1 Mayıs 2005
<B>HEY </B>gidi hey...<br><br>Düşünün: Henüz ne Digiturk var, ne kablolu TV... Hálá ‘yasal mermisiyle bir komiser’ gibi gündemi belirleyen ‘TRT 1’e mahkûmuz.
Ama ‘ortalık acayip şenlenecek’ diye bir umut bekliyoruz ‘ilk özel televizyonumuzu’...
Ve nihayet, Turgut Özal’ın oyuncak severliğinden nasibimizi alıyoruz:
Ortada yasal zemin filan yokken bir anda ‘Sihirli Kutu Anonim Şirketi’nin yayın organı Star’la tanışıveriyoruz.
Dönemin ruhuna uygun bir ortaklıkla çıkıyor karşımıza ‘Sihirli Kutu’:
Bu bir Cem Uzan-Ahmet Özal ortak yapımıdır!
Bir anda meftun oluyoruz bu yeni oyuncağa...
Özellikle de orta karar ‘gayri resmi’ tartışma programlarında neredeyse ekrana yapışıyoruz.
Lütfen hor görmeyin bizi...
Türkçe bir televizyon kanalında mesela ‘Kürt’ sözcüğünü ilk kez işitenlerin ekrana yapışması doğal kabul edilmeli.
***
Ben ‘Sevgili’ Hikmet Özdemir’i ilk kez işte o ‘gayri resmi’ tartışma programlarından birinde gördüm.
Kendisi ‘SHP Genel Başkanı Erdal İnönü’nün Danışmanı’ kimliğiyle konuşuyordu.
Üstelik fena halde aykırı gidiyordu...
Bir SHP’liden duymaya alışık olmadığımız türden şeyler söylüyordu:
Resmi tarih sorgulanmalıdır... Altı Ok gözden geçirilmelidir... Türban serbest olmalı... Laiklik uygulamalarında sorunlar var, bunlara bakılmalıdır vs.
Ertesi gün beklendiği gibi ‘Milli Görüş’ kanadı küçük çaplı bir ‘kahraman’ kazanmıştı.
Henüz yüzde 7’lerde debelenen ama ‘Leninist bir model’le sokak sokak örgütlenmeye çalışarak iktidara gelme rüyaları gören ‘Milli Görüş’, Hikmet Özdemir aracılığıyla tezlerinin kanatlandığını düşünüyordu.
Tam bu sırada SHP kanadında ise bütün tüyler diken dikendi.
Tam takip etmedim ama hatırladığım kadarıyla olay şöyle gelişti:
SHP içinde kazan kaynadı ve Hikmet Özdemir, ‘SHP Genel Başkanı Danışmanı’ sıfatını yitirdi.
Özdemir işinden olmuştu ama onu kucaklayacak yeni bir kitlesi vardı artık.
***
Sonra Hikmet Özdemir için bir görünme dönemi başladı.
Panellerden panellere koştu.
Televizyon ekranında ‘aykırı kanaat önderi’ kontenjanından tartışmalara katıldı.
Anadolu’ya açıldı...
Turgut Özal’ın ‘sevdiği adamlar’ grubuna girdi.
Ve yeni kitlesiyle mutlu mesut yaşamaya başladı.
Ama hesap edemediği bir şey vardı:
Bu memlekette ‘Ne söylendiği’yle değil de, ‘kimin söylediği’yle ilgilenilir.
Bu yüzden adının başındaki ‘Erdal İnönü’nün Danışmanı’ sıfatı gidince bir süre sonra o kadar da ‘ilginç’ gelmemeye başladı.
O da çaba sarf etmedi: Yenilenemedi, aynı şeyleri söyledi, özgün tezler ortaya koyamadı.
Yani kısa sürede feci demode oldu.
O da belki bu durumu kavradı ve ‘izzet ü ikbal ile’ çekildi...
Hem de bir ‘kayıp imam’ edasıyla.
***
Ve işte ‘kayıp imam’ yeniden sahnede!
Son birkaç haftadır televizyonlardaki tüm Ermeni tartışmalarında ‘devlet tezleri’nin savunucu olarak onu görüyoruz.
Hem de ‘sözde’ değil, ‘özde’ savunucu...
Saçları beyazlamış... Epey kilo almış... Adını bilmesek, ses tonunu duymasak ‘Bu o Hikmet Özdemir mi?’ diye kuşkuya düşeceğiz.
Ama işte o.
Profesör olmuş, Türk Tarih Kurumu’nun sözcülüğü görevini üstlenmiş. Ermeni meselesini sular seller gibi ezberlemiş...
Geçen gece Siyaset Meydanı’nda Etyen Mahcupyan ve Hrant Dink ile yaptığı tartışmayı izlerken bunları düşündüm.
Ne yalan söyleyeyim, yeni pozisyonundaki performansını maalesef çok yetersiz buldum.
