Zeynep Bilgehan

‘Beyaz’ına şiirler yazılan ressam

13 Kasım 2022
-Geçen ay 95. doğum gününü kutlayan ünlü ressam ve akademisyen, hocaların hocası, Anadolu’yu resmederken kullandığı renklere ünlü şairlerin dizeler döktürdüğü Prof. Dr. Turan Erol ile buluştuk…-Hayat hikâyesini dinlerken tıpkı resimlerindeki gibi Anadolu’nun dört bir yanına yolculuk ettik; Milas’tan başlayıp İstanbul’da Bedri Rahmi’nin atölyesine, Diyarbakır’dan bozkırın kalbi Ankara’ya…

1) Ünlü ressam ve akademisyen, hocaların hocası Prof. Dr. Turan Erol ile beraberiz! Onu Ankara’daki evinde ziyaret ediyorum. Kendi de tabloları gibi dingin… Gülerek, “Külçe gibiyim! İhtiyarlık!” diyor. Oysa yoğun bir trafik içinde; geçen ay, 29 Ekim’de, Cumhuriyet Bayramı’yla 95. yaşına girdi! Öğrencileri, doğum gününü ‘Hocaların Hocası Turan Erol’a Saygı’ isimli bir sergiyle kutladı. Eşzamanlı olarak adını taşıyan bir atölye açıldı. Çankaya’da bir caddeye adı verildi. Hürriyet kültür-sanat yazarı İhsan Yılmaz onu, ‘Yalnız kendi sanatıyla değil, yetiştirdiği öğrencileri, dostlukları ve yazdıklarıyla da başlı başına okul olmuş bir isim Turan Erol. Bozkırın sonsuz sarısına Bodrum’un beyazını katmış, çıplak ağaçlara deniz kıyısına çekilmiş tekne kaburgaları eşlik etmişti resimlerinde’ diye tanımlıyor. Turan Hoca, “Benim elimden gelen resim yapmaktı. Güzel resimler yapmak istedim. Hayat böyle geçti!” diye bizi kendi hikâyesinde yolculuğa çıkarırken kendinizi işte tam da Yılmaz’ın anlattığı tabloların içinde gibi hissediyorsunuz…

TEMELLİ, GELENEKLİ  BİR İLÇE: MİLAS

Turan Erol, 29 Ekim 1927 yılında Muğla’nın Milas ilçesinde dünyaya geliyor. Turan Hoca, “Milas çok güzel bir yerdir; iyi tanınan ve sevilen, tarihi bir ilçeydi. Sonradan olmuş bir yer değildi. Temelliydi ve kendine özgü gelenekleri vardı. Ben orada Şevketiye Mahallesi’nde Selamoğlu Çıkmazı’nda doğdum. Bir gün kalkıp gidelim! Doğup büyüdüğüm evi de görelim, seyredelim…” diye başlıyor anlatmaya: “Babam hazır kunduracılık yapardı. Atölyesi ve ona bitişik bir dükkânı vardı. Kendisi Kütahya’nın Simav ilçesinde doğmuş. Askerliğe gittiğinde kunduracılık öğrenmiş. Terhis olduğu yer olan Milas’ı sevmiş ve oraya yerleşmiş. Açtığı dükkâna gelip giden kızlardan annemi bir genç kız olarak çok sevmiş. Ne yapıp edip onunla evlenmiş ve bizler doğmuşuz. Ben beş çocuktan dördüncüsüyüm. Annem ev hanımı.”  

BABASI: RESSAMLIK DA NE! MÜHENDİS OL

Çocukluğu babasının kundura dükkanında geçiyor. Kendi de gelip giden müşterilerle ilgileniyor. Bizzat kunduracılık da öğrenmek istiyor ama babası engel oluyor. Sebep; çocuklar okuyacak ve doktor veya mühendis olacak! Turan Hoca, “Ben tuttum ressam oldum!” diye gülerek devam ediyor: “Ortaokuldan itibaren resim yapmayı sevdim. Öğretmenimiz Zeki Boran yeteneğimi fark edip benimle ilgilenmeye başladı. Ben de kafama koydum; ressam olacaktım! Hep o yolda ilerledim. Babam başta, ‘Ressam da ne? Resim yapacakmış; olur mu öyle şey…’ diye beğenmedi. Ortaokulu bitirince Akademi’nin giriş sınavlarına kaçıp gittim ve Akademi öğrencisi oldum. Sonunda babam artık mecbur oldu, ‘Bu oğlan telef olmasın, ortalarda kayıp gitmesin ben ona destek olayım’ dedi. Ben Akademi mezunu bir genç olarak sanat hayatına başladım ve bugünkü ressam oldum! Babam da ne zaman ki yaptığım resimler beğeniliyor, ben seviliyorum, yani biraz şöhret olunca o da beğenmeye, övünç duymaya başladı!”  


