra doğru masaja. Elli dakika masaj bir iyi geldi, bir iyi geldi. Yumuşamış halde kendimi yürüme bandına attım. Yarım saat daha yürüme, yine yer hareketleri, yine Arnold durumları. Dedim bir de hamam yapayım. The Marmara’nın tek faulü kapalı havuzunun olmaması. Ama büyük bir hamamı ve göbek taşı yerine kocaman bir jakuzisi var. Yerine geçer mi? Girdim baktım, kesinlikle geçiyor. Fokur fokur sıcak su, bir iyi geliyor bir iyi geliyor.

Hamam sefası sonrası esas otelin odalarını gezdirdiler. Falezlere inip kayalıklardaki denize nazır güneşlenme pistine baktım. Fransız mimar bu işi gerçekten biliyor. The Marmara Antalya’da her şey çok sade. Bu sadelik de insana kendini çok iyi hissettiriyor. Burası bir şehir oteli ama kesinlikle kafa dinlemek ve farklı bir tatil yapmak için, hatta "büyük şehrin her türlü curcunasından arınmak" için bire bir.

Fransız mimar tüm çalışanlara uzun şort "beyaz çorap siyah ayakkabı" giydirmiş. Bu konuda da ısrarcıymış. Bu ısrarından vazgeçse çok iyi olur. Ne dediğimi anlamak istiyorsa biri ona bir zamanlar Devlet Bahçeli’nin niye MHP milletvekillerine "Beyaz çorap giymeyin" diye talimat yazdığını anlatsın! The Marmara’larda, yabancı otel zincirleri karşısında harikalar yarattıkları için Ardıç ve Oğuz Kağan Gürsel’e de alkış...

CUMA İTİRAFI

coksevdimbenseni; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 21; İl: Ankara

Bir kez daha anladım ki erkekler sarışın bayanları daha çok beğeniyor. Saçlarımı sarıya boyattığımdan beri yol veren arabaların, açılan kapıların ve iltifatların sayısı arttı!

Yorum: 21’inde sarışınlığı keşfeden 31’inde kızılı, 41’inde yağ aldırmayı, 51’inde cilt gerdirmeyi, 61’inde kendisi için yaşamayı keşfeder! En doğrusu baştan kendin için yaşamak, kendin olmak!

CUMA ALINTISI

"Eğer gerçekler sizden yanaysa ve bir şeye tüm kalbinizle inanmışsanız, fikirleriniz için verdiğiniz kavgaları nadiren kaybedersiniz". (Leo Burnett)
Yazının Devamını Oku

Hayalleri yıkılan bir Aliye’ci

20 Nisan 2006
Bugün biraz okur e-postalarına yer verelim. Aliye dizisi bittikten hemen sonra "instant news" tavrıyla bilgisayarına sarılan Lerzan Hanım bakın neler diyor: "Ben Aliye’nin bu akşam yayınlanan bölümüne kadar iyi bir izleyicisiydim. Ancak bu bölümden sonra artık diziyi izlememe kararı aldım. Aylardır annesinden ayrı kalmış bir çocuğun beyin ölümünü bizlere izlettirerek -doğru kelime mi emin değilim- bundan rant sağlamaya çalışmalarını çok insafsızca buldum.

Aylardır dizideki Aliye karakterinin her iki çocuğuna da kavuşacağı ümidiyle izleyiciyi hop oturtup hop kaldırdıktan sonra, reyting kaygılarıyla, geçtiğimiz bölüm sonundaki kavuşma sahnesini acil senaryo değişikliği değil de, vicdan azabından delirmek üzere olan Sinan karakterinin hayalleri olarak lanse etmeleri çok çirkin.

Benim 12 yaşında eğitimiyle her şeyin fazlasıyla farkında olan küçük bir kardeşim var ama yine de izlediğimiz şu son bölümü izlemesine keşke izin vermeseydik diyorum.

Şimdi bu dizinin senaristleri küçük Ayşe’yi önümüzdeki bölümde eskisinden sağlıklı hale getirseler ne fayda? Dizinin senaristleri çok gaddar olmalı!

Yorum: ABD’li araştırmacılar, kadınların muayyen günlerinin hemen öncesinde sıkıntılı diziler yerine daha eğlenceli diziler izlemeyi tercih ettiklerini kanıtladılar.

Buradan yola çıkarsak içinde bulunulan ruh durumu bir diziyi izledikten sonra farkı tepkiler vermeye yol açabilir. Bu nedenle sıkıntılı olduğunuzu hissediyorsanız, sizi depresyona sokacak dizilerden kaçınmak sizin göreviniz.

Aynı Lerzan Hanım’ın yaptığı gibi. Baktınız sıkıntınız artıyor, geçin başka kanala ya da kapatın televizyonunuzu, başlayın kitabınızı okumaya. İşi senaristlere bırakırsanız kafayı oynatabilirsiniz..

Vissi’ye karşı Tüzün’e destek

Anna Vissi, Avrupa Starı. Kaç tane Billboard Top 100 Dance listesine girmiş Türk sayabilirsiniz bilemem ama ben iki tane Yunan sayabilirim. Despina Vandi ve Anna Vissi. Bu da Anna Vissi’yi ayrıca Amerika’da da haysiyet kazanmış yapar.

Sibel Tüzün’e daha fazla destek vermeliyiz. Anna Vissi’ye rağmen iyi bir yere getirmeliyiz onu. Nasıl bilmiyorum. Kendimize oy veremiyoruz belki ama ne bileyim en azından geçen seneki kadar vahim değil durumumuz. Helena Paparaziou’ya geçen sene verdiğimiz medya desteğinin yarısını Sibel’e versek çok şey mi yapmış oluruz.

Belki Sibel "Türk usulü" popçu, belki dans bile edemeyecek, belki Anna Vissi’nin şimdiden politone melodileri bile milyon satan "Everything"inin yanına bile yaklaşamayacak ama en azından Sibel’in Türk Yunan dostluğu için senelerdir verdiği çabaları boşa çıkarmayalım.

