1) Önce en taze haberler! Sinemamızın en zarif, en çalışkan oyuncularından Perihan Savaş, 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ‘Onur Ödülü’ne layık görüldü! Duygularını alıyoruz; “Altın Portakal’ı 1974 yılında, 17 yaşında aldım. O heyecanı size anlatamam; ödülü nasıl tutacağımı bilemedim. Ellerim titriyordu. Daha sinema yapmaya başlayalı iki yıl olmuştu ve Türkiye’nin en kıymetli oyunculuk ödülünü elimde tutuyordum. 48 yıl sonra Altın Portakal sahnesine bu kez Onur Ödülü almak için çıktım. Ve inanın yine aynı heyecanı yaşıyorum. Bu mesleği bu kadar uzun soluklu, kalıcı, doğru projelere imza atarak yaptığım için şanslıyım ve gururluyum. Antalya Altın Portakal Film Festivali ekibine bir kez de buradan teşekkür ediyorum…”
Fotoğraf: Levent KULU/
SUNA PEKUYSAL ONU BEŞ YAŞINDA KEŞFETTİ
O kuşkusuz, Türk sinemasının en zarif, en sevilen, en çalışkan oyuncularından… Hikayesi 1957 yılında İstanbul’un Laleli ilçesinde başlıyor. Savaş, Sürmeneli diş hekimi bir baba ve ev hanımı bir annenin tek çocuğu olarak evde doğumla dünyaya geliyor. Bu babasının ikinci evliliği... Önceki evliliğinden beş ablası, bir de ağabeyi var. Laleli’de sıcak bir mahalle ortamında yaşıyorlar. Annesinin ahbaplarından, usta oyuncu Suna Pekuysal bir gün arkadaşının ufak kızına bakıyor ve “Bu kızda bir cevher var, ben bunu bir tiyatroya götüreceğim” diyor. Beş yaşındaki Perihan Savaş’ı elinden tutup Şehir Tiyatrosu’na götürüyor. Böylece Savaş’ın 60 yıllık sahne kariyeri başlıyor!
TİYATRO BENİM İÇİN OYUN PARKI GİBİYDİ
İlk rolü bir tarladaki pamuk… Savaş, “İki satırlık bir cümlem vardı” diye gülerek başlıyor anlatmaya: “Tiyatronun içinde büyüdüm. Yedi yaşımdan itibaren hem okula hem tiyatroya gidiyordum. Okuma yazma öğrendikten sonra Radyo Çocuk Saati’ne gidiyor, 11-12 yaşlarımda dublaj yapıyordum. Hep bir koşturmaca vardı ama memnundum çünkü tiyatroyu çok seviyordum. İlk dönemler oyun gibi geliyordu. Yaşıtım çocuklarla fuayede koşmaca, saklambaç oynardık. Ortaokuldan sonra tek okulum Şehir Tiyatroları oldu. Eskrim, bale ve şan dersi alıyorduk. Vasfi Rıza Zobu, Bedia Muayyık, Jeyhan Tözüm gibi isimlerle sahneye çıkıyorduk. Bize sanatın ne olduğunu, nasıl yapılması gerektiğini anlatırlardı. Usta-çırak ilişkisiyle yetiştim. Konservatuvar önemli ama daha önemlisi yetenek. Suna Abla bende cevher görmüş…”
1) Sene 1970’ler… İzmit’te, Samanlı Dağları’nın yamacındaki Bahçecik kasabasına bağlı Düzlük köyündeyiz… Ferhat Göçer, Urfalı öğretmen bir anne babanın dört çocuğundan ilki olarak 1970 yılında Birecik’te dünyaya geliyor. Üç de kız kardeşi var. Aile, 1974 senesinde çocuklara daha iyi bir eğitim verebilmek için İzmit’e taşınıyor. Buradan da hep beraber Düzlük köyüne geliyorlar. Göçer’in çocukluğu, onu evde yalnız bırakamayan anne ve babasıyla köy okuluna gidip gelerek geçiyor.