Yazının Devamını Oku

Dünyaca ünlü şefimiz Gürer Aykal 80. yaşını kutluyor: Her başarımda Ata’ma koşarım

30 Ekim 2022
11 yaşında Ankara Konservatuvarı’na giriyor. Türk Çağdaş müziğinin öncülerinden Ahmet Adnan Saygun ve kendisine ‘çetebaşı’ diye takılan Ulvi Cemal Erkin’in öğrencisi oluyor. İlk bestesini 14 yaşında aşık olduğu bir balerin için yazıyor. 25 yıl Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı yöneten, dünyaca ünlü orkestra şefimiz Gürer Aykal’la albümleri karıştırdık. Bugünlerde kurucusu olduğu Borusan Filarmoni Orkestrası’nın kendisi için düzenlediği 80. yaş konserine hazırlanıyor…

1) Onunki baştan sonra bir Cumhuriyet hikâyesi… Bugün dünya çapında tanınan orkestra şefimiz, devlet sanatçısı Gürer Aykal, 1942 yılında Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü’nde müzik öğretmeni bir baba ile ev kadını bir annenin beş çocuğundan biri olarak dünyaya geliyor. Aile kökenleri Kafkasyalı… Osmanlı-Rus Savaşı sonrası göçmen olarak önce Muş’a yerleşiyorlar. Babası Tevfik Bey 1903 yılında Muş’ta doğuyor. Oradan Urfa’ya geçiyorlar. Koşullar zor. Babası vefat edince Tevfik Bey Yetim Okulu’na veriliyor. Gürer Bey’e de miras geçecek müzik serüveni işte burada başlıyor… Aykal anlatıyor: “Sene 1920’ler… İşgal zamanı. O dönem Yetim Okulu’nun karşısında bir Fransız Okulu var. Bu okulun bahçesinde her sabah öğrenciler marşlar okuyor. Babam teneffüslerde yan bahçeden gelen bu marşları öğreniyor ve oyun oynarken kendi de mırıldanmaya başlıyor. Müziğe yatkınlığı öğretmenlerinin dikkatini çekiyor. Yetim Okulu’ndaki eğitiminden sonra Konya Öğretmen Okulu’na geliyor. Orada ilk defa piyanoyla tanışıyor. Babam daha 20 yaşına gelmeden Cumhuriyet’in coşkusunu yaşayan kuşaktan! Buradan da müzik öğretmeni olarak Eskişehir’de Çifteler Mahmudiye Okulu’na gönderiliyor. Bu okul, 1937’de Köy Enstitüsü’ne dönüştürülüyor.”

RADYO GÜNLERİ

Aykal, “Köy Enstitüleri, Cumhuriyet’in kazanımlarını hiç okul görmemiş köy çocuklarına çağdaş eğitimi üretimle veren dünyada eşi benzeri olmayan bir projeydi. ‘Bugün ülken için ne yapacaksın?’ bilinciyle yetiştirdiği için çok mutluyum” diye devam ediyor: “Ancak 1950’lerde Köy Enstitüleri kapatılmaya başlanınca öğretmenler de başka yerlere ‘tayin’ edildi.” Aykal Ailesi önce Maraş’a, oradan Diyarbakır’a geliyor. Bu arada evde de pek çok yenilikle tanışıyor. Bunlardan en heyecan verici olanı; radyo! Gürer Bey anlatıyor: “Çocukluğumdan beri evde her çeşit müzik aleti vardı. Babam öğrencilere özel ders verirken ben de yan odadan onları dinlerdim. Bu şekilde çok erken yaşta notaları öğrenmiştim. Diyarbakır’a gelince önce elektrikle sonra radyoyla tanıştık. Babam parazitlerin arasından çok güzel kanallar bulurdu; Ankara Radyosu, Moskova Radyosu… Moskova Radyosu’ndan ilk defa bir filarmoni orkestrası sesi duydum ve büyülendim. Yıllar sonra o orkestrayı yönettim!”

