24 Ocak 2009
İSTANBUL Üniversitesi yakınlarındaki bir mağazanın camına, "Sahibi Yahudi’dir, alışveriş etmeyin" yazılı pankart asıldığı sıralarda yönetmen Tomris Giritlioğlu’nun, Yılmaz Karakoyunlu’nun Güz Sancısı adlı romanından uyarladığı filmi seyrediyordum. 1955’te Kıbrıs’ta yaşanan olaylar üzerine Türk gençliği provokasyona getirilmiş, çıkan olaylara çapulcular da karışmış ve İstanbul’daki gayrimüslimlerin mağazaları ve oturdukları binalar 6 ve 7 Eylül’de vahşice yağmalanmıştı. Güz Sancısı bu olaylar üzerine kurgulanmış bir aşk filmi.
2009 Türkiye’sinde yeniden bu tür senaryolara konu olacak olaylar yaşanmaması için devletin bu kez daha sorumlu davranması gerektiği çağrısında bulunmalıyız.
İncil’de geçen "Quo vadis-Nereye gidiyorsun?" cümlesi bugün artık nereye gittiği belli olmayanlar, merak da edilmeyenler için kullanılan bir tür atasözü. Bugün hepimiz oturup sormalıyız: "Türkiye, nereye gidiyorsun?"
* * *
Obama’nın Amerikan başkanlık koltuğuna oturuşunu tüm dünya gibi Türkiye de umutla karışık duygular içinde karşıladı. Yılan derisini değiştirdi ve ölmedi. Amerika’nın kendi kabuğunu bu denli şık değiştirmesine gıpta ettik. Ya sonrası?..
İktidar, Sayın Başbakan’ın şahsında kendini Hamas ile özdeşleştirdiği ve Sayın Başbakan, AB başkenti Brüksel’de bu desteği, "Onlar da seçilmiş ben de, benim için de yapamaz dediler ama işte ne güzel yönetiyorum Türkiye’yi" diye dillendirdiği için başımız ciddi olarak dertte.
Washington’da hep Türkiye’nin arkasında olan Yahudi lobisinin desteği, en fazla ihtiyaç duyulacak anda kaybedildi. Hem Amerikan Temsilciler Meclisi, hem de senatosu, Demokrat çoğunluğun elinde. Demokratlar kampanya sırasında tam kadro, Ermeni seçmenlerin "Soykırım kabul edilsin" talebini onaylama sözü verdiler.
Artık sizi destekleyecek bir Yahudi lobisine de güvenemezsiniz. Bir iki haftaya kalmaz kokusu çıkar, Ermeniler konuyu gündeme taşıyacaklar. Bu sefer Yahudi lobisi de olmadan bunu nasıl durduracaksınız? Ermeni talepleri kabul edilirse burada yer yerinden oynayacak ve Türk-Amerikan ilişkileri yepyeni bir döneme girecek. Unutun o zaman Barack Hussein Obama’yı. Oluşacak yeni dengeleri nasıl kurmayı hayal ediyorsunuz? İşte tam da bu noktada sormak gerekir: Quo vadis?..
* * *
Bu ülkede asker-sivil ilişkilerinin çağdaş demokrasi standartlarına oturmasını, ülkeyi medeniyet gereği askerin değil sivillerin yönetmesini isteyen dürüst insanlar şimdi soruyor: Hangi sivil? Hangi demokrat?
Sorular geneldir. Sadece vicdan sahibi siyasetçiyi değil, safına çok güvenen aydınları da kapsamaktadır. Neden bu insanlara demokrat olduğunuza ilişkin güven vermek yerine tüm gerçek demokratların aydınlanmasını istediği bir soruşturmada sapla samanın birbirine karıştırılmasına seyirci kalmayı tercih ettiniz?
Hangi demokrat?.. Bu soruyu sorma mecburiyetinde neden bıraktınız onları? Ve hatta soru soranları neden azarlayıp sindirmeye çalıştınız? İntikam gibi habis bir duygunun iki taraflı yeşermesine neden izin verdiniz? Toplum vicdanı zedelenirken siz neredesiniz?
