Ahmet Hakan

Bilderberg ağıtı

12 Mayıs 2005
<B>HEY </B>gidi hey!<br><br>Ne sihirli bir sözcüktün sen ey <B>‘Bilderberg’! Uzun ve karmaşık süreçleri açıklamak için sesimize şöyle bir gizem katar, ‘Bilderberg’ diye fısıldar ve işi bitirirdik.

Aslında sadece sen yoktun:

‘Yuvarlak Masa Buluşmaları’na da kafayı takmıştık, ‘Tapınak Şövalyeleri’ne de...

Her taşın arkasında Siyonist aramış; ‘Mason’ ve ‘Farmason’ olayıyla epey süre idare etmiştik.

Ama bu süreç içinde senin yerin bir başkaydı be ‘Bilderberg’!

Ne işe yarar, ne kullanışlı bir kavramdın sen...

Adının arkasına o kadar çok şey sığdırmayı başardık ki...

***

Bizim için ‘başarısızlık’ ya da ‘beceriksizlik’ diye bir şey yoktu.

Çünkü sen vardın.

Bir işi elimize yüzümüze mi bulaştırdık?

Hemen sen gelirdin aklımıza.

Bir üslupsuzluk yaparak her şeyi rezil mi ettik?

Hemen adın devreye girerdi.

Bütün yenilgilerimizin, başarısızlıklarımızın, beceriksizliklerimizin, yetersizliklerimizin, salaklıklarımızın biricik bahanesi olmuştun.

Düşünsene: Dünyayı seninle açıklıyorduk.

Yılda bir kez dünyanın en zengin ve en etkili adamlarını bir araya getiriyordun ve toplantıda konuşulanlar gizli kalıyordu ya...

İşte bu durum bizi acayip tahrik ediyordu...

Yeryüzünün bütün casusluk kitapları birleşse, senin için kurduğumuz hayallerle baş edemezdi.

‘Dünya, Bilderberg toplantılarında alınan kararlar doğrultusunda yönetilir’ diye inanıyorduk.

Toplantılarda, ‘Hey sen! Nikaragua’daki darbeyi tezgáhlama görevi senin’ ya da ‘Senin görevin Corc, El Salvador’daki seçimlere hile karıştırmak, yakalanırsan seni tanımayız’ gibi talimatların havada uçuştuğuna çocuksu bir saflık içinde ikna oluyorduk.

***

Sen ne muhteşem bir şeydin ey ‘Bilderberg’!

Kim ki senin toplantılarına katılır, artık onun için karada ölüm yok diye düşünürdük.

‘Bilderberg’e katılan adamın önü açılır.’

Bizim için tek gerçek buydu...

Mesela Sedat Ergin, Milliyet’in başına mı geçti?

Hemen büyük sırra vakıf olmuşlara özgü bir ağırbaşlılık içinde, sadece şunu söylerdik: ‘Bilderberg’in etkisi...’

Bu kadarı yeter de artardı bile.

Ama Bilderberg’e katıldığı halde zavallı Mehmet Ali Bayar’ın kariyerinde ‘DYP’den istifa etmek’ dışında bir hareket olmamasına hiç değinmezdik.

Çünkü orada teori, pratiğe uymuyordu ve yapmamız gereken ‘hiçbir şey yokmuş gibi yapmak’ idi.

***

Ve işte olanlar oldu...

Bir gün AKP adında bir parti, memleketimizde tek başına iktidara geldi.

Ve bu partinin tam içinden gelen, eşi başörtülü genç Bakan Ali Babacan, tuttu ‘bütün kötülüklerin anası’ Bilderberg toplantılarına katıldı!

Üstelik toplantıdan sonra da ‘Bu Bilderberg’in öyle abartılacak bir tarafı yok. Oturup fikir alışverişi yaptık. Ben Türkiye’yi tanıtan bir konuşma yaptım. Çok faydalı oldu’ mealinde bir açıklama yaptı!

Ve işte o gün bugündür ne diyeceğimizi şaşırdık.

Her Bilderberg’e katılanı ‘Bilderbergci’ diye aşağılayan bizler, Ali Babacan için ‘Bilderbergci’ filan diyemedik.

Başımızı öne eğdik, sesimizi kestik.

Ve artık hiçbir işe yaramıyorsun ey ‘Bilderberg’.

Seni kaybettik ve senin için ağıt yakıyoruz.
Yazının Devamını Oku

Bu kez şikáyetim ‘Telegol’den değil

11 Mayıs 2005
<B>‘BEN demiştim’</B> demekten nefret etmeyenlerden olduğum için gururla ve açık sözlülükle ifade edebilirim: Ben demiştim!

