29 Kasım 2008
SEVGİLİ Bekir Abi, sürekli dolaşım halinde olduğumdan iletişime geçemedik. İki hafta önce köşenizde, Türkiye’de hayvanların gördüğü eziyeti Avrupalı hayvan hakları savunucularının dillerine doladıklarını anlatan bir yazı yazmıştınız. Bundan utanç duyuyordunuz.
Ben de utancınızı paylaşıyorum, ama yine de size Avrupa’da tanık olduğum iki örneği vermek istiyorum.
Birinci olay, dünyanın en zengin ülkesi İsviçre’de geçer. Bu satırların yazarı, yatılı okul arkadaşının Neuchatel’deki evine davet edilir. Evin kapısında bir kova durmaktadır. Kovadaki suyun içinde yeni doğmuş beş kedi yavrusunun cesetleri yüzmektedir.
"Burada ádettir, yeni doğan yavruları kovada boğarlar. Niye şaşırdın ki?" der oda arkadaşı.
Ben ki yedi ceddi kedisever bir soydan gelme olup her gittiği şehirden eve hediye olarak kör, topal, kuyruğu kesik kediler getirip, örneğin "Kastamonu’nun kedileri harikadır" diyerek eşinin sabrını ölçen bir babanın kızıyım, bunu duyunca oracıkta şok geçirmez miyim? Ondan sonra da seneler boyu rüyamda suyun içinde boğulmuş kedi yavruları gördüm Bekir Abi.
* *Ê *
Sonra Bekir Abi, epey zaman geçti, yabancı bir meslektaş, hanımı Fransız sanatçı, Fransa’nın güneyinde otururlar, bana dedi ki: "Bizim gelinle hanım bozuştular." "Hayrola" dedim, ressam hanım tam da gelin ziyarete geldiği gün eve dadanan bütün kedileri zehirleyerek öldürmüş! Ve 25 yıllık arkadaşım, bunu bana dünyanın en normal şeyiymiş gibi anlatıyor. Ben tabii yine şoktayım, teselli için dedi ki: "Fareden farkı yok ki onların, üstelik de hırsızlar, tezgáhta bir şey bırakmaya gelmiyor. Ayrıca zaten, bunları doğar doğmaz yavruyken torba içinde nehre atmaktır ádet olan..."
Dahası da var, ölü kedileri arkadaşımın doktoralı kızı ve hanımı toplayıp çöpe atmışlar. İngiliz gelin de bu olay üzerine tasını tarağını toplayıp memleketine dönmüş.
Arkadaşıma kızacak oldum, demez mi ki bana: "Farklı bakış açıları olabilir!"
* *Ê *
Bundan 9-10 yıl önce bizim mahallede bir gecede bütün köpekleri zehirleyip vahşice öldürdüler. Ama artık böyle şeyler ender oluyor.
Erzurum’da ayağından ve gözünden yaralı kedi yavrusu için seferberlik ilan edilmiş mesela. Belediyenin Sokak Hayvanlarını Toplama ve Rehabilitasyon Merkezi, yavruyu bakıma almış.
Oralara gittiğimizde restoranlarda hayvan besleyen müşteri yok... Meydanlarda gelip geçenin sevdiği cılız köpekler de yok.
Ama galiba hayvanlar üzerinden politika yapanlar var Bekir Abi... Türkiye’de bu oluyor diye resmi ellerine verenler olursa, çocuklar gider dikilirler Avrupa Parlamentosu’nun kapısına...
* *Ê *
Kovadaki ölü kediciklerin yarattığı travmadan yıllarca kurtulamayan ben...
Le Soir Gazetesi’nde iki gün önce, Belçika’daki her altı kadından birinin fiziksel şiddet gördüğünü okuyan ben...
Demek istediğim, kadınına ve hayvanına kötü davranan tek yer burası değil. Oraları cennet, burası cehennem değil. Üstelik onlar bizden 10 kat zengin ve eğitimliler.
Kendimize haksızlık yapmayalım ve siz de bu kadar üzülmeyesiniz istiyorum Bekir Abi.
