Sünnilik, Şiilik ya da Alevilik bir din üst kimliği değildir. Üst kimlik İslam’dır.
Türklük, Kürtlük, Araplık etnik aidiyetlerdir. Müslümanlık kimliği, hepsinin üstündedir.
İslam adına Müslüman katli için, mezhep çatışması için verilen cihat fetvaları tuhaftır, dinin esasına terstir, vebali vardır.
Sünni ve Şii ayırt etmeden İslam dünyasının önde gelen ulemasını ramazan ayında İstanbul’da toplamak için bir girişim başlatılmıştır.
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, halen Irak’taki kanlı mezhep kavgasını durdurmak için Şii ve Sünni otoriteleri nezdinde ayrımsız temaslar yürütmektedir.
Güya İslam davası güderek sergilenen mezhepçi gaddarlıklar, acımasız şiddet eylemleri kabul edilemez.
Necef ve Kerbela’yı hedef alan nefret söyleminin, ehlibeyt ile ehlisünneti karşı karşıya getiren düşmanlık dilinin İslam’da yeri ve kökü yoktur.
“Kadınlar!... Şayet şiddete maruz kalmak istemiyorsanız sevgililer edinmeyi bırakın, derhal evlenin. Ve çocuklarınızın biyolojik babası olan erkeklerle evlenin. Araştırmalar gösteriyor ki bu sizin ve çocuklarınızın daha güvenli bir evde yaşamasını sağlayacaktır. Babalar hakkında da hayırlı olan budur. Evlilik erkeği eğitiyor, olgunlaştırıyor. Evli erkekler, biyolojik çocuklarını daha az istismar ediyor ve onların annelerini daha az dövüyor. Kadınlar!... Eğer dayak yemek ve çocuklarınızı istismar tehlikesine açık bir ortamda yetiştirmek istemiyorsanız aklınızı başınıza alın; bir âşıktan ötekinin kollarına atılmayı kesin. Unutmayın ki ev içi şiddetin ilacı evliliktir ve çocuklarınızın biyolojik babasıyla evlenmektir. Eğer şahsen bugün güven duygunuz yerindeyse bunu emin ellerde büyümeye borçlusunuz, yani yaşlı babanıza, onun kıymetini bilin!...”
***
Kızılca kıyametler kopmaz mıydı?
Kadın örgütleri, bunu yazanı, yayınlayanı, okuyanı ve hak vererek sosyal medyada paylaşanı yerden yere vurmaz, yaptığına yapacağına bin pişman etmez miydi?
Sırf toplumu muhafazakârlaştırmak, evliliği özendirmek filan adına kadına karşı şiddete bilimsel kılıflı gerekçeler uydurmak, çocuklar üstünden mazeretler bulmak... “Sevse de dövse de kocandır” ya da “Kadının yeri kocasının yanıdır” diyen zihniyete hayat öpücüğü kondurmak... Kadını yeniden eve kapatmaya çalışmak, cinsel özgürlüğünü elinden geri almak ve ilelebet erkek boyunduruğu altında tutmak için gözdağı vermek, korkutmak, üstelik bilimi de bu şarlatanlığa alet etmek ha!
“Muhafazakâr olmamak sağlığa zararlıdır... Evlilik dışı birliktelik, kadın ve çocuklar için sağlıksız ve tehlikelidir” zehirli fikrini işlemek; ‘erkeğin üstünlüğü’ ve ‘kadının günahkârlığı’ önyargısını kafalara vura vura yerleştirmek ha!
Ayakta alkışlamaya hazır gitmiştim oysa. Muhteşem Cannes jürisinden daha iyi bilecek değildim ya, onlar hayran kalmış, ben kim oluyorum!
Fakat olmadı, olduramadım... 2 saat geçti, hikâye 5 dakikalık yol alamadı; ilerlemiyor, bir yere gitmiyor film...
Yavaş filan değil, yatay akacağına hababam diklemesine uzuyor, durduğu yeri eşeledikçe eşeliyor, aynı noktada yoğunlaştıkça yoğunlaşıyor. Diyaloglar, diyaloglar ve daha uzun diyaloglar...