‘Telegol’ü şikáyetimdir’ diye bir yazı yazmıştım...

Şu Serhat Ulueren denilen arkadaştaki tuhaf ve gergin potansiyele işaret etmiştim...

‘Kendini programın kralı sanan sunucu kompleksi’nin Serhat Ulueren’de mebzul miktarda var olduğunu söylemiş, ‘Sakın ekmeğine mani olmayın ama kendisini usturuplu bir şekilde ikaz edin’ anlamına gelecek şeyler karalamıştım...

Çünkü, ‘Kesin şu telefonu, bu adamla konuşmak istemiyorum’ diye posta koyan bir sunucunun geleceği yerin, ‘Ziya Abi neden bana sahip çıkmadın? Adnan sen de adam mısın?’ olacağını fark etmek pek de zor değildi.

Ve işte olan oldu.

Serhat Ulueren yine kafayı çıkardı.

Türk televizyon tarihinde sunucunun neden olduğu utanılası bir tartışmaya daha imza attı.

* * *

‘Ben demiştim’
makamında gezindiğim için şu son ‘kafa çıkarma’ olayı beni zerre kadar şaşırtmadı.

Çünkü Serhat’ın ‘cilveli’ programcılığının gelip dayanacağı yerin burası olduğunu haftalar öncesinden ilan etmiştim.

Yani unumu elemiş, eleğimi asmayı da ihmal etmemiştim.

Ancak bu kez beni şaşırtan Star’ın Medya Grup Başkanı Cengiz Özdemir oldu.

Kendisinin, ‘İyi bir televizyon seyircisi aynı zamanda iyi bir televizyon yöneticisi olur’ hipotezini kanıtlamak için atandığı görevde gösterdiği performansa hayrandım.

Ta ki geçen geceye kadar...

Geçen gece ne mi oldu?

Olan şudur:

Cengiz Özdemir, emrindeki televizyon kanalının canlı yayınını izlerken rezaletin tavan yaptığı anda yayına telefonla katılıp programcıya ayar veren ilk ‘Medya Grup Başkanı’ oldu.

Ve bizler bir yaşımıza daha girdik.

* * *

Peki nedir bu?

‘Satılmak üzere olan devlet elindeki televizyon kanalının Medya Grup Başkanı sendromu’ olabilir mi?

Olabilir...

Zira Özdemir, ‘Televizyon satılmadan kendini göster, fark ettir ve başka bir yere zıpla’ taktiği uyguluyormuş gibi bir izlenim veriyor.

Öyle olmasa aynı Özdemir’in, televizyonda ‘bakan ağırlayan’ programlar yapmaya kalkışmasını, gazetenin künyesine ‘at nalı’ kadar ‘Medya Grup Başkanı’ diye isim koydurmasını, yine gazetede ‘Sevgili okurlar, her şey çok güzel olacak’ havasında yazılar döşenmesini ve ünlü tiyatrocudan haber sunucusu yaratma gayretlerini nasıl izah edecektik?

ATV’nin, Kanal D’nin ya da Show TV’nin başında yıllardır görev yapanların isimlerini bile bilmezken bir ayda Cengiz Özdemir isminin beyinlerimize kazınmasını nasıl açıklayacaktık?

O halde şimdi Özdemir’den yeni bir numara daha bekleyebiliriz:

Canlı yayında saz arkadaşlarını göstererek zam isteyen İbrahim Tatlıses’in ‘İbo Şov’una canlı yayında bağlanıp zam oranını açıklamak.

Hadi Cengiz Özdemir, göster kendini.
Yazının Devamını Oku

Bu isimlere dikkat

9 Mayıs 2005
<B>HALKIN </B>arasına karışarak Anadolu’dan şahane ve öğretici izlenimler aktaran <B>Hasan Cemal’</B>e binlerce teşekkür. Çünkü sayesinde öğreniyoruz ki Kırşehir’den Kayseri’ye, Konya’dan Kahramanmaraş’a tablo iki maddede özetlenebilir:

BİR: Hükümete karşı vozurdama başladı.

İKİ: AKP’nin alternatifi yok.

Bunun anlamı şudur:

Vatandaş bir seçim daha AKP’ye yüklenecek.

Beğense de, beğenmese de.

İstese de, istemese de.

Çünkü ‘Tamam, bunlar gitsin ama yerlerine kim gelsin?’ sorusunun ikna edici yanıtı ortaya çıkmamıştır.

Kısa vadede çıkacak gibi de gözükmemektedir.