Pozisyonunu ‘çok şey bilen tarihçi’ olarak tarif eden ama bütün bir tartışma boyunca bir ‘resmi ideolog!’ gibi konuşan Özdemir, belki bu duruşuyla yine ‘kitlesel’ övgüler alacak ama ‘meselenin halli’ne katkıda bulunamayacak.
İkinci bir ‘kayıp imam’ vakasına meydan vermemek için tez elden toparlanmasını dilerim.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2005
<B>SİZ </B>bakmayın benim <B>‘Yaşasın Safran’</B> vurgularıma... <br><br>Öyle <B>‘Her gün uğramadan rahat edemem abi’</B> tarzında azılı bir müdavim ilişkisi kurmadım orayla... Hatta sadece iki kez gittiğimi bile itiraf edebilirim.
‘Safran’ aslında benim için bir simge.
Tıpkı ‘Ziya Şark Sofrası’ gibi...
(NOT: ‘Türban’ benzeri bir simge değil).
Uzun analizlere, laf ebeliklerine filan gerek bırakmayan, adama derdini kısa yoldan anlattıran bir simge...
Mesela matrak ve muhayyel bir ‘değişim hikáyesi’ni anlatırken ve bu hikáyeye yüklenen derin anlamlarla dalga geçerken epey kullanışlı oluyor, hepsi bu...
‘Safran’ diyorsun, ‘Ziya Şark’ diyorsun ve ötesini söylemeye gerek kalmıyor.
Yani böyle bir pratik tarafı var işin.
*
Uzun süredir içine girdiğim asosyallikten kurtulma kararı aldığımda vefa duygusu ağır bastı ve kendi kendime şöyle dedim:
‘Madem Safran sana müthiş bir kendini ifade imkánı sunuyor, o halde sosyalleşmeye oradan başlamalısın.’
Başladım da...
Safran’a girdiğimde biraz da ‘profesyonel deformasyon’un etkisiyle etrafı incelemeye koyuldum.
Şöyle ‘Yeni Başlayanlar İçin Safran’ başlıklı bir yazı hiç de fena olmazdı hani...
Ama hayır!
İnanın mekánı bilmeyenler için enteresan kaçacak ‘malzeme’ bulamadım.
Olayı bir cümleyle özetlemek gerekirse şunu söyleyebilirim:
Mütevazı bir akşam yemeği...
*
Yani Safran’a giderek ben ne yaptıysam, ‘tesettür defilesi’ne meraklı tipler Süleymaniye civarındaki mekánlara gittiklerinde onu yapıyorlar.
Yani Süleymaniye civarındaki ‘lüks ama muhafazakár’ mekánlarda ‘mütevazı akşam yemeği’ yiyenlerin, ‘Ahmet Hakan mı? O değişti. Safran’a gidiyormuş’ demeleri fevkalade anlamsız.
Peki o zaman mesele nedir kuzum?
Vallahi ben işin içinden çıkamadım.
Nilüfer Göle hocamız, şöyle ‘Modern Mahrem’ kıvamında bir kitap yazsa da meseleyi kavrasak...
Üç soru, üç cevap
- SORU: Tamam, dünkü yazınızda belirttiğiniz gibi türban karşıtlığını kullananlar var. Peki bu iktidar döneminde türbanlı olmayı avantaja çeviren hiç mi yok?
- CEVAP: Mutlaka vardır. Türban karşıtlığının avantaj sağladığı bir ülkede tabii ki tersi de mümkündür. Ama ben bu tür örneklere pek rastlamadım.
*
- SORU: Türban kadınların sorunudur. Size ne oluyor?
- CEVAP: Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin’e ne oluyorsa o oluyor...
*
- SORU: Ben inceledim, Kuran’da türban diye bir şey yok. Neden kimse bunun üzerinde durmuyor?
- CEVAP: Çünkü konumuz bu değil. Öğretinin neyi öngördüğüyle ilgili tartışmalara girmek istemem. Çünkü hepimiz ‘İslam’da türban vardır’ görüşüne de, ‘İslam’da türban yoktur’ görüşüne de saygı duymayı öğrenmeliyiz. ‘Durun bakalım, siz yanlış biliyorsunuz, işin aslı şudur’ diye kestirip atarak bir yere varılamaz.
Düzeltme
DÜNKÜ ‘Evet, Türban Bir Simgedir’ başlıklı yazımda geçen ‘Türbana karşı ödünsüz tutum izleyenlerin üniversiteden kapı dışarı edilme olasılığı, türban yandaşı tutum izleyenlerin üniversiteden kapı dışarı edilme olasılığından her zaman daha fazladır’ cümlesinin doğrusu şudur:
‘Türbana karşı ödünsüz tutum izleyenlerin üniversiteden kapı dışarı edilme olasılığı, türban yandaşı tutum izleyenlerin üniversiteden kapı dışarı edilme olasılığından daha azdır.’
Düzeltirim...