Burak Kut gibi, Sakis Rouvas gibi, Sertab gibi, Sibel’in de senelerdir iki halkı birbirinden ayırmayan insan yanının hatırına bu sene Sibel’e de biraz yardım edelim.

Anna Vissi’nin de arkasında dünya tarihinin en büyük müzik şirketi var: SONYBMG. Sibel ise kendi minik Arinna’sı ile uğraşıyor bu iş için.

Destek için ne mi yapabilirsiniz?

http://www.sibeltuzun.com adresine girebilir ve orada ücretsiz sunulan Super Star mp3lerini ve videolarını indirebilirsiniz. En azından Sibel, kendi halkı tarafından ilgi gördüğünü anlarsa belki biraz daha moralli gider Atina’ya. (Kaan Balcı)

Yorum:
Boş yere uğraşmayın, Anna Vissi Sibel Tüzün’ü 10 kere döver. Bırakın hakkı olan kazansın... Siz TRT’yi dövmeye bakın. Böylesine kötü bir şarkıyla Türkiye’yi vitrine çıkardığı için..

Tırtıl

Yaşam düzensiz yürütülmeyecek kadar karmaşıktır (Martha Stewart)

Yazının Devamını Oku

Futbolun canına okuyanlar

18 Nisan 2006
Vestel Manisa’nın, Fenerbahçe’yi 5-3 yendiği maç öncesinde ’kim şampiyon olur’ tartışmaları spor yazarlarımızın ne kadar işkembeden atarak ’tribüne’ oynadıklarının kanıtı. Neler deniyordu anımsayın: "Hakemler satın alınıyor, Beşiktaş Galatasaray’a yatacak, satılmış MHK’nın satılmış hakemleri hep aynı maçlara veriyor..."

Vestel Manisa, Fener’i yendi, kimsede ses yok... Ta ki yeni sisli bir ortam, heyecan dorukta bir atmosfer bulana kadar...

Türkiye’de futbolu eğlence olmaktan çıkarıp kavgaya sürükleyen işte bu yazarlar.

"Vay be amma da geçirmiş, helal olsun" sonucunu almak için "aşırı" genellemeyle yazanlar, Türkiye’de futbolun canına okuyor.

Kimler mi?

Kim olduklarını siz benden daha iyi biliyorsunuz.

Galatasaray mucizesi

Gerets’i, en fazla ligin ortalarına oynayacak bir takımdan, şampiyonluğa kenetlenmiş bir takım yarattığı için kutlamak lazım.

Hem de yönetim sorunları ve para sorunları almış başını giderken.

İlk başlarda, "Futbolcular galiba başka türlü borçlarını alamayacaklarını anladılar o yüzden şampiyon olmaya çalışıyorlar" sandım ama Rize maçından sonra durumun hiç de böyle olmadığını anladım.

Galatasaraylı futbolcular "futbol kardeşliği adına" oynuyorlar.

Bu mucizeyi yaratan da Gerets.

Gerets, Özhan Canaydın’lı yeni yönetime de yepyeni bir şans veriyor bence...

İki üç yıldır unuttuğumuz Galatasaraylılık coşkusunu yeniden yaşatma, finansal durumu düzeltme, profesyonel yönetime geçme ve geleceği kazanma şansı.

Umarım bu kez Galatasaray yönetimi bu şansı iyi kullanır.

Kullanamazsa çok yazık olur!

Baydı...

Tarkan lütfen artık ısrar etmesin, İngilizce albüm ısrarı baydı... "Come Closer"ı dinledim, gerçekten fiyasko. Üstelik Türkiye’de bile iş yapmaz. Tarkan şarkılarının sırrı sözlerinde. Türkler şarkı değil, söz dinliyor. İngilizce’ye çevrilmiş sözler de Tarkan’ı anlamsız kılıyor. Hem de çok.

Garipsedim

Ergun Babahan, AKP’lilerin "karşı devrim" hareketini küçümseyenlerden...

Babahan’a göre Cumhurbaşkanı Sezer "irtica tehlikesi var" derken hem yanlış mekan, hem de yanlış üslup kullanmış. Anayasa Mahkemesi’nde görev yapan demokrat, aydınlıktan yana Sezer gitmiş, her taşın altında bir tehdit arayan, asık suratlı bir insan gelmiş.

Sorunu Cumhurbaşkanı’ndaki değişimde görüyor Babahan. Oysa sorun, üç yıllık AKP iktidarındaki dinci kadrolaşmayı, dindar-dindar olmayan ayrımcılığını, türbanı ve imam hatip dayatmasını, Sudan’da kimsenin "Besmele" çekmediği ortamda "Besmele" çekip kendinden geçen Erdoğan’ı görüp Babahan’ın niye değişmediğinde!

Garipsedim..

Tırtıl

Bir işle uğraşmak çevreyle uğraşmaktan daha iyidir (Ludvig)
Yazının Devamını Oku

Başbakan’ın ikna sızıntısı

17 Nisan 2006
RETORİK ikna amacı güden güzel ve etkin konuşma sanatı. Amaç konuşmayı dinleyen kitlede tutum ve davranış değişikliği oluşturmak. Reklamlarda, siyasi iletişimde bol bol retorikten yararlanılır Örneğin Omo’nun "Kirlenmek Güzeldir" konseptli son reklamını ele alalım. Düz anlamıyla kabul edersek "kirlenmenin neresi güzeldir?". Ama kir bir çocuğun büyükler arasında cesaretle spor yapıp, kendini kanıtlama çabalarından kaynaklanıyorsa kim kirlenmenin güzel olmadığını ileri sürebilir? Çoçuk-spor-çaba bağlantısı zihinlerde kiri güzelleştirir, Omo’ya karşı tutumları olumlu hale getirir.

Retorik’in babası Aristoydu. Ta ki Tayyip Erdoğan Cunhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e yanıt verene kadar.