Siz değil ama memleketim: Nereye gidiyorsun?
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2009
TÜRKİYE Sosyal Ekonomik Araştırmalar Vakfı’ndan Mehmet Ural uğradı, TÜSES’in sosyal demokrat yerel yönetimlerle ilgili bugün yapılan toplantısının yanı sıra biraz da Avrupa Birliği konuştuk, "Seni ilk tanıdığımda 1987’ydi, toplantılarda AB boyutlu sorular sorardın, 22 yıl olmuş" dedi. "22 değil, 28 yıl oldu" diye düzelttim. Bazen kendimi 80 yaşına gelmiş, elimde baston Avrupa Parlamentosu’nun koridorlarında dolaşırken hayal ettiğim için olsa gerek çarşamba akşamı İtalya’nın eski Avrupa Bakanı Emma Bonino ile aramda empati dedikleri karşılıklı hissiyat anlama durumu oluştu. Emma Bonino, "60 yaşıma geldim hálá Kıbrıs konusunu bitiremediniz. 80’ime gelince de bununla uğraşmak istemiyorum" dedi. O akşam aynı yemekte, Bonino’dan daha yaşlı olan Hollanda eski Dışişleri Bakanı Hans Vanden Broek vardı, o da "90’ımda aynı şeyleri konuşmak istemem" dedi.
Eruh’ta sıcak bir temmuz günü ilk PKK bombalarının patlamasının üzerinden de 25 yıl geçti. Susurluk deseniz, 13 yıl oldu. Umarım bir dönemin siyasal kutuplaşmasında liberal kanatta yer alan Sami Selçuk’u da haysiyetli bir hukuk insanı olarak kuşkuya sevk eden soruşturma yöntemleri yüzünden sapla saman birbirine karışmaz da 20 yıl sonra hálá Ergenekon’u da konuşuyor olmayız.
* * *
Fakat asıl konumuz, Bağımsız Türkiye Komisyonu. Avrupa Birliği üyeliğine açıkça destek veren bir sivil toplum kuruluşu olan Bağımsız Komisyon’un başında 2008 Nobel Barış ödülü sahibi ve Finlandiya eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari gibi saygın bir isim var. 2004’te Türkiye’nin AB üyeliğini irdeleyen bir raporla gündem oluşturan bu Komisyon’un diğer üyeleri Almanya’nın Saksonya Eyaleti eski başkanı Kurt Biedenkopf, İtalya Avrupa eski Bakanı Emma Bonino, Hollanda eski Dışişleri Bakanı Hans Vanden Broek, London School of Economics eski Dekanı Anthony Giddens, İspanya eski Dışişleri Bakanı Marcelino Oreja Aguirre, Fransa eski Başbakanı Michal Rocard ve Avusturya Dışişleri Bakanlığı eski Müşteşarı Albert Rohan. Komisyon’un Türkiye ziyaretine Rocard, Biedenkopf ve Giddens dışındaki üyeler katıldılar. Açık Toplum Vakfı heyet onuruna bir çalışma yemeği düzenledi, üyeleri dinlemek fırsatını buldum.
* * *
Bağımsız Komisyon çok net olarak Türkiye’yi AB reform sürecini sürdürmeye davet ediyor. Ergenekon üzerine dinledikleri kafalarını karıştırmış. Şu anda Türkiye’nin AB ilişkileri açısından olumlu buldukları tek gelişme AB işlerinden sorumlu bir bakanın, Egemen Bağış’ın başmüzakereci atanmış olması. Ahtisaari, Türkiye-AB ilişkileri üzerine yeni bir rapor hazırlamayı düşündüklerini de açıkladı, ama sanırım marttaki yerel seçimler sonrasında harekete geçecekler.
Çalışma yemeğinde danışmanından öğrendiğime göre Althissaari Nobel Barış Ödülü’nü aldıktan sonra her gün konuşma yapmaya, konferans vermeye davet eden 200 kadar e-posta alıyormuş. Bunu özellikle yazmak istedim çünkü konuşmacı deyince bizde akıllara ya Clinton geliyor, ya da omuzlarında örümcek gezdiren tuhaf gurular.
