26 Mayıs 2005
<B>30 </B>yıllık <B>‘Milli Görüş’</B> hareketinin ilk sloganı neydi biliyor musunuz?<br><br><B>‘Önce ahlak ve maneviyat.’ Erbakan, özellikle 70’lerde Anadolu’nun dört bir yanında ‘Maarifin millileştirilmesi’ konulu konferanslar verdi.
Hedefi şuydu: Gençleri ahlaksızlık batağından çekip çıkarmak.
Aradan 30 yılı aşkın bir süre geçti.
Ve bugün ‘Erbakan Tüyoları’ başlıklı yazıma gelen tepkilerden şunu anladım:
Adına ‘Milli Görüş’ denilen hareket sadece ‘siyasal organizasyon’ olma yeteneğini kaybetmemiş, aynı zamanda ahlakını da yitirmiş.
Yani ‘Hocamız’, tam 30 yıl boyunca ‘ahlaklı gençler yetiştirmek’ için boşuna nefes tüketmiş.
***
Nereden mi çıkardım bu dramatik sonucu?
Çünkü Erbakan’ın etrafında sadakat çemberi oluşturan yüzde 3’lük kitlenin içinde ‘Türkiye’nin en iyi küfür etmeyi beceren’ şahsiyetlerinin barındığını öğrenmiş bulunmaktayım.
Adamlar sadece ‘iyi küfür’ konusunda yetenekli değiller.
Aynı zamanda ‘Edilen küfür ne kadar okkalı olursa davaya hizmetin sevabı o kadar büyük olur’ anlayışıyla hareket ediyorlar.
Motivasyonu sağlayan örnek cümleler şunlardır:
‘Ne! Ahmet Hakan adlı dönek, Erbakan hocamızı eleştirme cüretinde mi bulunmuş! Tamam, adama ne kadar okkalı küfür edersek İslam davasına o kadar hizmet ederiz, Allah sevabımızı artırır ve cennete gideriz.’
Asla yadırgamıyorum.
Çünkü Erbakan’ın ‘masum imam’ olduğu anlayışından hareket eden bir zihniyet dünyasının gelip dayanacağı yer burasıdır.
Bu noktada‘bir eleştiri yazısını saygıyla karşılamak’ ya da ‘eleştiriden yararlanarak gelişmek’ten bahis açmak faydasız bir uğraştır.
***
O zaman ‘Nerede batıldıysa oradan çıkılır’ anlayışından hareketle Erbakan Hocamıza bir çağrıda bulunalım.
Saygıdeğer Hocam...
Eğer şu küfür meselesini en az ‘yeni bir dünya kurmak’ kadar ciddiye alıyorsanız, sadık bağlılarınızdan bana gelen mesajları size gönderebilirim.
Nezaketiniz ve kibarlığınız o ayıp cümleleri okumanıza engel olacaktır, biliyorum.
Ama lütfen kendinize ‘bıçkın bir danışman’ tayin edin.
Sizin adınıza mesajlara o baksın.
Belki bu etütten sonra ‘Fetih Günü’ kutlamalarına son verip, derhal Anadolu’da ‘Peygamber ahlakıyla ahlaklanmak’ ya da ‘Peygamberimiz hiç kötü söz söylemedi’ başlıklı konferanslar dizisine başlayabilirsiniz.
***
NOT: ‘Cemaat’ten gelen mesajlar içinde ‘en kibarı’ olmayı hak edeninde şöyle bir çıkış var: ‘Baban yaşındaki adamı eleştirmekten utanmıyor musun?’ Bu eleştiriyi yazan ‘Milli Görüşçü’ kardeşime sadece şunu hatırlatmak isterim:
Sevgili kardeşim... Zamanında dedeniz yaşındaki Ecevit’e söylenmedik söz bırakmadığınızı ne çabuk unuttunuz.
Şunu bilin ki ‘eleştiri hakkı’ yaşta değil akıldadır.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2005
<B>MAYISIN </B>sonuna gelmişiz, hálá göreceğimiz vaat edilen <B>‘güneşli güzel günler’</B> gelmemiş. Bu yüzden biraz moralsizim.
Bir de ‘Erbakan Tüyoları’ yazısı nedeniyle organize bir suçlamanın hedefi haline gelmenin getirdiği asap bozukluğu var...
Sinirler laçka yani...
Neyse...
Çivi çiviyi söker dedim ve tuttum böyle bir günde ‘medeniyetler çatışması’ tezini ileri süren Samuel Huntington’ın konferansına katıldım.