İşte Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in sözleri:

"İrtica siyasete, eğitime ve devlete sızmaya çalışmakta, Cumhuriyet’in temel niteliklerine yönelik, başta milliyetçilik ve laiklik gibi toplumun büyük kesimince özümsenmiş değerlerin yıpratılmasına yönelik etkinlikleri sistemli biçimde uygulamaktadır."

İşte Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yanıtı:

"Eğer irtica dini siyasete alet etmekse, bunu da Türkiye’de kimlerin yaptığı bellidir. Siz dindar insanları siyasetten uzak tutmak için konuşuyorsanız, bu millet sizi affetmez, bunu böyle bilin. Çünkü bu ülkede dindar insanın da siyaset yapmaya hakkı vardır. Kimse kalkıp irtica tehlikesi var demesin."

Ne olur karşılatırın bu sözleri. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer "Dindarlar siyasete, eğitime, devlete sızmaya çalışıyor" diyor. Başbakan’ın irtica ile ilgili tanımlamasındaki yanlışlığı bir yana bırakacak olursak Sezer’in sözlerinden "dindarlar siyaset yapmasın" diye bir anlam çıkması mümkün mü?

Değil. Ama Tayyip Erdoğan’ın konuşmasını dinleyenler, bu konuşmadan sonra Ahmet Necdet Sezer’in "dindarlara karşı" olduğunu sanacak ve artık her irtica var diyeni "dindarlara karşı" algılayacak. Aristo mantığıyla da bu bilgi her irtica karşıtına transfer edilecek.

Başka kim "irtica yaygınlaşıyor" diyor? Yargı. Demek ki yargıda dindarların siyasete girmesine karşı.

Başka? Ordu. Demek o da dindarlara karşı.

Ne oldu? Başbakan Tayyip Erdoğan bir kez daha dinin arkasına yaslandı, üstelik bir de Türkiye’yi dindarlar ve dindar olmayanlar diye ikiye ayırdı.

AKP’nin seçimdeki iletişim stratejisi de Tayyip Erdoğan sözleriyle ortaya çıktı.

Dindarlar birleşin! Siyasete girmenizi isteyemeyenlere yanıtı sandıkta oylarınızla verin!

Çalışır mı? Ne demek. Denemek isterseniz açın pencereyi "Din elden gidiyor" diye bas bas bağırın. Bakın kısa sürede kendinizi parti başkanı olarak bulmuyor musunuz.

Şimdi kız çocuklar gözde

15 Nisan tarihli The Economist dergisinin 73’üncü sayfasında çok ilginç bir haber var. Bu habere göre birçok gelişmiş ülkede kızlar okullarda erkeklere göre daha iyi notlar alıyor. Erkeklere göre daha fazla kadın üniversiteye gidiyor. Dolayısıyla kadınlar iş hayatına daha iyi hazırlanıyor. Ve yapılan birçok anket gösteriyor ki kadınların finansal getirisi erkeklere göre daha fazla.

Hatta Economist gelişmekte olan ülkelere de diyor ki: "Çin’i ya da İnternet’i unutun ekonomik büyüme için kadınlara yönelin. Geçen yıl tüm dünyada kadınlar Çin ve Hindistan’ın yarattığı büyümden daha fazla büyüme yarattılar."

Türkiye’ye dönecek olursak. ÖSS’de kız öğrencilerin daha başarılı sonuçlar aldıklarını biliyoruz. Kızların üniversitede erkeklere göre daha başarılı olduklarını söylemek mümkün. Demek ki Türkiye’de de kızlar, eğer fırsat yaratılırsa, iş hayatına daha iyi hazırlanıyorlar.

Durum böyleyse siz niye hala "oğlan çocuk isterim de isterim" diye tutturuyorsunuz? Sanıyorsunuz ki oğlan büyüyecek yaşlanınca size bakacak. Bakamıyor iste. Kendine bile bakamıyor. Gelin hálá zaman varken tercihinizi değiştirin. Kız çocuğuna yatırım yapın.

Esra Ceyhan’ın ayıbı

HÜRRİYET Cuma’da da yazdım ama bir kere daha yazmak da fayda görüyorum. Kadın Doğum uzmanı Dr. Ümit Kaya ile görüştüm. Hamilelik döneminde kadınların çiğ et ve katkı maddesi içermesi nedeniyle sucuk salam gibi şarküteri ürünleri tüketmelerini doğru bulmuyorlar. Bunun ilk nedeni katkı maddelerinin kanserojen risk taşıması. İkinci neden çiğ etten geçecek parazit yapılar nedeniyle de doğumda bebeğin enfeksiyon kapma riski.

Gelin görün ki Esra Ceyhan hamile hamile yetmiş milyonun önünde herkese sucuk salam tüketin diyor. Bravo! Bir ünlü hamile hayranlarına ancak bu kadar ihanet edebilir. Esra Ceyhan’ın yaptığının zehirli atık dolu varilleri toprağa gömen firmanın yaptığından ne farkı var? Her ikisi de insan hayatını göz göre tehlikeye atmıyorlar mı? Sorumsuzluk her yerde de biz sadece işin içine "zehir" karşınca mı dikkat kesiliyoruz!

Çekirgelik

LÜKSÜ seviyorum. Lüks mutlaka zenginlik ya da çok süslü olmak demek değildir. Lüks kabalığın olmamasıdır

(Coco Chanel)
Yazının Devamını Oku

Ülker’den yanıt var

16 Nisan 2006
ÜLKER İcra Kurulu Başkanı Murat Ülker "Cafe Crown’un pazar payı yüzde 37’ye ulaştı" başlıklı yazıma yanıt göndermiş. Murat Ülker, özetle "Ülker’in başarısı tek kişiye bağlanamaz, kolektif şuura ve ekip çalışmasıyla Türkiye’de dünyada yaygın pazarlama ağı kurduk, markalar yarattık. Öncü olmaya da devam ediyoruz" diyor.