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2005
<B>TÜRBAN </B>bir simgedir...<br><br>Emekliliği yaklaşan üst düzey görevlinin, görev süresini biraz daha uzatmak amacıyla çaktığı bir işaret fişeğidir türban... Türban karşıtı patlatılmış bir demeç, o görevlinin emeklilik durumunun yeniden gözden geçirilmesine vesile olabilir.
Durumun ruhunu kavramış üst düzey görevli, son bir hamle yapar:
Patlatır demecini ve bekler.
Emeklilik uzarsa ne álá...
Uzamazsa da mesele yoktur, gönlü rahattır.
Çünkü yapılması gereken yapılmıştır.
Yani türban, bazen ‘görev süresini uzatmak’ için simge olarak kullanılır...
* * *
Türban bir simgedir...
Üniversitede yükselmek isteyen bilim adamı, girdiği tüm bilimsel yeterlilik sınavlarından çakınca, kurtuluşu ‘türban’da bulur.
Günler ve geceler boyu kütüphanelerin tozlu raflarında ‘doktora tezi’ yazmak için uğraş vermek ya da dil sınavından geçmek için zorlu çabalar harcamak yerine, üniversitenin türban karşıtı duyarlılığını kaşıyan bir çıkışla iş bitirilir.
Türbana karşı ödünsüz tutumun mükáfatı, üniversitede var olmanın ve tutunmanın garantisidir.
Türbana karşı ödünsüz tutum izleyenlerin üniversiteden kapı dışarı edilme olasılığı, türban yandaşı tutum izleyenlerin üniversiteden kapı dışarı edilme olasılığından her zaman daha fazladır.
Yani türban, üniversitede geçer akçedir ve bir tür var olabilme simgesidir.
* * *
Türban bir simgedir...
Önemli bir pozisyona gelmek isteyen adam, biraz da ‘kifayetsiz muhteris’ ise, önce karısının başını açtırarak işe koyulur.
Başın açılmasıyla birlikte en önemli aşama geçilmiş olur.
Artık ‘hedeflenen pozisyon’ için uygun hale gelinmiştir, ‘İyi ama senin eşin türbanlı’ bahanesi ortadan kalkmıştır.
‘Makam için kılık değiştirmek’ diye özetleyebileceğimiz bu tutumla, kişilik ve onur gider ama ne gam! Önemli olan ‘pozisyon’dur ve ‘pozisyon için her şey feda’dır.
Bu o kadar böyledir ki, eşleri başörtülü olanların iktidarında bile kural değişmez.
Yani türban, bazen ‘hedeflenen pozisyon’ açısından bir simge olur.
Kaparsın başı yükselemezsin, açarsın başı yükselirsin...
* * *
Türban bir simgedir.
Kurum için yükselme mekanizmalarına kendilerini adayanlar, ‘Filanca benden daha iyi değil, o yükselmesin ben yükseleyim’ demek yerine, mücadeleyi ‘türban’ üzerinden yaparlar.
Ve ‘Kim hangi makama gelecek’ kavgası, ‘Kim daha çok türban karşıtı’ yarışına dönüşür.
Aslında yapılan bal gibi de bir makam, mevki yarışıdır.
‘Ben türbana karşıyım’ demek, aslında ‘O göreve ben layıkım’ demektir.
Ya da ‘O adamın evine türbanlılar geliyor’ demek, aslında ‘O adam o göreve layık değil’ anlamına gelir.
Yani türban üzerinden özel bir dil oluşturulur ve ‘makam, mevki mücadelesi’ o özel dille yapılır.
Türban, bu anlamda da gerçek bir simgedir.
* * *
Türban bir simgedir.
Sınıfsal köken ve konum, türbanla tayin edilir.
Kafadaki türbanı gördün mü, karşındakinin yaşam tarzını bir çırpıda anladığını düşünürsün. Çünkü bütün türbanlılar aynıdır ve zaten bir türbanlının hayatı ne kadar karmaşık olabilir ki?
‘Türbanla gidilecek yerler’ vardır, ‘Türbanla gidilemeyecek yerler’ vardır...
Bizim gibi ‘şekil şartlar’ın her şeyi belirlediği aşırı kompleksli ülkelerde, başınızdaki türbanınız sizi ele verir.
Türbanı taktın mı ‘Beyazların yöresinde nasibiniz kalmamıştır’.
Evdeki türbanlı karısını köşe bucak kaçıran nice ademoğlu vardır bu topraklarda...
Türban yüzünden iktidar olursun ama muktedir olamazsın.
İşin içinde türban konusu varsa, yarış bittikten sonra da iki tur koştururlar adamı...
Yani türban, çok tuhaf, müthiş ‘kullanışlı’, acayip işe yarar, ilginç bir simgedir...