İLK NOTAM: RE!

Duyduğu seslerin en çok nesi onu etkilemişti? Gürer Bey, “Ben hayatımda hiç ses duymadım” diyerek yanıtlıyor: “Her şeyi hep notalarıyla duyarım. Sokaktan geçen ambulansı bile notasıyla duyarım. Sizin duyduğunuz sesler bana adlarıyla gelir. Birdenbire orkestranın çok sesli müziğini duymak müthişti! Sonra altı yaşımda Halkevi’nde piyanoyla karşılaştım. İlk dokunduğum sesi hatırlıyorum; Re!” Beşinci sınıftayken okula gelen müzik müfettişleri de Aykal’daki yeteneği fark etti ve aileye onu Ankara Konservatuvarı sınavlarına sokmalarını teşvik etti. Küçük Gürer, 11 yaşında babasıyla bir trene binip Ankara’nın yolunu tuttu. Aykal, “Müfettişlerden biri Ankara Marşı’nın yazarı Halil Bedi Yönetken, diğeri Şeref Çayıroğlu’ydu” diye anlatıyor: “Ankara’da sınav için uzun bir kuyruk olduğunu hatırlıyorum. Yönetken benim ‘mutlak kulak’ olduğumu zaten biliyordu. Ulvi Cemal Erkin de bana bazı sorular sordu. Yatılı keman bölümünü kazandım. Ankara Devlet Konservatuvarı’nda eğitimime başladım.”


Yazının Devamını Oku

Yüzlerce yıl önce doğdu ama Beyoğlu hep 18 yaşında

23 Ekim 2022
Gurbet yeri denizler olan gemici bir babanın ve tarlada emek veren bir annenin oğlu olarak Rize’nin Güneysu ilçesinde dünyaya geliyor. Çocukluğu Karadeniz’in sürprizli doğası içinde mücadele ruhuyla geçiyor. Üniversiteden itibaren politikanın içinde. Bugünkü görevi; gençliğinde sokaklarını arşınladığı semtin 2019’dan beri belediye başkanlığı… Beyoğlu Belediye Başkanı Haydar Ali Yıldız, “Yüzlerce yıllık tarihi var ama Beyoğlu’nun hep 18 yaşında olması gerekiyor! Gelen herkes hem mutlu olabilmeli hem özgür hissedebilmeli” diyor.

1) İlki geçen yıl düzenlenmişti… İkincisi geçen haziran ayında yapıldı. Öyle ilgi gördü ki üçüncüsü için ara hiç açılmadı! Bu sıralar yolu Beyoğlu’na düşenler nereye ayak bassalar bir sanatsal etkinlikle karşılaşabilir! Bugün sona erecek olan Beyoğlu Kültür Yolu Festivali vesilesiyle semtte üç bine yakın etkinlik düzenleniyor. Kadim sokaklar sanatla renklenirken Beyoğlu Belediye Başkanı Haydar Ali Yıldız’ı yakaladık! 2019’dan beri belediye başkanlığı görevini yürüten Yıldız’ın Beyoğlu’ndaki mazisi gençlik günlerine dayanıyor. Beyoğlu’na yolunu düşürmesiyse bir başka mücadele hikâyesi… Eski albümleri açıyoruz…


Fotoğraf: Murat ŞAKA

GURBETTEKİ BABANIN FAYDALARI DA VARDI

Sene 1970… Rize’nin Güneysu ilçesindeyiz. Haydar Ali Yıldız, merkeze beş dakika uzaklıktaki bir köyde, kendi deyimiyle ‘cennet gibi bir coğrafya’da dünyaya geliyor. Annesi ev hanımı. Yıldız, “Ev hanımı derken evde ‘hanım’lık yapanlardan değil…” diye başlıyor anlatmaya; “Annem gibi tarlada çalışan, Türkiye’nin tarımına eliyle, emeğiyle, alın teriyle katkı sunan herkesin ellerinden öperim. Annemin üzerimde emeği çok. Babam gurbetteydi; gemiciydi. Sürekli seferlere deniz yolculuklarına giderdi. Senede ancak iki, üç ay gelip izinde köyde bizimle olabilirdi. Baba özlemi yaşardık ama getirileri de yok değildi! (gülüyor) Yurtdışından bize o dönem Türkiye’de olmayan ürünler getirirdi, blucinler, radyo, buharlı ütü…. Köyün kızlarının çeyizleri hep bizde ütülenirdi! Kına gecelerinde bizdeki teybi isterlerdi.” 