Sanki beyaz perde değil de Freud’un terapi koltuğu mübarek, biz de film niyetine hastaların ruh dünyasını çözümleme seansına takılıyoruz topluca. Çenesi düşmüş karakterler, içleri dışlarına çıkıncaya kadar konuşuyor...
* * *
Altın Palmiye’yi aldı almasına da bildiğimiz sinemaya benzemiyor bu film. Öyle olmasa, bir konusunun olup olmadığı bile tartışılmazdı. Varsa dahi kimse fark etmedi. Tabii avam tabakası hizasından, yani sıradan bir yerden bakmayan seçkin entelektüellerimiz hariç...
Ama Atatürk Havalimanı’ndaki pasaport bankolarına koyacak 10 tane daha polisimiz olmadığı için turist kaçırıyoruz. Buyurun buradan yakın!
* * *
Belimdeki rahatsızlık nedeniyle 3 aydır seyahat edemiyorum, bu eziyete maruz kalanlar uyandırmasa haberim olmayacak. Atatürk Havalimanı dış hatlar gelişte pasaport kontrol kuyrukları aprona kadar uzamış.
Geçenlerde bir iş yemeğindeyim. Hemen herkes konumu gereği çok sık uçuyor. Ve içlerinde bu kuyruk çilesinden yakınmayan hemen hiç kimse yoktu.
Biri son uçuşunda çektiği kuyruk fotolarını cep telefonundan gösteriyor, tek kelimeyle rezalet...
İkincisi; Deniz Baykal ve ulusalcı ekip, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığına karşı bir isyan bildirisi yayımlayacaktı da Kılıçdaroğlu’nun sert bakışlarından mı çekindiler?
İsyan toplantısı denilen olayın başını çekenlerden CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk aradı, ikisini de yanlış bildiğimizi söyledi.
Nasıl yani, Dersimli Kemal Kılıçdaroğlu’na Kasımpaşalı imajı giydirmek için yürütülen bir PR faaliyetinin ürünü mü bütün bunlar, uydurma mı hepsi?
* * *
Ne isyan bayrağı açmak için toplanmışlar, ne ayrı bir aday çıkarmayı düşünmüşler, ne de bir bildiri ile tepkilerini ilan etmeyi kararlaştırıp sonradan vazgeçmişler.
“Başbakan’ın ofisine pervasızca dinleme cihazı koyanlar kimse, benim ıslak imzamı taklit ederek sahte belgeyle kumpas kuranlar da onlardır. Bu çete hesap verecek...”
Onları yakinen tanıyan kişi, CHP Lideri Sayın Kılıçdaroğlu’dur.
Başbakan’ın yasadışı dinlenmiş konuşmalarını, özel prodüksiyon ses kasetlerine koyup partisinin grup toplantılarında bangır bangır çalan oydu. Malzemenin kaynağını da en iyi o bilir.
Top onda, bu kumpası çözse çözse Kılıçdaroğlu çözer.
* * *
Özal’ı öldükten sonra bile içlerine sindiremeyenlerin, Ekmeleddin Bey’i hazmı kolay bir lokma gibi görmesi sizin içinize sindi mi?
* * *
Aynı şekilde; muhafazakâr camianın bazı kalemlerinin Ekmeleddin Bey olayına gayet naif bir tarzda, ‘Uzayan kol bizden olsun’ anlayışıyla yaklaşmasını...
Yani “Paralelcilerin aklıyla, organizasyonuyla bir ilgisi yoktur”...
Peki ama Kemal Derviş tarafından sırtlanılması, o ismin başka birilerince düşünülüp çıtlatıldığı tezini kesinkes çürütür mü?
Ayrıca kendisi de projenin fikir babalığını reddetti dün. Ancak bu fikri hararetle desteklediğini, Ekmeleddin Bey’in dünyada da büyük bir heyecan dalgası yarattığını, bu işe acayip mest olduğunu coşkun övgülerle ikrar etmekten de kaçınmadı.
***
Kemal Derviş’ten anlıyoruz ki fikir başkasının ama kendisi de dibine kadar sahipleniyor, tamamen arkasında...