Son dakika notu: Sayın Başbakan seçimde kadın kotasına karşı çıkarken "Erkeğin lütfu olur" demiş. Erkek egemen Meclis’ten bir sürü kanun çıkıyor, bunların hepsi "lütuf" muydu? Bu arada kotayı da aşan dünya artık yüzde 50/50 eşit temsili tartışıyor.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2008
<b>BRÜKSEL /İSTANBUL</b><br>MEMLEKETİ üç dört günlüğüne bile bırakmaya gelmiyor. CHP kara çarşafa girmiş, İstanbul milletvekili Nursuna Memecan’ın Başbakan için verdiği ev daveti memleketimizin en mühim meselesi haline dönüşmüş. Önce Nursuna Memecan’ın ikram ettiği şarap markası tartışılmış, sonra da bir kadın gazete yazarımız, Başbakan’ın yanına Prof. Nur Vergin’i buyur etmesini diline dolamış... Kara çarşaf üzerine altıoklu rozet bana Mimar Sinan’daki yaratıcı öğrencilerin geçmişte İstanbul Bienali için yaptıkları bazı çalışmaları hatırlatmaz mı! Biraz da sanattaki Litvanya/ABD kökenli, "değişim" ya da Latince’de "akmak" anlamına gelen 1960 doğumlu Fluxus akımını... Sokakta rastladığınız sıkılmış portakal kabuğu dolu bir çöp tenekesi ya da saçları yolunup gözleri oyulmuş taş bebek... Bunlar Fluxus anlamında sanata ya da daha doğrusu anti-sanata dönüşebiliyorsa, siyasetten sahneleri de Fluxus’a yormanın yok bence sakıncası.
Öteki meseleye gelince, Prof. Nur Vergin ülkenin sayılı sosyologlarından, önemli de bir kadın entelektüel. Canı nereye isterse oraya oturur.
Bu arada Brüksel’de günün anlamına uygun biçimde "Geçiş Toplumlarında Kadın" konulu uluslararası bir toplantıya katıldım. İranlı ve Faslı hemcinslerimizle "kadın dayanışması"nı konuştuk. Kadınlararası dayanışma demokrat toplumların özelliği, ne acı ki bakıyorum siyasetten iş dünyasına hangi alandan olursa olsun bizdeki çoğu kadının birbirlerine tepkisi sanki hálá haremde "odalık"mışçasına... Yetmiyor, bir de her devirde haremin "gözde"liğine soyunanlar da çıkıyor.
* * *
Ve Brüksel’de Tanpınar’ı hatırlamak... Antonio Banderas’a benzeyen genç bir adamın, Brüksel hükümetinde Devlet Bakanı olan Emir Kır’ın makamında Beş Şehir’e gönderme yapmak... Türk kökenli bu sosyalist siyasetçi, Kuzey Garı’na yakın bir binanın 13’üncü katındaki ofisinin duvarlarına siyah beyaz eski Brüksel fotoğraflarını asmış. Eski güney garı muhteşem heykelleriyle birlikte yerle bir... Kuzey Garı’nın yerinde gökdelenler yükseliyor... Eski Rogier Meydanı dümdüz edilmiş. Bir dönem olmuş, otomobiller üstün nesne sayılmış, onlara özel caddeler açmak gerekmiş. Özetle burada da tarihi varlıkların tepesine baltalar inmiş.
Tanpınar, Beş Şehir’den İstanbul’u anlatırken Paris’ten dem vurur, oranın da 20’nci yüzyılın başında uğradığı değişime değinirken geçmişe özlem duyar. Ve her şehrin başına geldiğini anlarsınız bu katliamın. Paris, Brüksel, İstanbul... Sonuçta tüm şehirler değişimden nasibini almış. Ama yine de Brüksel’deki Güney Garı’nın eski fotoğrafına bakıp bir de yenisini görseniz, katliamın böylesine az rastlanır dersiniz.
* * *
İstanbul uçağına binerken Türk gazetelerini aldım kapıda. Gündüz Aktan’ı kaybetmişiz. Elimde olmadan bir "ah" sesi çıktı içimden. Bir iki yabancı yolcu bana baktı. Ne diyebilirdim? Büyük bir beyindi.