Aslında hava güzel olsaydı, ‘Bırakın medeniyetler, tezin işaret ettiği gibi çatışsın be birader’ der geçerdim.
Ama dedim ya...
Hava kapalı...
* * *
‘Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte ideolojik çatışma geride kaldı, artık uluslararası politikadaki belirleyici unsur, uygarlıklar çatışmasıdır.’
Evet, Huntington’ın 9 yıl önce ortaya attığı ve temellendirdiği bu tez, özellikle Başbakan Erdoğan’ın ‘Biz medeniyetler çatışması istemiyoruz’ diye yaptığı göndermeler nedeniyle ülkemizde epey popülerleşti.
Erdoğan’a çıkış yapma imkánı sağlayan Harvard’ın ünlü profesörünü dinlemeye AKP’den kimsenin gelmemesi dikkatimi çekti.
Benim gözüm özellikle zamanında Huntington’ın tezine karşı etkili makaleler yazan Başbakan’ın dış ilişkiler danışmanı Prof. Ahmet Davutoğlu’nu aradı.
Eğer AKP’den isimler olsaydı, onun ‘Avrupa, Türkiye’yi kültürel ve dini farklar nedeniyle içine alamaz. Türkiye’nin AB’ye girmesi ihtimal dışıdır’ tezini not alma fırsatı bulabilirlerdi.
* * *
Bu arada bir de magazin notu aktaralım:
Ünlü siyaset bilimcinin eşi Ermeni kökenliymiş.
Huntington, konferansın başında ‘Doğu ile Batı arasındaki büyük buluşma noktası rolü ile muhteşem cezbediciliği olan bu kozmopolitan şehir İstanbul’da bulunmak güzel’ dedi ve ardından ekledi:
‘Benim tek pişman olduğum nokta, burada sadece 24 saatliğine bulunmam. Ancak bu şehre çok düşkün ve meraklı olan karımla birlikte yakın bir gelecekte tekrar geleceğimi ümit ederim.’
İşte bu noktada Huntington, metin dışına çıktı ve şu kısa bilgiyi verdi:
‘Karım Ermeni kökenli olduğu halde...’
Adamın hayatının tezi ‘medeniyetler savaşı’ olunca, turistik gezi söz konusu olduğunda bile tezini aklından çıkarmaması ilginçti.
Avam zevkler gurusu
EN kıytırık müzik albümü karşısında sanki Mozart kaset çıkarmış gibi titreyen, klişenin kralı bir filmden hayatın anlamını keşfettiğini sanan ve en banal mekánlarda bile kendinden geçen Hıncal Uluç’un, ‘Fransız Sokağı’ adı verilen şaklabanlık karşısında şapkasını çıkarıp temenna çekmesini tabii ki yadırgamam...
Çekmeseydi şaşırırdım.
Ama yadırgadığım şu:
Bizim ‘vasat beğeniler üstadı’ ve ‘takvim yaprağı arkası filozofu’, artık okuduğunu da anlamıyor.
Fransız Sokağı’nın yanıbaşında bir direniş anıtı gibi yükselen ‘Cezayir Lokantası’nı övdük ya...
Bizimki hemen atılıyor:
Ahmet Hakan’ın övdüğü o Cezayir Lokantası’nda Fransız yemekleri var...
Peki biz yazımızın sonuna, ‘Mönüsü Fransız yemeklerinden oluşsa da...’ diye bir kayıt düşmemiş miyiz?
Düşmüşüz.
O halde mesele nedir?
Ne olacak? Bir liseli kalbi taşıyan ‘avam zevkler gurusu’, artık eleştireceği yazıları bile sonuna kadar okumuyor.
Çok görmüyorum, hicran yarasındandır.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2005
<B>AKP’</B>de bilmem kaç milletvekili <B>Erbakan’</B>ın işaretini bekliyormuş...<br><br>Türban yanlıları <B>Erbakan’</B>ın etrafında kenetlenmeye başlamış... ‘Kurt Siyasetçi’ eski talebelerine esaslı bir çalım atmak üzereymiş falan filan...
İşte buradan ilan ediyorum:
Bunların hiçbirinin aslı astarı yoktur.
Bu haberlere ‘hayal dünyası’nda yaşamakla maruf Erbakan bile inanmamaktadır.
Şundan eminiz:
Erbakan, geceleri yatmadan evvel Namık Kemal’in, ‘Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükümetten’ şiirini okumaktadır.