Her neyse, umarım 80 yaşıma geldiğimde AB’den farklı bir konu ile uğraşıyor olacağım.
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2009
HÜKÜMET nihayet sadece Avrupa Birliği politikalarıyla ilgilenecek bir bakan atadı. Egemen Bağış, Devlet Bakanlığı koltuğuna başmüzakereci sıfatıyla oturdu. Çoktandır başmüzakerecilik yükünün Babacan’ın üzerinden alınarak AB konusuna yeterli odaklanmanın sağlanması için ilgili kamuoyundan baskı vardı. Bu kadarıyla atamayı selamlamak gerekir.
Eleştiriler ise başmüzakerecilik koltuğuna neden "teknik" bir ismin atanmadığı yönünde olacaktır. Başbakan’ın siyasi kadrosundan kendine en yakın isimlerden birini bu göreve getirmiş olması, kuşkusuz tartışılacaktır. Egemen Bağış’ın Türk-Amerikan ilişkilerindeki konumu ve ABD yönetimine yakınlığı ise Brüksel’deki Avrupa kurumlarında bazı soru işaretlerine yol açabilecektir.
Başmüzakereci atamak, hükümetin AB konusunu tavsattığı iddialarına yeterli bir yanıt olacak mıdır? Bunu büyük ölçüde Egemen Bağış’ın başmüzakerecilık performansı gösterecektir. Beklentiler yüksektir. Devletin AB ile ilişkilerini yürüten kurumlarının başında gelen Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’nin dağıtılacağı konuşuluyor. Koordinasyon eksikliği had safhada. 2008 Türkiye-AB ilişkileri açısından reform sürecinin yavaşladığı bir yıl olarak kayda geçti. Hem Brüksel’de hem de Ankara’da yapıcı adımların birlikte atılması gerekiyor. Ankara ve Brüksel’in çift taraflı strateji ve vizyon eksikliğinin üstesinden gelmek kolay olmayacak.
* * *
Başmüzakereciden beklentiler kuşkusuz müzakere masasında heyet başkanlığı yapmaktan ibaret değil. Yapılan bir ankete göre Türkiye’de lise öğrencilerinin yüzde 33’ü Amerika Birleşik Devletleri’ni AB üyesi sanıyor! AB konusunda bu kadar cahil bir toplum, haliyle dezenformasyona son derece açık. Televizyonlarda her gece AB’nin amacının Türkiye’yi bölüp zayıflatmak olduğu anlatılıyor. Buna karşılık Türkiye’nin AB üyeliğini savunan cephe giderek zayıflıyor. Bunun tek nedeni, toplumun kandırılmaya müsait olması değil, suç bizzat AB üyeliğini savunanlar cephesinin kendisinde. Zira AB cephesinin içi, "AB’den çıkan her ses doğrudur" diyenlerle kaynıyor. Oysa buna hiç gerek yok.
Bu saptama bizi, Egemen Bağış’ı bekleyen bir başka soruna getiriyor, o da Türk entelektüellerinin yaklaşımı.
Bugünün Türk aydınları; ulusalcılar, ulusalcı olmayanlar ve İslamcılar diye kabaca üçe ayrılmış durumda. AB konusu her üçünün tekeline bırakılmayacak kadar kıymetli. AB meselesini, en azından sert ulusalcı akım ile "AB her zaman haklıdır" diyen ulusalcı olmayan kimi liberaller arasında teğet noktalara oturtmak zorundayız, kafası karışık olan İslamcıları da unutmadan.
AB ile ilişkilerde Türkiye’nin çıkarlarını gözetmemek gibi bir lüksümüz elbette yok. Ama bunu Türkiye’nin konumunu Ortadoğu’yu da kapsayan geniş Avrasyacı çizgiye çekmek ve AB’ye yüz çevirmek isteyenlerle aynı söylemde yapamayız. Bu anlamda bir dördüncü çizgiye ve duruşa ihtiyaç olduğu kesin. Asıl AB cephesi, bu duruşun sahipleri olan aydınlardan oluşmalıdır.