***

Konya’nın, Kayseri’nin, Maraş’ın duyarlılığını takip edip ona göre politikalar oluşturmaktansa, ‘emekli öğretmen duyarlılığı’na teslim olmayı tercih eden ve ezber bozmaya bir türlü yanaşmayan CHP’den umudu keseli çok oldu.

İkili ilişkilerde acayip ikna edici olan Mehmet Ağar’ın şimdilik bir toplumsal ilgi odağı olamayacağı görülüyor. İleride ne olur bilmiyorum.

Yükselen milliyetçilik ve ‘konjonktür hazretleri’ MHP’ye en fazla barajın yek parmak üstünde bir konum armağan ediyor ki buradan da bir ‘iktidar alternatifi’ çıkmaz.

Demokrat Parti gibi bir tabela partisiyle birleşmek suretiyle siyasal etkinlik yaptığını sanan Erkan Mumcu’nun ANAP’ından da pek bir şey çıkmayacak gibi görünüyor.

Peki geriye ne kaldı?

Ne kalacak?

Her şeye rağmen AKP...

***

Ancak bu böyle gitmez.

Bu dönem olmasa bile bir sonraki dönem bir ‘alternatif’ ortaya çıkacaktır.

Çünkü hem siyaset böyle bir boşluğu uzun süre taşıyamaz, hem AKP’nin ikinci dönem yıpranması daha keskin olabilir.

Peki nasıl bir alternatif çıkacak?

İster ‘kehanet’ deyin, ister ‘öngörü’, bana kalırsa yeni dönemde çok farklı bir alternatif üretme mekanizması geçerli olacak.

Siyasal partiler üzerinden değil bireysel çıkışlar üzerinden gelişen bir mekanizma.

Öyleyse birkaç isim üzerinde duralım:

Öncelikle AKP’nin geleceğinde etkin olacak isme dikkat çekelim: Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkışının ardından AKP’nin geleceği kesinlikle Abdullah Gül’e emanet edilecektir.

Yani yeni dönemin en önemli siyasi aktörü Abdullah Gül olacaktır.

Peki ya bireysel çıkış beklenen isimler?

Bence işte bu noktada TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun ismine bir mim koymakta yarar var.

TOBB’u ‘eskiden kalma alışkanlıklar’la sağ hükümetlerin emrine vermek yerine çağdaş ve akılcı bir yönetimle etkinleştiren Hisarcıklıoğlu, vizyonu ve perspektifiyle yeni dönemde siyasette çok etkin olabilir.

Bu arada bir mim de İTO’nun genç ve geleceği parlak başkanı Murat Yalçıntaş’ın ismine koymaya ne dersiniz?

‘Zaga’ ile ‘Beyaz’ arasındaki 7 fark

‘ZAGA’ bir cumartesi gecesi ateşi kadar baştan çıkarıcı ve yakıcıyken, ‘Beyaz’ anne elinden çıkma poğaça kıvamındadır.

‘Zaga’, yüzüne telefon kapatılan seyircilerin nefreti üzerinden yükselirken, ‘Beyaz’ herkes beni sevsine fazlasıyla yaslanmaktadır.

‘Zaga’, gecenin iki buçuğunda yayına girse de havasından pek bir şey kaybetmezken, ‘Beyaz’ canlı da yayınlansa hep banttanmış izlenimi verir.

‘Zaga’ parodileri ‘deneme tiyatrosu’ üslubundayken, ‘Beyaz’ın parodileri ‘Levent Kırca skeçleri’ni anımsatmaktadır.

‘Zaga’ anti-medya duruşunu ödünsüz korurken, ‘Beyaz’ medya ile aranın iyi tutulması gerektiğine inanan arkaik tarzın esiri olmuştur.

‘Zaga’ Ekşi Sözlük, ‘Beyaz’ Private Sözlük’tür.

‘Zaga’ izleyenler her yere, ‘Beyaz’ izleyenler eve gider.
Yazının Devamını Oku

‘Cennetin Krallığı’ filmi için uyarılar

8 Mayıs 2005
<B>MÜSLÜMAN </B>olduktan sonra <B>Yusuf İslam </B>adını alan pop şarkıcısı <B>Cat Stevens’</B>a <B>‘büyük fıkıh alimi’</B> muamelesi çeken bir zihniyetin, Hollywood’un en ünlü yönetmenlerinden birinin elinden çıkan ve Müslümanlara <B>‘çiçek’</B> uzatan bir film karşısında kendini kaybetme olasılığı yüksektir. Hele 11 Eylül’den sonra anti İslam dalga her yanı sarmışken...