Yani iş bitmiştir, atı alan Üsküdar’ı geçmiştir.
***
Ama biz yine de insanlık görevimizi yerine getirelim ve yapıyı içeriden tanımayanlara ‘Erbakan olayı neden bitti?’ konusunda birkaç tüyo verelim:
BİR: Erbakan’ın karikatürize üslubu artık kesinlikle demodedir. O üslup, bugün ‘camia’ tarafından ‘acı bir hatıra’ olarak anılmaktadır.
İKİ: Erbakan’ın toplumu veri kabul etmek yerine toplumu dönüştürmeyi esas alan siyaset yaklaşımı iflas etmiştir. Toplum ‘dönüştürülmek’ istemediğini açıkça deklare etmiştir.
ÜÇ: Refahyol deneyimi göstermiştir ki Erbakan, başta türban olmak üzere dindar kitlenin esaslı sorunlarının çözümü konusunda Erdoğan kadar bile direnemeyecek kadar pragmatisttir. Erbakan’ın Refahyol döneminde izlediği strateji, bugün ortaya koyduğu tüm iddiaları ‘güvenilmez’ ve ‘geçersiz’ kılmaktadır.
DÖRT: Bugün Erbakan cephesinden AKP’ye yöneltilen eleştirilerin hiçbiri, toplumda bir karşılık bulmamaktadır. Çünkü vatandaş, ‘Biz sizin iktidarınızı da gördük’ yanıtını verebilecek kadar feraset sahibidir.
BEŞ: Ne yazık ki Erbakan’ın siyasal imajı, ‘Hapse girmemek için bin türlü numara peşinde koşan adam’ noktasına kadar gerilemiştir. Ve ‘camia’ artık lideri aracılığıyla aşağılanmaktan bıkmıştır.
ALTI: Kamu önünde başka, dostlar arasında başka konuşarak, ancak ‘gizli gündemli’ cemaat lideri olunur, siyasi parti lideri değil... İşte bu gerçek de ‘camia’ tarafından kavranmıştır.
YEDİ: Toplumu ‘bizden olanlar’ ve ‘bizden olmaya aday olanlar’ diye ikiye ayırmanın, bir tür aşağılama olduğu fark edilmiştir. ‘Bizden olmayanlar’ın da akıl, fikir, izan sahibi oldukları ve bilinçli tercihler yaptıkları tartışmasız bir gerçek olarak belirmiştir. Erbakan, bu açıdan da büyük yara almıştır.
SEKİZ: İktidardayken AB taraftarı, iktidardan düştükten sonra bir numaralı AB düşmanı olan Erbakan’ın bu tür zikzak politikaları, güvenirlilik sorununu en üst noktaya taşımıştır.
DOKUZ: Erbakan öyle bir gerilemiştir ki, gitmiş ta 70’lerin MSP’sinin tezlerine sarılmıştır. Bu açıdan arkaiktir ve geçmişi yaşamaktadır.
ON: Son ayrışmada parti içinde ‘entelektüel birikim’i ve gerçekçiliği temsil eden tüm isimler AKP’ye geçerken, gerçekçilikten uzak isimler sadece ve sadece ‘sadakat’ adına Erbakan’ın yanında kalmıştır. O isimlerin yeni bir heyecan yaratması imkansızdır ve Saadet Partisi’nin çıkmazı buradadır.
ONBİR: Erbakan o kadar içe kapanmıştır ki, üzerinden silindir geçen partisini Numan Kurtulmuş ya da Mehmet Bekaroğlu gibi yanında kalan iki iyi isimden birine teslim etmekten bile kaçınmaktadır. Güvenmediği isimlere partiyi teslim etmektense ufak partisinin daha ufalmasına göz yummaktadır.
***
Kısaca söylemek istediğimiz şudur:
Lütfen artık ‘Erbakan harekete geçti, AKP’ye işaret çaktı, bilmem şu kadar AKP’li Erbakan’dan işaret bekliyor, türban yanlıları Erbakan’ın yanında saf tuttu’ tarzı başlıklar atmayalım.