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2005
<B>28 </B>Şubat döneminde ÖDP’nin şöyle bir sloganı vardı:<br><br><B>‘Ne Refahyol, ne hazır ol!’ Yine aynı dönemde bazı gazeteciler, iki tarafa da uzak durduklarını şu formülasyonla dile getiriyorlardı:
‘Ne cami, ne kışla.’
Bir de Sezen Aksu şarkılarından birinde geçen ‘Ne inkar, ne itiraf. Bu yalnızca sitem’ dizesi var ki, bu bağlama girer mi, girmez mi bilemiyorum.
Peki nereden çıktı şimdi bunlar? Durup dururken neden ‘Ne o, ne bu’ formülasyonundan örnekler sergiliyoruz?
Anlatalım...
* * *
Efendim, dün sabah, Güneydoğu’dan gelen belediye başkanlarıyla, ‘bahara rağmen ağırbaşlılığını koruyan’ Sultanahmet’te kahvaltıda bir araya geldik.
‘Ora’ belediye başkanları adına sözü alan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, ‘Ne istiyoruz: Barış!’ diye özetleyebileceğim bir konuşma yapmaya başladı..
Günün ilk kahvesi içilmemiş. Sabah mahmurluğu üzerimde...
Bir de bildik tezler gelince tabii ki dikkatimi tam olarak toplayamadım...
Ama... Baydemir, konuşmasının sonlarına doğru ‘adamı uçuran’ şu saptamayı yapınca işin rengi değişti: ‘Ne inkar, ne isyan!’
Hemen dikkat kesildim, sabah mahmurluğunu üzerimden attım...
Ve ‘büyülü formülasyon’un mahiyetini kavramaya çalıştım... Kavradım da:
‘İnkar’dan kasıt, Kürt kimliğini inkár etmek ve inkár politikalarını sürdürmekti.
‘İsyan’dan kasıt ise, elde edilemeyen demokratik haklar uğruna silaha sarılıp isyan etmekti.
Baydemir, ‘Ne inkar, ne isyan’ diyerek, hem Kürt kimliğinin inkárına karşı çıkıyor, hem de silahlı kalkışmaya...
Böylece kulağa çok hoş gelen bir ‘üçüncü yol’ imkanı doğuyordu ki ‘etkilenmedim’ desem yalan olur...
* * *
Ama tabii ki ‘kafa konforu’ uzun sürmedi...
Yanıtlanması gereken şu uğursuz soru beynimi kemirmeye başladı:
‘Ora’ aydınları İmralı’dan, dağdakilerden, yani şiddetten bağımsız ve bağlantısız bir yol çizecek kudrete sahip mi?
Soruyu sordum.
Osman Baydemir ve arkadaşları, bu soruya karşılık olarak, ‘Biz bağımsız ve bağlantısızız. Sizi ikna etmek için ne yapabiliriz?’ diye bir karşı soruyla cevap verdiler.
Bir an için ‘ora’ koşullarını, yükselen milliyetçiliği, birbirlerine sağır dünyaları, provokasyonları filan düşündüm...
Bütün bunların üzerine Kürt aydınlarının cesaretsizliğini ekledim. Ve Baydemir’e dönüp şöyle dedim: ‘İşiniz çok zor...’
Toplantı bittiğinde dudaklarımda ‘Ne inkar, ne itiraf. Bu yalnızca sitem’in melodisi takılmış kalmıştı...
Dersimi aldım, ediyorum ezber
KENDİLERİNİ ‘orta halli’ ya da ‘başarısız’ kategorilerinde değerlendirme talihsizliğinde bulunduğum çok sayın bakanlarım...
Bana yazdıkları upuzun mektuplarda, bağlı bulundukları bakanlıkların ‘faaliyet raporları’nın dökümünü yapan pek muhterem basın danışmanları...
Beni telefonla arayıp ‘Yaptığın çok ayıptı... Bizim bakana yapılır mı bu?’ diye ‘ayar veren’ sayın bakanlarımızın yakın çevrelere mensup değerli zevat...
Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun için ‘başarısız’ nitelemesinde bulunmam nedeniyle, bana karşı Türkiye çapında mektuplu protesto etkinliği başlatan memleketimizin bilumum yaş sebze ve meyve komisyoncuları...
Ve tepki vermek yerine ‘Bir gün elimize düşer’ diye nefretini her daim keskin tutmaya hevesli olanlar... Bu bir açık özürdür.
Tuttum, ‘İşte başarılı ve başarısız bakanlar’ diye bir liste yapma gafletine düştüm.
Acemiliğim ve saflığım nedeniyle bakanlık makamının alınganlık potansiyelinin ne derece büyük olduğu gerçeğini ihmal ettim.
Ne taktik izledim, ne de strateji...
Bakanların kamuya yansıyan imajlarıyla verilen iki cümlelik hükümlerin, en fazla sitem mevzusu olabileceğini düşünen ‘müptedi’ bir gazeteci olduğumu kabul ediyorum...