O halde ‘çıplak uyarıcılık’ görevimizi ifa edelim ve uyarılarımızı sıralayalım:

* * *

‘Cennetin Krallığı’, Müslümanları ‘öcü’ gibi göstermeyerek kocaman bir ‘aferin’i hak etse de, verdiği mesaj, ‘Bütün dünya buna inansa / Bir inansa / Hayat bayram olsa / İnsanlar el ele tutuşsa / Birlik olsa / Uzansa sonsuza’ şarkısındaki iyi niyetli ama saftirik mesajdır.

Filmde Selahaddin-i Eyyubi’nin ‘iyi adam’ olarak yansıtılması, cami cemaatinin gönül rahatlığıyla filmi izleyebileceği sonucunun çıkarılmasını gerektirmez. Zira filmde ‘esas oğlan’ ile ‘Prenses Sybilla’ arasındaki sevişme sahnesi, Digitürk’ün malum kanallarını çağrıştırmaktadır ki zinhar uzak durulmalıdır.

Filmdeki diyaloglara bakılırsa bundan bin yıl önce İngilizce, tıpkı bugün olduğu gibi ‘küresel bir dil’dir. Yine de haksızlık yapmayalım: Filmde İngilizce’yi sular seller gibi konuşan Müslümanlar, sadece ‘Good Morning’ tarzı selamlama hitaplarına ‘Aleyküm Selam’ diye karşılık vererek kimliklerini ortaya koymayı başarıyorlar.

Filmde Müslümanların kıvanç duyacağı sahneler yok değil: Müslümanlar Kudüs’ü biraz zorlanarak da olsa fethediyorlar, daha ne olsun... Gerçi ‘Güneş doğduktan sonra namaz kılınmaz’ diye bir kuralın var olduğunu biliyoruz ama yine de Müslüman ordusunun kıldığı namaz büyüleyici... Saldırı anında kulağa gelen ‘Allahu Ekber’ sedaları tüylerin diken diken olmasına neden oluyor vs.

Filmin ‘Haçlı Seferleri’ gibi, anlatılması hayli zor bir olayı ele almasından sakın korkmayın. Çünkü bu film, bütün Hollywood klişelerini sonuna kadar kullanan basitin basiti bir senaryoya dayanıyor. Yüksek bütçeli bir ‘Karaoğlan’ filmi gibi... Ya da herhangi bir ‘Malkoçoğlu’ senaryosunun Ridley Scott tarafından kusursuz savaş sahneleriyle filme çekildiğini düşünün... İşte öyle bir şey...

Araya ‘mesaj attırma’ alanında filme 10 puan veriyoruz: Selahaddin-i Eyyubi’nin fethettiği şehri dolaşırken yere düşmüş bir ‘haç’ı saygıyla kaldırması gibi... Ya da ‘Kutsal topraklar için savaşılır mı birader’ tarzı nutuklar gibi...

Film bin yıl öncesinde geçiyor ama kahramanlar arasındaki diyaloglara ve insan ilişkilerine baktığımızda hemen günümüz New York’unu anımsıyoruz: Selahaddin-i Eyyubi’nin bir New Yorker gibi davranarak sıkılmış yumruklarını göğsüne kaldırması ya da Prenses’in sevgilisinin gülümsemesi karşısında ‘What?’ demesi gibi...

Filmde ‘ilkesiz adam’ rolünün layık görüldüğü rahibin, Müslümanların Kudüs’ü fethedeceğini anlayınca, ‘Hepimiz Müslüman olalım, sonra tövbe ederiz’ demesi, tuhaf bir şekilde Sabetaycılık tartışmalarına işaret ediyor. (Yalçın Küçük’ün dikkatine...)

Selahaddin-i Eyyubi’nin Kürt kökenli olduğunu düşünenler filmde hayal kırıklığına uğrayabilir. Çünkü Selahaddin filmde ‘Arap komutan’ olarak yansıtılıyor.
Yazının Devamını Oku

‘Cumhurbaşkanı Erdoğan’ kavgası şimdiden başladı

6 Mayıs 2005
<B>CEMAL Süreya’</B>nın tanımlamasıyla <B>‘İyi kalpli üvey anne’</B> Ankara’da<B> ‘</B>Çankaya kavgası’ şimdiden başladı. Çünkü ‘duyarlı çevreler’, nereye doğru yol alındığını çok iyi görüyor.

Her ne kadar ‘görünen köy kılavuz istemez’ ise de, biz yine bir kılavuzluk yapalım.