Fotoğraf: Murat ŞAKA
TEK SINIFLI KÖY OKULUNDA
Kendi deyimiyle ‘onların yancısı’ olarak dört yaşında okuma yazmayı öğrenince okula da kaydı yapılıyor. Tek sınıflı köy okulunda ilk üç yıl öğretmeni annesi, sonraki iki yıl da babası oluyor. Sonra işler biraz karışıyor… Ortaokul köye bir buçuk saat uzaklıktaki Bahçecik Ortaokulu... Minik Ferhat okula ulaşmak için her gün köpeği Karabaş’la bir buçuk saatlik bir yürüyüş yapmak zorunda kalıyor. Kış aylarında bu yolu yürümek zorlaşınca ikinci dönemde kasabada yaşayan dayısının yanına gidiyor. Ona yakın Karamürsel Ortaokulu’na kaydoluyor. Ancak bu çözüm işe yaramayınca köye dönüyor. Karavanı olan bir komşularının çocuklarıyla Namık Kemal Ortaokulu’na gidip gelmeye başlıyor. Göçer, gülerek “İzmit’in bütün ortaokullarında okudum diyebilirim! Bir ara Mimar Sinan Ortaokulu’na geçtim. Ailem baktı ki derslerim paramparça, şehir merkezine tayin istediler. Hep beraber İzmit’e taşınıp daha normal bir hayata geçtik. En son İzmit Lisesi’nde kaldım” diye anlatıyor.
Sene 1974/4 yaşında
15’İNDE TIP FAKÜLTESİNE
1) Doğum tarihi 28 Eylül 1921… Yani bu ay sonunda 101 yaşına basıyor! Türk çağdaş bestecileri arasında ikinci kuşağın temsilcisi, kıymetli devlet sanatçımız Prof. İlhan Usmanbaş ile yaklaşık sekiz yıldır konakladığı Maltepe’deki Darüşşafaka Rezidans’ın çay salonunda buluşuyoruz. İlk soru; bir yüzyıl yaşamak nasıl bir şeydir? Bu yüzyıl nasıl geçmiş? Hayatını müziğe adayan Prof. İlhan Usmanbaş, “Genelde biz müzik tarihini 100 yıl, 100 yıl ezberleriz… Her yüzyılda büyük değişiklikler olmuş” diyerek başlıyor cevabına: “Memleketler değişmiş, müzik anlayışı değişmiş, alışverişler değişmiş, birbirini sayanlar, birbirinden bıkanlar değişmiş… Mozart’ın, Beethoven’ın yaşadığı 18. yüzyıl müzik tarihi açısından daha önemli olsa da 19. yüzyıl dünyanın birbiriyle daha etkileşim içine girdiği bir dönem oldu. İtalya’nın kasaba hayatından çıkmış Giuseppe Verdi’nin adını duymaya başladık. Japonya’nın orkestra şeflerini, bestecilerini pek tanımazdık. Rusya’dan büyük piyanistler çıkmaya başladı. Yine virtüözler arasında Amerika lafı ortaya çıktı. 20. Yüzyıldaysa müzikal alışveriş arttı, dünya küçüldü.”
Prof. İlhan Usmanbaş on yıldır Maltepe’deki Darüşşafaka Rezidans’ta kalıyor. Ona yardımcısı Nihal Hanım eşlik ediyor. Günlerinin dolu geçtiğini söyleyen Usmanbaş, “Darüşşafaka’da yetişmiş gençlerin hikâyelerini önceden duyuyorduk. Ev hayatının gündelik işleri zor gelmeye başlayınca mal varlığımızı bağışlayıp eşim Atıfet ile buraya geldik. Şahsi günlük hayatımızı, toplumsal hayatı bir başka biçimde burada yaşıyoruz. Atıfet’le geçen sene vefat edinceye kadar 85 yıl beraber olduk…”
Prof. İlhan Usmanbaş, 1971’de devlet sanatçısı oldu. 1993’te Sevda Cenap And Vakfı’nın altın madalyasını aldı, 2000’de Boğaziçi Üniversitesi’nin onursal doktorasına değer bulundu.
