Zeynep Bilgehan

Dünyaca ünlü filozof Kuçuradi: Ömrüm cevap aramakla geçti

10 Temmuz 2022
İnsan nedir? Peki ya robotlar? Herkesin değerlendirmeleri neden birbirinden farklı? Birinin ‘iyi’ dediğine diğeri neden’ kötü’ der? Onunki bu sorulara bir cevap vermek üzere geçmiş bir ömür… Uluslararası Felsefe Kuruluşları Federasyonu Onursal Başkanı ve Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi ile hem eski fotoğraflara göz attık hem de bu soruların cevaplarına yanıt aradık… 

1- Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi, 4 Ekim 1936’da eczacı bir baba ve ev hanımı bir annenin tek çocuğu olarak dünyaya geliyor. Baba tarafı Sakız Adası’ndan, anne tarafı Çorlu’dan İstanbul’a gelmişti. Kuçuradi, önce Parmakkapı, sonra da Asmalımescit’teki evlerinde sakin bir çocukluk geçirdiğini anlatarak başlıyor: “Annemin bana davranışları çok dengeliydi. Kavga etmeleri şöyle dursun, birbirleriyle yüksek sesle konuştuklarını bile duymadım. Annem, ben sokakta bir şey görüp istediğimde, çok ağlasam da hiç almazdı. Ama istediğimi, ertesi gün babam getirirdi. Annemin bu davranışından kişinin kendine hâkim olmasının önemini öğrendiğimi düşünüyorum. Son yıllarda bunun üzerinde ısrarla duruyorum, çünkü artan şiddeti, cinayetleri başka türlü anlayamıyorum… Eğitimimin görmemi sağladığı bir şey de ebeveynlerin çocuklarını ‘başarı’ya karşılıklarla teşvik etmelerinin yanlış olduğu… Buna örnek ‘sınıfını geçersen, sana bisiklet alacağım’ sözü…”


Yaş 1 Anneannesi ile...

2. DÜNYA SAVAŞIYLA ALT ÜST OLAN HAYAT

Evdeki sakin hayat İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla gölgeleniyor. Babası yeniden askere alınıyor… Kuçuradi anlatıyor: “1942 yılında, ben ilkokula başladığım gün babam da askere gitmişti. Savaş yüzünden doktorlar ve eczacılar yeniden askere alınmış. Babam Mardin’e gönderildi. Mardin’i ilk o zaman duymuştum. Babam askere gidince, annem eczaneye gitmeye başladı. İşleri o götürdü. Ben evde, yıllardan beri yanımızda olan, o zamanki adıyla İmrozlu Grammatiki Hanım’la kalıyordum.” Kuçuradi ilköğrenimini İstanbul Merkez Rum Ortaokulu’nda, lise eğitimini Zapyon Rum Kız Lisesi’nde tamamladı… 


Sene 1940'lar, Annesi Efimia Kuçuradi ile

HAYATIMIN İLK ÖDÜLÜ: MICHELANGELO KİTABI

Yazının Devamını Oku

Kasımpaşa delikanlısı organiktir

2 Temmuz 2022
Çocukluğu Kasımpaşa’da geçmiş. Gençliği ise turist rehberliğiyle bütün İstanbul’u adım adım gezerek… 15 yıl Beyoğlu Belediye Başkanlığı’ndan sonra son iki yıldır Ankara’da ama kalbi halen doğup büyüdüğü yerler için atıyor. Bu yıl ikincisi düzenlenen Beyoğlu Kültür Yolu için Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Ahmet Misbah Demircan ile buluştuk. Hem kendi Beyoğlu hikâyesini dinleyip ‘Kasımpaşalı raconu’nu öğrendik hem de ‘merkez’deki yeni projelerini…

Beyoğlu Kültür Yolu için Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Ahmet Misbah Demircan ile buluştuk. Bu yıl ikincisi düzenlenen festival, 16 gün sürdü. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yatırımları ve özel sektör girişimleri bir rotada buluştu, her branşta 1500’ün üzerinde etkinlik ve altı binden fazla sanatçı yer aldı.