İşte olacaklar:

Cumhurbaşkanlığı seçimi Nisan 2007’de yapılacak. Bu Meclis Nisan 2007’ye kadar devam edecek. Yani bir erken seçim olasılığı yok denecek kadar azdır.

Erdoğan, 3 Kasım’da o kadar güçlü geldi ki, yeni bir seçime gittiğinde bundan daha güçlü geleceğinin garantisini görmemekte.

Erdoğan kesinlikle Çankaya’ya çıkmak isteyecektir. AKP Grubu’nun Erdoğan’dan başka bir ismi düşünmesi bile söz konusu değildir.

Tayyip Erdoğan’ın 11. Cumhurbaşkanı olmasının önünde ne sayısal, ne de hukuksal bir engel var.

Durum budur. Sayısal gerçek budur. Siyasal gerçek budur.

Ankara’da durup dururken baş gösteren rahatsızlıkların, anormalliklerin ardında işte bu yalın gerçeklerden duyulan rahatsızlık yatmaktadır.

Seçime iki yıl kala baş gösteren ‘vozurdama’nın şiddetine bakın ve önümüzdeki iki yıl içinde ne denli büyük ve şiddetli bir kavgaya tanık olacağımızı görün.

Evet, kavga şiddetli olacak.

Peki ama Erdoğan ve arkadaşları, özellikle ‘kriz zamanlarında sorunları uhuletle ve suhuletle aşmanın yolları’ konusunda yeterince hazırlıklı mı?

İlk tartışmalarda gösterdikleri performansa bakınca bu soruya ‘hayır’ yanıtı vermek mümkün.

Mesela Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın dün NTV’de elindeki dosyaları göstererek ‘Bana 10 bini aşkın destek mesajı geldi, benim arkamda millet var, onların arkasında ne var’ diye tepki göstermesinin ve destek mesajlarına bir tür ‘referandum sonucu’ muamelesi yapmasının bir anlamı var mı?

Böyle bir yaklaşım karşısında Mustafa Bumin de kendisine gelen 10 bini aşkın destek mesajını ortaya çıkarıp, ‘Asıl benim arkamda millet var’ derse Arınç ne yapacak?

***

Erdoğan’ın Çankaya yolculuğunun önünü kesmek isteyenler, önümüzdeki iki yıl içinde ellerinden geleni yapacaklar.

Peki AKP buna karşı ne yapacak?

‘Bilek güreşi’ni mi tercih edecek? Yoksa ‘uhulet ve suhulet’i mi?

Birinciyi seçerse ‘kavga çıkarmak’ isteyenler kazanır. İkinciyi seçerse ‘Çankaya yolculuğu’ daha güvenli olur.

Ece gözyaşlarıyla yalanladı

‘Kadınların gözyaşlarına dayanamam.’

Tam olarak anlayamadığım bir dayanıksızlıktı bu. Ama şimdi olayı çakmış durumdayım.

Çünkü ben de ‘kadın’ ve ‘gözyaşı’ olayıyla tanıştım.

Olay şu: Dünkü yazımda Ece Erken’e atfen Tempo’da çıkan ‘Oturduğum bina 9 şiddetinde depreme dayanıklı. İstanbul yıkılırsa yukarıdan seyredeceğiz’ şeklindeki açıklamayı eleştirmiştim.

Ece Erken aradı ve heyecanlı bir ses tonuyla ‘Ben öyle bir şey söylemedim’ dedi.

Ardından da ekledi: ‘Ben yalnız yaşıyorum. Ailem İstanbul’da. İstanbul yıkılırken seyredersem onların durumunu da seyretmiş olacağım. Ben hiç böyle bir şey söyler miyim? Bunu söyleyecek kadar duyarsızlaşabilir miyim?’

Ve konuşmasının bu noktasında ağlamaya başladı.

Zalim biri değilimdir ama genellikle soğukkanlılığımı korumayı başarırım.

Ece’nin sözlerini ağırbaşlı bir sükûnetle dinlerken aniden gelen gözyaşları karşısında paniğe kapıldım ve ‘Tamam, tamam... Size inanıyorum. Önemli olan öyle bir şey söylememeniz’ filan diye kekelemeye başladım.

Ve tabii bir deneyim daha kazandım:

Bundan sonra artık ben de ‘kadınların gözyaşlarına dayanamam’ tarzı bir cümleyi rahatlıkla kurabilirim.
Yazının Devamını Oku

Arınç ne yapmak istiyor?