E bir liderden böyle bir yanıt beklenir. Siz kendine lider deyip daha sonra tüm başarıyı sahiplenenlerden korkun.

Ülker’in Karamelli Cafe Crown reklamına değinmeden de geçemeyeceğim. Fikir ve uygulama süper. Mizah dozunda. Krem karamelin titrek hali beni de tahrik etmiştir hep. Tolga Çevik rolünün hakkını veriyor. Ama ben de olsaydım Engin Günaydın’la devam ederdim. Günaydın, Cafe Crown’a farklı bir "yüz" kazandırmıştı.

Bırakın pasta yesinler

"LÜKS tüketim öldü, yaşasın ucuz ürünler" diyenler çok yanılıyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde lüks tüketim ölmedi. Lüks tüketim Türkiye de dahil biraz şekil değiştirerek yaşıyor. Daha da artarak yaşayacak.

Lüks tüketim "marka"laşmanın öneminin anlaşılmasından sonra artık kitlesel hale dönüştü. Artık sadece "aristokrat ruhlular" değil kitleler lüks tüketmek, lüks ev almak, lüks ev aletleri almak, lüks yerlerde yemek yemek, lüks yerlerden alışveriş yapmak istiyor. Lüks ürün ya da hizmet olmanın sırrı da her kategoride "lüks marka" olarak algılanmaktan geçiyor.

Lüks ürün tüketicisini etkileyen üç öğe ürünün markası, satıcının markası ya da itibarı ve fiyat-değer ilişkisi... Lüks ürün ya da hizmetin sırrı tüketicisine kendini özel hissetirmesinde.

Araştırmalar gösteriyor ki "Lüks ürün ya da hizmet" tüketicisi ürün almıyor "marka algısı" satın alıyor. Üstelik de sanıldığının aksine lüks ürün tüketicisi daha fazla indirim peşinde koşuyor. Daha usta bir alıcı. Alışveriş merkezlerinde, internette daha fazla zaman geçiriyor.

Lüks tüketici ucuz aramıyor, onun aradığı değer! Onun aradığı zevk veren alışveriş deneyimi ve eşitliği sağlayan en önemli unsur 1 milyarlık çantaya 600 milyon ödemek. Önemli olan fiyat değil. Kaliteli bir şeyi ucuza alma deneyimi...

Nereden uyduruyorum bunları? Pamela N. Danziger’in lüks tüketim malları pazarlamasının son durumunu anlattığı "Bırakın Pasta Yesinler"i (Let Them Eat Cake) yeni bitirdim. Çok da beğendim. Kafasını Türkiye’den dışarı çıkarmaya korkan girişimcilerimiz Danziger’in söylediklerine kulak assalar çok hayırlı iş yapmış olurlar.

Sadece Pinault-Printemps-Redoute mağazalarının 2005 yıllık dünya cirosu ne kadar biliyor musunuz? Tam 37 milyar dolar... Danziger’in lüks tüketim markaları için belirlediği ortalama artış yüzde 15 civarında. Yeri gelmişken bizim dünya markalarımız ne kadar ciro yapıyor acaba! Örneğin Kebanpen?

Gökyüzü yerine çağrı merkezinizi değiştirin

SİVİL Havacılık sektöründe "özelleşen hatlarda" fiyatlar patır patır düştü. Eğer Türkiye sadece THY ile devam etseydi çoğu insan uçağa binmeden bu dünyadan göçüp gidecekti. Rekabetin gücü bu. Nereyi rekabete açarsan tüketiciye yarıyor.

Bu gerçeğe rağmen devlet İstanbul-Ankara hattını hálá özelleştirmiyor. Sadece THY’nin uçmasına izin veriyor. Sonuç "business class" gidiş-dönüş hálá 518 YTL...

Diğer koltuklar ise zamana bağlı olarak gidiş-dönüş 158 YTL ile 338 YTL arasında değişiyor. Bu hatta THY’nin kaç koltuğu 158 YTL’den sattığını bilmiyoruz. Üstelik ucuza satmasına da gerek yok. Çünkü rekabet yok. Sanki fiyat aralığı "Bakın ucuza uçuyorum rekabete gerek yok" demek için yaratılmış gibi...

Doktora sınıfından öğrencim, deneyimli sivil havacı, şu anda Florida Teknoloji Enstitüsü’nde hocalık yapan Korhan Oyman bakın THY’nin işletme sitemine yönelik ne yazmış:

"Tüm personeline üniforma dağıtıp, İstanbul’un her yerine personel servisi koyup, her uçtuğu şehire Türkiye’den personel atayıp, bir uçağı teslim almaya 50 kişi yollayıp, milli geliri 300-400 dolar olan ülkelere yüzde 15-20 doluluklarla uçak kaldırırken THY’nin uygulamaları sağlıksız olmuyor da özel hava yolları indirim yapınca niye sağlıksız oluyor anlayamıyorum." (*)

Devlet göz göre vatandaşının kazık yemesine niye izin verir, niye THY’yi tamamen rekabete açmaz ben de onu anlamıyorum. THY rekabete tam açılmalı ki daha verimli çalışsın, har vurup harman savurmasın.

Bu arada cuma gecesi. fiyatları öğrenmek için THY’nin 444 0 849 nolu çağrı merkezini arka arka arkaya üç kez aradım. 22.41’de 16 dakika 41 saniye, 22.58’de 7 dakika 2 saniye, 23.07’de 8 dakika 2 saniye bekledim ve yine boş hat yakalayamadım.

THY gökleri değiştireceği yerde çağrı merkezini değiştirse çok iyi olur.

* airporthaber.com sitesinden alınmıştır.

Suça katılmak

TÜRKİYE’deki sanayinin yüz karası "Tuzla’daki zehirli atık" olayını yakından izliyorum. Henüz suçlu açıklanmadı. Mutlaka açıklanmak zorunda! Tabii ki ondan hammadde alıp ürün üretenler de.

Diyeceksiniz ki bu hain firmadan mal alanlar nereden bilsinler zehirli atıkların toprağa gömüldüğünü!