Egemen Bağış’tan en büyük beklentimiz, giderek uçlarda radikalleşen kamuoyunu, ulusal çıkarlarımızın AB üyeliğimizi gerektirdiği noktasına çekmesi olmalıdır. AB müzakere heyetini yönetmekten çok daha zor olan da budur.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2009
YENİ yıla dedemin müdavimi olduğu, büyük dayımın beni káğıtta levrek yemeğe götürdüğü Karaköy Balıkçısı’nın Perşembe Pazarı Griffin Han’daki yeni yerinde girdik. Dostlarını bir araya getirmek gibi artık az bulunan bir becerisi olan meslektaşımız Yazgülü sayesinde hoş bir akşam geçirip muhteşem bir İstanbul manzarası seyrettik. Yazgülü allem etmiş kallem etmiş aile işini sürdüren Hakan Özkaraman’ı ikna edip henüz açılışı yapılmayan lokantada yılbaşı yemeği düzenletmiş. Griffin Han İstanbul’un işgali sırasında İngiliz kuvvetlerinin karargáhıymış. Nereden nereye. Değişim hep olumlu yönde mi? İşte bu noktada sorun var. Bizim masada bundan beş yıl kadar önce, Almanya’daki kliniğini kapatıp İstanbul’a yerleşen estetik cerrah Ziya Saylan ve eşi mimar Lale Saylan ile sohbete daldık. Türkiye’ye dönüşün cazibesi kalmadığından yakınıldı.
Bir dönem imkánı olanların çocukları bile yurtdışında okumak istemiyordu, şimdi kalmak isteyen yok. Öğrencisi, bilim insanı, sanatçısı herkes kapağı yurtdışına atmanın peşinde.
Biz Griffin Han’ın üst katında eğlenirken İstanbullu çocukların içki içiyor diye sokakta vurulduğunu nereden bilebilirdik?
Döneni döndüğüne pişman ediyoruz. Çok insan kaçmanın derdinde. Oysa yaratıcı beyinleri toplayamayan şehirler çekim merkezi olamaz ve büyük bir kasabaya dönüşür.
* * *
Hakan’ın işini Griffin Han’a sahip çıkarak büyütmesi kültürel anlamda bir başarı modeli. Karaköy Balıkçısı gibi markaların sürdürebilir model olması kent kültürü açısından önemli.
Kültürsüz kalkınmaya olsa olsa "müstemleke kalkınması" denir.
Kültürünü yabancı markalara teslim etmiş bir İstanbul’un müstemlekeden ne farkı olur? Kimse bunu söyledim diye ulusalcıydı, şuydu buydu demesin. Küreselleşme gerçeği dünyanın eski şehirlerini esir alamıyor, çünkü oralarda kültür direniyor, bir denge oluşuyor.
Kültür nasıl direniyor? Ona sahip çıkılarak. Peki bu bilinç etrafınızda kimde var? Çok az insanda.
* * *
Griffin Han’daki bir başka masa komşum Ebru Sanver. Bu zarif hanım evinde konferanslar düzenliyor. Sonuncusunu Sunay Akın verdi. Sunay Akın, pek çok yeteneğinin yanında İstanbul’a Oyuncak Müzesi armağan eden adam.
Sunay Akın bir kültür adamı. O kendi çabasıyla müze kuruyor, ama benim çocukluğumda gittiğim, tramvayların sergilendiği Taşıt Müzesi artık yok! Gülhane Parkı’ndaki Tanzimat Müzesi de yok!
Müzeleri kapatan ya da kapatılmasına seyirci kalanlar bir de oturup Orhan Pamuk’a kızıyorlar, Masumiyet Müzesi kitabından yola çıkarak gerçek bir müze açacağı için. Kimse düşünmüyor ki çocuklarımız ilk kez Nobel ödüllü bir yazarın kitabını çevirisinden değil kendi dilinde okuyacak ve bu yazar hepimize bir de müze armağan ediyor.
Müzesini kapattığımız Tanzimat nedir? Türkiye’de modernleşmeyi, Batı’ya yönelmeyi simgeleyen fermanla başlayan dönem... Tanzimat Müzesi’ni kapatıp Avrupa Birliği’ne girmeye heves ediyoruz!..