5 Mayıs 2005
<B>SİYASETE </B>meraklı bir arkadaşım sordu:<br><br><B>‘Sen bilirsin, Bülent Arınç ne yapmak istiyor? Cumhurbaşkanlığı’na mı göz dikti? Yoksa Erdoğan’dan sonra başbakan mı olmak istiyor? Çıkışlarının arka planında ne var?’</b> Arkadaşımı hayal kırıklığına uğratacağımı bilerek şu yanıtı verdim:

‘Arınç’ın hiçbir hesabı yok. Ne Erdoğan’ın liderliğini sorguluyor, ne de etrafına bir grup AKP’li milletvekili toplayarak farklı bir gruplaşma temayülü içinde. Yaptığı sadece şu: AKP içindeki ‘saygıdeğer’ konumundan güç alarak zaman zaman ‘içinden çıktığı’ sosyal çevrenin duygusal iklimini yansıtmak. Bunu da taktik amaçlı filan yapmıyor. Öyle hissettiği için yapıyor. Yaptığı çıkışlarla hükümeti zor durumda bıraktığını düşünmüyor. Kendisini Meclis Başkanı olarak biraz ‘hükümet üstü’ bir konumda görüyor.’

Verdiğim bu yanıt arkadaşımı tabii ki tatmin etmedi.

Çünkü o, ‘Ortada büyük gerilim var. Arınç, Erdoğan’a başkaldırdı. Bundan sonra yeni Arınç krizleri beklemeliyiz’ tarzı bir yanıta kendini hazırlamıştı.

Bu yüzden sessizce yanımdan uzaklaştı.

En az ‘Rıza Efendi’ pankartı kadar kötü

‘İstanbul’da yeni moda: Gökdelende ultra yaşam...

Çok katlı kulelerde oturanlar ‘Residence’ta hayat / Oh ne rahat’ diyorlar...’

Tempo Dergisi’nde yayınlanan bir haberden başlıklar bunlar...

Haberde anlatılanlardan yola çıkarak, ‘40 metrekare İstanbul çilesi çekmek için milyonlarca dolar ödemek nasıl bir sersemliktir, o kadar parayı oraya bayılacağına...’ diye başlayan bir nutuk çekmek tabii ki mümkün.

Ama ben öyle yapmayacağım.

Çünkü ‘residence’ keyfini sürenlerden birinin söylediği bir cümle, işin bu kısmını es geçmemizi gerekli kılıyor.

Cümlenin sahibi kim mi?

Ece Erken...

Hani bir ara ‘sözde’ sabah şekeri olarak, evden çıkma hazırlıkları yaptığımız saatlerde, öylesine açılmış televizyon ekranından sinirlerimizi tel tel etmeyi başaran bir hanım vardı ya...

İşte o..

İsminin yanına ‘Sunucu-Oyuncu’ titri yazılan Ece Hanım, ‘residence’ını överken öyle bir laf etmiş ki, densizlikte neredeyse ‘Rıza Efendi, iki ekmek bir süt’ pankartına yetişir.

Oturduğu binanın ‘9’ büyüklüğünde bir depreme dayanıklı olduğunu müthiş bir güvenle haykıran Ece Erken, ardından demecini patlatıyor:

‘Yani bütün İstanbul yıkılsa, biz tepeden seyredeceğiz.’

Nasıl? ‘Oha falan oldum’ bu densizliği karşılar mı?

Tabii ki karşılamaz.

Şöyle bir tablo getirin gözünüzün önüne: Deprem oluyor, İstanbul yıkılıyor. Ve Ece, şöyle bir pencereyi açıp güvenli konutundan bu büyük yıkımın seyrine dalıyor.

Sanki ‘Üç mum yaktık / Seyrine baktık’ gibi bir şey...

İnsan bu tür densizliklerle karşılaştıkça, artık eskilerden kalmış ‘Önce ahlak ve maneviyat’ sloganının yeniden hayata geçmesini nasıl da arzu ediyor.

Albaraka cumhuriyeti mi?

MALİYE Bakanı Kemal Unakıtan ile TMSF Başkanı Ahmet Ertürk’ün geçmişte Albaraka Türk’te çalışmış olması, Türkiye Cumhuriyeti’ni ‘Albaraka Cumhuriyeti’ yapar mı?

Deniz Baykal’a göre yapar...

Baykal, Unakıtan ve Ertürk’ün eski işlerine atıfta bulunarak ‘Albaraka cumhuriyeti olduk’ demiş.

Bence talihsiz bir demeç bu...

Özellikle Ahmet Ertürk gibi iyi yetişmiş bir hesap uzmanı için tam bir haksızlık.

