8 Nisan 2005
SEN ta yüzyıl önce yabancı dilde beş gazetenin çıkarıldığı bir liman kenti değil misin?<br><br>Sen ta 18. yüzyılda üç tiyatroya ev sahipliği yapmadın mı? Şu tarihi kilise hemşerin Kanuni’den yadigar değil mi?
Yavuz Selim valilerinden değil midir?
Peki ne oldu sana böyle?
Tamam, biraz heyecanlısın, galeyana açıksın, tez canlısın...
Ama galeyanın en koyu halinde bile beş gencin üzerine iki bin kişiyle yürünmeyeceğini aklına getirmek durumunda değil misin?
Sen ki bağrından Nihat Genç’i çıkarmış bir kentsin, peki neden içinden ‘Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak’ diye haykıran tek bir kişi bile çıkamadı?
Tamam, bayrağı çok seviyorsun...
Ama bir dedikoduya kapılıp ortaya konulan dizginsiz öfke, o bayrağın sembolize ettiği değerleri yıkıp geçiyor, fark etmiyor musun?
Tarihine baksana: Senin kültüründe ‘linç kültürü’nden herhangi bir iz bulabilir misin?
O halde neden bu gayrimeşru kültürü bağrına sokmaya kalkışanlara karşı sesini yükseltmiyorsun?
Neden ‘Bu galeyana gelenler benden uzak olsun’ diye haykırmıyorsun?
Bir Sunay Akın tavrı bekliyoruz senden...
Ve sana Eyüboğlu kardeşleri hatırlatıyoruz...
Danışmanlara kıyak
KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un, ‘Ruslar sonradan zengin ve görgüsüz’ şeklindeki gafının, memleketin çıkarları için acilen ‘toparlanması’ gerekiyor.
Gerçi Bakan Atilla Koç, dün bu yönde iyi niyetli adımlar attı.
Ama ne yazık ki, ‘Söylediklerim şakacı zihniyetimin ürünüdür’ tarzında ‘şaka gibi’ açıklamalar yapmanın ötesine geçemedi.
Böylece ‘toparlamak’ bir yana, işin içine ‘zihniyet meselesi’ni de karıştırarak olayı büsbütün daha girift hale soktu.
Ve şimdi hepimiz, Bakan’ın ‘şakacı zihniyeti’nin ileride başka ne tür potlar kırmaya neden olacağını düşünüp duruyoruz.
* * *
Oysa durumun toparlanması için çok daha etkili ve inandırıcı çıkış noktaları bulunabilirdi.
Gerçi bu toparlama işi ‘danışmanlar’a düşer ama ‘danışmanlar’, ‘Başbakan ile hain gazeteciler arasında Çin Seddi oluşturmak’ gibi çok daha önemli ve ulvi bir görevi ifa ettikleri için böyle ‘kıytırık mevzular’a tabii ki vakit ayıramazlar.
O halde ‘iş başa düştü’ diyelim ve kendimizi feda edelim.
İşte durumun toparlanabilmesi için 5 maddelik ‘acil eylem planı’:
1- Medya çalışanlarına ‘gizli’ mektup gönderip, ‘Lütfen başınızı öne eğin ve hiçbir şey olmamış gibi yapın’ tavsiyesinde bulunmak.
2- ‘Bakan Rusların sıcak denizlere inme planlarından dem vursaydı daha mı iyi olurdu?’ şeklinde yorumlar yaparak, ‘daha kötü’sünü gösterip, ‘durum’a razı etme çalışması yapmak.
3- Bakan olmadan önce ‘en güzel küfür eden bürokrat’ olarak bilinen Atilla Koç’un, ‘bastırılmış alışkanlığı’nın gaf şeklinde açığa çıktığını söyleyerek, olayın ‘psikolojik arkaplanı’nı anlatmak. Ve tabii araya bilimsel kavramlar yerleştirerek açıklamaya inandırıcılık katmaya çalışmak.
4- Bakan’ın bu sözü ‘Ormancı’ türküsünde geçen ‘Belen Kahvesi’nin açılışında söylediğini anımsatarak, ‘Sayın Bakan açılış yaptığı mekana uygun düşsün diye böyle konuşmuştur’ diye tevil denemesinde bulunmak.
5- Antalya’da garson olarak çalışmış her Türk’ün, ‘Abi bize Alman’ın köylüsü geliyor’ ya da ‘Zengin İngilizler Yunan adalarını tercih ederken Türkiye’ye ikramiye kapmış İngiliz işçi sınıfı düşüyor’ şeklinde yorumlar yaptığını hatırlatıp, ‘Sayın Bakan halka yakın bir bakandır, bu yüzden halkımız gibi konuşmuştur’ diye açıklama yapmak.
* * *
Yanlış anlaşılmaları önlemek için belirtelim:
Yaptığımız bu ‘kıyak’ karşılıksızdır.
Sayın Bakan’dan herhangi bir randevu talebimiz yoktur.
Amacımız, son zamanlarda ‘gazeteciler’ ile ‘danışmanlar’ arasında oluşan gerginliğin giderilmesine katkıda bulunmaktan ibarettir.
Gayret bizden, tevfik Allah’tandır.