1) Geniş kamuoyu Ahmet Misbah Demircan ismini en çok Beyoğlu Belediye Başkanı olduğu zamanda tanıdı… 2004’te geldiği görevi tam 15 yıl sürdürdü. Ancak onun Beyoğlu’ndaki tarihi çok daha eski… Ailesi, 1900’lü yılların başında Rize’den Kasımpaşa’ya göç ediyor. Yani en az 120 yıllık Kasımpaşalılar. Demircan, ilahiyatçı yazar Ali Rıza Demircan ile ev hanımı Lütfiye Hanım’ın dokuz çocuğundan üçüncüsü olarak 1967 yılında dünyaya geliyor. Çocukluğu, her biri birbirinden farklı ilgi alanları bulunan kalabalık bir ailede geçiyor… Demircan anlatıyor: “Babam Süleymaniye Camisi’nin imam hatibiydi. Okuyan, yazan, Necip Fazıl’dan çok etkilenen bir fikir adamıydı. Beni de yanında tüm konferanslara, sohbetlere götürürdü. Çocukluğum entelektüelleri, siyasetçileri dinleyerek geçti. Hiç sıkılmazdım. İleriki yıllarda bu tecrübenin çok faydasını gördüm.” 


SENE 1975 / 8 yaşında...

KASIMPAŞA’DAKİ ‘ERDOĞAN AURASI’

Peki mahalle hayatı nasıldı? Demircan, “Kasımpaşa o günden bugüne çok değişmedi aslında…” diye cevaplıyor: “Zengin, yoksul, genç, yaşlı herkesin bir arada olduğu bir yapı vardır. Mahalle ortamında bunu hissederdik. Mahallenin en önemli etkinliği arsalarda top oynamaktı.” Piyalepaşa İlköğretim Okulu’na devam eden Demircan’ın o dönem mahallesinden çok aklında kalan bir de tanıdık sima var: “Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ile aynı okulda okuduk. Onu o dönemden hatırlıyorum. Daha o yıllarda bir efsaneydi ve herkes ona ‘Reis’ diye hitap eder ve ‘Gelecekte Cumhurbaşkanımız olacak’ diye bakardı. Kasımpaşa’da daha en başından itibaren bir ‘aura’sı ve sevgisi vardı…” Aile, 1984 yılında Emirgan’a taşınıyor. Demircan burada da Boğaz kültürünü öğrendiğini anlatıyor: “Beyoğlu’nun kozmopolitliğinden sonra Boğaz’ın dingin havasını yaşama fırsatı buldum…”

İKİ HEDEF: SİYASET VE TİCARET

Yazının Devamını Oku

'Yalan Dünya'nın Çağatay Koçtuğ'u Hakan Meriçler: Televizyonun son 'ünlü'süyüm

26 Haziran 2022
Türkiye onu ‘Yalan Dünya’ dizisinde canlandırdığı ‘Çağatay Koçtuğ’ karakteriyle tanıdı ve sevdi… Dizi biteli sekiz yıl oluyor ama ‘Çağatay’ın hayaleti nereye giderse orada! Oyuncu Hakan Meriçliler ile buluştuk. Hem Çağatay Koçtuğ’u andık hem de kişisel albümlerini karıştırdık; İzmir’de iki katlı, ahşap bir Rum evinde cerrah olacakken kasap olmuş bir dede ve Atatürk’le dans etmiş bir anneanne ile geçirdiği çocukluğunu, tiyatroya başladığı gençlik yıllarını dinledik…

Aile hikâyesi roman gibi… Hakan Meriçliler, 1968 yılında Alsancak’ta iki katlı, yüksek tavanlı bir Rum evinde dünyaya geliyor. Evin çatısı altında kökenleri Sakız Adası, Girit ve İskeçe’ye dayanan öyküler var… Dedesi Ali Karaviti, Giritli Türk asıllı armatör bir ailenin tek oğlu. Selanik’te tıp okurken 1924 senesinde, Lozan Anlaşması şartları gereğince mübadil oluyorlar. Karaviti, eğitimini yarıda bırakıp ailesiyle İzmir’e geliyor. Cerrahlık rafa kalkıyor ama anatomi bilgisi sayesinde kesimhanede işe giriyor. Çok başarılı olunca da İzmir’in en büyük et dükkânını açıyor; Büyük Selluka Kasabı. Evleniyor, üç çocuğu oluyor. Eşi genç yaşta vefat edince çocuklara hızla yeni bir anne bulmak gerekiyor. Kasabın müşterilerinden, zaten göz aşinalığı olduğu Yunan Eleni Hanım’la ikinci evliliğini yapıyor. Eleni Hanım’ın hikâyesi de Ege’nin karşı tarafında başlıyor. Sakız Adası’nda dünyaya geliyor. 15 yaşından itibaren İzmir’e çalışmaya gidip geliyor. 