İsterlerse pekala bilirler. Yirmibirinci yüzyılın kalite sistemleri "tedarikçilerin" de denetlenmesini şart koşuyor. Her yönüyle...

Alınan hammaddenin üretim sürecinde "zehirli atık" önemli varsa o hammaddeyi kullanan "zehirli atıkların" nasıl yok edildiği konusunda "geçerli" bir belgeyi pekala üreticiden isteyebilir.

Hatta başka belgeleri de... Çocuk işçi çalıştıran, sigortasız işçi çalıştıran, kadına tacizi hoş gören, hayvanlara eziyet eden, çevreye saygı göstermeyen, vergi kaçıran "Ya ben nasıl bu hammaddeyi bu kadar ucuza alıyorum" diye sorgulamayan kimselerden mal alan ve kullanan aynen şuça iştirak eder!

Tuzla haininden hammadde alanlar da açıklanmalı. Sonra da her türlü "kalite" belgeleri tek tek iptal edilmeli. İnsanların sağlığını tehdit eden, doğayı katleden bir firmadan hammadde alan marka nasıl "kaliteli" olduğunu iddia edebilir?

Korkuyu gördüm çok korktum

GAZİ Üniversitesi asistanı Remzi Altunpolat, 5 kişi tarafından dövüldü. Saldırganlar, "Burası Gazi, burada küpe takıp, saç uzatamazsın" diyerek Altunpolat’ı tekmelediler.

Gazi Üniversitesi’nde bu olaylar yeni değil. Gazi’den atılan, sürülen, istifaya zorlanan, baskı altında tutulan öğretim elemanlarını incelerseniz ne dediğimi anlarsınız...

Ve Ankara Üniversitesi’ndeki diğer olay. İçki içiliyor, öğrenciler eğleniyor diye "muhafazakar-ülkücü" öğrenciler satırla düşmanlarına giriştiler...

Yaklaşık üç hafta önce aldığım ve yayınlamadığım bir öğrenci e-postası bakın ne diyor: "İstanbul Üniversite’sinin Vezneciler kampusunda Eğitim Fakültesi’nin bir grup öğrenci, öğrencileri kantine kapadı ve zorla Kuran okuyup, dinlettiler, başı açık kızların başlarını da zorla örttürdüler. Dekanlık müdahale etti ama öğrencileri çıkaramadılar, polis gelip müdahale etti. Lütfen kimse yazmadı siz yazın. Okula korku içinde gitmek istemiyoruz." (Adını açıklamamı istemiyor.)

Üniversite yıllarım 1980 öncesine rastlar. Okula korku içinde gitmenin ne demek olduğunu çok iyi bilirim. Ankara Üniversitesi’ndeki olayın fotoğraflarına bakınca öğrencilerin gözlerinde aynı korkuyu gördüm. Çok korktum.

Üniversiteler "kutuplaşmalı" örgütlenmelerin kaleleri haline gelirse Türkiye bir kez daha bu faturayı ağır öder!

Çözüm? Anında müdahale... Görev rektörlerin, dekanların, müdürlerin. 1980 öncesi yaşadığımız acılardan yola çıkarak düzenlenen 2547 sayılı YÖK kanunun 54’üncü maddesi çok açık: "Öğrenme ve öğretme hürriyetini, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kısıtlayan, kurumların sükun, huzur ve çalışma düzenini bozan, boykot, işgal ve engelleme gibi eylemlere katılan, bunları teşvik ve tahrik eden, yükseköğretim mensuplarının şeref ve haysiyetine veya şahıslarına tecavüz eden veya saygı dışı davranışlarda bulunanlara yükseköğretim kurumundan çıkarma cezaları verilir."

54’üncü madde cesaretle sağcı, solcu, dinci, futbolcu ayrımı yapılmadan uygulanırsa kısa sürede öğrenci olaylarının önüne geçilir.

YÖK türbanla mücadelede sonuna kadar haklı. Türban üniversiteye girerse Türkiye şeriatla savaşı kaybeder, 100 yıl geriye gider (AKP’nin ılımlı İslami yönetimi altında zaten elli yıl geri gittik de, bir yüz yıl daha demek istiyorum!)

Atatürk devrimlerine sahip çıkarken diğer yandan "farklılıkları ortadan kaldıran" "kutuplaştırıcı-ideolojik" diğer örgütlenmelere çanak tutanları da unutmamak lazım. Onlar da "özgür" üniversite sisteminin en büyük düşmanı, görüldükleri yerde cezalandırılmalı!

Çekirgelik

PARA benim için, skoru elde etme dışında güdüleyici olmadı... Heyecan verici olan oyunu oynamak

(Donald Trump)
Yazının Devamını Oku

Neden erkeklerin meme ucu vardır

14 Nisan 2006
Çok ilginç bir kitap okuyorum. İsmi yazımın başlığı: Erkeklerin Neden Meme Uçları Vardır. Mark Leyner ve Billy Goldberg oturmuşlar ve "Ancak üç kadeh içtikten sonra bir doktora soracağımız türden soruları" alt alta dizmişler. Tahminen biz Türkler iki kadeh rakı parlatmadan da bu tür soruları önümüze gelen her doktora sorarız. Örneğin salatalık niye şiş gözlere iyi gelir? Soğan doğrarken niye ağlarız? Çikolata yiyince niye her yanımızı sivilce basar? Mastürbasyon kekemeliğe yol açar mı? Sünnet seksin keyfini azaltır mı? İnsanın penisi kırılabilir mi? Adet döneminde hamile kalınır mı?

Komik sorular değil mi? Sorular komik ama yanıtlar hiç de komik değil. Hepsi çok mantıklı ve ufuk açıcı. Sizin için iki sorunun yanıtını burada veriyorum. Daha fazlasını öğrenmek isteyenler alıp okusunlar. Haftasonu okuması için çok bilgilendirici bir alternatif. İşte seçtiğim iki soru ve yanıtı:

Gıdıklanınca neden güleriz?