Buradan Baykal’a soruyorum:

Üç kuruş maaş karşılığı trilyonlara hükmeden Ertürk için, bugüne kadar herhangi bir yolsuzluk iddiası ortaya çıktı mı?

Ya da Ertürk’ün ‘Albaraka cumhuriyeti’ imasını haklı çıkaracak herhangi bir uygulamasına rastlandı mı?

Tam da Sabah Grubu’yla ilgili satış işleminin başarıyla gerçekleştiği bir günde Baykal’ın demeci gerçekten bir haksızlık.
Yazının Devamını Oku

Şık bir cevap nasıl verilir?

4 Mayıs 2005
<B>ANAYASA </B>Mahkemesi Başkanı <B>Mustafa Bumin’</B>in yaptığı konuşmanın ardından AKP cenahından gelen tepkileri görünce şunu bir kez daha anladım: AKP’lilerin acilen -mesela Kızılcahamam’da- ‘Klas duruşu koruyarak şık cevaplar verebilmenin imkánları’ başlıklı bir dizi seminerden geçirilmeleri farz olmuştur!

Bu mesele pek mühimdir.

Çünkü ‘Şık bir cevap’ veremediğiniz zaman:

BİR: Haklıyken haksız konuma düşersiniz.

İKİ: Mağdurken mağdur edenmiş gibi algılanırsınız.

ÜÇ: Karşı tarafa ‘Al da at’ tadında gollük paslar verirsiniz.

Mustafa Bumin’e verilen yanıtlarda AKP’liler, maşallah, hepsini yaptılar.

* * *

Ve bu işten tabii ki Bumin ve destekçileri kárlı çıktı.

Neden mi?

Olan bitene bakalım:

Mustafa Bumin yaptığı konuşma nedeniyle önemli kanaat önderleri tarafından ‘Durup dururken türban konusunu neden gündeme taşıdın? Senin derdin ortamı germek mi?’ havasında eleştirilmedi mi?

Eleştirildi...

Eleştiriler toplumun tüm kesimleri tarafından ‘Vallahi doğru’ nidalarıyla karşılanmadı mı?

Karşılandı...

Hava Bumin aleyhinde değil miydi?

Öyleydi...

Peki ne oldu da birdenbire Bumin ‘mağdur’ pozisyonuna geldi?

Olan şu:

AKP’liler ağızlarını açtılar!

Her zamanki gibi ‘acemi balık’ kıvamında, sofistike olmaktan çok uzak bir havada öyle şeyler söylediler ki, Bumin’in ‘durup dururken ortalığı geren adam’ imajı bir anda ‘kahraman yargıç’ imajına terfi ediverdi...

* * *

Evet, bunca zamandır edindiğimiz deneyim şunu kanıtlamıştır:

AKP’liler şık cevap vermeyi başaramıyorlar.

Bir tartışma anında ‘en son söylenmesi’ gereken şeyi, en önce söylüyorlar.

Kanıtlanması imkansız iddialarla karşı tarafın eline koz veriyorlar.

Eş dost arasında ‘dedikodu’ kabilinden sohbetlerde söylenen şeylerin pekala kamu huzurunda da söylenebileceğini düşünüyorlar.

Mesela Bumin hakkında neler dediler, bir bakalım:

BİR: Böyle bir konuşmayı Bumin yapamaz. Mutlaka ona birileri dikte ettirmiştir.

İKİ: Bumin bir yerlerden aldığı işaretle bu konuşmayı yapmıştır.

Bu iki açıklama da Bumin’e nefis bir gol atma imkanı tanıdı ve o da gereğini yaptı.

Bütün bunların arasına bir de ‘Meclis isterse Anayasa Mahkemesi’ni kapatabilir’ şeklinde özetlenebilecek, çağrışımı hiç de olumlu karşılanmayan açıklama da sıkıştı.

Ve şimdi kimse Bumin’in durup dururken ‘türban’ konusunu gündeme taşıyarak ortamı gerdiğini hatırlamıyor bile...

* * *

Başta da söyledim, bu işten tek bir kurtuluş yolu var: Seminer.

Madem üstümüze vazife olmayan bir işe soyunduk, o halde ‘Fahri danışmanlık’ hizmetimizi biraz daha genişletelim ve ‘ders başlıkları’nı da çıkaralım:

BİR: Sinirlerimize nasıl hakim olabiliriz?

İKİ: Akla ilk gelenin söylenmesinin zararları.

ÜÇ: Kanıtlanamayacak iddiaları dile getirmekten kaçınmanın teknikleri.

DÖRT: Klas duruş dersleri.