Yani dersimi aldım, ezber ediyorum.
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2005
Ortaköy’deki <B>Feriye Sinemaları</B>’nda kimselerin ilgisine mahzar olmayan filmlerin sürüldüğü küçük bir salon var ki bu salonun özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Perde, iri bir televizyon ekranından daha küçük... Ses düzeni felaket... Tavan alçak ve basık... İçeriye 20 kişi ancak sığabiliyor... Yani? Yani bu salonda film seyretme işkencesine katlanacağınıza evde yan gelip DVD keyfini sürmeniz menfaatiniz icabıdır.
Saat 23.00. Diyelim ki İstiklal Caddesi’ndesiniz. Sakın ‘Kaktüs’ün küçük bahçesinde oturup gelen geçeni seyredeyim’ demeyin... Çünkü gece 23.00’ten sonra o bölgede meydana gelen geleneksel silahlı saldırılar nedeniyle kendinizi masanın altına atmak zorunda kalıp karizmayı fena halde çizdirebilirsiniz.
Diyelim ki ‘Bilmem Şu Feleğin Bende Nesi Var’ adlı türkünün meftunusunuz ve özellikle ‘Zemheri ayında gül ister benden’ dizesine hasta oluyorsunuz... Zerrin Özer’in ‘türkü’ albümünde bu türkünün de yer almasına aldanıp heveslenmeyin. Zira Zerrin Özer’de, bize türküyü sevdiren Ruhi Su havasının kırıntısı bile yok...
Diyelim ki şiddetin ozanı Sam Peckinpah’ın ‘Straw Dogs’ adlı filmini tek kanallı televizyonda siyah beyaz izlemiş ve acayip etkilenmişsiniz. Ve bugün eski bir romanı yeniden okur gibi DVD’den izlemeye kalkıyorsunuz. Sakın yapmayın. Bırakın eski bir hatıra olarak kalsın. Zira çocukken etkilendiğiniz kadar etkilenmiyorsunuz...
Gündemde ikinci Kardak krizi var... Bir yandan da Türk bayrağına yönelik Yunan askeri okul öğrencilerinin zırtapozluğu tartışılıyor... İşte böyle bir ortamda sakın bir cumartesi akşamını Beyoğlu’ndaki Yunan lokantasında geçirmeye kalkışmayın... Çünkü bildiğiniz tüm Türk yemeklerinin adlarının Yunanca olarak karşınıza çıkmasını tolere edemeyebilirsiniz... Siz en iyisi Pera Palas Oteli’nin karşısındaki İran lokantasına gidin...
Cumartesi gece saat 04.00... O kadar geç bir saat ki ‘Zaga’ bile bitmiş... Ve siz o geç saatte kanallar arasında gezinirken birden kanalların birinde ‘Baba 2’ karşınıza çıkıyor. Diğer kanallar ‘Türkiye Şoförler Cemiyeti’nin ‘beni izleme’ diye bağıran uyarı filmleri ve o ürkütücü ‘zayıflatan aletler’ tanıtımlarını yayınlarken ‘Baba 2’ gibi ‘çok baba’ bir filmi hangi kanal yayınlıyormuş diye bakıyorsunuz ve karşınıza ‘devlet malı’ Star çıkıyor. Sakın ‘Bu ne biçim yayıncılık? Kamu malı çarçur ediliyor’ filan diyerek toplumsal duyarlılık gösterilerine filan kalkışmayın ve o saatteki tatlı sürprizin keyfini çıkarın...
‘Asker eleştirilmez’ diyen okura sorular
OKUR mektuplarına göz atıyordum ki birden karşıma ‘Hop birader! Dur bakalım! Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasını sen nasıl eleştirirsin?’ diye özetleyebileceğim ‘ağır bir mesaj’ çıkmasın mı?
İyi niyetli bir günümdeydim.
‘Belki etkileyebilirim... Belki biraz düşünmesine katkıda bulunabilirim...’ filan diyerek mesajı gönderen okur için birkaç basit sorudan oluşan bir cevap metni hazırladım.
Ve işte o metin:
‘Sevgili okurum...
Eğer en üst düzeyden bir askeri yetkili, Türkiye’nin siyaset ve düşünce dünyasında hararetle tartışılan ve tabii ki halledilememiş konularda ‘kesin’ hükümler veriyorsa bize ‘Söz söylenmez Genelkurmay Başkanı’nın sözü üstüne!’ deyip susmak mı düşer?
‘Hüküm verilmiştir, racon kesilmiştir ve de düdük çalmıştır’ havasına girip, tartışmalı mevzunun ‘tartışmalı’ olmaktan çıktığını mı düşüneceğiz?
‘Türkiye bir İslam ülkesi değildir?’ gibi 90 tane ‘Siyaset Meydanı’nın kesmeyeceği türden kışkırtıcı bir münazara konusunun, Genelkurmay Başkanı’nın verdiği hükümle tatlıya bağlandığına mı kanaat getireceğiz?