Beyoğlu Belediye Başkanı Haydar Ali Yıldız/Zeynep Bilgehan

KÖYÜN TEK TELEVİZYONUNDA SÜREKLİ HABERLER İZLENİRDİ

Yazının Devamını Oku

Bir modern seyyahın hayat rotası

9 Ekim 2022
Meslek hayatında 36 yılı geride bırakmış. Bugüne kadar 141 ülkeyi, 1450 şehri gezmiş! Türkiye’nin en sevilen rehberlerinden Saffet Emre Tonguç’layız! Bugün rotasında kendi hayat yolculuğu var. Bizi Çorlu’daki çocukluğundan Kandilli’deki gençliğine, Boğaziçi’ndeki öğrenciliğinden rehberlikteki ilk yıllarına keyifli bir gezintiye çıkaracak. Sonra yeni seyahat eğilimlerini, düşük bütçeli gezi önerilerini, İstanbul’un bilmediğimiz yerlerini anlatacak…

1) Ofisi bütün dünya… Çalışma masası sokaklar, caddeler, dağlar, trenler, gemiler… Bizse söyleşi için onu kendisi için en egzotik yer olan vahasında; evinde yakalıyoruz! Saffet Emre Tonguç’la beraberiz. Hayat yolculuğu 28 Şubat 1966 tarihinde Çorlu’da başlıyor. Tonguç, Köy Enstitüleri’nin mimarı İsmail Hakkı Tonguç’un da mensubu olduğu, Romanya’dan göç etmiş, ticaretle uğraşan bir ailenin ferdi… Dedesi Saffet ve babası İsmail, Trakya’nın tanınan işinsanlarından. Çocukluğu Çorlu’da bahçeli bir evde, anneanne ve babaannesinin bağlarında, dalından üzümler yiyerek geçiyor. Tonguç, “Küçücük bir ilçeydi Çorlu… Çok net hatırlıyorum, bizim evden yaklaşık 200-300 metre sonra biterdi! Şimdi gittiğimde tanıyamıyorum. Her yeri apartman olan dev bir sanayi kenti olmuş” diyor gülerek…


“Başarımın sırrı işimi çok sevmek. İyi bir rehber olabilmek içinse öncelikle kriz yönetimini bilmeniz lazım. Mesela uçağı kaçırdın, yanında 40 kişi var. Ne yapacaksın? Önemli olan krizi insanlara hissettirmemek.”

‘SON VAPUR’A YETİŞTİM

Yedi yaşına geldiğinde, kendi deyimiyle ‘dünyanın en güzel yerlerinden biri olan Kandilli’ye taşınıyorlar… Tonguç, “Bugüne kadar 29 kitap yazdım, 17 tanesi İstanbul’la ilgili... Bu kadar çok kitabın sebebi kesinlikle Kandilli’de geçen çocukluğum…” dedikten sonra devam ediyor: “Bizim zamanımızda ‘mahalle arkadaşlığı’ kavramı vardı. Bu yüzden de çok güzel bir çocukluk geçirdim.” Kandilli İlkokulu’ndan sonra eğitim için kıtalararası yolculuğu başlıyor; Avrupa yakasında Ortaköy’deki Gaziosmanpaşa Ortaokulu’ndan sonra Şişli Terakki Lisesi’ni bitiriyor. Bu yılları nostaljisiyle anıyor: “Çok şanslıydım çünkü Şirket-i Hayriye’nin son vapurlarına yetiştim! Bu vapurların jilet yapılmasını kolektif bir suç olarak görüyorum. Amerikan arabaları bir gecede ortadan kayboldu. Keşke İstanbul’un geçmişinin tanıklarını muhafaza edebilseydik… Bugün İsveç’te hâlâ 1800’lerden kalma buharlı gemiler kullanılıyor.” 


Sene 1968/Yaş 2, Çorlu’da...