Bir anda fark ettim ki bir süredir onun yazıları olmayınca entelektüel dünyamız önemli bir dürtüsünü kaybetmiş. Karşıtlarına beyin bileten adamlar ve kadınlar eksildikçe, giderek yavan bir tat hákim oluyor zihin dünyamıza...
Çarşaf üstü altıok... Memleketin hali Fluxus gibi değişken ve akıcı...
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2008
BRÜKSEL havaalanında bilet işlemlerini yaparken Trabzonlu iki kız kardeşle karşılaştım. Kız kardeşlerden biri tepeden tırnağa kapalı, diğeri ise "Avrupai" görünümlü. Biri Trabzon’da yaşıyor, diğeri Brüksel’de. Kapalı hanımın Trabzon’da, diğerinin Brüksel’de yaşadığını düşündüm, ama hata ettiğimin farkına vardım. Durum tersiydi.
Kapalı hanım Brüksel’in göbeğinde, açık hanım ise Trabzon’un bir ilçesinde yaşıyordu.
2010, Türklerin Avrupa ülkelerinde çalışmaya gitmelerinin 50’nci yılı. Bu süre zarfında gidenlerin köyleri ve kentleri değişti, burada yepyeni değer sistemleri oluştu, fakat görünen o ki, Avrupa’daki Türkiye ile buradaki Türkiye arasında mesafe açıldı.
Türkiye’yi Avrupa’da ben değil orada yaşayan insanlarımız temsil ediyor. Türkiye imajı, oradaki Türklerin sunduğu resim üzerinden çiziliyor. Bu noktada oturup o insanlarımızı suçlayacak yerde gittikleri ülkelerin uyum politikalarını sorgulamakta yarar var. Uzun süre misafir işçi diye bakıldılar. Şimdi durum farklı ve Almanya örneğinde olduğu gibi zorlanıyorlar, başta da eğitim sistemleri, misafir çocuklarıyla başa çıkamaz hale geldiği için dökülüyor.
Avrupa’nın bir diğer hatası da 11 Eylül İkiz Kuleler faciası sonrası oluşan İslam korkusuna izin vermesi. Tuzağa düşüp kendi içlerinde İslami kimlik üzerinden bir toplum tanımlamaya başladılar. Müslüman ülkelerden gelen insanları aynı kefeye koyup sorun çözmeye çalışıyorlar.
Örnek vermek gerekirse akademik elit, "Avrupa’da Müslüman kadınlar" diye bir kategori yarattı. Nerede kaldı Avrupa idealleri? Hani herkes göğsünü gere gere "Ben Avrupalıyım" diyecekti? İnsanları, "Hayır Avrupalı değilsin, Müslümansın" demeye yönlendirerek kazançları ne olacak, belli ki bunun hesabını yapacak durumda değiller.
* * *
Bugün, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti kapsamında İKSV tarafından düzenlenen "Avrupa Kültürü Sempozyumu"nu izleyeceğim. Önceki gün de Başkent Üniversitesi’nde "Türkiye’nin AB Üzerindeki Stratejik Etkileşimleri"ni tartıştık. Nereye varacağız? Türkiye, Avrupa kültürünün neresinde duruyor? Avrupa’nın ortak değerleri diye geçmişe bakıldığında Yunan sitesi, Roma hukuku, aydınlanma ve din faktörü de öne koyulabilir.
Yeni Avrupa kültür politikaları ne dereceye kadar geçmişten sıyrılabilir? Şu anda Avrupa’nın entelektüel ve siyasi eliti, eskiden söylemesi ayıp olanı öne sürerek Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkabiliyor. Birkaç yıl öncesine kadar, "Siz Müslümansınız, o nedenle aramızda olamazsınız" diyenler ayıplanırdı. Biraz 11 Eylül sonrası hava, biraz da Sarkozy’nin katkısıyla bugün durum faklı.
Sonuçta insanlar galiba fillere benziyor. Hafızayla ilgili bir kitapta okudum. Yavru filleri kaçmasınlar diye ayaklarından iple ağaca bağlarlarmış. Sonra filler büyürmüş ve her ip gördüklerinde bir yere bağlanmalarına gerek kalmadan yerlerinden kıpırdamazlarmış. Türkiye ve Avrupa’nın karşılıklı algılamasında da ipler var. O ipler bizi önyargılarımıza bağlıyor ve ne yapsak şartlanmalardan kurtulamıyoruz.