Çünkü ‘camia’ bu haberlere sadece gülüp geçmektedir.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2005
AKP’de bilmem kaç milletvekili Erbakan’ın işaretini bekliyormuş...Türban yanlıları Erbakan’ın etrafında kenetlenmeye başlamış...‘Kurt Siyasetçi’ eski talebelerine esaslı bir çalım atmak üzereymiş falan filan...İşte buradan ilan ediyorum:Bunların hiçbirinin aslı astarı yoktur.Bu haberlere ‘hayal dünyası’nda yaşamakla maruf Erbakan bile inanmamaktadır.Şundan eminiz:Erbakan, geceleri yatmadan evvel Namık Kemal’in, ‘Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükümetten’ şiirini okumaktadır.Yani iş bitmiştir, atı alan Üsküdar’ı geçmiştir.***Ama biz yine de insanlık görevimizi yerine getirelim ve yapıyı içeriden tanımayanlara ‘Erbakan olayı neden bitti?’ konusunda birkaç tüyo verelim:BİR: Erbakan’ın karikatürize üslubu artık kesinlikle demodedir. O üslup, bugün ‘camia’ tarafından ‘acı bir hatıra’ olarak anılmaktadır.İKİ: Erbakan’ın toplumu veri kabul etmek yerine toplumu dönüştürmeyi esas alan siyaset yaklaşımı iflas etmiştir. Toplum ‘dönüştürülmek’ istemediğini açıkça deklare etmiştir.ÜÇ: Refahyol deneyimi göstermiştir ki Erbakan, başta türban olmak üzere dindar kitlenin esaslı sorunlarının çözümü konusunda Erdoğan kadar bile direnemeyecek kadar pragmatisttir. Erbakan’ın Refahyol döneminde izlediği strateji, bugün ortaya koyduğu tüm iddiaları ‘güvenilmez’ ve ‘geçersiz’ kılmaktadır.DÖRT: Bugün Erbakan cephesinden AKP’ye yöneltilen eleştirilerin hiçbiri, toplumda bir karşılık bulmamaktadır. Çünkü vatandaş, ‘Biz sizin iktidarınızı da gördük’ yanıtını verebilecek kadar feraset sahibidir.BEŞ: Ne yazık ki Erbakan’ın siyasal imajı, ‘Hapse girmemek için bin türlü numara peşinde koşan adam’ noktasına kadar gerilemiştir. Ve ‘camia’ artık lideri aracılığıyla aşağılanmaktan bıkmıştır.ALTI: Kamu önünde başka, dostlar arasında başka konuşarak, ancak ‘gizli gündemli’ cemaat lideri olunur, siyasi parti lideri değil... İşte bu gerçek de ‘camia’ tarafından kavranmıştır.YEDİ: Toplumu ‘bizden olanlar’ ve ‘bizden olmaya aday olanlar’ diye ikiye ayırmanın, bir tür aşağılama olduğu fark edilmiştir. ‘Bizden olmayanlar’ın da akıl, fikir, izan sahibi oldukları ve bilinçli tercihler yaptıkları tartışmasız bir gerçek olarak belirmiştir. Erbakan, bu açıdan da büyük yara almıştır.SEKİZ: İktidardayken AB taraftarı, iktidardan düştükten sonra bir numaralı AB düşmanı olan Erbakan’ın bu tür zikzak politikaları, güvenirlilik sorununu en üst noktaya taşımıştır.DOKUZ: Erbakan öyle bir gerilemiştir ki, gitmiş ta 70’lerin MSP’sinin tezlerine sarılmıştır. Bu açıdan arkaiktir ve geçmişi yaşamaktadır.ON: Son ayrışmada parti içinde ‘entelektüel birikim’i ve gerçekçiliği temsil eden tüm isimler AKP’ye geçerken, gerçekçilikten uzak isimler sadece ve sadece ‘sadakat’ adına Erbakan’ın yanında kalmıştır. O isimlerin yeni bir heyecan yaratması imkansızdır ve Saadet Partisi’nin çıkmazı buradadır. ONBİR: Erbakan o kadar içe kapanmıştır ki, üzerinden silindir geçen partisini Numan Kurtulmuş ya da Mehmet Bekaroğlu gibi yanında kalan iki iyi isimden birine teslim etmekten bile kaçınmaktadır. Güvenmediği isimlere partiyi teslim etmektense ufak partisinin daha ufalmasına göz yummaktadır.***Kısaca söylemek istediğimiz şudur:Lütfen artık ‘Erbakan harekete geçti, AKP’ye işaret çaktı, bilmem şu kadar AKP’li Erbakan’dan işaret bekliyor, türban yanlıları Erbakan’ın yanında saf tuttu’ tarzı başlıklar atmayalım.Çünkü ‘camia’ bu haberlere sadece gülüp geçmektedir.
button
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2005
<B>BUGÜN </B>pazar. Hayır, hayır! <B>‘Bizim bir duruşumuz var’</B> diyen genizden sesli, pek hoş benli <B>‘romantik yazar-duygusal belgeselci’</B> kıvamında olamadığım için <B>‘Bizi ilk defa güneşe çıkardılar’</B> diye devam etmeyeceğim. Derdim başka:
‘Bugün pazar’ diye başlayacağım ve cümleyi şöyle tamamlayacağım:
‘O halde Hasan Pulur üstada öykünerek bir Bekri Mustafa fıkrası patlatmanın tam sırası...’