Bizden ‘fikri hür, vicdanı hür’ nesiller olmamız beklenmiyor muydu? Saygılarımla... Ahmet Hakan...’
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2005
<B>ÜÇ </B>gündür Genelkurmay Başkanı Orgeneral <B>Hilmi Özkök’</B>ün <B>‘Türkiye ne bir İslam devletidir, ne de bir İslam ülkesidir’</B> açıklamasını düşünüyorum. Ve işin içinden çıkamıyorum.
Çünkü ‘Türkiye bir İslam devleti değildir’ meselesini çoktan aşmış zihnim, iş ‘Türkiye bir İslam ülkesi değildir’ meselesine gelince tıkanıyor.
Durum şudur:
Genelkurmay Başkanımızın ‘önermesi’yle, ‘ülke gerçekleri’ arasında sıkışıp kalmış durumdayım.
Ama hiç merak etmeyin:
Çıkış noktasını buldum!
Böylesi ikilemlerde kalan her Türk gibi ben de ‘ülke gerçeklerini komutanın talimatına uyduracak’ kadar vatanseverim.
Aşağıda okuyacağınız maddeler, işte böylesi bir çabanın ürünüdür.
Ne demişler: Talimat sana uymuyorsa, sen talimata uy.
* * *
Türk askerine ‘Mehmetçik’, Türk Ordusu’na ‘Peygamber Ocağı’ denmesinden acilen vazgeçilmelidir. Çünkü bu kavramlar, Türkiye’nin bir İslam ülkesi olduğu izlenimini vermektedir.
‘Şehit’ ve ‘Gazi’ gibi ancak İslam ülkelerinde kullanılabilecek dini kavramlar, bir İslam ülkesi olmayan Türkiye’de kullanılmamalıdır.
Bir İslam ülkesi olmayan Türkiye’de, Kurban ve Ramazan Bayramı’nın resmi tatil kapsamında değerlendirilmesine son verilmelidir. Cumhurbaşkanı, dini bayramlarda kutlama mesajı yayınlamamalıdır.
Bütçeden Diyanet’e ayrılan payın kesilmesi yetmez, Diyanet İşleri Başkanlığı kurumu lağvedilmelidir. Devlet, imamlara maaş vermekten vazgeçmelidir.
İslam ülkesi olmayan Türkiye’nin ‘İslam Konferansı Örgütü’nde ne işi vardır? Dahası neden bir Türk, İKÖ Genel Sekreterliği görevini üstlenmiştir? Ve hatta neden Türk Dışişleri, İKÖ Genel Sekreteri’nin Türk olması için uğraş vermiştir? Bütün bu aymazlıklara son verilmeli, Genel Sekreter istifa etmeli, Türkiye de İKÖ’den çekilmelidir.
Bazı politikacıların, ‘Allah devlete ve millete zeval vermesin’ diye yaptıkları dua iyi niyetli olsa da Türkiye’nin bir İslam ülkesi olduğu zannına yol açmaktadır. Bu açıdan zararlıdır.
Savaşlarda ve savaş tatbikatlarında askerler, ‘Allah, Allah’ nidalarıyla galeyana gelmekten vazgeçmelidir. Askeri galeyana getirecek daha ‘seküler’ nidaların bulunması için acilen bir komisyon toplanmalıdır.
‘İslam’a en büyük hizmeti Türkler vermiştir’ tarzında önermeler bundan böyle dile getirilmemelidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nden önceki Osmanlı, bir İslam ülkesidir. Biz ise İslam ülkesi değiliz. O halde ‘Ermeni soykırımı’ iddiasının muhatabı biz olmamalıyız. Ve ‘Osmanlı döneminde Ermeniler katledildi’ diyen yazarların kitaplarını yakmaya kalkışmamalıyız.
Burasının bir İslam ülkesi olduğunu iddia edenlere malzeme sunan ‘İstiklal Marşı’ gibi metinleri gözden geçirmeliyiz.
Avrupa Birliği’nin kendisini ‘Hıristiyan’ bizi ‘Müslüman’ olarak algılamasından kaynaklanan sorunlar karşısında ‘Türkiye bir İslam ülkesi değildir’ diyerek yırtabiliriz.
Bundan böyle her kim ‘Halkın yüzde 99’u Müslüman’ diye bir saptama yaparsa, vereceğimiz karşılık şimdiden bellidir: ‘Hop, biz İslam ülkesi değiliz.’
Yanlış anlamaları ortadan kaldırmak için Atatürk’ün Balıkesir’de bir camide verdiği hutbe kayıtlardan çıkarılmalıdır. Aşırı dincileri susturmak için kullandığımız ‘Elmalılı Hamdi Efendi, ‘Hak Dini Kur’an Dili’ isimli tefsir kitabını, Atatürk’ün emriyle hazırlamıştır’ argümanından vazgeçmeliyiz.