Hiç düşünmüyoruz, bu Avrupa Birliği önce zengin olup sonra mı müze yaptı, yoksa o müze yollarından geçerek mi AB oldu?
Biz yine de enseyi karartmadan iyiye odaklanalım. Griffin Han’ın müstemleke kültürcülerinin eline geçmemesine çok sevindim.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2008
TOPKAPI Sarayı’nda "III. Selim Sergisi" açıldı. III. Selim, Osmanlı tarihinin en Avrupalı lideri. Avrupa’yı sarsan 1789 Fransız İhtilali’nin eşiğinde tahta çıktı. Sergiyi İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait Kültür A.Ş. düzenlemiş. Yenileşme hareketlerinin öncüsü sayılan Osmanlı’nın bu reformcu padişahının, Kabakçı Mustafa İsyanı diye tarihe geçen olayla, yani o zamanın mahalle baskısıyla tahtından olduğunu hatırlatmak gerek. Türk ordusunun temelini oluşturan Nizam-ı Cedid’in kurucusu, yeniliklere tahammülü olmayanlar tarafından yerinden edilmişti, şairdi, müzisyendi, mimardı. Kendisini idama gelen yeniçerilerle boğuşarak öldü.
Avrupa ile kültürel paylaşımımız en üst seviyede padişahlardan geçmiş. Ayrıca İstanbul’un Batı ile bütünleşen bir tarihi var. 500 yıl Avrupa’da olan bir imparatorluğun başkenti olmanın ötesinde, burası Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentliğini de üstlenmiş, hatta bu nedenle şehre İkinci Roma da deniyor.
Bugün Batı’da pek hevesle hatırlanmasa da, Avrupa başkenti Brüksel ile İstanbul arasında da çok eski bir bağ var. Brüksel’in başkent olduğu Belçika topraklarının bir bölümünün hákimi olan Flandre Kontu Baudoin IV. Haçlı seferleri sırasında İstanbul’da tam yüz yıl süren bir Latin İmparatorluğu kurmuş.
Buradan çıkarak diyebiliriz ki, Avrupa kültürü bu şehrin DNA’sında vardır...
* * *
DNA’ya kültürel olarak yaklaştım, ama mademki günümüzde ilkel bir biçimde etnik köken tartışması yapıyoruz, şunu da söylemek gerekir: Tıpkı İstanbul gibi Türkiye’nin her yerinin ayrı bir öyküsü var. Bunun ne kadar büyük bir zenginlik olduğunun farkında olmamak ne acı bir durum.
Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki İzmir milletvekili Canan Arıtman da dahil olmak üzere hiç kimse yedi sülalesinin geçmişte o ya da bu olduğundan emin olamaz, kaldı ki Batı’daki gibi kilise kayıtlarımız da yok.
DNA testi yaptırmak istiyorum, ne olduğumu ispat için değil, acaba neler de varmış diye keşfetmek için, meraktan. Diyelim ki ailesinin Kırım’dan Rumeli’ye göçtüğünü bildiğim anneannemin tarafından Slav kanı taşıdığım ortaya çıkacak. Bu benim bağlı olduğum Türk kimliğimi mi azaltacak?
Asıl uğraşmamız gereken bugünkü "kültürel DNA"mızın aldığı şekil. Avrupa Birliği projesi, kültürel DNA’mızı etkileyen faktörlerden biri. Avrupa’da yaşayan Türklerden de buraya son dönemlerde farklı mesajlar geliyor. Örneğin Alman bölge liginde oynayan Berlin Türkiyemspor, genel kurulunda 8 kişilik yönetim kadrosuna 3 kadın yönetici seçti. Bu bizim erkek yöneticiler ordumuza dolaylı ama güçlü bir mesaj olarak kültürel algımızda kayda geçiyor.