Bu durum hem bizim için, hem de Avrupa’da Türkiye’ye önyargılı davrananlar için geçerli değil mi?
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2008
’BLUE Label deneyin’ dedi Ekrem Demirtaş, "ama ağzı kapalı şarap kadehinde içeceğiz ki aromasını hissedelim. Bardaklar da buzluktan yeni çıkmış olmalı..." İzmir Ticaret Odası Başkanı alkollü içecek sektöründe olmasına rağmen adı AKP adayı olarak İzmir belediye başkanlığı için geçmeye başlamış. Efes Oteli’nin havuz başında bize katılan bir gazeteci dostumun söylediğine de bakılırsa "Şayet AKP gerçekten onu aday gösterebilirse din partisi değil merkez partisi olduğunu kanıtlamış olur ve İzmir’i de alır"mış...
Artık o kadarını bilemem, ama Büyük Efes’in açılışına çocukken katılıp aradan yıllar geçtikten sonra tesadüfen aynı mekanın bu kez Swissotel olarak açılışına tanık olmak varmış kaderde. Avrupa İşleri Enstitüsü’nün düzenlediği Kuzey-Güney Avrupa Forumu bu yıl İzmir’de yapıldı ve açılışı Türk turizminin ilk gözbebeği sayılan bu otelin ikinci kez dünyaya gelişine denk geldi. İzmir Ticaret Odası, dört cumhurbaşkanı, pek çok bakan ağırlayan bu toplantıya ev sahipliği yaptı.
Kuzey Güney Avrupa toplantılarının patenti işadamı Şarık Tara’ya ait. Türkiye’yi en üst düzeyde nasıl Avrupa gündeminde tutarız diye kafa patlatırken 9 yıl önce onun inisiyatifiyle başlıyor bu toplantılar. Hatırlar mısınız, Özal zamanında işadamlarına başbakanın peşine takılıyor diye kızılırdı. Şimdi keşke aynı kalibrede Türkiye lobisi yapabilen işadamları- Şarık Tara gibi, Jak Kamhi gibi- yetişse de kimin peşine takılırlarsa takılsınlar.
* * *
Biz kendimizi sorunlu sanırız, ama gelin görün ki Kosova ve Sırbistan kavgalı, Yunanlılar da Makedonya’nın bu adı kullanmasını hálá sindiremediklerinden İzmir toplantısında yoktular. Yunanistan’ın kuzeyinde Makedonya var ya, bakarsın ileride bölünür, birleşirler korkusu...
Ama doğrusu Bosna Hersek Başkanı Prof. Haris Silajdzic’i dinleyince diğerlerinin yokluğunu daha az hissettik. "AB kale değildir, bir barış projesidir, kıtanın barış ve özgürlük içinde birleşmesidir" dedi ve Bosna soykırımını unutturmak isteyenlere çatarak, "Soykırımın haklı gösterilmesi bizim geleceğimiz olamaz" diye çıkıştı.
Bosna’nın işi zor, bir tarafta Amerika için ılımlı İslam modeli küçük uygulama projesi (büyüğü Türkiye, ama orada zorlanacaklarını görüp Balkanlar’a geçtiler), diğer tarafta da Müslüman kimliği nedeniyle AB’de yükselen Hıristiyan demokrat kamplaşmanın dışında kalıyor.
* * *
Bu arada Avrupa Birliği Türkiye için İlerleme Raporu’nu açıkladı ve Obama seçildi. İlerleme Raporu’nun yaklaşımı dengeli ama yüzeysel. Epey ruhsuz, biraz da sanki politika olarak durağanlık benimsenmiş. Hırvatistan için ise güzel güzel "2009 sonu müzakerelerinin tamamlanması beklenmektedir" demekte AB.
Obama ise Amerikan bağışıklık sisteminin ürettiği güçlü bir antikor. Bünye kendi kendini korudu. Güç kartları yeniden dağılacak. Dünya bundan etkilenirken Türkiye de Obama sonrasının yeni oluşacak dengeleri içinde bir yere oturacak. Tali mesele gibi görünebilir ama, siz yine de Blue Label sevenlerin AKP’den belediye başkanı adayı olup olamaması ile Obama arasındaki ilişkiyi gözden kaçırmayın.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2008
GAZİANTEPSÜRAT teknesi Rumkale kalıntılarının önlerinde hafif hafif salınırken telefon çaldı. - Alo nerdesin?
