Zeynep Bilgehan

Evimizin cazcısı

4 Eylül 2022
Bodrum Marina’da 10 yıldır devam eden ‘sahnesi’ bir klasik… Her akşam başka yerde, neredeyse çalmadığı enstrüman yok. Ülke çapında ilk meşhur olduğu ‘Ellerim bomboş’ albümünün üzerinden 30 yıl geçmiş…

‘Oynatmaya az kaldı’, ‘Avuçiçi kadar’ gibi şarkılarıyla evlere konuk olan, caz müziği Türkiye’ye sevdiren, dinleyicilerin aileden biri gibi gördüğü Fatih Erkoç’la Bodrum’da buluştuk, eski albümleri karıştırdık...


“1971’de, 18 yaşımdayken İstanbul Gelişim Orkestrası’yla albüm çıkardık.”

1) Repertuvarında Türk sanat müziği de pop müzik de var. Kendinin icra etmeyi en sevdiği alan da caz… Bu bir tesadüf değil. Hamurunda hepsinden bir parça var! Fatih Erkoç, 1953 yılında İstanbul’un Fatih ilçesinde müzisyen bir baba ile ev hanımı bir annenin ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Kendinden dört buçuk yaş küçük bir de kardeşi var; Sinan. Baba müzisyen olunca iki kardeş de çok küçük yaşlardan itibaren müzikle tanışıyor…


‘Çocukluk yılları…’/“Babam Hasan Erkoç Türk müziği ve klasik batı müziği dinlerdi. Her ikisinde de armoni ve akorlar var. Müziğin tınısından kalitesini hemen anlardı. Babam udi olduğundan ben de konservatuvara başlayana kadar evde Türk sanat müziği dinledim…” 

SÜNNETİME ZEKİ MÜREN GELMİŞTİ

Erkoç, “Babam udiydi. Türk sanat müziği icracısıydı. Hem İstanbul Radyosu’nun icra heyetinde görevi vardı hem gazinolarda dönemin ünlü assolistleriyle çalardı” diye başlıyor anlatmaya: “Öyle ki Zeki Müren bizim sünnetimize gelmişti. Zarf içinde 200 lira vermişti de bana o para az gelmişti (gülüyor)! Bana 3-4 yaşlarımdayken açık artırmadan bir keman alınmıştı. Evdeki taş plaklardan duyduğum taksimleri kemanla taklit etmeye çalışırdım. Çocukluğum kemanla ‘gıy gıy’ yaparak geçti.”

Yazının Devamını Oku

‘Ben aramıyorum aristokratlar beni buluyor’

28 Ağustos 2022
Bir ayağı Avusturya’da, diğeri Türkiye’de. Alamet-i farikası; tasarımlarında Anadolu kültürünün zenginliğini Avrupa’nın sadeliğiyle birleştirmek. Müşterileri arasında Avrupa aristokratları ve jet-set var. Dünyaca ünlü modacımız Atıl Kutoğlu ile beraberiz. Eski albümlerini karıştırırken yeni kreasyonlarının da heyecanı içinde... Oysa defile hazırlamaya daha lise yıllarında başlamış. Kutoğlu, “Bana hep ‘Bu aristokratları sen mi arıyorsun diye soruyorlar; hayır! Onlar beni buluyor” diyor.

1) Onunla yazın en sıcak günlerinden birinde İstanbul’daki ‘showroom’u olarak kullandığı Grand Hyatt Oteli’nin süitinde buluştuk. Atıl Kutoğlu’nun hikâyesi 1968 yılında İstanbul’da başlıyor. Ailesi Edirneli. Anne babası yüksek tahsillerini İstanbul’da yapıyor. Kimya mühendisi baba Turan Bey, Kuleli Askeri Lisesi’nde askerliğini yaparken sınıfın penceresinden göz göze geldiği Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık öğrencisi Yüksel Hanım ile evleniyor. İlk bebekleri Atıl henüz bir yaşındayken iş için Bursa’ya taşınıyorlar. Burada geçirdikleri dokuz sene Kutoğlu’nun ilerideki hayatına yön verecekti... Nasıl mı? Atıl Bey anlatıyor:


Fotoğraf: Murat ŞAKA

KOMŞULARIMIZ JET-SETTİ

“Bursa’da, İsviçre’de gibi bir hayat yaşadık. Meşhur ‘Petek Apartmanları’nda otururduk. Komşularımız ve etrafımız çok jet-setti; Uludağ Gazozları’nın sahibi Kızıllar, Erbaklar, Bursa’nın en hoş hanımlarından Esin Ege, Süterler, Yılmazipekler... Herkes çok şıktı. Yan bloktaki Tofaş Genel Müdürü Aslan Süter ve eşi Sündüs teyzenin daveti için anneler özel tuvaletler diktirir, aylarca hazırlanırlardı. Bu ortamın benim sanat ve modaya yönelmemde etkili olduğunu düşünüyorum.” 

İLK DEFİLEMİ LİSEDE YAPTIM

Kutoğlu, ilkokul dördüncü sınıfa kadar Bursa’da Özel İnal Ertekin İlkokulu’nda okuyor. Burada müfredatın bir parçası olarak üç yıl bale eğitimi alıyor ve ilk meslek hedefi ‘balet’lik oluyor. Atıl Bey, “Annemler beni ondan vazgeçirmeyi başardı ama modacı olmama engel olamadılar” diye devam ediyor gülerek:

“Çizimlerim de iyiydi. İstanbul’a dönünce moda bir tutku haline geldi. O dönemin cemiyet etkinliklerinden biri görkemli Vakko defilelerine gitmekti... Defilelerde o hoş mankenlerin üzerinde kreasyonların gözükmesi, önümüzdeki sezonun kıyafetlerini görmek, müzikler, bütün o görsel şov bana çok heyecan verirdi.”

Yazının Devamını Oku

Çileli yollardan yazarlıkta bol ödüllü günlere

21 Ağustos 2022
Özellikle kadın sorunlarını, kendi deyimiyle ‘insanın içini acıtacak’ şekilde yüzümüze vuran hikâyeleriyle, edebiyatımızın en üretken isimlerinden, sayısız ödül sahibi yazar Ayla Kutlu bu ay 84. yaşını kutluyor. Onunla Ankara’daki evinde buluştuk, hem eski albümleri karıştırdık hem de hiç eskimeyen kadın meselelerini konuştuk. Kendi hikâyesi de romanları gibi inişli çıkışlı, çetrefilli, mücadeleci...

AYLA Kutlu, 14 Ağustos 1938 tarihinde Antakya’da dünyaya geliyor. Ailesi Kafkasya göçmeni. 1864 yılında Rus İmparatorluğu’nun Kuzey Kafkasya halklarına saldırması üzerine gemiyle önce İstanbul’a geliyor, oradan da Maraş’ın Çardak ilçesine yerleşiyor. Aile çok yoksul ama okumaya çok meraklı. Dede maliyeci oluyor. Görev gereği yine sürekli yollara düşüyor. Ataması yapılan yerlerden biri Osmanlı İmparatorluğu içindeki Halep. Ancak oraya ulaşmaya çalışırken hamile eşi erken doğum yapıyor. Kutlu’nun babası Selahattin Bey Antakya’da dünyaya geliyor. Gel zaman, git zaman… Birinci Dünya Savaşı oluyor. Halep elden çıkıyor, dede Gaziantep’e dönüyor. Türkiye Cumhuriyeti kuruluyor. Elden çıkmış ve Atatürk tarafından verilmiş adı Hatay olan topraklar için 1937’de Milletler Cemiyeti kararıyla plebisit kararı alınıyor. Bunun için Hatay doğumlu herkesin memleketlerine gitmesi teşvik ediyor. Yeni evli, bir de çocuğu olan baba Selahattin Bey de doğduğu ama sonra hiç görmediği Antakya’ya taşınıyor. Ayla Kutlu işte bu koşullar içinde bağımsız Hatay Cumhuriyeti’nde dünyaya geliyor. Kent, 1939 tarihinde oybirliğiyle Türkiye’ye katılırken Kutlu ailesi de hayatlarını Antakya’da kuruyorlar. 