Pazar sütunlarını iki Bektaşi, üç Bekri fıkrasıyla dolduran eski üstatların aflarına sığınarak olaya giriyorum.
* * *
Efendim...
İçki, kumar ve kadın üçgenine tutsak olan, üstelik gece 24.00’ten sonra Digitürk’ün ayıp kanallarına dadanan ‘bizim’ Bekri’nin köyünde müessif bir ölüm hadisesi olmuş.
Ve fakat...
Bütün imam hatipliler, ‘tıp-hukuk-mülkiye’ gibi mekteplerde okuyarak ‘devleti içeriden ele geçirmenin planları’nı yaptıkları için, ne yazık ki, cenazeyi kaldıracak bir imam bulunamamış.
Belki de devir İnönü devriydi, artık o kadarını bilemiyorum.
Neyse...
Politikayı bırakalım ve fıkraya devam edelim:
Cenaze ortada kalınca köylülerin aklına bizim ‘Bekri’ gelmiş.
Köylüler, ‘Cenaze işini Bekri’ye yıkalım, o halleder’ deyip Bekri’nin yanına koşmuşlar.
O sırada bir taraftan içki içip kumar oynayan, bir taraftan da yoldan geçen kadınları kesen Bekri’ye reddedemeyeceği bir teklif sunmuşlar:
‘Aman şu cenazeyi kaldır, iki aylık Digitürk aboneliğin bizden.’
Aklına RTÜK Başkanı Fatih Karaca’nın antipatik görüntüsünü getirmemeye çalışan Bekri, beleş Digitürk’ün üzerine atlamış.
Ve hemen işe koyulup cenaze işlerini hızlı bir şekilde halletmiş.
Tam ‘rahmetli’yi toprağa verirken, cenazenin üzerine eğilip bir çift söz söylemiş ve mezarlıktan ayrılmış.
Köylüler hemen koşmuşlar ve ‘Yahu Bekri! Cenazeye ne dedin?’ diye sormuşlar.
Bekri Mustafa’nın yanıtı pek bir manidardır:
‘Cenazeye dedim ki: Şimdi sana sorgu sual melekleri ‘Dünyada ne var ne yok’ diye soracaklar. Onlara ‘Bekri köye imam oldu’ de, gerisini anlarlar.’
* * *
Durup dururken Bekri fıkrası patlatacak kadar kıdemli bir yazar olmamanın getirdiği en büyük zorluk, ‘Peki sen şimdi bu fıkrayı niye anlattın?’ sorusuna muhatap olmaktır.
O zaman ‘başa gelen çekilir’ diyelim ve hemen bir gerekçe bulalım.
Efendim, birkaç gündür gündemimizde Fatih Ürek’in ‘Kırkpınar ağası’ olma tartışması var ya...
Amacımız ‘Ben senin Kırkpınar ağası olma ihtimalini sevdim’ havasında giden bu tartışmaya gönderme yapmaktır.
Hani diyorum ki, Bekri’nin fıkradaki son cümlesi şöyle olsa:
‘Cenazeye dedim ki: Sorgu sual melekleri ‘Dünyada ne var ne yok’ diye soracaklar. Onlara ‘Fatih Ürek Kırkpınar’a ağa oldu’ de, gerisini anlarlar.’
Yaşasın Cezayir direnişimiz
SİZ misiniz yılların ‘Cezayir Sokağı’nı, tatsız bir şaka gibi ‘Fransız Sokağı’na çevirerek Cezayirli kardeşlerimizi derinden yaralayan?
Ve içimizde gizli kalmış o anti-emperyalist duyguları açığa çıkaran?
Bir gün gelip, ‘Gün doğdu / Hep uyandık / Siperlere dayandık’ diye marşlar söyleyeceğimizi ve direnişe geçeceğimizi nasıl da unuttunuz.