CUMHURİYET ÇOCUĞUYUM
Dünyada ‘müzik yüzyılı’ değişirken… Türkiye’de de Cumhuriyet kuruluyordu. Usmanbaş, 28 Eylül 1921 günü avukat Mehmet Hilmi Bey ve Münevver Hanım’ın iki erkek çocuğundan küçüğü olarak dünyaya geliyor. Aile, o küçük yaştayken Ayvalık’a taşınıyor. Usmanbaş, “Türkiye’yi biz Cumhuriyetle biliyoruz” diye devam ediyor: “Müzikal açıdan Osmanlı devrinden kalma büyük hanelerde tambur ve kanun çalanlar vardı. Benim küçüklüğümde, 8-10 yaş civarındayken kemençesiyle bütün Ayvalık’ın tanıdığı bir hanım vardı. Eski eserleri dinlemek isteyenler, ‘Siz biliyorsunuz şu eser nasıldı, bu nasıldı?’ diye hemen o hanıma koşarlardı. O da ‘Bana kemençemi getirin!’ der ve derhal Osmanlı zamanından kalma herkesin çok beğendiği, takdir ettiği eserleri çalmaya başlardı. Sonra o zamana kadar pek dikkat etmediğimiz plaklar ortaya çıktı. Babam İstanbul’a gidip döndüğünde bize 78’lik plaklar getirirdi. Daha bilinçli hatırladığım ünlü virtüözlerin 78’lik plaklarıydı. Şimdi isimlerini hatırlamakta zorlanıyorum; 100 yaşın cilvesi! (gülüyor) Çocukluğumda Japonya’nın veya Hindistan’ın adı geçmezdi. Biraz büyünce oradan büyük orkestra ve şeflerin çıktığını görüyorduk. Müzik 18. yüzyıl Avrupası ile sınırlı kalmadı.”
TEK MEMBA YETMEZ...
Beykoz’da atölye olarak da kullandığı evinde buluşuyoruz… Mavi renkli saçlarına eş elbisesiyle, onu arkada duran tablolarından ayırmak zor! Çağdaş geleneksel sanatın öncülerinden Günseli Kato ile beraberiz… Hem çağdaş hem geleneksel nasıl olunur? Bunun cevabı Kato’nun adeta zaman makinesiyle çeşitli dönemlerde yolculuk yapmaya benzeyen hikayesinde. İlk durağımız 1956 senesi… Günseli Hanım, bir nisan gününde Anadolu Hisarı’nda bir köşkte dünyaya geliyor. Annesinin ailesi aslen Rizeli… Günseli Hanım, “200 yıl önce Rize’den kalkıp İstanbul’a gelmişler” diye başlıyor anlatmaya: “Dedem Ziya Kaptan, Denizcilik Okulu’nun ilk mezunlarından. Soyadları da Seferoğlu! Baba tarafımsa Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmiş. Bana hep ‘Japon’ diyorlar ama tam bir kültür mozaiği olan bir ailenin kodlarına sahibim! Babamın babası Çanakkale’de savaşmış bir zat-ı muhterem. Babam diş hekimliği fakültesinden mezun olduktan sonra dedem onu o sırada topçu albayı olarak görev yaptığı Kütahya’ya çağırıyor. Diyor ki; ‘Burada doktora ihtiyaç var, gel ülkene hizmet et’ Babam da ekipmanı ve yeni evlendiği genç eşiyle Kütahya’ya taşınıyor…”
ESTETİK, NEZAKET, ZARAFET…
Genç çiftin üç kızı oluyor; Işık, Günseli ve Güneş. İstanbul’da doğmasına rağmen Günseli Hanım’ın çocukluğu Kütahya’da geçiyor. Bu yılları şöyle anlatıyor: “Boğaz’da büyümüş annem önce bir kültür şoku yaşıyor ama sonra Kütahya’nın kozmopolit ortamına adapte oluyor. Kendisi Kız Sanat Okulu mezunu, kabiliyetlerle donatılmış bir hatundur. Çok iyi minyatür yapardı. Ben Japon minyatürlerini ilk ondan öğrenmiştim. İyi dikiş diker, resim yapardı. Cumhuriyet baloları için tuvaletler dikilirdi. Babamla evde vals yaparlardı. Biz her şeyi anne ve babamızdan öğrendik; estetik, nezaket, zarafet, giyim, kuşam… Bizi marifetlerimizi göstermek için cesaretlendirirlerdi. Örneğin ben kendimi göstermeye, yabancı lisanda şarkılar söylemeye meraklıydım. Sonunda kendimi doğaçlama performanslar yaparken buldum! Ablam Güneş babam gibi diş hekimi oldu. Kız kardeşim Işık da diş hekimliği üzerine kariyer yaptı.”
TRT2’de ‘Miyako’dan Payitahta’ programını sunan Günseli Kato ile evinde buluştuk...