İLK SEYAHAT İZCİ KAMPI

Yazının Devamını Oku

Hayatım film olsa mutlu sonla biterdi

2 Ekim 2022
Sahneye ilk adım attığında henüz beş yaşında… Resmen tiyatroda büyüyor! 14 yaşında sinema oyunculuğuna başlıyor. Bundan 48 yıl önce, 17 yaşındayken ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülü aldığı Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde bu yıl ‘Onur Ödülü’ne layık görüldü… Türkiye’nin en zarif sanatçılarından Perihan Savaş ile hem sinema tarihinde yolculuğa çıktık hem bugünü konuştuk.

1) Önce en taze haberler! Sinemamızın en zarif, en çalışkan oyuncularından Perihan Savaş, 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ‘Onur Ödülü’ne layık görüldü! Duygularını alıyoruz; “Altın Portakal’ı 1974 yılında, 17 yaşında aldım. O heyecanı size anlatamam; ödülü nasıl tutacağımı bilemedim. Ellerim titriyordu. Daha sinema yapmaya başlayalı iki yıl olmuştu ve Türkiye’nin en kıymetli oyunculuk ödülünü elimde tutuyordum. 48 yıl sonra Altın Portakal sahnesine bu kez Onur Ödülü almak için çıktım. Ve inanın yine aynı heyecanı yaşıyorum. Bu mesleği bu kadar uzun soluklu, kalıcı, doğru projelere imza atarak yaptığım için şanslıyım ve gururluyum. Antalya Altın Portakal Film Festivali ekibine bir kez de buradan teşekkür ediyorum…”


Fotoğraf: Levent KULU/

SUNA PEKUYSAL ONU BEŞ YAŞINDA KEŞFETTİ

O kuşkusuz, Türk sinemasının en zarif, en sevilen, en çalışkan oyuncularından… Hikayesi 1957 yılında İstanbul’un Laleli ilçesinde başlıyor. Savaş, Sürmeneli diş hekimi bir baba ve ev hanımı bir annenin tek çocuğu olarak evde doğumla dünyaya geliyor. Bu babasının ikinci evliliği... Önceki evliliğinden beş ablası, bir de ağabeyi var. Laleli’de sıcak bir mahalle ortamında yaşıyorlar. Annesinin ahbaplarından, usta oyuncu Suna Pekuysal bir gün arkadaşının ufak kızına bakıyor ve “Bu kızda bir cevher var, ben bunu bir tiyatroya götüreceğim” diyor. Beş yaşındaki Perihan Savaş’ı elinden tutup Şehir Tiyatrosu’na götürüyor. Böylece Savaş’ın 60 yıllık sahne kariyeri başlıyor!

TİYATRO BENİM İÇİN OYUN PARKI GİBİYDİ

İlk rolü bir tarladaki pamuk… Savaş, “İki satırlık bir cümlem vardı” diye gülerek başlıyor anlatmaya: “Tiyatronun içinde büyüdüm. Yedi yaşımdan itibaren hem okula hem tiyatroya gidiyordum. Okuma yazma öğrendikten sonra Radyo Çocuk Saati’ne gidiyor, 11-12 yaşlarımda dublaj yapıyordum. Hep bir koşturmaca vardı ama memnundum çünkü tiyatroyu çok seviyordum. İlk dönemler oyun gibi geliyordu. Yaşıtım çocuklarla fuayede koşmaca, saklambaç oynardık. Ortaokuldan sonra tek okulum Şehir Tiyatroları oldu. Eskrim, bale ve şan dersi alıyorduk. Vasfi Rıza Zobu, Bedia Muayyık, Jeyhan Tözüm gibi isimlerle sahneye çıkıyorduk. Bize sanatın ne olduğunu, nasıl yapılması gerektiğini anlatırlardı. Usta-çırak ilişkisiyle yetiştim. Konservatuvar önemli ama daha önemlisi yetenek. Suna Abla bende cevher görmüş…”


Yazının Devamını Oku

Sabah acilde akşam kulüpte

25 Eylül 2022
Müzisyen, hekim ve en son taktığı şapkası Musiki Eseri Sahipleri Grubu Meslek Birliği (MSG) Başkanı Ferhat Göçer ile beraberiz. Buluşma vesilemiz bu hafta yayınlanan yeni albümü ‘Anadolu Aryaları 2’… Ancak önce eski albümleri karıştırıyoruz! Onunki de bir Anadolu hikâyesi... Urfa’da doğuyor, çocukluğu İzmit’te, gençliği İstanbul’da bir yandan tıp fakültesinde bir yandan opera korosunda geçiyor. Göçer, “Hekimlikle müzisyenlik arasında seçim yapamadım. Sonunda ben de kendimi saldım ve ikisini bir arada yapmaya çalıştım!” diyor.