TAM BİR AŞK ÇOCUĞUYUM

Meriçliler, “Sakız Adası kadınları titizlikleriyle bilindiğinden o dönem levanten ailelerin yanına gelip harçlık biriktirip dönerlermiş” diye anlatıyor: “Ada’da zorunlu bir evlilik yaptırıyorlar. İki çocuğu oluyor. Ancak kocası çok belalı biri…Hapse girince anneannem mecburen çalışmak için yine İzmir’e geliyor. Buna kızan kocası anneannemi aileden aforoz ettiriyor. Bir daha Sakız Adası’na dönemiyor. Bundan 7-8 sene sonra dedemle evleniyorlar. Anneannemin Sakız Adası’ndaki çocuklarından biri, bir gün kapıya geliyor. Anneannem ‘Beni affet, geri dönemem’ diye çevirince, üç gün parkta yatıyor. 14 yaşında veremden ölüyor. Birkaç ay sonra annem Leyla Güney doğuyor. Babam da İskeçe göçmeni bir aileden. Onlar da 1944’te gelmişler. Annemle babam 1967’de evleniyorlar. Hemen sonra ben doğuyorum. Tam bir aşk çocuğuyum!”

5 YAŞINDA: ARTİST OLACAĞIM

Anne Leyla Hanım ve baba Yüksel Bey çalıştığından Meriçliler tek çocuk olarak anneannesinin kolları altında büyüyor. En büyük zevkleri açık hava sinemalarına gitmek… Meriçliler, “Bence ben anneannem sayesinde oyuncu oldum” diye anlatıyor: “O zamanlar ‘oyuncu’ da denmezdi; artist! Haftada dört gün film izlemeye giderdik. Ben 5 yaşından itibaren ‘Ne olacaksın?’ sorularına ‘Artist’ diye cevap verirdim. Bütün temel eğitimimi, insan sevgisini anneannemden aldım. Ben 12 yaşındayken vefat etti. Bu arada annemle, babam boşanmıştı. Beni babam büyüttü.” Meriçliler anneannesini özleyerek zor bir gençlik geçiriyor. 


Yazının Devamını Oku

Hit şarkı fabrikası Selami Şahin: Daha bıyıklarım terlemeden ünlü olmuştum

19 Haziran 2022
Babalar Günü için Selami Şahin’le, hayranlarının deyimiyle ‘Selami Baba’yla bir araya geldik. 16 yaşında, elinde tahta bir bavulla köyünden çıkan Şahin, 17’sinde meşhur oluyor. İlk bestesini 20 yaşında yapıp Altın Kelebek kazanıyor. Bugün 150’den fazla hit parçaya imzasını atmış, Türkiye’nin en sevilen sanatçılarından biri… Başarı sırrını, “Güzel yürüyün, yürüyeceğiniz arkadaşınızı iyi seçin, size yapılmasını istemediğiniz şeyi karşınızdakine yapmayın” diye veriyor.

Hayranlarının hiçbirini kırmadan, hepsiyle tek tek fotoğraf çektirerek yanımıza geliyor. Arap turistlerle Arapça konuşuyor… Esprileri de eksik etmiyor. Nihayet ilgiden biraz rahatlayınca söyleşiye “Mısır’da, Dubai’de, Lübnan’da yolda yürüyemiyorum! Sel-ami Şahiiin, Sel-ami Şahin, resim!’ diyorlar. Evet, gelsin sodamız, başlasın odamız!” diye giriş yapıyor. Hikâyesi, az önce akıcı şekilde konuştuğu Arapçasının sırrıyla başlıyor. Selami Şahin, Hatay’ın Yayladağı ilçesinde, Suriye sınırına yakın Yoncakaya Köyü’nde Mısır kökenli bir çiftin altı çocuğundan dördüncüsü olarak dünyaya geliyor. Büyük dedesi, aileyi Osmanlı İmparatorluğu zamanında İskenderiye’den önce Lübnan’a, oradan da Suriye’ye ve en son Hatay’a getiriyor. Babası Arapça, Türkçe ve Fransızca konuşuyor. Annesi hiç Türkçe bilmediğinden Şahin’in öğrendiği ilk dil de Mısır Arapçası oluyor. İlkokula kadar duyduğu en güzel Türkçe, evdeki radyodan gelen Zeki Müren’in billur sesli şarkıları oluyor…
İlk 45’liği: ‘Dön Artık Bana / Zeynebim’, 1966