Bu devran hep böyle sürüp gidecek mi sandınız? Size tokat gibi cevap verecek ‘üç ortak’ pardon ‘üç yiğit’ çıkmaz mı sandınız?
İşte yanıt verildi:
Sokağınızın hemen yanı başında bir ‘direniş anıtı’ gibi yükselen o ‘Cezayir Lokantası’na iyi bakın.
Üç ortaklı bu ‘kafe-restoran’ı, sıradan basit bir ‘mekán’ diyerek geçmeyin, tanıyın.
Orası Fransız Sokağı’na verilen politik bir yanıttır!
Fransız yemekli mönüsü olsa da Cezayir direnişinin kalbinin attığı yerdir...
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2005
<B>YER:</B> Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi...<br><br><B>Davacı:</B> Başörtülü tıp öğrencisi Leyla Şahin...<br><br><B>Davalı:</B> Türkiye Cumhuriyeti Devleti...<br><br><B>Dava konusu:</B> Türban yasağı... Davacı diyor ki: Bu devlet, benim başörtümle okula gitmeme izin vermiyor. Bu durum insan haklarına aykırıdır.
Davalı diyor ki: Benim kuralım bu. Bu yasak insan haklarına aykırı değildir.
***
Nasıl?
Tam da ‘müsamere tadında’ değil mi?
‘Müsamere tadı’ da nereden çıktı diye sorabilirsiniz.
Anlatalım:
Cümle alem bilmektedir ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ adına görüş bildiren ‘hükümet’in ta kendisidir.
Ve yine cümle álem bilmektedir ki bu hükümet, ‘türban yasağı’ adı verilen yasağı kaldırmak için yanıp tutuşmaktadır.
Peki bu ne yaman çelişkidir böyle?
Bir taraftan yasağı kaldırmak için yanıp tutuşacaksınız...
Diğer taraftan ise AİHM’de yasağın meşruiyeti doğrultusunda görüş bildireceksiniz.
Açmaz sanıldığından büyüktür.
Çelişki saklanamayacak kadar açıktır.
***
O halde herkesin bildiği gerçeği açıkça yazmaktan çekinmeyelim:
Hükümet, türban konusunda ‘devlet’ ile ‘taban’ arasında kıskaçtadır.
Bir tarafta bulduğu her kürsüyü ‘Türban yasağını kaldıramazsın’ nutukları için fırsata çeviren ödünsüz‘devlet’ var.
Diğer tarafta ise gittikçe daha da sabırsızlaşan, verdiği oyun diyetini isteyen ‘taban’.
Yani tam bir kıskaç hali.
Hükümet ‘taban’dan yana tavır koyduğunda başına ne geleceğini iyi bilmektedir.
Huzursuzluk, istikrarsızlık, devlet kurumlarıyla çatışma...
İşte bunu göze alamayan hükümet, kurtuluşu ‘devlet’ten yana tavır koymakta buldu.
Yani her zaman olduğu gibi kazanan ‘devlet’ oldu.
Peki ya taban?
Onların payına ise her zaman olduğu gibi ‘sabır’ düştü.
***
Şimdi sorulması gereken en kritik soru şudur:
Taban bundan sonra da sabreder mi?
AKP ile ‘dindar kitle’ arasındaki ‘büyülü ilişki’ bundan sonra da devam eder mi?
Bana göre AKP’nin elinde, ‘Türban yasağını neden kaldırmıyorsun’ diye çıkışanlara karşı hep muazzam bir gerekçesi oldu.
O gerekçe şudur:
‘Biz türban yasağını kaldırmak istiyoruz. Ama işte görüyorsunuz, askerinden yargıcına, medyasından ana muhalefetine etkili odaklar buna izin vermiyor.’
İşte bu gerekçe tabanın isyanı ve kopuşunu engelledi, umudun diri tutulmasına olanak sağladı.
Yani taban, ‘Bunlar bizden. Sorunu kişisel olarak yaşıyorlar. Ellerinden gelse tabii ki çözecekler’ beklentisini devam ettirdi.
Bundan sonra da bu beklentinin devam etmemesi için hiçbir neden yok.
Yani durum şudur:
Bundan sonra Asiye’nin kurtuluşu hep bir başka bahara ertelenecek ama AKP’nin oylarında azalma olmayacak.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2005
<B>YAKLAŞIK </B>beş yıldır mekán edindiğim Nişantaşı ve Teşvikiye kafelerinin <B>‘kuşkucu’</B> müşterilerine teessüflerimi bildiririm. O kadar ‘değiştim’ diyorum...