1) Sene 1970’ler… İzmit’te, Samanlı Dağları’nın yamacındaki Bahçecik kasabasına bağlı Düzlük köyündeyiz… Ferhat Göçer, Urfalı öğretmen bir anne babanın dört çocuğundan ilki olarak 1970 yılında Birecik’te dünyaya geliyor. Üç de kız kardeşi var. Aile, 1974 senesinde çocuklara daha iyi bir eğitim verebilmek için İzmit’e taşınıyor. Buradan da hep beraber Düzlük köyüne geliyorlar. Göçer’in çocukluğu, onu evde yalnız bırakamayan anne ve babasıyla köy okuluna gidip gelerek geçiyor.


Fotoğraf: Murat ŞAKA

TEK SINIFLI KÖY OKULUNDA 

Kendi deyimiyle ‘onların yancısı’ olarak dört yaşında okuma yazmayı öğrenince okula da kaydı yapılıyor. Tek sınıflı köy okulunda ilk üç yıl öğretmeni annesi, sonraki iki yıl da babası oluyor. Sonra işler biraz karışıyor… Ortaokul köye bir buçuk saat uzaklıktaki Bahçecik Ortaokulu... Minik Ferhat okula ulaşmak için her gün köpeği Karabaş’la bir buçuk saatlik bir yürüyüş yapmak zorunda kalıyor. Kış aylarında bu yolu yürümek zorlaşınca ikinci dönemde kasabada yaşayan dayısının yanına gidiyor. Ona yakın Karamürsel Ortaokulu’na kaydoluyor. Ancak bu çözüm işe yaramayınca köye dönüyor. Karavanı olan bir komşularının çocuklarıyla Namık Kemal Ortaokulu’na gidip gelmeye başlıyor. Göçer, gülerek “İzmit’in bütün ortaokullarında okudum diyebilirim! Bir ara Mimar Sinan Ortaokulu’na geçtim. Ailem baktı ki derslerim paramparça, şehir merkezine tayin istediler. Hep beraber İzmit’e taşınıp daha normal bir hayata geçtik. En son İzmit Lisesi’nde kaldım” diye anlatıyor.


Sene 1974/4 yaşında

15’İNDE TIP FAKÜLTESİNE

Yazının Devamını Oku

Ünlü besteci İlhan Usmanbaş’ın 101 yıllık hayat senfonisi

18 Eylül 2022
Türk çağdaş bestecileri arasında ikinci kuşağın temsilcisi, yüzlerce öğrenci yetiştirmiş, pek çok ödül almış devlet sanatçısı bestecimiz Prof. İlhan Usmanbaş bu ay 101 yaşına basmaya hazırlanıyor! Buluşup kişisel albümlerini karıştırırken, müziğin geçen yüzyılına da göz attık. İlhan Hoca, “İnsan hayattan boş olarak, boşluk bırakarak gitmemeli… Bilmediği şey insanın boşluğudur. Yaşamın kısa ve gel-geç olduğunu akıldan çıkarmadan, merakınızı hemen gidermelisiniz” diyor.

1) Doğum tarihi 28 Eylül 1921… Yani bu ay sonunda 101 yaşına basıyor! Türk çağdaş bestecileri arasında ikinci kuşağın temsilcisi, kıymetli devlet sanatçımız Prof. İlhan Usmanbaş ile yaklaşık sekiz yıldır konakladığı Maltepe’deki Darüşşafaka Rezidans’ın çay salonunda buluşuyoruz. İlk soru; bir yüzyıl yaşamak nasıl bir şeydir? Bu yüzyıl nasıl geçmiş? Hayatını müziğe adayan Prof. İlhan Usmanbaş, “Genelde biz müzik tarihini 100 yıl, 100 yıl ezberleriz… Her yüzyılda büyük değişiklikler olmuş” diyerek başlıyor cevabına: “Memleketler değişmiş, müzik anlayışı değişmiş, alışverişler değişmiş, birbirini sayanlar, birbirinden bıkanlar değişmiş… Mozart’ın, Beethoven’ın yaşadığı 18. yüzyıl müzik tarihi açısından daha önemli olsa da 19. yüzyıl dünyanın birbiriyle daha etkileşim içine girdiği bir dönem oldu. İtalya’nın kasaba hayatından çıkmış Giuseppe Verdi’nin adını duymaya başladık. Japonya’nın orkestra şeflerini, bestecilerini pek tanımazdık. Rusya’dan büyük piyanistler çıkmaya başladı. Yine virtüözler arasında Amerika lafı ortaya çıktı. 20. Yüzyıldaysa müzikal alışveriş arttı, dünya küçüldü.”