ÖNCE SARAY KÜLTÜRÜ
Aile, 1970 senesinde İstanbul’a geri dönüyor ve anne Selçuk Hanım’ın da dünyaya geldiği köşke taşınıyorlar. Günseli Hanım, annesinin de okulu olan Kandilli Kız Lisesi’ne kaydoluyor. Ancak aklı fikri sanatta! Günseli Kato devam ediyor: “Tiyatroya, sinemaya, operaya giderdik. 1964’te Yapı Kredi Bankası’nın İstiklal Caddesi’ndeki galerisi açılmıştı. Ben zaten sürekli sanatla ilgili şeyler yapmak istiyordum. Sulu boyayla resim yapardım. Annem de bizi oturtur ve portrelerimizi çizerdi. Ondan da etkilenirdik. Bir gün Yapı Kredi Bankası’nın galerisinde aslen Tıp Tarihi Profesörü olan Süheyl Ünver Hoca’nın mezar taşlarıyla ilgili bir sergisine gittim ve kafayı yedim! Süheyl Hoca, mezar taşlarını geleneksel üslupla eserlere çevirmişti. Kendi kendime ‘Sanat yapacaksam Selçuklu ve Osmanlı dönemi içinde yapılmış saray kültürüyle başlayıp yeni çağı sonra yakalarım’ dedim.”
‘Oynatmaya az kaldı’, ‘Avuçiçi kadar’ gibi şarkılarıyla evlere konuk olan, caz müziği Türkiye’ye sevdiren, dinleyicilerin aileden biri gibi gördüğü Fatih Erkoç’la Bodrum’da buluştuk, eski albümleri karıştırdık...
“1971’de, 18 yaşımdayken İstanbul Gelişim Orkestrası’yla albüm çıkardık.”
1) Repertuvarında Türk sanat müziği de pop müzik de var. Kendinin icra etmeyi en sevdiği alan da caz… Bu bir tesadüf değil. Hamurunda hepsinden bir parça var! Fatih Erkoç, 1953 yılında İstanbul’un Fatih ilçesinde müzisyen bir baba ile ev hanımı bir annenin ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Kendinden dört buçuk yaş küçük bir de kardeşi var; Sinan. Baba müzisyen olunca iki kardeş de çok küçük yaşlardan itibaren müzikle tanışıyor…
‘Çocukluk yılları…’/“Babam Hasan Erkoç Türk müziği ve klasik batı müziği dinlerdi. Her ikisinde de armoni ve akorlar var. Müziğin tınısından kalitesini hemen anlardı. Babam udi olduğundan ben de konservatuvara başlayana kadar evde Türk sanat müziği dinledim…”
SÜNNETİME ZEKİ MÜREN GELMİŞTİ
Erkoç, “Babam udiydi. Türk sanat müziği icracısıydı. Hem İstanbul Radyosu’nun icra heyetinde görevi vardı hem gazinolarda dönemin ünlü assolistleriyle çalardı” diye başlıyor anlatmaya: “Öyle ki Zeki Müren bizim sünnetimize gelmişti. Zarf içinde 200 lira vermişti de bana o para az gelmişti (gülüyor)! Bana 3-4 yaşlarımdayken açık artırmadan bir keman alınmıştı. Evdeki taş plaklardan duyduğum taksimleri kemanla taklit etmeye çalışırdım. Çocukluğum kemanla ‘gıy gıy’ yaparak geçti.”
1) Onunla yazın en sıcak günlerinden birinde İstanbul’daki ‘showroom’u olarak kullandığı Grand Hyatt Oteli’nin süitinde buluştuk. Atıl Kutoğlu’nun hikâyesi 1968 yılında İstanbul’da başlıyor. Ailesi Edirneli. Anne babası yüksek tahsillerini İstanbul’da yapıyor. Kimya mühendisi baba Turan Bey, Kuleli Askeri Lisesi’nde askerliğini yaparken sınıfın penceresinden göz göze geldiği Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık öğrencisi Yüksel Hanım ile evleniyor. İlk bebekleri Atıl henüz bir yaşındayken iş için Bursa’ya taşınıyorlar. Burada geçirdikleri dokuz sene Kutoğlu’nun ilerideki hayatına yön verecekti... Nasıl mı? Atıl Bey anlatıyor:
Fotoğraf: Murat ŞAKA
KOMŞULARIMIZ JET-SETTİ
“Bursa’da, İsviçre’de gibi bir hayat yaşadık. Meşhur ‘Petek Apartmanları’nda otururduk. Komşularımız ve etrafımız çok jet-setti; Uludağ Gazozları’nın sahibi Kızıllar, Erbaklar, Bursa’nın en hoş hanımlarından Esin Ege, Süterler, Yılmazipekler... Herkes çok şıktı. Yan bloktaki Tofaş Genel Müdürü Aslan Süter ve eşi Sündüs teyzenin daveti için anneler özel tuvaletler diktirir, aylarca hazırlanırlardı. Bu ortamın benim sanat ve modaya yönelmemde etkili olduğunu düşünüyorum.”