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2005
<B>GEÇEN </B>gün TMSF Başkanı <B>Ahmet Ertürk’</B>le bir akşam yemeğinde buluştuk. <B>‘Eldeki televizyonlar ne zaman satılacak? Sabah Grubu’nun satışının ayrıntılarında neler var? Star nereye gidiyor? Trilyonlara hükmeden Ertürk ne kadar maaş alıyor?’ türünden fevkalade sıkıcı mevzuları geçtikten sonra sıra edebiyata geldi. Ertürk ‘Herkes hayatının en az iki döneminde Dostoyevski okumalı’ dedi, katıldık. Nuriye Akman’ın romanı ‘Nefes’in nefes kesiciliğinden dem vurdu, onayladık. Elif Şafak’ın büyük romancı olduğundan söz etti, tasdik ettik... Sohbetin ardından James Joyce’un ‘Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ adlı ünlü kitabından ilham alarak şu başlığı çıkardım: ‘TMSF Başkanı’nın bir entelektüel olarak portresi.’
Dikkat: ‘ART’ adlı bir kanalda ‘bir yıldız doğuyor’ ve o ‘yıldız’ şu tekdüze hayatıma acayip renk katıyor. ‘Yıldız’ın adı: Mustafa Özbek. Türk Metal Sendikası’nın başkanı olan Özbek, ART kanalının resmi sahibi olma avantajını sonuna kadar kullanarak nutuklarını ekranda canlı yayınlatıyor. Bir ara Özbek’in Cumhuriyet Gazetesi’ni aldığı filan da söylendi. Bir işçi sendikasının başkanı olarak fevkalade pahalı işleri nasıl finanse ettiğini sorgulamak, ‘Mal varlığın nedir? Nereden buldun?’ türünden sorularla olaya ‘fitne-fesat’ karıştırmak istemem. Çünkü ‘adamım’ Özbek’e kıyamam. Neden mi? Şu yavan siyaset ortamında yaptığı konuşmalarla ‘yaşamdan en keyifli dakikalar’ geçirmeme yardımcı olan başka bir isim yok da ondan. Gelin hep birlikte ‘adamım’ın nutuklarını inceleyelim: Bir ‘Türkmenbaşı’ edasıyla kürsüye çıkıyor, bir Türkeş edasıyla ‘Ne mozaiği ulan’ı fersah fersah geçen mesajlar veriyor, ‘AB imamlarımızın hutbelerine bile karışıyor, bunlar dinimizi değiştirecek’ diyerek Erbakan’ı bile solluyor, ‘Satılmış medya’ diye bağırarak alkışı kapıyor, Türklerin tam beş yüz devlet, iki yüz imparatorluk kurduğunu öne sürüyor, Fener Rum Patriği’nin ekümenik olma isteğine karşı çıkarken ‘ekümenik’ sözcüğünü yanlış telaffuz ediyor, Kıbrıs yerine ‘Gıbrız’ diyor, hükümetin düşmesi için dinleyicileri toplu duaya çağırıyor falan filan. Kısacası ‘hayatıma biraz renk gelsin’ diyenler için kaçırılmayacak bir eğlence fırsatı.
‘Amerikan korku filmlerinde çok sık kullanılan klişeler’ konusuna merak sardıysanız, Robert De Niro’nun başrolü oynadığı ‘Saklambaç’ filmi sizin için bulunmaz nimet. Filmi Maçka G-Mall’da izlerseniz, aynı zamanda ‘Türk tiki kızlarının ve erkeklerinin tuhaf davranışları’ konusunda da epey zengin gözlem fırsatı bulabilirsiniz.
Yer: The Marmara Oteli’nin Kafe’si... Masalardan birinde Hilmi Yavuz, iki ‘müptedi’ ile sohbet ediyor. Bir diğer masada dergi çıkarmaya niyetli iki genç, İsmet Özel’in önerilerini alıyor. Bir başka masada Attila İlhan, Anadolu’dan yeni gelmiş iki politika meraklısı okurunu ‘Türkiye’yi bekleyen tehlikeler’ konusunda bilinçlendiriyor. Diğer masalara ise orta ölçekte yazarlar, ünlü ünsüz şairler, konu arayan sinema yönetmenleri, tanınmış dizi oyuncuları ve anlı şanlı gazeteciler dağılmış durumda... Ve zaman: Sıradan bir perşembe öğleden sonrası. Hey Kültürazzi, uyuyor musun?
Urfa Milletvekili Faruk Bayrak, AKP’nin ‘kimlik bunalımı’ tavan yapmış milletvekili olarak kayıtlara geçmiş durumda. Nasıl geçmesin ki? Alfa ve Everest Yayınları’nın sahibi olan Bayrak’ın son bir ayda yayınladığı kitaplara bakalım: Atatürk’ün ‘Nutuk’u, Hıncal Uluç’un ‘breh... breh’li köşe yazılarından oluşan kitabı, bir travesti dedektifin maceralarını anlatan M.M. Somer imzalı romanlar, Ahmet Arif’in ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ adlı efsane şiir kitabı, konusu ‘El Kaide’ olan birkaç çeviri kitap... Şimdi soru şu: Faruk Bayrak kimlik krizinden nasıl kurtulur?