- Tekne gezintisinde
- Kekova, Gökova?
- Yok Gaziantep’teyim
- ???..
Coğrafyayı şaşırmışlığımız yok, hakikaten Gaziantep’teyiz, üstelik şehir merkezine yarım saat mesafede. 99 kilometrelik bir baraj gölü oluşmuş, Urfa, Antep, Adıyaman kıyıdaş şehirler. Kıyı kasabalarından artık kaptan yetişiyor, gencecik idealist kaymakamlar, köylü çocuklarını nasıl kürekçi yaparız diye düşünürken...
Bölgede bu kadar büyük bir göl oluşunca daha önce hiç gidilip görülmeyen tarihi yerler kıyı olmuş. Kekova Kaleköy’ün pabucu dama atılası bir durum ortaya çıkmış. Suyla haşır neşir olmanın bölge kültürü üzerinde yaratacağı büyük değişimi ve oluşacak turizm dalgasını önümüzdeki yıllarda birlikte izleyeceğiz.
* *Ê *
Mucize nedir? Sanki bir peri kızı gelmiş, Antep’in üzerine sihirli asasıyla dokunmuş. Şehrin 90’lı yıllarda fark edilmeyecek kadar kötüleyen tarihi dokusu, el dokunmamış hiçbir tarihi çarşı, han, hamam, kale, ev, cami, kilise, bedesten ve sinema kalmamışçasına restore edilip ayağa kaldırılmış.
Antep’in tarihi Bey Mahallesi, İtalya’yı aratmayan bir görsel ziyafet sunan şekilde sokakları yerden aydınlatmaya varıncaya kadar ince düşünülüp ayağa kaldırılmış. Atatürk’ün nüfusunun bu mahalleye kayıtlı olduğunu pek kimse bilmez...
Kültür Yolu adı verilen bazalt döşeli 5 buçuk kilometrelik bir yürüyüş güzergáhında tüm tarihi doku yenilenmiş. Butik otelleri, cam, mutfak, kent müzeleri... Ve Türkiye için çok önemli bir tabela mucizesi. Görsel kirlilik yaratan floresanlı tabelaların hepsi kalkmış.
Bu mucize nasıl olmuş? Önce vizyon gelmiş, sonra da belediye, devlet ve sivil toplum işbirliği. Çekül Vakfı Başkanı Metin Sözen hocamızın yıllardır verdiği emek, Belediye Başkanı Asım Güzelbey’in kararlılığı ve İl Özel İdaresi’nin verdiği destekle birleşince şehir artık sadece anı kitaplarında kalan kimliğine yeniden kavuşmuş.
Mucize ancak yerel idare Asım Güzelbey’in ekibiyle elini taşın altına koyunca gerçekleşmiş. Avrupa Birliği fonları ihmal edilmemiş. Özürlü tuvaleti yapılıyor gerekçesiyle kalenin önündeki hela bile Avrupa fonu ile yenilenmiş. AB fonları tarihinde bu bir ilkmiş!..
* *Ê *
Metin Hoca’nın peşine takılıp bu mucizeye tanık olmak büyük bir mutluluktu. Tarihi doku anlamında artık ümit kesilen bir şehrin yeniden kurtuluşuna tanık oldum. Kurtuluş Savaşı’nın işgal altındaki Antep’inde Fransız topçu ateşine direnen Mitat Enç Konağı gibi yapıların tamamlanmakta olan restorasyonlarını gördüm.
En hoşuma gelen de (Antep’te hoşuma giden yerine Azeri Türkçesindeki gibi hoşuma gelen deniyor) bu gezide bizimle birlikte Kültür Yolu’nu arşınlayan Güneydoğulu diğer belediye başkanlarının gıpta ederek Antep’i gezmeleriydi.