İnsanlara tıp fakültesinde ne yazık ki kahkaha ile ilgili yeterince ders verilmiyor. Doktorların ne kadar ciddi insanlar olduğunu düşününce, bu bilgiye neden hiç şaşırmadığınızı tahmin edebiliyorum. Doktorların mizaha en çok yaklaştıkları durum kahkahanın fizyolojik özelliğini inceledikleri durumdur.

Kahkaha vücutta birçok kasın koordinasyonunu gerektiren karmaşık bir süreçtir. Gıdıklanmaya bağlı oluşan kahkaha ise aslında bir reflekstir. Bilim adamları bunun tam olarak nasıl işlediğini bilmiyorlar, çünkü insan kendi kendini gıdıklayamıyor, bu refleks galiba şaşırtıcı bir unsura ihtiyaç duyuyor.

Sakızın sindirimi gerçekten de yedi yıl sürer mi?

Nedir şu yedi yıl meselesi? Bir ayna kırarsanız yedi yıl uğursuzluk olur. Köpeklerin bir yılı insan ömrünün yedi yılına eşittir. Yutulmuş sakızı sindirmek yedi yıl mı sürer? Peki ya bir köpek bir aynayı kırıp bir sakız yutsa? Cebir problemi gibi...

Sakız gerçekten sindirilebilen bir şey değildir ama midenizde yedi yıl boyunca oturup kalmadığı da kesin. Aslında sakız birtakım şeylerin bağırsaktan daha hızlı geçmesine yardımcı bile olabilir: Sorbitol bazen sakızlarda tatlandırıcı olarak kullanılır ki, bu da müshil etkisi yapabilir. Peki bu ne anlama geliyor? Evet, dikkatlice bakarsanız onu, şu sevimli tahıl taneciklerinin yanında yüzerken yakalayabilirsiniz.

Gördüğünüz gibi "Erkeklerin meme ucu niye var?" sorusunun yanıtını vermedim. E o da izin verin kitabın sırrı olarak kalsın.

Ünlüler dikkatli olmalı

Nuran Kara isimli okurum diyor ki: "Benim 16 aylık bir oğlum var. Hamileliğim esnasında doktorum bana salam, sosis, sucuk gibi gıdalardan mümkün oldukça uzak durmamı tavsiye etmişti. Eğer çok canım isterse bu gıdaları çok iyi pişirerek yemem gerektiğini söylemişti. Türk kadınının senelerdir programını izlediği ve beğendiği Sn. Esra Ceyhan’ın doktorunun kendisine bu gıdaları bol bol tüketebilirsin dediğini hiç zannetmiyorum. Kendisi topluma örnek biri olduğunu düşünüyorsa bu reklamda oynamamalıydı. Kendisinin bu yaptığını bilinçli bir Türk kadını olarak eleştiriyorum ve para kazanmak uğruna bu işi kabul ettiği için kendisini kınıyorum."

Yorum: Nurten Kara’ya ne diyeyim şimdi. Ne dese haklı! Ünlüler reklamlarda rol alırken kendi sattıklarına da dikkat etmeliler.

Devrek’e yolu düşenler

Nazım Kocamaz’ın yaşadığı olay çok hoşuma gitti. Devrek’e yolu düşenler olursa, kulaklarına küpe olsun diye yorumsuz paylaşıyorum.

"Sevgili Hocam, yazılarınızı zevkle okumaktayım. Başımdan geçen bir olayı sizinle paylaşmak istedim. Bundan iki sene evvel bir Karadeniz gezisinde yolum Devrek’e düştü ve oranın en iyi ustası diye tavsiye ettikleri; Celebi Bastonları isimli atölyeden, şimdilik ihtiyacım olmadığı için en ucuzundan basit bir bastonu hatıra olsun diye aldım. İnternette dolaşırken Celebi Bastonları’nın sitesine tesadüfen girdim, (www.celebibastonlari.com) sitede bulunan bir yazıyı okuyunca aldığım bastonun boyuma oranla uzun olduğunu fark ettim. Elimden ufak tefek iş gelir, buna güvenerek sitenin ziyaretçi defterine bastonu nasıl kısaltacağımı sordum ve inanır mısınız? Cevap vereceklerinden de pek emin değildim. Birkaç gün sonra Celebi Bastonları’ndan gelen mail’de bastonu ne şekilde kısaltacağımı yazmışlar, ayrıca not olarak "en iyi çözüm adresimize kargo yapıp boyunuzu bildirmek suretiyle bize yollamanızdır" diye belirtmişler. Tamir ücreti de talep etmemişler. Böyle bir iş anlayışını her firma uygulasa keşke!"

Gamze Özçelik’e rağmen

Tiyatro Kare’de Ali Hürol’un sahneye koyduğu Seni Seviyorum isimli oyunu izledim. Metin öyle ahım şahım, "zeki" bir şey değil. Tek bir yöne yaslanmış, oraya doğru hızla ilerleyip gidiyor. Sezai Aydın ve Zeyno Gönenç, rollerinin hakkını fazlasıyla veriyor. Şencan Güleryüz de genç sevgili rolünde elinden geleni yapıyor.

Fatma Murat’a gelince, Levent Kırca-Oya Başar Tiyatrosu’ndan sonra benim bildiğim ilk sahne denemesi. Biraz abartılı oynamış. Diğer oyuncuların arasında sırıtıyor. Yine de oyunu bozan bir tarafı yok.

Gamze Özçelik ise facia. Oyuna gişe beklentisi nedeniyle eklendiği açık, ama hiç olmazsa oyundan alınan keyfi etkilemese. Patronun sevgilisini oynayan bir sekreter rolünde. Yani ciddi oyunculuğa gereksinim olan bir rol. Hem hanım hanımcık sekreter olacak hem de patronun tutkulu aşığı.

Gamze Özçelik ise daha çok 23 Nisan törenlerinden birinde şiir okuyormuş gibi oynuyor ve diğer oyuncuların da performanslarının canına okuyor.