‘Eski solcu’ bir arkadaşım, ANAP Kongresi’ni izlerken eski bir komünist marştan esinlenerek şu sloganı bulmuş: ‘Erkan Mumcu’nun işaretiyle ayaklandı Anavatan.’ Hemen sordum: ‘Esinlendiğin marştaki dize nasıldı?’ Cevabı şu oldu: ‘Lenin’in işaretiyle ayaklandı Partizan...’
Geçen gün Ziya Şark Sofrası’nın sahibi Ramazan Bingöl’le karşılaştım. Kendisine dedim ki: ‘Ziya Şark Sofrası yerine Safran’a gidiyorum diye bir gazeteye ‘Özüne dön Ahmet Hakan’ şeklinde demeç vermişsin. Kebap yemekle öze dönüş arasında ne tür bir ilinti var Ramazan?’ Şöyle bir baktı, ciddi olmadığımı görünce hemen bir projeden söz etti: ‘Bir gazete beni Safran’a götürüp orada röportaj yapmak istiyor, hadi sen de gel, acayip etkileyici bir fotoğraf olur.’ Yüzüne ters ters baktım ve hiçbir şey demedim.
Papa’nın ölümü Mehmet Ali Ağca’dan sonra en çok Roma’da yıllardır ‘dinler tarihi’ konusunda öğrenim gören NTV Roma muhabiri Lütfullah Göktaş’a yaradı. Çocukluk arkadaşım Lütfullah, Papa’nın ölümüyle ilgili ayrıntıları bir muhabirden öte ‘yetkin bir uzman’ olarak anlattıkça ne yalan söyleyeyim göğsüm kabardı.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2005
<B>BAŞBAKAN’</B>ı eleştirmek yerine etrafındakileri eleştirmeyi tercih edenleri analiz eden <B>‘Başbakan süper, suç danışmanda’</B> başlıklı yazıma gazeteci <B>Nazlı Ilıcak’</B>tan yanıt geldi. Ilıcak mektubunda hem bana cevap veriyor, hem de Başbakan Erdoğan ile danışman Ömer Çelik’le ilgili düşüncelerini anlatıyor.
Ilıcak’ın daha önce hiçbir yerde okumadığım bu görüşleri, hiç kuşkusuz ‘haber değeri’ taşıyor.
Bu nedenle ‘noktasına, virgülüne dokunmadan’ yayımlıyorum:
***
Sayın Ahmet Hakan.
Sözlerinizin bana yönelik olduğu anlaşılıyor. Zaten siz de belli ki benden cevap bekleyerek bu satırları kaleme aldınız.
1- Ben Tayyip Erdoğan’ı eleştiremediğim için çevresini eleştirmiş değilim. Çünkü Tayyip Erdoğan’ı başarılı buluyorum. Çevresindeki birkaç isme yönelik eleştirilerim doğrudan doğruya onlarla ilgilidir. Zaten yazdıklarımın benzerleri AK Parti içinde birçok kişi tarafından seslendirilmiş, Tayyip Erdoğan’a yakın/uzak bazı gazeteciler de dile getirmiştir.
2- Gerektiğinde, Başbakan’ı eleştirmekten hiç ama hiç çekinmem. Tıpkı, Devlet Başkanı Evren’i (12 Eylül’de), Cumhurbaşkanı Demirel’i (28 Şubat’ta), Başbakan Turgut Özal’ı, Mesut Yılmaz’ı ve Tansu Çiller’i en güçlü zamanlarında eleştirmekten çekinmediğim gibi. Hiçbir zaman ‘Ben sana destek verdim, bedel öde’ gibi küçük hesap içine de girmem, girmedim. Tayyip Erdoğan, her istediğimde bana randevu vererek, gerekli nezaketi zaten her zaman gösterdi. Şu anda da bir randevu talep etmiş ve cevabını almamış durumda değilim. Dolayısıyla bir beklentim karşılanmadığı için çevresindeki 3 ismi eleştirmedim. Sadece genel bir kanaati sütunuma taşıdım.
3- Tayyip Erdoğan’a hiçbir zaman mülákat bahanesi ile gidip, gazeteci kimliği altında iş takip etmedim. Tercüman’ın ilk çıktığı günden beri, mevcut olan ve daha sonra karşılaştığımız bazı sorunları onunla daima paylaştım. Ayrıca bugün AK Parti’nin ve Tayyip Erdoğan’ın bu ülke için faydalı olduğunu düşünmesem, desteğimi de sürdürmem.
4- Bütün gelişmelerde beni üzen ancak bir nokta olabilir. Samimiyetimizin Tayyip Erdoğan tarafından sorgulanması. Belli ki eleştirdiğimiz çevre, ‘fikir’ değil ‘fitne’ üreterek şu mesajı veriyor: ‘Bizim yerimiz sağlam. Bize karşı ağzını açanı pişman ederiz.’ Tek başına bugünkü durum dahi, haklılığımızı bir kere daha ortaya koyuyor. Çünkü söylediğimiz gibi gerçekler, maalesef ‘prizma’dan kırılarak ancak yerine ulaşabiliyor. Herkes, ‘başımıza iş gelebilir’ endişesiyle susmayı tercih ediyor. Başbakan’a açıkça soruyorum: ‘Mülákat bahanesiyle gelip, sizi bir emr-i vakiyle karşı karşıya bıraktım mı? Randevu aldığımız konu dışında, başka bir konu hakkında sizinle görüştüm mü?’