"Antep’in yeniden kurtuluşu"nun diğer Güneydoğu kentlerimize de örnek olacağından hiç kuşkum yok. Bölgede başlayan bu tatlı rekabetin sonuçlarını 4-5 yıl içinde göreceğiz. Ve bunun için de Gaziantep Belediye Başkanı’na ve ekibine sadece kendi şehrine değil, tüm Türkiye’ye bırakacağı bu büyük armağan için binlerce teşekkür edeceğiz.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2008
YAŞADIĞIMIZ kriz "istisnai" mi? Kapitalist sistemin zaten genetiğinde olan finansal krizlerden farkı nedir? Dünya bunu konuşuyor. İstisnai olan durum, finansal krizin içinde yaşanan enformasyon krizi. Zira bu krizin aktörleri, gitgide daha karmaşık bir hal alan tahviller alıp satıyorlardı. Peki bu tahvillerin değeri neydi ve ne oldu? İşte bunu bilmiyoruz. Bankalar bu bilgiye sahip mi? Ondan da emin değiliz.
Bilgi olmayan yerde senaryolarla baş başa kalmaktan başka çareniz yoktur.
Borsalardaki düşüşlere bakıp 1929 dünya ekonomik krizinin yeniden yaşandığı sonucuna varılıyor. Krizin bankaların iflasına yol açması bu kıyaslamayı güçlendiriyor.
Neyse ki bugün devletler 1929’daki gibi tepkisiz değil. Acil olarak düzeltici ekonomik politikalar devreye sokuluyor. İnsanlar gişelere hücum etmeden bankalar kurtarılıyor.
Kriz ne kadar sürede toparlanabilir? Fransa’daki Ekonomik ve Siyasal Araştırmalar Merkezi Başkanı Fitoussi, Avrupa ve ABD’de iki ya da en fazla üç çeyreklik bir negatif büyüme sürecine geçileceğini, sonra da toparlanma başlayacağını öngörenler arasında.
* * *
Avrupa Birliği bu krizde Türkiye’nin 2000-2001 yıllarında yaşadığı krizdeki tecrübesinden yararlanabilir. AB haber ve politikaları üzerine 9 dilde yayın yapan Euractiv haber ağının başkanı Christophe Leclercq’e göre Türkiye’nin kriz yönetimi deneyimi yabana atılamaz. Leclercq, Euractiv’in Türkçe yayını euractiv.com.tr’nin birinci yıldönümü için geldiği İstanbul’da İş Portföy Genel Müdürü Gürman Tevfik’le birlikte katıldığı "Finansal krizin AB ve Türkiye’ye yansımaları" konulu panelde "Dünya yeni bir Bretton Woods’a doğru gidiyor olabilir, bu oluşumun içinde Türkiye, AB ile birlikte olmalı" dedi.
1929’dan sonra dünya Bretton Woods ile altına dönüştürülebilir tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına ve Uluslararası para birimi IMF’nin kurulmasına karar vermişti. Türkiye’de 13 ay öncesinden krizi ilk haber veren kişi olan Gürman Tevfik ise aynı şeyi söylüyor. Dünyanın Bretton Woods benzeri, ama içerik olarak farklı yeni bir düzene ihtiyacı var. Bunu da şu gerekçeye dayandırıyor. Her ülke farklı havacılık kuralı uygularsa uçaklar havada çarpışır. Finans dünyası kuralları için de aynı şey geçerli, kurallarda buluşulmaz ise kriz ortamı sürer, daha çok kaza olur.
* * *
Türkiye ve AB aynı otoyolda gittiklerine göre araçların farklı finansal kurallarla trafiğe çıkması kaosa yol açar. O nedenle bu alanda da uyum şart.
Krizin sonunda küresel finans kurallarının hákim olduğu daha fazla denetlenen bir sistemin doğacağını öngörmeliyiz. Her ülkenin kendi regülasyonlarını kendinin yaptığı dönem arkada kalıyor.