Yönetmen Ali Hürol’un bu konuda yapacağı bir şey yok. Malzeme bu. Eldeki malzemeyle yine de en iyisini yapmış. Oyunun gerektirdiği zamanlamalar falan harika.

Sezai Aydın’ın "fıkra" anlatırken güldüğü sahne inanılmaz başarılı. Biraz daha uzun olsa, izleyicilerden birkaçı gülmekten ölebilirdi. Keşke ölse miydi ne! (Yani uzun olsaydı anlamında.)

CUMA İTİRAFI

nedir_nedeğildir; Cinsiyet: Erkek;

Yaş: 20; İl: İstanbul

Geçen yaz üst komşumuz Etimekleri süte batırmış, üstüne puding döküp getirmişti. Biz de güzelce yemiştik. Ertesi gün annem kıyıda köşede ne kadar bayat, kargacık burgacık, küflü müflü ekmek varsa toplamış, üzerlerine puding döküp bize yedirmeye çalışmıştı. Fırsatçılığın da bu kadarı!

Not: Anneler çok yaratıcı, sorun çocuklarda! Bugün küflü ekmeğe puding döken yarın pudingli patates çorbası da yapar. Ah şu çocuklar. Körelttiniz annelerinizi körelttiniz.

CUMA LAKIRDISI

"Kör köre önderlik ederse çukura birlikte düşerler." (Tucker)
Yazının Devamını Oku

Çitin üstündeki kaplumbağa: Banu Alkan

13 Nisan 2006
Bugün biraz okur mektuplarına kulak verelim. Bakalım Esin Sabur, Banu Alkan yazımla ilgili ne demiş: "Yazınızda Banu Alkan’dan söz etmişsiniz. Programı da izledim. Birkaç konuya parmak basmak istiyorum. ’Banu Alkan aslında koskoca bir hiç’ diyorsunuz. Oysa Banu Alkan’ın zekası konusunda bir sonuca varamamışsınız. Oysa ki eğitiminiz, bilgi birikiminiz ve kariyeriniz çerçevesinde konuya bakıp sohbeti yönlendirseydiniz, varırdınız. Banu Alkan nasıl marka oldu, bunu nasıl koruyor, gelecek yıllarda nasıl korumayı planlıyor, hedefleri neler, 10 yıl sonra nerede olmak istiyor, toplum için yüklenmeye hazır olduğu bir misyon var mı? Ya da buna benzer sorular duymak istedik sizden ve cevaplar duymak istedik Banu Hanım’dan. Siz hepimizden iyi biliyorsunuz ki marka olmak ve yaklaşık 25 yıl orada kalmak ’kayda değer bir şey yok yani’ ile açıklanamaz. Çitin üstünde bir kaplumbağa görürseniz oraya çıkması kolay olmamıştır. Hele orada uzun süre kalması hiç kolay olmayacaktır. Banu Alkan ile ilgili vizyonunuz bu olsaydı eğer (bence olmalıydı) ortaya çıkaracağınız tablo fark yaratacaktı ve sizin imzanızı taşıyacaktı. Onun çitin üzerindeki kaplumbağa olup olmadığı konusunda çekinceleriniz olabilir. Son günlerde katıldığı sabah programı son ayların en iyi izlenme payını almakta. Attığı her adım hálá gündem yaratıyor. Türk sineması için çevirdiği 50’yi aşkın film ve doğru ya da yanlış yaptığı birçok şey. Şu anda nerede olduğuyla değil de gelecekte nereye göz diktiği ile değenlendirilmeli diyorum ben... Yani o bir marka; siz konuyu atladınız ve haksızlık ettiniz gibi gözüküyor. Hem kendinize hem de Banu Hanım’a..."

Yorum: Kusursa bakmayın da Banu Alkan eskiden neydi ki şimdi ne olsun! Filmlerinde vücudundan başka gösterecek nesi vardı? Çıplaklığın bu kadar yerlere düşmediği dönemde havuzlarda tanga mayolarla dolaştı, koca göğüslerini çapraz mayosunun arasından földür földür sergiledi. Gazeteler, dergiler çıplak pozlarını tiraj almak için manşetlere taşıdı. O dönemlerde bile Türk sinemasının ikinci sınıf kadın (marka değeri düşük!) oyuncularından biri olmaktan öteye geçemedi. Daha sonra İxir reklamında Ali Taran onun "aptal sarışın" duruşunu öyle bir pekiştirdi ki, sayesinde İxir bile bir daha kendini toparlayamadı.

Peşinden nerede "ünsüz hale gelmiş ünlü" varsa tamamının katıldığı "çitin üstündeki kaplumbağalar çiftliğine"ne katılıp "düşük marka değerini" bir kez daha kanıtladı. Şimdi sevgilisi mi, kocası mı, aşkı mı, dayakçısı mı belli olmayan Murat Taşdemir’le birlikte ekran ekran gezip, türlü türlü rezalet çıkarıp hálá kaldıysa marka değerini düşürmeye devam ediyor.

Ünlü olmak, isim olmak, marka olmak demek değildir Esin Hanım. Ünlü olunabilir ama marka olmak saygınlığı korumakla ilgili bir şey. Banu Alkan’ın ününe saygı duyabilirim ama ona saygı duyduğumu söyleyemeyeceğim...

Gen’e Gen

Derya Şardağ, Gen’le ilgili yazmış:

"Gen’in şahane bir korku filmi olduğuna katılabilirdim, eğer Haluk Bilginer’in Ermişler ya da Günahkarlar (yazar: Anthony Horowitz) isimli oyununu izlememiş olsaydım. Konu tiyatro oyunu ile aynı ve tiyatro sahnesinde daha çok gerilim var. Keşke izlemiş olsaydınız..."

Yorum: Gen bir Ermişler ya da Günahkarlar’a benzetilmemişti. Ona da benzetildi, tam erdi!