‘GİTME OĞUL ÇOK KÜÇÜKSÜN’

Sınır köyünde hayat zor… Ne elektrik var, ne yol ne telefon… Şahin Ailesi de yoksulluk içinde yaşıyor. Baba Mehmet Bey köyde evler inşa ediyor. Anne Hatice Hanım domates yetiştiriyor, tavuk besliyor. Selami Bey, ilkokula başlayınca önce Türkçe’yi öğreniyor. Sonra da sesiyle öğretmenleri büyülüyor. Bayramlarda tüm şarkıları o söylüyor. Şahin, “Nota nedir, şarkı nasıl söylenir bilmiyordum. Sadece ‘dilli kaval’ öğrendim, köyde çalıyordum” diyor... Ancak öğretmenlerinin ona ‘Senin sesin çok güzel. Günün birinde büyük şarkıcı olacaksın…’ demesiyle cesaretleniyor ve bir karar veriyor: “Anne ve babama ‘Beni okutacak durumda değilsiniz. Gideceğim şarkıcı olacağım’ dedim. 16 yaşıma girince tek başıma çıktım köyden. Anne ve babamın bana sarılıp ‘Gitme oğlum, bu yaşta olmaz’ diye ağlayışını hiç unutmam…”


Sene 1960'lar... “17 yaşına girerken ünlüydüm, olacak iş değil! O zamanlar ne kaset ne longplay vardı. Benim de bıyıklarım bile yoktu!”

İSTİKAMET ‘BEYOĞLU PİLİÇLERİ’

Yazının Devamını Oku

Mantarların Şirin Babası

12 Haziran 2022
Onu şehirden çok doğada, özellikle de ormanların içinde bulmak mümkün… Biz söyleşi için kısa süreliğine uğradığı İstanbul’da yakalıyoruz. Kendi hikâyesini hızlı geçiyor. Konu ‘mantarlar’a gelince ise gözleri parlıyor. Kökenleri 600 milyon yıl öncesine giden beşinci canlı türü mantarları adeta ailesi gibi anlatıyor! Türkiye’nin en ünlü mikologlarından (mantar uzmanı) Jilber Barutçiyan’la albümleri karıştırdık.

1) Jilber Barutçiyan, 1962 senesinde eski İstanbullu bir Ermeni ailesinin ferdi olarak dünyaya geliyor. Baba Rober Barutçiyan sanayici, küçük atölye ve fabrikaları var. Bulgar göçmeni annesi Meliha Toydemir ev hanımı. Barutçiyan, çiftin tek çocuğu olarak ‘O zamanlar oralar gerçekten bağ, bahçe ve dutluktu!’ diye tarif ettiği Kadıköy civarında büyüyor. Aile doğaya meraklı. Oyun alanı kâh komşu köşklerin bahçeleri oluyor, kâh ormanda kestane topluyorlar, kâh hep beraber denize dalmaya gidiyorlar. İlkokuldan sonra Galatasaray Lisesi’ne giriyor. 13 yaşından itibaren yatılı okuyor. Okulda herkes takım sporlarına ilgi duyarken Barutçiyan doğadan vazgeçmiyor; takım aktivitesi olarak izciliği seçiyor. Üniversite eğitimi için yine ‘keşif’ barındıran bir alanı, İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nü tercih ediyor. Ancak burada okumaya pek hevesi yok… Barutçiyan, “Arkeolojiye merakım vardı ama daha çok girmesi kolay bölüm diye tercih ettim” diyor: “İki sene devam ettim. Ailem vefat edince 22 yaşında İsviçre’ye taşındım. Lozan’da yakınlarımız vardı. Amacım okulu burada bitirmekti ama üniversite çarkının içine bir türlü giremedim. Sonunda çalışma hayatın atıldım.”