TEB Başkanı Yavuz Canevi de Brüksel’de TR Plus-Avrupa’da Türkiye Merkezi tarafından hafta başında düzenlenen AB yolunda Türkiye Ekonomisi konulu panelde de OECD Türkiye Masası Şefi Rauf Gönenç’le birlikte benzer bir noktaya değindi. Canevi’ne göre dünya yeni bir ortak düşünce tarzı oluşturmak zorunda. Özetle, felsefesi de olan yeni bir finansal bakış açısı ve buna bağlı yeni kurallar oluşmaya başlıyor.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2008
RICHARD Feynman adında bir fizikçi var, saat taşımamasıyla ünlü. Kendisine, "Neden saat takmıyorsun?" diye sorulduğunda, "Zamanın daha fazla bilincinde olmak için" diye yanıt veriyormuş. Orhan Pamuk, Frankfurt Kitap Fuarı konuşmasında Türkiye’deki Youtube yasağına değindi. Bu tür yasaklar hangi zamana ait? O zaman kimin zamanı? Geride kalanların, geriye koşanların zamanında yaşamaya mecbur muyuz, yoksa bundan memnun muyuz?
Politikacının görevi nedir? Yasaklarla yönetmek mi, yoksa teknolojik gelişmeleri doğru izleyerek bunun sonuçları üzerinde düşünerek toplumu doğru yönlendirmek mi?
Çocuklarımız uzaklık kavramının kalmadığı bir dünyada doğuyor. Bugün dakika başına Youtube’a 30 milyon adet ve 10 saat fotoğraf yükleniyorsa bu hızlı gelişmenin anlamı mesafelerin ölümünden başka ne olabilir?
6 milyar insan cep telefonuyla irtibat kuruyor. Sadece 10 yıl önce böyle bir dünyada yaşayacağımızı hayal etmek zordu. Belki de sorun burada, gelecekle ilgili öngörülerimizde kısırız. 10 yıla kalmaz kişisel IQ asistanları olacakmış sanal ortamda. Ne yazacağımızı söyleyecek, her şeyi okumamıza gerek kalmadan kendi başına özet çıkaracak, tüm dillerden otomatik çeviri yapacak bu "asistan"lar. Üstelik bütün bunları cep telefonu denilen alet yapabilecek. Daha şimdiden bilgisayarların otomatiğe bağlı hazırladığı çalışmalar, önemli araştırma dergilerinde kabul görüp yayınlanabiliyor.
Bizim gibi elektrik düğmelerinin çevirmeli olduğu yıllarda doğanların bu yeni dünyaya ayak uydurması için özel çaba gerek. Radyo düğmesini çevirerek istasyon arayan kuşaklar, yönettikleri tuşlu dünyanın gerçeklerini görmezden geldiklerinde sorun çıkması kaçınılmaz.
* * *
Her türlü gelişmeye rağmen yine de kafamızdaki beynin bilgisayara galip geldiği bir nokta var, o da özgün düşünme yeteneği. Bilgisayar satranç maçını kazansa da insan beyni yine de özgün düşünce bakımından üstün. Tabii toplumun bundan kárlı çıkması için o yeteneklerin ortak akılda buluşması gerek. Bizdeki ortak akıl eksikliğine bakıldığında ise insanın bilgisayara daha fazla güvenesi geliyor.
Nasıl gelmesin? Bu ülkede 28 yıldır süren bir Dev-Sol davası var, sanıkları Anayasa’yı değiştirmek için şunu bunu yapmakla suçlanan... Kenan Evren Anayasa’yı değiştirmiş, AKP dahil herkes bugün Anayasa değiştirmek istermiş, kimin umurunda? Dev-Sol duruşması 21 Ekim 2008’de!
Bilgisayarlarla birlikte gelişen bir diğer alan da nöroloji bilimi. Nöromarketing diye bir sektör oluştu. Bunun bir parçası olarak yalan makinelerinin satışı artıyor. Amerikan seçimleri bu sektörü besliyor. Beyni izleyerek yalan ortaya çıkaran makinelerin mahkemelerce kullanımı da gündemde, en azından Amerika’da.
* * *
Bundan 10 yıl sonra ekranda politikacıları izlerken yalan makinesinin eğrisi de ekranda görünecek. Belki bugüne ait eski bantlar da ortaya çıkacak, ses titreşimlerinden kimin doğru kimin yalan söylediği anlaşılacak. Malum bizde siyasetten ayrılmak için ölmeyi ya da elden ayaktan kesilmeyi beklemek gibi bir gelenek var. Öncelikle uzun kariyer planı yapan siyasetçilere duyurulur.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2008
AVRUPA finans piyasalarında olup biteni sorduğum uzman bir yabancıdan aldığım cevap: "Asıl sen anlat, bu sefer bizim sizden öğreneceğimiz çok şey var. Amerika ve Avrupa’nın ’Devlet baba kurtar bizi!’ diye gözyaşı dökeceğini kimse tahmin etmezdi..."