Bir de küçük hatırlatma. Başbakanımızın 19 Ocak’ta ziyaret edeceği Avrupa Birliği’nde liderler kimlik tanımı dini aidiyet üzerinden yapılmaz. Avrupa parası, Avrupa pasaportu derken henüz başarılı olamadılarsa da ulvi amaç herkese ben Avrupalıyım da dedirtebilmek. Sayın Cumhurbaşkanımız "Müslüman Türküm" dediği için bunu hatırlatmak istedim.
Bugünlerde III. Selim’in sergisinin açılması hoş bir tesadüf oldu.
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2008
TÜRKİYE ’de pek çok alanda kadınlar söz konusu olunca "vitrin" çağrışımı gelir akla. Az sayıda olduğumuz için, medyada, siyasette, iş dünyasında "vitrindeki" olmakla suçlanırız. Memlekette kadın olmak zor. Başarsan bir türlü, başarmasan bir türlü.
Nedir vitrin? Eldeki ürünün en iyilerinin sergilendiği yer ve bir kandırmaca mı? Bu tanım kuşkusuz olumsuz bir yaklaşımdan yola çıkarak yapılıyor.
Olumlu bakarsanız, vitrin dükkánın içini yansıtır. Normal koşullarda içeride o üründen çok sayıda olmalıdır, ama içerisi boşsa bunu gizleyemezsiniz, dışardan geçenleri sürekli kandıramazsınız.
Aynısı dekorlar için de geçerli. Türkiye’nin dekorları bizi ele veriyor. Geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye uluslararası bir resmi heyet geldi. Heyettekiler en üst düzeyde temaslarda bulundular. Kendilerine Türkiye izlenimlerini sordum. İşte gazetelere yansımamış olan yabancı ziyaretçi duygularından bir demet, ama önce Atatürk fotoğrafları üzerine ilginç bir yorum:
"Atatürk’ün tek tip resmi bir fotoğrafı yok. Her ziyaret ettiğimiz yerde farklı resimlerinin olması güzeldi. Kimi yerde Atatürk asker kıyafetinde, kimi yerde smokinli, farklı farklı şapkaları var, kimi yerde plajda, kimi yerde dansta. Ziyaretin sonuna doğru ailede işler yolunda gitmediği zaman hayatı düzene sokacak güven veren yardımsever bir amcayı çeşitli yüzleriyle tanır hale gelmiştik. Şu krizli zamanlarda insanların onları rahatlatacak birine ihtiyaçları var. Eğer ekonomik krizin üstüne bir de dinsel ve sosyal baskılar binerse istikrar unsuru olabilecek bir aile ferdi... Tam da bu noktada Atatürk’ün laiklik ve çağdaşlık konusundaki ısrarlı tutumu Türkiye için güçlü bir mesaj oluşturabilir..."
Gelelim kültür farkına:
"Bakanlık ziyaretlerimizde genelde etrafta tek kadın oluyordu, o da çay servisi yapıyordu. Türkiye’nin dış ekonomik ilişkilerini yöneten kuruluşun filminde yönetimde tek bir kadın olduğunu gördük. Bu çok modern bir imaj değil ve düzeltilmesi gerekir. Öte yandan mimarisi çok modern olanı dahil tüm resmi binalarda aynı dekoru gördük. Mermer merdivenler, koyu ahşap kapılar ve masalar. Belli bir çizgi oluşmuş. Bazı bakanlıklarda çikolata kutuları üzerine çizilen kitch doğa resimlerinden asılıydı. Bütün bunlar bir araya geldiğinde dekor üzerinden kültürel olarak farklı olduğunuz izlenimi doğuyor."
* * *
Dekorun düzelmesi gereken yer sadece resmi binalar mı? Dün KA-DER’in yerel seçimlerde kadın aday gösterilmemesi üzerine yaptığı basın toplantısı vardı. Belediyelerin başında, belediye meclislerinde, il genel meclislerinde kadın yok. Yerel yönetimlerde kadın oranı yüzde 1’i bulmuyor. Hálá kadının eşit miras hakkı için mücadele eden Fas bile bu oranda bizden ileri. Avrupa’da yerel meclislerde kadın oranı yüzde 23.9. Bizimle eş oranlı bir ülke var, o da Pakistan.