‘NEREDEN BULDUN BU MANTARLARI KARDEŞİM’

Barutçiyan, “Herkes gibi genç yaşta bulaşıkçılık yaparak başladım” diye devam ediyor: “Sonra bir hastanede çalıştım, ithalat-ihracat işi yaptım, kendi şirketimi kurdum, uzun yıllar oranın Milli Piyango İdaresi’nde çalıştım, sonra bar, kafe işletmeciliği derken… 25 yıl geçti. Emekliliğim çıkınca Türkiye’ye döndüm.” Buraya kadarı kurumsal hayatı… Şimdi hikâyeyi biraz geriye sarıyor, 40 yıl önce çalıştığı hastane dönemine dönüyoruz. Hastane orman içinde. Doğa düşkünü Barutçiyan da iki, üç saatlik öğlen molalarını orman içinde yürüyüşlerle değerlendiriyor. Devamını kendisinden dinleyelim: “Yürüyüşlerimden birinde mantarlarla karşılaştım. Birkaçını toplayıp millete gösterince ‘Nereden buldun bunları kardeşim!’ diye delirdiler. Meğer tesadüfen kıymetli mantarları bulmuşum. Sonra baktım mantar merakı Avrupa’da milli spor gibi. Her yağmurdan sonra millet çoluk, çocuk mantar toplamaya gidiyor. Türkiye’deyken evimizde çok kozmopolit bir mutfak vardı. Mantar da yenirdi. Ben de böyle merakla başladım. Önce hobi oldu. Sonra tutku haline geldi.”


1 yaş

2) ÖLDÜRENİ DE VAR GÜLDÜRENİ DE

Mantarların en çok nesi onu büyülemişti? Barutçiyan, “Çeşitlilik, renklilik çok büyüleyici… Binlerce tür mantar var; öldüreni, zehirleyeni, güldüreni…” diye yanıtlıyor: “Dünyanın en zahmetsiz doğa sporu… Her yaşta yapılabiliyor.” Ancak öğrenmesi öyle kolay değilmiş… Barutçiyan, “‘Mantarcılık’ biliminin ismi ‘mikoloji’dir ama ‘Mikolog olacağım’ diye üniversiteye başvuramıyorsunuz. 1950’li yıllardan beri üniversitelerde kürsüsü yok. Değişik bilim dallarından gelen insanlar yapıyor bunu” diyor. 

Yazının Devamını Oku

Yurt haberlerin şövalyesi

5 Haziran 2022
İlk haberini henüz 16-17 yaşlarında memleketi Çorlu’da yerel gazeteye yazmış. İlk mitingini 14 yaşında izlemiş. 29 yılı Cumhuriyet’te, 30 yılı Hürriyet’te hangi pozisyonda görev yaptıysa yapsın, Anadolu’dan yurt haberlerinden hiç kopmamış… Meslekte 60 yılı geride bıraksa da halen yerinde duramıyor, ‘deli fişek’ bir muhabir heyecanı taşıyor! Gazeteci, yazar Yalçın Bayer ile eski albümleri karıştırdık.

Onu dinlemek, Türkiye’nin dört bir yanında aynı anda bulunmaya ve zaman içinde seyahat etmeye benziyor. Gazeteciliğin bütün dinamizm ve heyecanını halen bünyesinde barındıran bir isim Yalçın Bayer! Dünyaya geliş hikâyesi de hareketli… Babası Rıfat Bey, Bulgaristan’ın Stefano köyünde doğuyor. O dönem orası Romanya içinde. Rıfat Bey 1934’te Köstence’den İstanbul’a gelen bir gemiye ‘kaçak’ olarak binip İstanbul’a geliyor. Buradan da akrabalarının bulunduğu Çorlu’ya geçiyor, Ermeni terzi Dikran Bey’in yanında çalışmaya başlıyor. Kalfalıktan sonra mesleğe dükkân sahibi olarak devam ediyor. Kendi gibi göçmen Hacer Hanım ile evleniyor. Hacer Hanım’ın ailesi Kosovalı. Onlar da Balkan Savaşları’ndan kaçarak ‘anavatan’a geliyorlar. Babası, Hacer Hanım henüz bir yaşındayken bütün aileyi bir manda arabasıyla 15 günde Çorlu’ya getiriyor. Acı dönemler geçiriyorlar. 