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2005
<B>GENELKURMAY </B>Başkanı Orgeneral <B>Hilmi Özkök</B>’ün uzun ve kapsamlı konuşmasında yer alan bir saptama dikkat çekiciydi: ‘İrticai örgütler, kamu kurumlarında kadrolaşma gayretlerini artırmış, bu yönde önemli mesafeler kaydetmişlerdir.’
Ülkenin silahlı kuvvetlerinin başındaki isim, irticai örgütlerin devlet içinde kadrolaştıklarını ve bu yönde önemli mesafeler kaydettiklerini söylüyor.
İddia ciddi...
İddiayı seslendiren makam ciddi...
Bu durumda gözümüzü ister istemez ‘devlet içindeki kadroların atanmasından sorumlu olanlar’a çeviriyoruz.
***
Ve karşımızda AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat...
Fırat, Özkök’ün konuşmasını şöyle değerlendiriyor:
‘Bence aklıselimin toplamıydı. Kendisini tebrik ediyorum. Böylesine aklıselime sahip bir devlet adamına sahip olmaktan mutluluk duyuyorum.’
Gazeteciler, ‘Peki Özkök’ün irtica hakkında söyledikleri için ne diyorsunuz?’ diye soruyorlar.
Fırat’ın bu konudaki yanıtı da şu oluyor:
‘Türkiye’ye yönelik her türlü yıkıcı faaliyetin üzerine gitmekte kararlıyız. İrtica da bunlardan biridir. Var ise böyle tehlikeler, iktidar, yargı ve diğer kurumlar bunların üzerine gider. Ek tedbirlere ihtiyaç yoktur. Zaten tedbirler en üst noktada uygulanmaktadır.’
Peki ne anladınız bu işten?
Hangi somut verilere dayandığını bilemediğimiz ciddi bir iddia...
Ve iddianın hedefindeki partinin yöneticisinin geçiştirici, üzerine almayan açıklaması...
***
Oysa artık bu sağırlar diyaloğu devrini kapatmanın vakti gelmiştir.
Öncelikle Genelkurmay Başkanı, böylesine ciddi bir iddiayı mutlaka somut verilere dayandırmalıdır.
Eğer dayandırmıyorsa, siyasi iktidarın sözcüleri çıkıp şu soruları sormalıdır:
‘İrticai örgüt nedir? Hangi örgüt kadrolaşmış? Hangi kurumda buna göz yumulmuş? Kaç örgüt mensubu devletin kadrolarında yer bulmuş? Bunlar kimlerdir? Elde somut veri var mı?’
Talebimiz şudur: Açık ve şeffaf olunsun.
Eğer açıklık ve şeffaflık sağlanırsa, biz de artık eski cumhurbaşkanlarının ve başbakanların iş işten geçtikten sonra yaptıkları ‘İktidar olduk ama muktedir olamadık’ ya da ‘Türkiye’de bir derin devlet vardır’ türünden açıklamalarını okumak zorunda kalmayız.
Bu densizliğe kim dur diyecek?
DENİZLİ’nin Bekilli İlçesi’nde AKP İlçe Başkanı Mustafa Kırlı’nın başkanı olduğu kooperatifin ürettiği şaraplara ‘Zülfikar’ adı verilmiş.
AKP İlçe Başkanı Kırlı, ‘Şaraba neden Hz. Ali’nin kılıcı Zülfikar’ın adını verdiniz?’ sorusuna yanıt verirken kelimenin tam anlamıyla saçmalamış.
Aleviler Müslümanlığı zayıf yaşıyorlarmış, çok şarap içiyorlarmış, onların dikkatini çekmek için Hz. Ali’nin kılıcının adını şaraba marka yapmış falan filan...
Bu ‘özrü kabahatinden büyük’ izah karşısında söylenmesi gerekenleri söylersem nezaketimi bozmam kaçınılmaz olacak.
Bu yüzden ‘densizlik’ deyip geçiyorum.
Ama Alevileri olduğu kadar Sünnileri de rencide eden bu yaklaşım hakkında AKP Genel Merkezi’nin nasıl bir tutum izlediği ya da izleyeceği konusunu tabii ki geçemiyorum.
Ve işte buradan soruyorum:
Mustafa Kırlı hakkında herhangi bir işlem yapıldı mı?
Kırlı hálá AKP Bekilli İlçe Başkanı sıfatını kullanıyor mu?
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2005
<B>TÜRKİYE </B>Barolar Birliği Başkanı <B>Özdemir Özok</B>, aylar önce şöyle demişti:<br><br><B>‘İmam hatipte okumuş bir insanın Türkiye’de Başbakan olmasını hiçbir şekilde içime sindiremem.’ Özok’un bu açıklamasını ilk duyduğumda, bir imam hatipli olarak bende oluşan derin bir incinme duygusuydu.
Alınmıştım yani...