Prof. İlhan Usmanbaş on yıldır Maltepe’deki Darüşşafaka Rezidans’ta kalıyor. Ona yardımcısı Nihal Hanım eşlik ediyor. Günlerinin dolu geçtiğini söyleyen Usmanbaş, “Darüşşafaka’da yetişmiş gençlerin hikâyelerini önceden duyuyorduk. Ev hayatının gündelik işleri zor gelmeye başlayınca mal varlığımızı bağışlayıp eşim Atıfet ile buraya geldik. Şahsi günlük hayatımızı, toplumsal hayatı bir başka biçimde burada yaşıyoruz. Atıfet’le geçen sene vefat edinceye kadar 85 yıl beraber olduk…”

Prof. İlhan Usmanbaş, 1971’de devlet sanatçısı oldu. 1993’te Sevda Cenap And Vakfı’nın altın madalyasını aldı, 2000’de Boğaziçi Üniversitesi’nin onursal doktorasına değer bulundu.

CUMHURİYET ÇOCUĞUYUM

Dünyada ‘müzik yüzyılı’ değişirken… Türkiye’de de Cumhuriyet kuruluyordu. Usmanbaş, 28 Eylül 1921 günü avukat Mehmet Hilmi Bey ve Münevver Hanım’ın iki erkek çocuğundan küçüğü olarak dünyaya geliyor. Aile, o küçük yaştayken Ayvalık’a taşınıyor. Usmanbaş, “Türkiye’yi biz Cumhuriyetle biliyoruz” diye devam ediyor: “Müzikal açıdan Osmanlı devrinden kalma büyük hanelerde tambur ve kanun çalanlar vardı. Benim küçüklüğümde, 8-10 yaş civarındayken kemençesiyle bütün Ayvalık’ın tanıdığı bir hanım vardı. Eski eserleri dinlemek isteyenler, ‘Siz biliyorsunuz şu eser nasıldı, bu nasıldı?’ diye hemen o hanıma koşarlardı. O da ‘Bana kemençemi getirin!’ der ve derhal Osmanlı zamanından kalma herkesin çok beğendiği, takdir ettiği eserleri çalmaya başlardı. Sonra o zamana kadar pek dikkat etmediğimiz plaklar ortaya çıktı. Babam İstanbul’a gidip döndüğünde bize 78’lik plaklar getirirdi. Daha bilinçli hatırladığım ünlü virtüözlerin 78’lik plaklarıydı. Şimdi isimlerini hatırlamakta zorlanıyorum; 100 yaşın cilvesi! (gülüyor) Çocukluğumda Japonya’nın veya Hindistan’ın adı geçmezdi. Biraz büyünce oradan büyük orkestra ve şeflerin çıktığını görüyorduk. Müzik 18. yüzyıl Avrupası ile sınırlı kalmadı.” 

TEK MEMBA YETMEZ...

Yazının Devamını Oku

Türk-Japon sentezli minyatür erbabı... Mavi saçlı sultan: 'Kato'san

11 Eylül 2022
Soyadı ‘Seferoğlu’ olan Rizeli annesinden maceraperestliği ve sanatçı yönünü, ‘Özgür’ soyadlı babasından hür ruhunu ve 20 yılını geçirdiği Japonya’dan bizim onu tanıdığımız ‘Kato’luğunu almış… Türkiye’de çağdaş geleneksel sanatın öncülerinden, ‘mavi saçlı sultan’ Günseli Kato ile buluştuk. Hem eski albümleri karıştırdık hem güncel sanat eğilimlerini konuştuk…