Yalçın Bayer’in, gazete almayan veya okumayana çok kızdığı bilinir. “Gazete kağıttır” der: “Eline değmedikçe ve kokusunu hissetmedikçe okudum denmez.”

KOLA KUTULARINDA FESLEĞEN 

Bayer, Rıfat Bey ile Hacer Hanım’ın altı çocuğundan ilki olarak 1944 tarihinde dünyaya geliyor. Yalçın Bey, “Hüzünlü bir çocukluktu” diye başlıyor anlatmaya: “Göçmenlere verilen kerpiç evlerde büyüdük. Ninemle oruç tutardım. Annem, bahçeyi çok severdi. Ayçiçek kafalarından ve kabaktan tekerlek yapmak oyuncağımız sayılırdı. Maksutlu Köyü’ne gidip dövene binmeyi unutamam. Sonra NATO çerçevesinde Çorlu’ya radar-dinleme aygıtları yapılınca Amerikalılar geldi. Bir Amerikalı personelin giyilmiş blucinini almak modaydı! Ben ilk kola kutularını orada görmüştüm. Annem bu kutuların içinde fesleğen yetiştirirdi.” 


SENE 1975 Eşim Türkan ile nikah...

İLK MİTİNGİ 14 YAŞINDA İZLEDİ

Yazının Devamını Oku

Türkiye'nin bakkal amcası

29 Mayıs 2022
Her şey 1960’lı yıllarda, Ankara’nın merkez semti Cebeci’de ufak bir bakkal dükkânında başladı… Ticarete atıldığında henüz 13 yaşındaydı ama daha o günlerde bile bir ‘işkolik’ olduğunu söylüyor. İki milyonu aşkın üyesiyle bugün Türkiye’nin en büyük kuruluşlarından Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu’nun (TESK) 30 yıldır tepe ismi olan Başkan Bendevi Palandöken ile eski günleri konuştuk…

1) Doğduğu yerin de haşmetli isminin de bir hikâyesi var… Bendevi Palandöken, 1948 yılında Malatya’da dünyaya geliyor. Anlatmaya, “Palandöken tabii Malatya’yı çağrıştırıyor” diye başlıyor: “Büyük dedem Erzurumlu. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılında dedem süvari kaymakam, amcam da zabıt kâtibiydi. İkisi de Ruslara esir düşünce babaannem, baba ocağı olan Malatya’ya kendi ailesinin yanına dönüyor. Babam Malatya’da doğuyor. Torunlara isimler aile büyükleri tarafından verilirdi. Rahmetli babaannem de manalı isimler olsun istemiş. Büyük ağabeyimin adı Penahi. Benimki Farsça ‘yücelmek, yükselmek, azad edilmek’ anlamına gelen Bendevi. Bir de kız kardeşimiz var. O da Serpil…” Aile, özellikle de babaanne, ‘Agah Efendi’nin kızkardeşi’ olarak Malatya’da çok tanınıyor. Ticaretle uğraşıyorlar. Baba Selahattin Palandöken’in bakkal dükkânı var. Ayrıca Malatya’nın meşhur bahçeleri için alım, satım işleri yapıyor… Ancak Bendevi Bey 7-8 yaşlarındayken, baba ani bir rahatsızlıkla hayatını kaybediyor…



Dükkâna aldığı ilk teraziyi de saklıyor…

KADERİ BABA MESLEĞİ

Anne Nazire Hanım, önce bir süre üç çocuğuyla Malatya’da kalıyor. Sonra 1956 senesinde bir diğer amcanın ‘Buraya gelin, çocuklar okula devam etsin’ çağrısıyla Ankara’ya taşınıyor. Malatya’daki mal mülk satılıyor. Ankara’nın Cebeci semtinde mütevazi bir giriş kat dairesi satın alınıyor. Büyük çocuk Penahi ve Serpil, planlandığı üzere okula devam ediyorlar. Ortanca çocuğun kaderindeyse baba mesleği var! Henüz ortaokul ikinci sınıftayken ticarete atılıyor. Mahalledeki ‘Bakkal Amca’dan aldığı sakızları okulda satarak günlük harçlığını çıkarıyor. Bu arada ailenin gelir ihtiyacı artıyor. Bendevi Bey devam ediyor: “1962’de Cebeci’de bir bakkal dükkânı açtık. Sonra da hayat mücadelesi başladı… Hem okula gidip gelir hem iş geliştirmek için fikirler üretirdim. Ailenin tüm yükünü taşıyan kişiydim. 13 yaşında esnaf oldum. Çok haşarı olmamakla birlikte işkoliktim! ”