İLK DEFİLEMİ LİSEDE YAPTIM
Kutoğlu, ilkokul dördüncü sınıfa kadar Bursa’da Özel İnal Ertekin İlkokulu’nda okuyor. Burada müfredatın bir parçası olarak üç yıl bale eğitimi alıyor ve ilk meslek hedefi ‘balet’lik oluyor. Atıl Bey, “Annemler beni ondan vazgeçirmeyi başardı ama modacı olmama engel olamadılar” diye devam ediyor gülerek:
“Çizimlerim de iyiydi. İstanbul’a dönünce moda bir tutku haline geldi. O dönemin cemiyet etkinliklerinden biri görkemli Vakko defilelerine gitmekti... Defilelerde o hoş mankenlerin üzerinde kreasyonların gözükmesi, önümüzdeki sezonun kıyafetlerini görmek, müzikler, bütün o görsel şov bana çok heyecan verirdi.”
AYLA Kutlu, 14 Ağustos 1938 tarihinde Antakya’da dünyaya geliyor. Ailesi Kafkasya göçmeni. 1864 yılında Rus İmparatorluğu’nun Kuzey Kafkasya halklarına saldırması üzerine gemiyle önce İstanbul’a geliyor, oradan da Maraş’ın Çardak ilçesine yerleşiyor. Aile çok yoksul ama okumaya çok meraklı. Dede maliyeci oluyor. Görev gereği yine sürekli yollara düşüyor. Ataması yapılan yerlerden biri Osmanlı İmparatorluğu içindeki Halep. Ancak oraya ulaşmaya çalışırken hamile eşi erken doğum yapıyor. Kutlu’nun babası Selahattin Bey Antakya’da dünyaya geliyor. Gel zaman, git zaman… Birinci Dünya Savaşı oluyor. Halep elden çıkıyor, dede Gaziantep’e dönüyor. Türkiye Cumhuriyeti kuruluyor. Elden çıkmış ve Atatürk tarafından verilmiş adı Hatay olan topraklar için 1937’de Milletler Cemiyeti kararıyla plebisit kararı alınıyor. Bunun için Hatay doğumlu herkesin memleketlerine gitmesi teşvik ediyor. Yeni evli, bir de çocuğu olan baba Selahattin Bey de doğduğu ama sonra hiç görmediği Antakya’ya taşınıyor. Ayla Kutlu işte bu koşullar içinde bağımsız Hatay Cumhuriyeti’nde dünyaya geliyor. Kent, 1939 tarihinde oybirliğiyle Türkiye’ye katılırken Kutlu ailesi de hayatlarını Antakya’da kuruyorlar.
ANNEM BİZE KİTAP OKUMAKTAN SÜREKLİ YEMEK YAKARDI
Baba Selahattin Kutlu İstanbul ÇAPA mezunu öğretmen. Aynı zamanda şair; resim yapıyor, ud ve keman çalıyor. Haftalık, aylık dergiler çıkarıyor. Ancak gazetede yazdığı yazılar başına dert açıyor. Önce Hatay’ın en sınır köyüne oradan Samandağ’a atanıyor. En son İskenderun’a yerleşiyorlar. Ayla Hanım’ın bir kardeşi sınır köyünde, diğeri İskenderun’da doğuyor. Bundan sonrasını Ayla Hanım’dan dinleyelim: “Annem üç yaşında yetim kalıyor. İlkokulun ancak üç sınıfını okuyabiliyor. 14 yaşında amcasının oğluyla evlendiriliyor. Eğitim hep içinde ukde kaldığından sürekli okurdu. Sırf bu yüzden ne çok yemeğimizi yaktı! Hele İkinci Dünya Savaşı yıllarında koşullar çok zordu ve evde tek kap yemek pişirilebiliyordu. Annem okumaya dalar, alt katta yemek yanınca pekmezli ekmeğe talim ederdik! İskenderun’daki evimizde su ve elektrikle tanıştık. Oh elektrik ne büyük rahatlıkmış; çeviriyorsun düğmeyi ışık yanıyor.”