Sevgili Ahmet Hakan.
Ben, gücümü şahsi itibarımdan ve dik tavrımdan alırım. Birileri gibi, bir siyasi güce dayanarak veyahut sürekli aynı fotoğraf karesinde görünerek ‘adam’ olmaya veya ‘bakan’ olmaya hiç çalışmadım. Mesleğimde ulaştığım maddi/manevi seviye, daima siyasi bir partideki konumumdan değil, şahsi kabiliyet ve birikimimden kaynaklandı. Başkalarını, onları susturmak için karalama küçüklüğüne ise hiç düşmedim.
Ne küçük dağları, ne de büyük dağları yarattım. Çünkü alçakgönüllülüğün en büyük meziyet olduğunu bilenlerdenim.
Nazlı Ilıcak
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2005
<B>TÜRK </B>siyasetinde adet böyledir işte...<br><br>İktidarı mutlak biçimde elinde tutan güce karşı eleştirilerini haykırabilecek cesarete sahip olamayanlar, o gücün yanı başındakileri hedef almayı tercih ederler. ‘Başbakan çok iyi ama ah o etrafındakiler’ geyiğidir bu.
Bunun adı kaçak güreştir, etrafı dolanmaktır, ürkekliktir, yumruk yerine tırmalamayı tercih etmektir...
Etrafındakileri belirleme konusunda yüzde yüz söz sahibi olan bir başbakan, en fazla etrafındakilerin yapıp ettiklerinden sorumlu değil midir?
O halde Başbakan yerine ‘etrafındakiler’ ile bu uğraş ne diye?
‘Başbakan’ı eleştirirsek bize küser, kapıları kapatır, bir daha yanına yaklaştırmaz, en iyisi danışmanını, özel kalem müdürünü filan eleştirelim, böylece hem Başbakan’la aramız açılmaz, hem de rahatsızlıklarımızı ifade etmiş oluruz’ yaklaşımı mı sergilenmektedir?
Eğer yaklaşım buysa, işin ahlaki tarafı nerededir?
***
‘Başbakan süper ama ah etrafındakiler’ demek aslında acayip riskli bir yaklaşımdır. Çünkü ‘süper’ bulunan Başbakan, kıyasıya eleştirilen ‘danışman’ı yanına alıp, size ve sizin gibilere dönerek, ‘Ben sizin sekreteriniz değilim, öyle her aradığınızda bana ulaşamazsın, danışmanlarıma sonuna kadar güveniyorum’ dediğinde söyleyecek hiçbir şey bulamazsınız.
Başbakan’ı eleştirmeye kalksanız, o zaman size ‘Hani Başbakan süperdi’ diye sorarlar.
Yeniden danışmanları eleştirmeye kalksanız, o zaman da danışmanlar, ‘Biz de süperiz, inanmazsanız Başbakan’a sorun’ diye posta koyarlar.
Ve size susmak dışında bir seçenek kalmaz.
Hele Başbakan, ‘danışman savunması’nı biraz daha ileri götürüp, ‘Bana gazeteci kılığında gelip ihale istiyorlar’ filan gibi fevkalade ciddi suçlamalar getiriyorsa, işte o zaman yandı gülüm keten helva! Bu nedenle artık ‘Başbakan süper ama ah o etrafındakiler’ geyiği bir tarafa bırakılmalıdır.
Çünkü bu geyik, hem ahlaki değildir, hem de alabildiğine risklidir.
***
Sakın ‘Ama kardeşim, ben onların en zor zamanlarında yanlarında yer aldım, evimde ağırladım, kimsenin yanlarına yaklaşmadığı dönemlerde onları Türkiye’nin önemli şahsiyetleriyle tanıştırdım’ filan demeye de kalkmayın.
Çünkü bu yaklaşımın da iler tutar yanı yoktur. Çünkü başbakan ve etrafındakilerin, böyle bir yaklaşım karşısında ‘Bana ne kardeşim, destek vermeseydin. O gün bana böyle bir destek verdin diye şimdi ben sana bedel ödemek zorunda mıyım?’ der ve siz yine ne söyleyeceğinizi bilemez duruma düşersiniz.
Yani burada da yaman bir ikilem karşınıza çıkar ve size şunu sorarlar:
Anti-demokratik uygulamalara maruz kalmış bir siyasetçiye demokrat kimliğinizin gereği olarak mı destek verdiniz yoksa o siyasetçinin ikbal günlerinden faydalanmak için mi?
AÇIKLAMALISINIZ
FATİH Altaylı’nın, Başbakan Erdoğan’la röportajında söz dönüp dolaşıp gazeteci Nazlı Ilıcak’ın ‘Başbakan’ın etrafında Çin Seddi oluşturan danışmanlar var’ eleştirisine gelmiş.
Erdoğan işte tam bu sırada karşısındaki Ömer Çelik’i işaret etmiş ve ‘İşte Çin Seddi’nin mimarı’ demiş...