* * *
Oysa ‘imam hatipli kimliği’nin insanda kapanmaz yaralar açtığını inkár edenlerden olmadım.
Okulda öğrendikleriyle sokakta öğrendikleri arasında bocalayıp duran imam hatiplilerin, ‘iki dünya arasında sıkışıp kalmışlığını’, yani çaresizliğini açık yüreklilikle yazabildim.
Hem de ‘Düşmana cephane veriyorsun’ diye yapılan arkaik uyarılara hiçbir zaman kulak asmadan...
Benimki insani bir yaklaşımdı...
Ve muhatabım ne ‘En fazla imam hatibi ben açtım’ diye böbürlenen ve birbirleriyle bu konuda yarışan politikacılardı, ne de bizlere ‘kara yobaz’ diye bakan şefkatsiz kanaat önderleri...
Ben daha esaslı bir çığlık atıyordum.
Okulda başka dünya, sokakta başka dünya ile karşılaşan bir imam hatiplinin zavallı ve şaşkın ikilemlerini anlatmaya çalışıyordum...
Önce okulun dilini öğrenen, sonra da o dili sokağın diline tercüme etmeye çalışan imam hatiplinin dokunaklı öyküsü...
Anlattığım sadece buydu... Diyordum ki:
Bırakın şu çekişmeyi...
Bakın işin içinden çıkmak için hepimiz zavallı küçük tüccarlar haline dönüştük.
Sürekli kendimizi izah etmek zorunda kaldık.
Ve minicik omuzlarımızın kaldıramayacağı türden misyonların ağırlığı altında ezildik...
* * *
Özok’un ‘İmam hatipli Başbakan’ı içime sindiremiyorum’ açıklaması, işte tam da bunların üzerine olanca acımasızlığı ve anlayışsızlığıyla gelmişti...
Alışkın bir gülümsemeyle bunu da sineye çekebilirdik.
Ama öyle olmadı...
İçimizden birileri Özdemir Özok’u mahkemeye verdi...
Ve mahkeme kararı çıktı: Bunda hakaret yok, yapılan bir eleştiridir...
Şimdi hepimiz şu duyguyla dopdoluyuz:
Madem ‘içime sinmiyor’ demekte bir hakaret yok, o halde biz de gönül rahatlığıyla ‘Barolar Birliği Başkanı’nı içimize sindiremiyoruz’ diye haykırabiliriz.
Şener: Evet, melankoliğim ama sadece müzik dinlerken
‘İŞTE başarılı ve başarısız bakanlar’ diye bir liste yapmaya kalkışan gazetecinin başına ne gelirmiş öğrendim.
‘Başarılı’ bölümünde yer alanlar ‘teşekkür’ için, ‘Orta halli’ bölümünde yer alanlar hoşnutsuzluğunu bildirmek için, ‘Başarısız’ bölümünde yer alanlar da ‘teessüflerini’ iletmek için ararmış...
Ama neyse ki ‘ezber bozan’ bakanımız da var...
Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener için ‘melankolik’ ve ‘orta halli’ demiştim.
Şener aradı ve ilk sözü ben aldım:
‘Bana teessüflerinizi bildirmek için aradınız değil mi?’
‘Hayır’ dedi, ‘Ben gazetecilerin yaptıkları değerlendirmeleri her zaman saygıyla karşılar ve yararlanmaya çalışırım’.
Rahatlamıştım...
Şener devam etti: ‘Yalnız benim için melankolik demişsiniz. Evet, melankoliğim ama sadece müzik dinlerken... Özellikle de kırık havalarda iyice melankolik olurum... Ama devlet işinde tutumum farklıdır... Devlet işinde acımasız bir şekilde gerçekçi olurum.’
Maç nasıl anlatılır?
BEYOĞLU’na kravat takmadan, tıraş olmadan çıkılamadığı günlerde gazetelerimizde maçlar şöyle anlatılırmış:
‘Zeki Bey, Nihat Bey’i kıvırdıktan sonra Avni Bey’in kalesine gol attı... Bunun üzerine müessif bir hadise oldu: Ofsayt olduğunu iddia eden seyirciler hakeme ‘yuh!’ diye bağırdılar...’
Neyleyim ben kot pantolon- tişörtle çıkılamayan Beyoğlu’nu...
Ve neyleyim ben böyle maç anlatımını...
Şansal Büyüka’dan Erman Toroğlu’na, Ahmet Çakar’dan Kazım Kanat’a birbirinden çarpıcı üslupların esiri olmuş bizler için, o kibar anlatım şekerleme gibi bir şey...
Düşünsenize Erman Toroğlu şöyle konuşuyor:
‘Ahmet Dursun Bey, Luciano Bey’i kıvırırken faul yaptı. Maalesef hakem bey bu müessif hadiseyi göremedi.’
Bırrr... Aman Allah korusun...
Yazının Devamını Oku