Cumhuriyet tarihinin kendini en fazla izah etmek zorunda kalan kalem erbabı oldum...
‘Özeleştiri’ yapmaktan dilimde tüy bitti...
Hatta cemaatimin garezini üzerime çektim...
Ve fakat...
İşte görüyorum ki yine de yaranamadım.
Kuşkucu müşteriler, son günlerde Nişantaşı yöresindeki kafeleri kendilerine eylem alanı olarak seçen bir grup sakallı ve cüppeli zevat ile benim aramda ilişki kurmaya fazlasıyla meraklı görünüyorlar.
* *Ê *
Efendim olay şu:
Sakallı, şalvarlı ve de cüppeli bir grup eylemci, son günlerde enteresan bir eylem türü icat etmişler.
Özellikle geceleri aniden ortaya çıkıyorlar ve önceden belledikleri herhangi bir Nişantaşı kafesine doluşuyorlarmış.
Eylemciler, önce kafe sakinlerinin şaşkın bakışları altında dört bir yana dağılıyor, ardından da liderleri ‘Sır Kapısı’ türünden programlarda rastlanan deruni bir ses tonuyla vaaza başlıyormuş.
‘Ölüm de var’ tarzında etkileyici cümleler kuruluyor ve kafe ehli, imana davet ediliyormuş.
Hatta bir keresinde ‘İçtiğiniz bu kafe lattelerle Afrika’da kaç aç doyurulur biliyor musunuz’ filan türünden bir demagojik tez bile ortaya atılmış.
Nişantaşı’nın fazlasıyla apolitik kafe ehli, eylemcilerle tartışarak bu tuhaf tezleri çürütmek yerine, ‘Eyvah! İşte yıllardır beklenen irtica Nişantaşı’na kadar geldi, şimdi ne yapacağız şekerim?’ diye bağırışıyorlarmış.
Bazıları da AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a ılımlı yaklaşan arkadaşlarına fırça atıyor, ‘Ben sana demedim mi? Bunlar değişmez’ diye haykırıyorlarmış.
‘Kafe cihat ekibi’, vaazın ardından kafe ehlinin toparlanmasına fırsat bırakmadan geldiği gibi aniden gidiyor ve karanlık gecede izini kaybettiriyormuş.
* *Ê *
Şimdi söyler misiniz:
Benim bu fazlasıyla münasebetsiz ve de salak eylemle ne ilgim olabilir?
Ben ki en radikal, en gruplar üstü entelektüel, en anti Batı dönemlerimde bile, bir kafeye girip, ‘Ey camaati müslimin! İmana gelin’ diye haykırmayı aklımın ucundan geçirmemişim, tam da AB’ye gönülden destek verdiğim bir dönemde mi kafe baskını tertip edeceğim.
Peki o halde neden içinden çıktığım çevre nedeniyle Nişantaşı kafelerinin kuşkucu müşterileri, bana kıl oluyorlarmış gibi bakıyorlar?
Gündüz birkaç saat kahve içtiğim kafede, geceki eylemi planladığımı mı zannediyorlar.
Aşk olsun yani.
* *Ê *
Ama kararlıyım:
Adımı temize çıkaracağım ve kuşkucu bakışlardan kurtulacağım.
Uzun isimleri ‘Nişantaşı Kafelerinde İslami Tebliğ Cephesi’, kısa adları ‘Kafe Cihat Ekibi’ olan bu grubu bulmaya kararlıyım.
Kimdir bunlar?
Süleymancı mı? Nurcu mu? Nurcu ise hangi koldan? Yazıcı mı? Okuyucu mu?
İsmailağa Cemaati’nden kopmuş bir grup mu?
Yoksa kökü Pakistan’a giden Tebliğciler mi?
Müslüm Gündüz yeniden görev başında mı?
Ya da muzip ve ‘şakacı zihniyetli’ bir grup fırlama mı?
Belki de laiklik meselesini fazlaca abartan bir grup ulusalcı, tıpkı reklam için kendini kesip doğrayan şarkıcı gibi, ‘irtica geliyor’ meselesini gündemde tutmak için böyle bir olay tezgáhlamıştır...
Neden olmasın?
Dediğim gibi, peşlerindeyim.
Onları bulacak ve ‘Ahmet Hakan’ın bizimle uzaktan yakından ilgisi yoktur’ yazılı bir belge alacağım.