Ömer Çelik de bunun üzerine söze girip şöyle bir kelam etmiş:
‘Birisi beni eleştiriyor. Küçük dağları yaratmışım gibi dolaşıyormuşum. Tekzip edeceğim. Sadece küçük değil, büyük dağları da ben yarattım diyeceğim. Söylesinler bakalım Başbakan’a ulaştıklarında hangi taleplerde bulundular.’
Ben bu açıklamadaki ‘Sadece küçük değil büyük dağları da ben yarattım’ bölümündeki ‘itikadi’ soruna takılmadım, ‘Bir kızgınlık anında söylenmiştir’ ve ‘espridir’ filan deyip geçtim.
Ama ‘talep’ iddiası çok ciddidir.
Hem Başbakan’ın, hem de Ömer Çelik’in şu ‘talep’ konusuna açıklık getirmeleri boyunlarının borçlarıdır.
Ya açıklamalıdırlar, ya da neden açıklamadıklarını açıklamalıdırlar.
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2005
<B>İŞTE </B>size önemli bir soru:<br><br><B>Tayyip Erdoğan</B>, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı <B>Nuri Ok</B>’un yaptığı zehir zemberek açıklamalar karşısında mı öfke duymuştur, yoksa <B>Erkan Mumcu</B>’nun ANAP Kongresi’nde yaptığı ağır eleştirilerden mi? Ya da soruyu şöyle soralım:
Yargıtay Başsavcısı’nın, ‘Köktendinciler devlete sızmıştır, amaçları devleti ele geçirmektir’ şeklindeki herhangi bir hukuki veriye dayanmayan açıklamaları mı Erdoğan’ın pozisyonunu zayıflatır, yoksa Erkan Mumcu’nun ‘din-iman-irtica’ eksenine hiç girmeden yaptığı ağır ve etkili eleştiriler mi?
Bu soruların yanıtı bellidir:
Yargıtay Başsavcısı yaptığı çıkışla aslında Erdoğan’a hizmet etmiştir. Erkan Mumcu ise yaptığı muhalefetle Erdoğan’ı acayip rahatsız etmiştir.
* * *
Ne demek istediğimizi biraz açalım:
Tayyip Erdoğan’ın ‘büyük dindar kitle’ ile kurduğu büyülü bir ilişki var ve bu ilişki bu zamana kadar büyüsünü bozmadan devam etti. Oysa ‘büyü’nün bozulmasını sağlayacak nice olay yaşandı. Ne ‘kadim’ türban sorunu çözüldü, ne de imam hatip sorunu.
Buna rağmen aradaki bağ, kopmaz ve sarsılmaz biçimde devam ediyor. İşte bunun en önemli nedeni, Yargıtay Başsavcısı’nın yaptığı türden çıkışlardır. Çünkü ‘din-iman-irtica’ ekseninden yapılan eleştirilerin tümü, Erdoğan ile ‘büyük dindar kitle’ arasındaki ilişkiyi pekiştirmekten başka hiçbir işe yaramamaktadır.
Oysa bu ‘yapay bağ’ın kopmasını sağlamak ve bu anormal duruma bir son vermek gerekir. Bunun yolu da hiç kuşkusuz normalleşmekten geçer.
Erkan Mumcu’nun çıkışına bu açıdan baktığımızda görünen şudur:
Mumcu, Erdoğan’ı ve hükümeti ‘din-iman irtica’ ekseninden eleştirmek yerine, ‘birikimsizlik, deneyimsizlik, iş bilmezlik’ ekseninden eleştirmiştir.
İşte bu açıdan yeni dönemde Erdoğan’ın belalısı Yargıtay Başsavcısı değil, Erkan Mumcu olacaktır.
Nisan zulmü
FERDİ Tayfur’un ‘Yine mi nisan yağmurlarında ıslanacağız’ şarkısından bir tutam alalım...
Üzerine sos olarak büyük şair T.S. Eliot’un ‘Çorak Ülke’ şiirinin ilk mısrasını, yani ‘Nisan ayların en zalimidir’ini ekleyelim...
Ve en sonunda İsmet Özel’in ‘Mevsimlerin İnsanlara Yaptığı Fenalıklar’ adlı şiirini boca edelim...
Ortaya çıkan ‘karışım’, ruh halimin özetidir.
Çünkü tam da ‘erik ağaçlarının açacağı çiçekler’e kendimi hazırlamışken feci bir soğuk başıma tebelleş oldu.
Kaldırdığım kalın kazakları, paltoları filan yeniden ortaya çıkarmaya üşendiğimden içime işleyen soğuk beni yataklara düşürdü. Ve hepsinden fenası, bir cumartesi öğleden sonrasını, en şapşal yayınların yapıldığı televizyon karşısında geçirdim.
Nisan... Gerçekten ayların en zalimiymiş...
BİR KAMPANYA ÖNERİSİ
HABERTÜRK’ün ‘Basın Kulübü’nde İsmet Özel’in ‘Allah Türkleri üstün yaratmıştır’ ya da ‘Nöbette uyuyan askerin kurşuna dizildiği bir ülkede yaşamak istiyorum’ şeklindeki görüşlerini dinledikten sonra...