BEN HEP ÇOK CİDDİ İŞLER PEŞİNDE OLDUM
Fazlasıyla titiz babanın isteklerini yerine getirmeye çalışan annesine en büyük yardımcı evin tek kız çocuğu oluyor. Peki kendi merakları nelerdi? Kutlu: “Ben hep çok ciddi işler peşinde oldum!” diyor. Okuma yazmayı öğrendikten sonra babasının kitaplarına dadanıyor. Ancak Dante’nin ‘İlahi Komedya’ kitabında kazanın içine atılmış insan resimlerini gördükten sonra psikolojisi bozulunca ortaokula başlayıncaya kadar evdeki kitaplara yasak geliyor!
Besteci ve piyanist Anjelika Akbar ile sıcak bir yaz gününde İstanbul’un biraz dışındaki evinin bahçesinde buluşuyoruz. Kendisi de tıpkı müziği gibi… O konuşurken sakinleştirici bir melodiyi dinliyor gibi hissediyorsunuz. Akbar, 32 yıldır Türkiye’de yaşıyor. Ancak hikayesinin başı Sovyetler Birliği’nde... Gülerek, “Bunca yıldır Türkiye’deyim. Benim için halen en zoru ‘Nerelisin?’ sorusunun cevabı oluyor!” diye başlıyor: “Annem Rusya’da, babam Ukrayna’da dünyaya gelmiş. Kökenimizi söyleyemiyoruz çünkü herkesin doğum yeri kendi ailelerinin görevi sebebiyle oluyor. O dönem her yer Sovyetler Birliği, biz de Sovyetleriz! Bizde herkes hemşehridir! Ben de anne ve babamın işi sebebiyle Kazakistan’ın kültürel başkenti Karaganda’da doğmuşum. Babam Stanislav Timchenko orkestra şefi ve felsefe profesörüydü. Aynı zamanda uzay bilimleri ve araştırmaları konusunda gazeteci-yazardı. Annem Galina Rosenbaum Timchenko koro şefi, piyanist ve binlerce çocuğa müzik eğitimi veren bir öğretmen. Ancak evlilikleri uzun sürmedi. Ben iki yaşındayken ayrıldılar.”
NOTALARI İKİ YAŞINDA ÖĞRENDİM
Akbar’ın çocukluğu enstrümanlarla dolu bir evde ninni niyetine koro provaları dinleyerek geçiyor. Evin daimi konukları sanatçılar ve bilim insanları oluyor. Bu ortama daha dünyaya geldiği hemen ilk birkaç ayda uyum sağlıyor; ilk bestelerini karyolasının yanındaki akustik piyanoda oyuncaklarından aldığı ilhamla yapıyor! Akbar, “Piyanonun ne tarafından nasıl sesler çıkacağını öğrenmiştim; sol tarafta kalın, ortada daha ince…” diye anlatıyor: “İki yaşında annem bana notaları öğretti. Kitaplarda gördüğüm şeyleri piyanoda canlandırıyordum. Dört yaşıma geldiğimde okuma-yazmayı söktüm. Koro dinlemek de çocuğun bilinci için algılaması kolay bir şeydi. İnsan sesi dinlemek zaten çok faydalı; her müzik enstrümanı insan sesine benzemeye çalışır ve asıl ana müzik aleti bizim kendi sesimizdir, bizizdir… İki yaşında bana hediye edilen pikapta hem klasik müzik eserlerini hem de bestecilerin hayat hikayelerini dinlemeyi severdim. Aklımda kalanlar; Bach, Beethoven, Prokofyev, Çaykovski… Tabii sık sık konserlere de gidiyorduk…”
Anne ve babasıyla...
KAR SESİ, YAPRAK SESİ, DOĞA SESİ….
Akbar’ın ‘ses’lere olan ilgisi sadece müzikle kısıtlı değilmiş… Biraz arkadaşlarıyla da oynasın diye onu ısrarla dışarı yollayan annesini hayal kırıklığına uğratarak bu sefer doğayı dinlemeye koyulurmuş: “Kar yağıyorsa tek başıma saatlerce karı izlerdim. Buz pateni yapardım. Patenin buzda çıkardığı sesi severdim. Baharda karların eriyip yazın yaprakların fışkırması… Her ses bir müzikti ve ben bu akışı izlemeyi çok seviyordum.” Bir diğer ‘tuhaf’lığı da piyanodan çıkan her sesi rengiyle görmesiymiş… Ailesinin “Ne rengi? Piyanonun tuşu ya siyah ya beyaz” diye anlamlandıramadığı bu hareketinin ‘sinestezi’ denen, bir duyunun uyarımının otomatik olarak başka bir duyu algısını tetikleme özelliği olduğunu Anjelika Hanım yıllar sonra öğrenmiş…