Devlet baba kurtar bizi... Bu yalvarışı nasıl aşağıladık, ne kadar haşindik hatırlayın.
Bugün vizyonda olan, senaryo tam aynı olmasa da bizim seyrettiğimiz bir film... Elbette bizim krizlerin boyu posu dünya ölçeğinde küçüktü. Bankalar kurtulmaz dediler, kabul ettik. Devlet babayı unutun dediler, unutmaya çalıştık.
Şimdi bir devlet de yetmiyor, üç devlet birleşip banka kurtarıyorlar.
Kredi notu veren kurumlar en ufak açığımızı yakaladıklarında tepemize bindiler. Aynı hassasiyet Batılı ülke ve kurumlarına gösterilmedi. Onlara denetim yoktu. Bilanço makyajcısı piyasa çocuklarının sayesinde Batılı ekonomiler göz kamaştırıyordu. New York çekim merkeziydi, büyük Wall Street çetesi hızlı kumarcıydı. Yaşam biçimini dayatıyor, 150 dolarlık özel hamburgerlerini, 5 bin dolarlık çantalarını gözümüze sokuyordu.
Fakat onlar bu noktaya nasıl geldiler?
Kapitalizmin kumarcı versiyonuna göz yumarak... Bilanço parlatmak için karşılığı olmayan "toksik" kağıtlarla oynadılar ve büyük bir "çevre zehirlenmesi" yarattılar.
Televizyonda haberleri izliyorsunuz. Birinci haberde İzlanda’da buzullar eriyor. İkinci haberde İzlanda devlet olarak iflas ediyor. Dünya sadece iklim zehirlenmesinden mustarip değil. İklimin ve finans piyasalarının krizi kol kola gidiyor. İki toksik sorunu bir arada yaşıyoruz.
* * *
2001’de içtiğimiz "şerbet" bugünün kriz ortamında ne kadar işimize yarayacak? Bankalarımızın 2001 krizinden çıkardıkları derslerle sağlam olması avantajımız. Mevduat sahipleri açısından sorun yok, ama reel ekonomi için var.
Bugünün dünyasında kimsenin tenceresi kapağı kapalı olarak kaynamıyor. Görüştüğüm Türk banka yöneticileri yeni dış kredi bulmakta çok zorlanacaklarını, bunun için de şirketlere yeni kredi vermekte sorun yaşanacağını, kredi faizlerinin çok yüksek olacağını söylüyorlar.
Diğer tarafta ise kriz dönemine borçlu yakalanan şirketlerin durgunluk ortamında kredi geri ödemelerini yapıp yapamayacakları sorusu var. Yeni yatırım yapmak isteyenler ise vazgeçecek. Her gün iş piyasasına binlerce yeni genç insanın çıktığı bir ülkede bunun sonuçlarını tahmin etmek için finans uzmanı olmaya gerek yok.
* * *
Krizi fırsata nasıl çevirebiliriz? Avrupa’daki mevduatları buraya çekmeye kalkıp fırsatçılık yaparak değil... Önce krizi küçümsemeden ve "Bizi etkilemez abi!" efelenmelerine girmeden, Türkiye ekonomisinin güçlü ve zayıf yanlarını doğru tespit etmek lazım. Sonra iş, ilk fire verecek sektörlere şimdiden destek planlamaktan geçiyor.
Kriz ortamında artık her koyun kendi bacağından asılacak. Hiçbir ülkenin diğerine faydası yok. Elbirliğiyle fırtınadan hasarsız kurtulmaya bakmalıyız. Tabii etnik ve dinci/laik bölünme sürerse böyle bir şansımız yok. Kriz sonrası kurulacak olan yeni dünyada ilk 15-20 ülke arasında olmamız hálá mümkün. Eğer doğru adımları atarsak...
Yazının Devamını Oku