Beykoz’da atölye olarak da kullandığı evinde buluşuyoruz… Mavi renkli saçlarına eş elbisesiyle, onu arkada duran tablolarından ayırmak zor! Çağdaş geleneksel sanatın öncülerinden Günseli Kato ile beraberiz… Hem çağdaş hem geleneksel nasıl olunur? Bunun cevabı Kato’nun adeta zaman makinesiyle çeşitli dönemlerde yolculuk yapmaya benzeyen hikayesinde. İlk durağımız 1956 senesi… Günseli Hanım, bir nisan gününde Anadolu Hisarı’nda bir köşkte dünyaya geliyor. Annesinin ailesi aslen Rizeli… Günseli Hanım, “200 yıl önce Rize’den kalkıp İstanbul’a gelmişler” diye başlıyor anlatmaya: “Dedem Ziya Kaptan, Denizcilik Okulu’nun ilk mezunlarından. Soyadları da Seferoğlu! Baba tarafımsa Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmiş. Bana hep ‘Japon’ diyorlar ama tam bir kültür mozaiği olan bir ailenin kodlarına sahibim! Babamın babası Çanakkale’de savaşmış bir zat-ı muhterem. Babam diş hekimliği fakültesinden mezun olduktan sonra dedem onu o sırada topçu albayı olarak görev yaptığı Kütahya’ya çağırıyor. Diyor ki; ‘Burada doktora ihtiyaç var, gel ülkene hizmet et’ Babam da ekipmanı ve yeni evlendiği genç eşiyle Kütahya’ya taşınıyor…”

ESTETİK, NEZAKET, ZARAFET…

Genç çiftin üç kızı oluyor; Işık, Günseli ve Güneş. İstanbul’da doğmasına rağmen Günseli Hanım’ın çocukluğu Kütahya’da geçiyor. Bu yılları şöyle anlatıyor: “Boğaz’da büyümüş annem önce bir kültür şoku yaşıyor ama sonra Kütahya’nın kozmopolit ortamına adapte oluyor. Kendisi Kız Sanat Okulu mezunu, kabiliyetlerle donatılmış bir hatundur. Çok iyi minyatür yapardı. Ben Japon minyatürlerini ilk ondan öğrenmiştim. İyi dikiş diker, resim yapardı. Cumhuriyet baloları için tuvaletler dikilirdi. Babamla evde vals yaparlardı. Biz her şeyi anne ve babamızdan öğrendik; estetik, nezaket, zarafet, giyim, kuşam… Bizi marifetlerimizi göstermek için cesaretlendirirlerdi. Örneğin ben kendimi göstermeye, yabancı lisanda şarkılar söylemeye meraklıydım. Sonunda kendimi doğaçlama performanslar yaparken buldum! Ablam Güneş babam gibi diş hekimi oldu. Kız kardeşim Işık da diş hekimliği üzerine kariyer yaptı.” 


TRT2’de ‘Miyako’dan Payitahta’ programını sunan Günseli Kato ile evinde buluştuk...

ÖNCE SARAY KÜLTÜRÜ

Aile, 1970 senesinde İstanbul’a geri dönüyor ve anne Selçuk Hanım’ın da dünyaya geldiği köşke taşınıyorlar. Günseli Hanım, annesinin de okulu olan Kandilli Kız Lisesi’ne kaydoluyor. Ancak aklı fikri sanatta! Günseli Kato devam ediyor: “Tiyatroya, sinemaya, operaya giderdik. 1964’te Yapı Kredi Bankası’nın İstiklal Caddesi’ndeki galerisi açılmıştı. Ben zaten sürekli sanatla ilgili şeyler yapmak istiyordum. Sulu boyayla resim yapardım. Annem de bizi oturtur ve portrelerimizi çizerdi. Ondan da etkilenirdik. Bir gün Yapı Kredi Bankası’nın galerisinde aslen Tıp Tarihi Profesörü olan Süheyl Ünver Hoca’nın mezar taşlarıyla ilgili bir sergisine gittim ve kafayı yedim! Süheyl Hoca, mezar taşlarını geleneksel üslupla eserlere çevirmişti. Kendi kendime ‘Sanat yapacaksam Selçuklu ve Osmanlı dönemi içinde yapılmış saray kültürüyle başlayıp yeni çağı sonra yakalarım’ dedim.”

Yazının Devamını Oku