Çoklu delilik

Pazartesi günü Koçbank-Yapı Kredi birleşmesinden söz ederken "ikili delilik" benzetmesi yapmış ve aynı "Candan Erçetin’in şarkısında olduğu" gibi demiştim. Mail’ler aynen Simge Gökalp’in mail’inde olduğu gibi yağmur oldu yağdı:

"Yaptığınız benzetmedeki ’ikili delilik’ şarkısı ile ilgili benzetmede sanırım gözünüzden kaçtı ama o şarkı Sezen Aksu’nundur ve Bahane albümünde yer alır, siz yapmazdınız böyle hatalar ama çok çalışmaktan oldu sanırım, onu hatırlatayım dedim..."

Yorum: Valla yapmadım Simgecim ya... Sen de yanlış biliyorsun. O şarkının bestecisi Halil Koçak diye biri. Sezen Aksu, onun albümünü dinliyor, orada beğeniyor ve albümüne koyuyor. Kafamda Candan Erçetin’in söylediği "Bir yanım onu ister öbür yanın bunu" şarkısının sözleri vardı. Bu şarkıyı kişisel iletişim derslerinde de sıklıkla yaptığım gibi ’ikili delilik’ olarak niteledim. Ama gel gör ki son yılın en popüler şarkısı Sezen Aksu meşhur ettiği şarkı ile çakıştı. Yanlış yapsam niye özür dilemeyeyim. Aynen böyle oldu.

Tırtıl

Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar kötüdür. (Eflatun)
Yazının Devamını Oku

Şahane bir korku filmi

11 Nisan 2006
Gen yabancı bir yönetmenin filmi olsa eleştirirken ağızlarından bal damlar. "Yapıyorlar adamlar be kardeşim" derlerdi. Kafada Türk yönetmen şablonuyla izleyince "daha önce yapıldı, komedi olmuş, o da tecavüz mü" gibi saçma sapan eleştiriler yapılıyor. Kim ki Gen’e burun kıvırıyorsa ya kıskanıyordur, ya film işinden anlamıyordur ya da "entel-dantel" yorum yaparken saçmalıyordur.

Yapmasınlar, gencecik çiçeği burnunda yönetmeni Togan Gökbakar’a kıymasınlar. Gen, hiç ama hiç abartmadan söylüyorum, bugüne kadar Türkiye’de çekilmiş en iyi polisiye-korku filmi.. (Beyza’nın Kadınları da çok iyiydi ama onda gerilim ögeleri daha ağır basıyor. Tabii ki ona da bugüne kadar çekilmiş en iyi polisiye-gerilim filmimiz diyebiliriz.)

Senaryo iyi kotarılmış. Filmin son on dakikasına kadar seri katilin kim olduğunu anlamıyor, bir de sürekli birlikte izlediğiniz kimseleri "Acaba şu mu?" diye taciz ediyorsunuz. Hatta bazen "Bak vallaha bu herif, aynı katil gibi konuşuyor" diye sallamadan da duramıyorsunuz. Tek kafama yatmayan yer sürpriz final sahnesi sonundaki tecavüz sahnesi... Rasyonelinin daha iyi kurulması gerektiğini düşünüyorum..

21 yaşındaki Togan’a gelirsek.. İlk kutlanacak özelliği oyuncuları iyi yönetmesi. Gen’de neredeyse tüm oyuncular kusursuz oynuyor. Doğa Rutkay, Yurdaer Okur, Mahmut Gökgöz, Haldun Boysan, Sefa Zengin, Cemil Büyükdöğerli, Zeliha Güney, Mutlu Güney hepsi ama hepsi müthiş inandırıcı oynuyorlar.

Togan’ın ikinci kutlanacak özelliği mekanları, ışık ve ses efektleri ile bir korku filmine yakışacak şekilde bezemesi.

Üçüncü özelliği de kanlı ve mide bulandırıcı sahneleri göstermedeki cesareti.. Togan, bazı sahnelerde elini biraz daha korkak alıştırmasa kullandığı kan miktarında Testere filmlerine rakip olabilir..

Togan’ın hataları yok mu? Küçük kurgu hataları, bazı gereksiz sahneler ve gereksiz hileler. Bazı hilelere o kadar şerbetliyiz ki hani olmasa da olurmuş diyorsunuz. Tüm bu küçük hatalar asla filmin tadını kaçırmıyor, "tüm zamanların en iyi Türk polisiye-korku" filmi olmasını engellemiyor.

Türk sineması çok iyi bir yönetmen kazandı. Togan’ın yeni filmlerini dört gözle bekliyorum.

Banu Alkan’ın formatı

Cine 5’teki Başka Yerde Yok sayesinde merak ettiğim tüm medya karakterlerini tanıdım. Bunlardan biri de geçen hafta tanıma şerefine eriştiğim Banu Alkan’dı. Seray Sever’in çekimi olduğu için yanımda konuk sunucu olarak İpek Tuzcuoğlu yer alıyordu. Banu Alkan yaklaşık 40 dakika yayında kaldı. İpek ve ben sorularımızla Banu Hanım’ın "aptal mı zeki mi" olduğunu anlamaya çalıştık. 40 dakika sonunda karar verdim ki, Banu Alkan ne görüyorsak o! Eğer aptal ve sarışın bir kadınsa gördüğünüz o... Eğer gördüğünüz zeki bir kadınsa yine o... İkisinin ortasıysa yine o... Ne bir eksik ne bir fazla... Banu Alkan’ın formatının özü böyle... Kendini Sophia Loren’in starlığıyla karşılaştırıyor. Ünlüler Çifliği’ndeki haliyle ortalığı kasıp kavurduğunu düşününüyor. Varın gerisini siz düşünün! Banu Alkan ne görüyorsanız o. Arkada başka Banu Alkan yok. Hepsi bu... Kayda değer bir şey yok yani..

Tırtıl

Bir centilmen kadının doğum gününü anımsar yaşını unutur, bir maganda ise tam tersini yapar (Anonim)

Yazının Devamını Oku