Kadın yerel yönetimlerin vitrininde bile yok. Raflardaki tüm ürünler erkek. Ailemizin iyiliksever ferdi Atatürk duvarlarımızdaki farklı farklı resimlerinden bizi izliyor. Gördüğü bu manzaradan hoşnut olmadığına emin olabiliriz.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2008
BAZEN tuhaf şeyleri anlatırken "Uzaydan biri buraya inse, ne derdi?" diye sorarız. 10 yaşındaki oğlumun bayramdaki Berlin seyahati de biraz buna benzedi. Önce otelin resepsiyon ve kat görevlilerinin Türkçe konuştuğunu fark etti. Sokağa çıkar çıkmaz bir düğün alayının çılgın korna sesleri ile karşılaştı. Restorana vardığımızda durumu çözmüştü. Bu şehirde Türkçe ile hayatı idare edebilir, Türk garsona yemeğini Türkçe ısmarlayabilir, mağazadaki kasiyerle Türkçe konuşabilirdi. Ihlamurlar Caddesi’ndeki Berlin kitapçısında eline tutuşturulan tanıtım broşürü bile ifade bozukluklarına rağmen Türkçe’ydi. Broşürün sonunda "Biz sizin ziyaretinize can atarız" denmekteydi.
Çocuk için Berlin iki dilli bir kentti. Ya büyükler için? Almanlar nasıl başa çıkarlar bilinmez ama artık Berlin’de Türkçe konuşan bir azınlık oluşmuş durumda. Hızla Alman vatandaşlığına geçen bu insanların Avrupa demokrasisinin standart kalıpları içinde azınlık hakları ile ilgili çok ciddi talepleri olabilir.
* * *
Berlin’den ayrılıp Brüksel’e geçtim. Fransa Avrupa Birliği dönem Başkanlığı’nı Çeklere devretti. Çek Cumhurbaşkanı AB fikrine kuşkuyla bakanlardan. Ayrıca Çeklerle Fransa arasında pek çok konuda ciddi yaklaşım farkları var. Çekler Amerika’ya güveniyor, enerji politikalarında Washington’a kulak veriyor, Avrupa’nın genişlemesini, iyice serbest piyasa ekonomisini savunuyor, Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakıyorlar. Avrupa için de, bizim için ciddi bir ısı farkı...
* * *
Brüksel’de önceki akşam Avrupa Birliği iletişim politikalarının tartışıldığı bir çalışma yemeğine katıldım. Yemeğin yapıldığı yere varmam sorun oldu, çünkü Çek dönem başkanlığı için yapılan zirve nedeniyle AB binalarının bulunduğu Schuman Meydanı’na giden yollar polis tarafından kesilmişti. Bindiğim taksinin şoförünün AB aleyhine söylediklerini burada yazmaya dilim varmaz, tıpkı Türkiye’de devlet başkanı ziyaretlerinde olduğu gibi üç günde bir burada da yollar felç.
Brüksel’in önde gelen düşünce kuruluşu kurucuları ve iletişimcilerinin katıldığı yemekte AB iletişim politikalarının iyileştirilmesi için sunulacak öneriler paketi tartışıldı. Şakayla karışık işe taksicilerden başlamalarını önermemde sakınca yoktu!
AB’nin iletişimini ademi merkeziyetçilikten kurtarması, yerele kulak vermesi şart. Aleyhte ve mesnetsiz propagandayı sürekli izleyip anında tepki verilmesini sağlayacak bir merkez kurulması gerekiyor. Başka öneriler de var; politikacıların, bürokratların ve gazetecilerin eğitilmesi, iletişimin işin profesyonellerine devredilmesi, okullarda AB eğitimi verilmesi, raporların anlaşılır bir dilde yazılması gibi...
Bunları dinleyince gördüm ki AB konusunda iletişimi beceremeyen sadece Ankara değil, aynı konuda Brüksel’in kendisi de yetersiz.
Bayram tatilinde iletişimin en azından bizim açımızdan sorunsuz olduğu yer Berlin’di. Orası gerçekten iki dilli bir şehir olmuş, kendiliğinden...