Ne yani Demirel, Hür ve Kabul Edilmiş Mason Derneği’nden bu tür bir belge alınca oluyor da, ben alınca mı olmayacakmış!
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2005
<B>TÜRKİYE’</B>nin Batı demokrasilerine kıyasla birçok alanda döküldüğünün elbette farkındayım. Bu yüzden AB’den gelen eleştiriler karşısında takınılan, ‘Ne diye bizim iç işlerimize karışıyorsunuz? Siz önce kendinize bakın’ denmesini pek anlayamam.
Yani Batı’dan gelen eleştiriler karşısında milli hisleri rencide olan ve alınganlık gösterenlerden değilim.
Ama benim için bu işin bir istisnası var.
Henüz tam olarak çözümleyemediğim nedenlerden dolayı Claudia Roth’a başından beri gıcık olmaktayım.
Olumsuz hislerimin kaynağını gerçekten bilmiyorum:
Sinir bozucu bir sarıya kaçma olayı mı?
Yoksa her türlü tepkiye rağmen dinmek tükenmek bilmeyen o Avrupai inatçılık mı?
Neyse... İşin bu kısmını geçelim...
* * *
Dün Meclis’te yaşanan tartışmayı okuduğumda, ilkelerime ters düşse de, inanın gönlüm acayip ferahladı.
Tartışmanın bir tarafında bizim ‘gıcık müfettiş’ Roth var...
Diğer tarafında ise insan hakları konusunda kendimi gözümü kırpmadan emanet edebileceğim ‘harbi insan’ Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Mehmet Elkatmış.
Bu tür buluşmalarda olay genellikle şöyle cereyan eder:
‘Gıcık müfettiş’ ödünsüz tutumuyla hepimizi hasta eder, Türkiye’yi temsil eden yetkili de lafı alttan alarak belayı geçiştirmeye çalışır...
Ama...
Bu kez öyle olmadı.
Elkatmış ile Roth arasında ‘aşağı yukarı’ şöyle bir konuşma geçti:
ROTH: İstanbul’daki Kadınlar Günü’nde polisin göstericilere davranışı insan haklarına aykırıydı.
ELKATMIŞ: Tamam, öyleydi. Ama lütfen şu gazete kupürlerine bakar mısınız? Bunlar da Fransız ve Alman polislerinin göstericilere karşı tutumunu yansıtıyor... Ne diyorsunuz?
ROTH: Ay şaşırdım vallahi... Emin misiniz? Kem küm... Tabii bunlar da yanlış... Ama durun bakalım...
Başka bir konu var: Türkiye’de dini azınlıklar alanında yaşanan sorunları çözmelisiniz.
ELKATMIŞ: Hanımefendi... Türkiye’de dini azınlıklar kendi liderlerini seçebiliyor. Siz önce AB üyesi Yunanistan’da Türklerin kendi müftülerini seçmesine izin verilmemesi konusuna değinseniz.
ROTH: Ay bu da nereden çıktı ya? Soruları hep biz sorardık, şimdi resmen savunmaya geçiyoruz...
ELKATMIŞ: Bu kadar da değil. İçinde ‘Türk’ kelimesi geçtiği için Yunanistan’da bir dernek kapatıldı, haberiniz var mı?
ROTH: Durun, durun... Rolleri değişmeyelim. Siz önce Türkiye’deki düşünce özgürlüğü konusunda...
ELKATMIŞ: Siz Vakit gazetesini mahkeme kararı olmadan Almanya’da yasaklamadınız mı?
ROTH: Ama o gazete anti semitist yayınlar yapıyordu.
* * *
Nasıl? Harika değil mi?
Ne kadar AB’ci olsak da insanız işte...
Elkatmış’ın Roth’a verdiği ‘ders’ müthiş hoşuma gitti.
Oysa Elkatmış’ın yaklaşımı, ilkesel olarak karşı çıkmam gereken bir yaklaşım.
Bunun farkındayım.
Çünkü bu tür savunma biçimlerinin, anti-demokratik uygulamaları meşrulaştıran bir yanı oluyor.
Bu tür ‘laf geçirmeler’in gelip dayanacağı yerin, ‘Ulan Almanya’da bile polis dayak atıyor, bizim polisin başı kel mi? Tabii bizimkiler de biraz okşayacak. Elin Alman’ı ne karışır?’ olacağını görüyorum.
Ama işte olayın içine hissiyat girince ilke filan hak getire...
Dedim ya: Ne kadar AB’ci olsak da insanız işte.
Yazının Devamını Oku