Milli Gazete’de Attila İlhan’la yapılan röportajda, ‘Gazi’ye yapılan suikastta İngilizlerin parmağı olduğu kesindir’ şeklinde ‘parmak ısırtan’ cinsinden komplo teorilerini okuduktan sonra...
Türk düşünce hayatına ve tabii ki Türk edebiyatına katkıda bulunmak için bir kampanya başlatılması zorunlu hale gelmiştir.
Kampanyamızın ana sloganı şudur: ‘Attila Baba, İsmet Abi... Ne olur sadece şiir yazın.’
Haydi pek yaman fikirler karşısında aklı karışanlar...
Haydi pek sıkı şiirler okumak isteyenler...
Görev başına...
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2005
<B>SAKIN </B>ülkemizdeki derin <B>‘muhalefet boşluğu’</B> nedeniyle kaygıya filan kapılmayın. <br><br>O boşluk dolduruluyor. Hem de bizzat hükümetimiz tarafından.
Hem de hakkı verilerek.
Hatırlayalım:
Ankara’nın eski valilerinden Nevzat Tandoğan, solculuk yapmaya kalkan gençlere, ‘Bu memlekete komünizm gerekirse biz getiririz, size ne oluyor’ diye çıkışarak tarihe geçmiş ve siyasi literatürümüze ‘Tandoğan kompleksi’ adı altında bir hastalık armağan etmişti.
Hükümetimiz işte bu hastalığın pençesinde kıvranıyor.
‘Bu memlekete muhalefet gerekirse biz yaparız’ yaklaşımıyla hastalığın tüm semptomlarını ortaya koyuyor.
Olayın cereyan şekli şöyle:
Önce tartışmalı bir icraat, ardından yoğun tepki ve sonunda geri adım.
Sonuç: Müthiş bir yıpranma ve aşınma.
* * *
Şu garabete bir bakın:
Yeni Türk Ceza Yasası tartışması aldı başını gitti.
Günlerdir gazetelerde, televizyonlarda bu yasa nedeniyle hükümete söylenmedik kalmadı.
Kimi çıktı ‘Dikta özlemi’ dedi, kimi ‘Avrupa hedefinden sapma’ yorumunu yaptı.
Gazeteciler ‘koğuş arkadaşları’nı bile belirlemeye başladılar.
Ve bu ağır yıpratma sürecinde hükümet yetkililerinden bırakın ‘Bakarız, düzeltiriz’ tarzında herhangi bir rahatlatıcı açıklamayı, tartışmaları daha da alevlendirecek, eleştirileri daha da artıracak ‘geri adım atmama’ sinyalleri geldi.
Böylece yıpranma tavan yaptı, karizma çizildi, hükümete karşı en ılımlı çevrelerde bile kuşkular belirdi.
Ve günün sonunda ne oldu? Ne olacak? Tabii ki o ‘geleneksel geri adım’ atılıverdi.
Hem de 1 Nisan’a saatler kala.
‘Tandoğan kompleksi’ni bilmesek, ‘Madem geri adım atacaktınız, neden bunu tartışmanın en başında yapmadınız?’ diye sorardık.
* * *
Diyeceğimiz şudur:
- Hangi karikatürist beni nasıl çizmiş diye takibata geçerek...
- ‘Ne! Demek o yazar da beni eleştirdi. Tamam, onun da ismini çizdim’ yaklaşımıyla ‘düşman gazeteci’ listesini kabartarak...
‘- İstanbul’un göbeğinde polisin kadınlara karşı cop kullanması yanlıştır, sorumlular cezalandırılacaktır’ demek yerine, ‘Gösteri yasadışıydı, 6 Mart Kadınlar Günü değildi, Avrupa’da da polis copluyor’ diyerek...
- Milletvekillerinizi küstürüp kaçırarak...
Yani durup dururken öyle güzel krizler çıkarıyor ve kendi kendinize öyle etkili bir muhalefet yapıyorsunuz ki, neredeyse ‘Bu hükümetin kendine muhalefeti, icraatından bile daha etkili birader’ diyeceğiz.
Dene ve gör
ESKİLER hep anlatır:
Demokrat Parti zamanında Bölükbaşı’ya oy yağdıran Kırşehir, Menderes eliyle ‘ilçe’ yapılarak cezalandırılmış.
Bence arkaik bir cezalandırma yöntemi bu.
Bu çağda artık daha ‘incelikli’ ve ‘şık’ cezalandırma yöntemleri bulunmalı.
Mesela, şöyle bir cezalandırma yöntemine ne dersiniz?
Diyelim ki bir il ya da ilçeye ceza kesilmesi gerekiyor.
Oraya derhal Orhan Pamuk’un kitaplarının yakılması talimatını veren Isparta’nın Sütçüler İlçesi Kaymakamı Mustafa Altınpınar ile üzerinde Türk ve Alman bayrakları bulunan pastanın Türk bayrağı bölümünün kesilmesini milli haysiyetimize aykırı bulan Erzurum Cumhuriyet Başsavcısı Kadir Yılmaz tayin edilir.