‘KİRDEN’DEN SOĞUK GAZOZ

Yazının Devamını Oku

Kent ozanı Bülent Ortaçgil: Yazdığım tüm şarkılardan sudoku yaptım

22 Mayıs 2022
Tam 11 yıl sonra yeni bir albümle karşımızda. 50. Sanat Yılı’nı kutlayan Bülent Ortaçgil ile yoğun konser programı arasında buluştuk… Ortaçgil, “Zamanla insan öyle bir doygunluk durumuna geliyor ki eski tabirle ‘velut (bereketli)’ olamıyor. Şarkılar güzel olmuyordu veya tamamlanmıyordu… Şimdiye kadar yazdığım şarkı isimlerinden bir ‘sudoku’ yapıp yeni bir anlam yükleme fikri beni çok heyecanlandırdı ve ‘Elli’ ortaya çıktı” diyor.

1- Önce yeni albümü konuşalım… ‘Elli Buçuk’, iki bölümden oluşuyor. ‘Elli’de yeni dört şarkı ve 1986 tarihli ‘Ak Kuşlar Kara Kuşlar’ın yeniden kaydı, ‘Buçuk’ta ise, Ortaçgil’in TRT İzmir Radyosu’nda Ümit Tunçağ tarafından 1969 yılında kaydedilen ‘Anlamsız’, ‘Niçin’, ‘Şık Latife’ gibi şarkıları var. Ortaçgil, “Başlangıçla bitiş arasındaki serüvenin kayda geçmesini istedim” diye başlıyor: “Zamanla insan öyle bir doygunluk durumuna geliyor ki eski tabirle ‘velut (bereketli)’ olamıyor. Şarkılar güzel olmuyordu veya tamamlanmıyordu… Yeni albümün itici gücü 11 yıl önce ezgisi hazır olan ‘Elli’ şarkısı… Şimdiye kadar yazdığım bütün şarkı isimlerinden bir ‘sudoku’ yapıp yeni bir anlam yükleme fikri beni çok heyecanlandırdı ve bir anda şarkıları bitirme gücü geldi. ‘Buçuk’ tarafı ise nasıl yayınlayacağımı yıllardır bilemediğim 1969 yılındaki şarkılarım… Meraklıları için ‘Bu adam 50 yılda nereden nereye gelmiş görsünler’ diye koyduk.”

‘TV’DE ELVIS’İ SEYREDERDİM…’

Peki ya kendi kişisel hikâyesi nerede, nasıl başlamış? Bülent Ortaçgil, tıp doktoru bir baba ve ev hanımı bir annenin üç çocuğundan en büyüğü olarak 1950’de Ankara’da dünyaya geliyor. Çocukluğu, Selanik ve Arnavutluk’tan Osmanlı Dönemi’nin son yıllarında Türkiye’ye göç etmiş anneanne ve dedelerinin de oturduğu Ulus’taki evde geçiyor. Aile, Ortaçgil dokuz yaşındayken doktor babanın ihtisası için Amerika’ya gidiyor. İçe kapanık bir çocuk olan Ortaçgil’in hayatına müzik ilk burada giriyor… Bülent Bey anlatıyor: “Televizyonda Elvis Presley’i seyrederdim. Babam da müzik seven ve dinleyen birisiydi. Evde pikap ve dönemin Elvis Presley, Dean Martin gibi popüler isimlerinin olduğu plaklar vardı. Aynı zamanda klasik müzik ve opera da dinlenirdi. Başta sevmesem de sonra hepsinden hoşlanmaya başladım. Dolayısıyla tek boyutlu olmayan bir müzik beğenim oluştu. Bu arada ilk müzik enstrümanıma kavuştum; oyuncak bir ksilofon! Sesler çıkarıp çalmaya çalışırdım.”

Sene 1950’ler / Baba Zafer Kemal, anne Nesrin ve kardeşi Ercüment Ortaçgil’le, Ankara

‘SPARTALILAR GİBİ BİR DÜNYA’

Yazının Devamını Oku