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2008
BRÜKSEL BOZAR Konser Salonu’na gittiğimi duyan taksi şoförü dikiz aynasından bakarak sordu: "Bu gece ne var orada?" Anlattım. Genelde birbiriyle kavgalı 9 farklı ülke ve toplumdan 9 piyanist birlikte çalacaklar ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti adına dünyaya barış çağrısında bulunacaklardı. Sahnede iki piyano olacaktı. Zaman zaman dörtlü, örneğin Türk, Yunanlı, Güney ve Kuzey Kıbrıslı sanatçı birlikte çalacaklardı. Ermeni sanatçı Türk’le, İranlı Amerikalıyla, Mısırlı Arap sanatçıyla eşleşiyordu.
BOZAR’daki konserin konsepti Belçikalı şoförün baktım ki hoşuna gitti, "Gitmek isterseniz fazla davetiyem var, ben sizi sokarım" deyince sevindi, hemen karısını aradı. Gerçekten de yarım saat geçti geçmedi, taksi şoförüyle eşini karşımda buldum. Konsere girmek isteyenlerin çokluğundan neredeyse izdiham yaşandığından taksiciyle eşine yukarı balkonda yer bulabildik.
Belki çıtayı biraz fazla yukarı koyuyorum ama içimden dedim ki, İstanbul’daki taksi şoförleri de Cemal Reşit Rey’e, AKM’ye Açıkhava’ya müşteri götürürken programı sormaya başladıkları gün, şehrimiz gerçekten Kültür Başkenti sıfatını hak etmiş olacaktır...
* * *
Barış İçin Sanatçılar Derneği altı yıl kadar önce Paris’te Devlet sanatçımız Hüseyin Sermet ve Türkiye Ermeni Cemaatinden Mark Büker tarafından kurulmuş. Üyelerinin hepsi de ülkelerinin en iyileri arasında. Brüksel konserleri ayakta alkışlandı. İstanbul üzerinden 2 bin kişilik bir kitleye doğrudan barış ve kültürlerarası dayanışma mesajı verilmiş oldu. Brüksel’deki konserin sedası burada AB’yi izleyen 77 milletten gazeteci kanalıyla Japonya’ya kadar ulaştı.
* * *
Brüksel’de Türkiye için yoğun bir haftaydı. Bir tarafta Babacan’ın da katıldığı NATO toplantıları, diğer tarafta Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye raporunun tartışılması ve İstanbul Merkezi’nde Beral Madra’nın küratörlügünde açılan sergi... Avrupa Parlamentosu Türkiye raporuyla ilgili gelecek görüşme 16’sında. Bakalım rapora kaç değişiklik önergesi verilecek. Bir seferinde 400 yerde değişiklik istenmişti! Şimdi de bunun yarısını tutturabilecekleri konuşuluyor.
Dış İlişkiler Komitesi toplantısında raporla ilgili yapılan konuşmaları dinledim. Avrupa Parlamentosu Türkiye söz konusu olunca her kafadan farklı bir ses çıkardığını nihayet kabul etmiş durumda. Yunanlısı dahil Türkiye’ye birbiriyle çelişen mesajlar verilmesini eleştirdiler. Parlamentoda Emine Bozkurt ve Vural Öger gibi Türk kökenliler konuyu iyi bildikleri için farklı hassasiyetlere dikkat çekebiliyorlar. Örneğin Bozkurt’un "Havuç ve sopa politikası uygulayacaksanız, havucunuz nedir? diye sorması etkileyiciydi.
Raportör Ria Oomen Ruijten, "Mesajımız çok net, o da siyasi reformların sürmesi. İhtiyacımız olan şey artık kanunların kendilerinden çok nasıl uygulandıkları" diyor.
* * *
Dönüşte uçakta, bu Brüksel seferinden kafamda yer eden en güçlü imge nedir diye düşündüm. Kıbrıs’ın iki toplumunu temsil eden iki sanatçının, Rüya Taner ve Cyprien Katsaris’in BOZAR sahnesinde alkışlar arasında birbirlerine sarılmalarını hatırladım. Bir de taksi şoförünü...
Yazının Devamını Oku