Böylece o il ya da ilçe halkının nedamet duyup tövbe etmesi garanti altına alınmış olur.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2005
<B>HADİ Göksal Küçükali’</B>yi anladık, yolsuzluk iddiasıyla sıkışmıştı; partiyi bırakıp gitmesinden başka çaresi yoktu. Miraç Akdoğan’ı da anladık, Erkan Mumcu’nun kontenjanından partiye girmişti, Mumcu’nun gidişiyle onun gitmesine de kesin gözüyle bakılıyordu.
Peki ya diğerleri?
Diğerleri için ne deniliyor?
Mesela Mehmet Erdemir için, ‘O MHP kökenliydi, ayrılması ideolojik nedenlere dayanıyor’ mu deniliyor?
Mesela Reyhan Balandı için ‘Teşkilatla sorun yaşadı, zaten uyumsuz bir isimdi, gitmesi doğal’ mı deniliyor?
Tamam, bunlara da eyvallah...
Ya Serpil Yıldız?
Onun için ne denilecek?
DSP’den geldiği, Meclis Başkanlığı’na ‘izinsiz’ aday olduğu falan mı söylenecek?
Hadi Serpil Yıldız’ın kişisel tarihinden fevkalade işe yarar ‘uyumsuzluk’ gerekçeleri bulundu, peki ya AKP ileri gelenleriyle aynı siyasi çizgiden gelen Ömer Abuşoğlu’nun istifasına ne denilecek?
Erzurum’da kurucu il başkanlığı görevi verilen, yine AKP ileri gelenleriyle aynı çizgiden gelen İbrahim Özdoğan’ın istifasına nasıl bir yorum yapılacak?
* * *
Olayın özü şudur:
Bu zamana kadar ‘Biz bunları yanlış tanımışız, umduğumuzu bulamadık’ diye feryat eden ‘yabancı unsurlar’ partiyi terk ediyordu, şimdi ise ‘İmam-hatip sorunu bile çözülemedi, çiftçi perişan’ diyen sürpriz isimler...
Ve işte AKP’yi bekleyen en büyük tehlike buradadır:
Bir yandan farklı siyasi çizgilerden gelen ve ‘toplumsal mutabakatı’ temsil eden isimler kaçıyor, bir yandan da aynı siyasi çizgiden gelenler.
Ve hepsi müthiş şikáyetçi... Hepsi müthiş kızgın...
* * *
Şimdi AKP’de ne ‘Giderlerse gitsinler’ havası var, ne de ‘Oh ne güzel! Sepetteki çürüklerden kurtuluyoruz’ neşesi.
Yaşanan tam bir şaşkınlık hali.
AKP’liler arasında ‘Ne! Ömer Abuşoğlu da mı istifa etmiş? Olamaz’ ya da ‘İbrahim Özdoğan’ı bile istifadan vazgeçiremedik, neler oluyor?’ tepkileri yükseliyor.
İşin daha da vahimi olay kontrolden çıkmış durumda.
Partide hiç kimse yarın kimin istifa edeceğini bilmiyor.
Herkes sürprizlere sonuna kadar açık bir şekilde bekliyor.
* * *
Partide herkes ‘Neden istifa ediyorlar?’ meselesine kilitlenmiş durumda...
Kulislerde, özel görüşmelerde gerekçeler art arda sıralanıyor:
1- Teşkilatlarla sorunları var.
2- Parya muamelesi gördüklerine inanıyorlar.
3- Partide kendilerine bir gelecek görmüyorlar.
4- Başbakan’ın yakın çevresindeki bazı isimlere tepki gösteriyorlar. Yakın çevrenin elinde tuttuğu ayrıcalıklara isyan ediyorlar.
5- Tek başına iktidarda olan partinin ‘değersiz bir milletvekili’ olmaktansa, yeni bir açılım umudu taşıyan Erkan Mumcu liderliğindeki ANAP’ta ‘en değerli’ olmak istiyorlar.
6- Kendilerini bir ideal uğrunda bir araya gelmiş gibi hissetmiyorlar.
7- 2 Nisan’daki ANAP Kongresi’ne kadar istifa ederek, ANAP’ta önemli bir makam elde etmek istiyorlar.
8- Umutsuzlukları o kadar artmış durumda ki, AKP’nin Kızılcahamam toplantısına katılmak istemiyorlar. Kızılcahamam platformunun sorunları çözeceğine inanmıyorlar.
* * *
Sorun büyük ve önemli.
Ama tabii ki bu bir ‘tükeniş hali’ değil.
AKP gibi sandıktan çok güçlü çıkmış bir partinin ‘tükenişi’ tabii ki öyle birkaç milletvekilinin kopuşuyla gerçekleşmez.
Bu bir ‘alámet belirmesi’dir.
Ancak...
AKP liderliğini yönlendirenler, ‘ağır mağrur’ bir havayla, etraftaki herkesi ‘iktidar gücü karşısında eğilmek zorunda olan zavallı ve çıkarcı mahluklar’ olarak görmeye devam ederlerse, tükeniş kaçınılmaz olacaktır.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2005
<B>MİLLİ </B>galeyan halinden en anlamlı şekilde vazife çıkararak, <B>‘Gün bütün televizyonlarımızın bayrak asma günüdür, arş yiğit televizyonlarım, vatan imdadına’</B> diye ferman buyuran RTÜK Başkanı <B>Fatih Karaca</B>, yaptığı bu eylemle <B>‘milli çıkar’</B> konusunda ne kadar duyarlı olduğunu kanıtlamış ve ulusça hepimizin göğsünü kabartmıştır. Sağ olsun, var olsun...