BEŞ: Komplodan uzaklaşmaya giriş.
Yazının Devamını Oku

‘İki Genç Kız’ filmi ve çok kişisel notlar

2 Mayıs 2005
<B>OH </B>be! <br><br>Aylar sonra nihayet adam gibi bir <B>‘Türk filmi’</B> izleyebildik. İçinde Kibariye, Akmerkez, Televolenin gündelik hayattaki yeri, işkembe çorbası, üniversite kazanmaya yüklenen anlam, ‘dallama’ sözcüğü, Atlas Pasajı, sınıf çatışması, Beşiktaş Çarşısı vs. geçen sapına kadar yerli bir film bu.

Ama hemen genç hemcinslerimizi uyaralım:

Diyelim ki ‘Hadi sinemaya gidelim’i bir ‘yakınlaşma olanağı’ olarak gören erkeklerdensiniz.

Sakın ‘yakınlaşma umudu’ taşıdığınız kızları bu filme götürmeyin.

Çünkü bu filmi izleyen kız, filmin özel mesajını kavrarsa vay halinize!

Sinemadan erkek denilen cinsin ne menem bir şey olduğuna dair mesajı almış olarak çıkan kız, size bir pisliğe bakar gibi bakıp şöyle diyebilir:

Ben kız arkadaşlarımla buluşmaya gidiyorum!

Yani karşımızda bir ‘gençlik filmi’nden ziyade acayip radikal bir ‘kız filmi’ var.

***

Bir sorun daha var:

Perihan Mağden’in ‘İki Genç Kızın Romanı’ adlı sarsıcı kitabının etkisinde kalanlar, bu filmi seyrederken kaçınılmaz olarak bir gerilim yaşayacaklardır.

Bir mukayese halinin getirdiği bir gerilim bu.

Ya da ‘Acaba kitaba ihanet ediliyor mu?’ tedirginliğinin...

Sakın ‘Aman birader, sen daha buralarda mısın, aş bunları, ‘roman’ ile ‘romandan yola çıkılarak yapılan film’in ne kadar farklı şeyler olduğunu hálá öğrenemedin mi?’ filan diyerek ‘öğreten adam’ pozları takınmayın.

Çünkü, ‘teori, pratiği aşıyor’ ve insan ister istemez bir mukayese içine giriyor.

Böyle olunca da filmi seyrettikten sonra kurulan cümleler şunlar oluyor:

Romanı okuyan ‘böğrüne bıçak saplanmış’ gibi hissedip, en az iki gün kendine gelemezken, filmi seyreden ‘yumruk yemiş gibi’ hissediyor ve birkaç saatte toparlanabiliyor.

Roman daha sert ve derindi. Film ise romana göre yumuşak kalmış.

Romanın bir ‘mesele’si vardı, bu meseleye ortak olabiliyordunuz. Filmde ise ‘Mesele nedir?’ sorusunun yanıtını bulamıyorsunuz.

Romanda yer alan çok sarsıcı ‘ceset bulma öyküleri’, alabildiğine sinematografik olmasına karşın filmde yok. Hatta filmde cinayet bile yok ve en büyük eksiklik duygusuna bu neden oluyor.

Romanın sonunda ‘tutunamayanların kaçınılmaz sonu’nu görüyordunuz. Filmin sonunda ise ‘Bizim kız artist olmuş’ tarzında sersem bir klişeyle karşılaşıyorsunuz.

***

Şimdi de Atilla Dorsay gibi yapalım ve biraz ‘ortadan’ gidelim.

Ve tabii ‘roman’ı bir tarafa bırakıp salt ‘film’le ilgilenelim.

Söyleyeceklerimiz şunlardır:

Kutluğ Ataman sarsıcı, değişik, etkileyici ve dönemin ruhunu kavramış bir film ortaya çıkarmış.

Karanlık evlerden birden İstanbul’un aydınlık ama acımasız meydanlarına sert bir şekilde çıkışları sevdim.

Gerçi ben ‘10 puan’ı Behiye karakterini canlandıran Feride Çetin’e verdim ama itiraf etmeliyim ki Leman karakterini canlandıran Hülya Avşar da, Handan karakterini canlandıran Vildan Atasever de çok iyiydi.

Ayrıca evde sürekli açık televizyondan ‘kim kiminle’ tarzı haberlerin yayınlandığı ‘Televole’ programlarının sesinin gelmesine bayıldım ki müthiş bir gerçeklik duygusu uyandırıyordu.

Ve bir de filmdeki Akmerkez aşağılamasından hoşlandım.
Yazının Devamını Oku