Kendileri bütün televizyonlara bayrak astırarak, o iki velede ve 18 yaşındaki -yani yeteri kadar büyük- tahrikçiye en güzel yanıtın verilmesine katkıda bulunmuşlardır.
Medyunu şükranız.
Gerçi ‘al sancağımız’, tam iki gün boyunca, ‘prensini arayan örnek Türk kızı’ndan en babasından ‘gelin kaynana zırıltısı’na, ‘erkeğinin ayaklarını yıkayan güzide Türk gelin adayı’ndan ‘üçüncü sınıf pavyon ortamı’na, bilumum rezillikler ve kepazelikler üzerinde dalgalanmak talihsizliğini yaşamıştır ama olsun.
Sonuç olarak o bayrak dalgalanmıştır ve bu da Fatih Bey sayesinde gerçekleşmiştir.
Minnettarız.
* * *
Ancak...
Kahraman milletimizin yiğit evladı Fatih Bey, kısa bir süre öncesine kadar kendisini bekleyen bir başka ‘milli görev’ konusunda, şu ‘bayrak asma’ olayı kadar atak davranmamış ve bu durum bizlerde derin hayal kırıklığına yol açmıştır.
Bir Genelkurmay bildirisine mi ihtiyaç duydu, yoksa hükümetle arayı bozmak mı istemedi, bilemiyorum, ‘Günahı boynuna’ deyip geçiyorum.
Fatih Bey’in diklenmesine ve bir yiğitlik yapmasına ihtiyaç olan olay şuydu:
TMSF’nin elindeki medya organlarının yabancıya satışı...
Hani Nevzat Yalçıntaş Hoca, yanına 4 AKP’li milletvekili alarak, Meclis’te aslanlar gibi çarpışmış, ancak CHP’lilerin Meclis’e gelmemesi nedeniyle yeterli desteği bulamamış ve vuruşarak çekilmek zorunda kalmıştı.
Hah, işte o yasa...
Mersin’deki olay karşısında en derin hisler içine giren Fatih Bey’in bu yasaya karşı kendini kaybetmesi beklenirdi.
Fakat heyhat!
Bırakın kendini kaybetmesini, ‘tık’ bile demedi.
* * *
Peki neden kendini kaybetmeliydi ‘yiğit’ ve ‘aslan’ Fatih Bey?
Çünkü bu olay, hem Fatih Bey’in görev ve yetki sınırlarının tam odağındaydı, hem de kendisine acayip ve şahane bir milli şahlanış imkánı sunuyordu.
Efendim, olay şuydu:
TMSF’nin elindeki altı ulusal kanalın yüzde yüzü yabancıya satılırsa, ülkemize yayın yapan tamamı yabancıların kontrolünde televizyon kanalları olacak.
Ve AKP’li bir milletvekilinin esaslı iddiasına göre, yüzde yüzü yabancıların kontrolünde olan bu televizyon kanallarının denetimi konusunda ihtilaf çıkacak.
Çünkü ‘Tahkim Yasası’ nedeniyle ülkemizde faaliyet gösteren ‘yabancı şirketler’le ‘Devlet kuruluşları’ arasında herhangi bir ihtilaf meydana geldiğinde uluslararası tahkim kurulları devreye giriyor.
Bu nedenle RTÜK’ün yabancıya giden televizyonları denetlemesi öyle kolay olmayacak.
Bu televizyonlara verilecek cezaların uluslararası mahkemelere taşınması söz konusu olabilecek.
En azından böyle bir iddia ve dahi böyle bir tehlike mevcut.
* * *
Bunun anlamı şudur:
Fatih Karaca Bey, eğer yabancıya satışlar gerçekleşirse, ülkemizde yayın yapan bazı televizyon kanallarına, bırakın öyle ‘Arş yiğitler vatan imdadına’ filan diyerek bayrak astırmayı, ‘Ulusal çıkarlarımıza aykırı yayın yaptın, sana ceza veriyorum’ bile diyemeyecek.
O halde Mersin’deki iki veledin ve 18 yaşındaki tahrikçinin yaptığı karşısında galeyana gelen Fatih Karaca Bey’in, böyle bir tehlike karşısında neden sessiz kaldığını sormak hakkımız değil midir?
* * *
Son merak notu daha:
Memleketimizin provokasyona açık olduğu göz önünde bulundurulursa, Mersin’dekine benzer bir provokasyon vuku bulduğunda, Fatih Karaca Bey, ‘yüzde yüzü yabancıların kontrolü’ndeki televizyonlara nasıl seslenecek?
Onlara da ‘Arş yiğitlerim’ mi diyecek?
Diyelim ki dedi. Diyelim ki onlar da ‘As kurtul’ anlayışıyla şanlı bayrağımızı ekranlarının bir köşesine yerleştirdiler.
Peki ortaya çıkan kelimenin tam anlamıyla bir ‘garabet’ olmayacak mı?
‘Yiğit’ ve de ‘aslan’ Fatih Bey ne buyururlar?
Yazının Devamını Oku