ANNEM BİZE KİTAP OKUMAKTAN SÜREKLİ YEMEK YAKARDI

Baba Selahattin Kutlu İstanbul ÇAPA mezunu öğretmen. Aynı zamanda şair; resim yapıyor, ud ve keman çalıyor. Haftalık, aylık dergiler çıkarıyor. Ancak gazetede yazdığı yazılar başına dert açıyor. Önce Hatay’ın en sınır köyüne oradan Samandağ’a atanıyor. En son İskenderun’a yerleşiyorlar. Ayla Hanım’ın bir kardeşi sınır köyünde, diğeri İskenderun’da doğuyor.  Bundan sonrasını Ayla Hanım’dan dinleyelim: “Annem üç yaşında yetim kalıyor. İlkokulun ancak üç sınıfını okuyabiliyor. 14 yaşında amcasının oğluyla evlendiriliyor. Eğitim hep içinde ukde kaldığından sürekli okurdu. Sırf bu yüzden ne çok yemeğimizi yaktı! Hele İkinci Dünya Savaşı yıllarında koşullar çok zordu ve evde tek kap yemek pişirilebiliyordu. Annem okumaya dalar, alt katta yemek yanınca pekmezli ekmeğe talim ederdik! İskenderun’daki evimizde su ve elektrikle tanıştık. Oh elektrik ne büyük rahatlıkmış; çeviriyorsun düğmeyi ışık yanıyor.” 

BEN HEP ÇOK CİDDİ İŞLER PEŞİNDE OLDUM 

Fazlasıyla titiz babanın isteklerini yerine getirmeye çalışan annesine en büyük yardımcı evin tek kız çocuğu oluyor. Peki kendi merakları nelerdi? Kutlu: “Ben hep çok ciddi işler peşinde oldum!” diyor. Okuma yazmayı öğrendikten sonra babasının kitaplarına dadanıyor. Ancak Dante’nin ‘İlahi Komedya’ kitabında kazanın içine atılmış insan resimlerini gördükten sonra psikolojisi bozulunca ortaokula başlayıncaya kadar evdeki kitaplara yasak geliyor!


Yazının Devamını Oku

Notaların çıplak ayaklı kontesi

14 Ağustos 2022
İlk bestelerini henüz bebekken, karyolasının yanına yerleştirilen piyanoda, oyuncaklarından esinlenerek yapıyor. İki yaşında notaları, dört yaşında okuma-yazmayı öğreniyor. Beş yaşında ilk konserini veriyor. Bugün 500’den fazla bestesi, 15 albümü, dört kitabı var. Sahnede kendini evinde hissettiği için konserlere çıplak ayak çıkıyor. Besteci ve piyanist Anjelika Akbar ile Sovyetler Birliği’nde başlayıp 32 yıldır Türkiye’de devam eden, tıpkı melodileri gibi bir Doğu-Batı kucaklaşması olan hayat hikayesini konuştuk, bünyeye iyi gelecek müzik tavsiyelerini öğrendik.

Besteci ve piyanist Anjelika Akbar ile sıcak bir yaz gününde İstanbul’un biraz dışındaki evinin bahçesinde buluşuyoruz. Kendisi de tıpkı müziği gibi… O konuşurken sakinleştirici bir melodiyi dinliyor gibi hissediyorsunuz. Akbar, 32 yıldır Türkiye’de yaşıyor. Ancak hikayesinin başı Sovyetler Birliği’nde... Gülerek, “Bunca yıldır Türkiye’deyim. Benim için halen en zoru ‘Nerelisin?’ sorusunun cevabı oluyor!” diye başlıyor: “Annem Rusya’da, babam Ukrayna’da dünyaya gelmiş. Kökenimizi söyleyemiyoruz çünkü herkesin doğum yeri kendi ailelerinin görevi sebebiyle oluyor. O dönem her yer Sovyetler Birliği, biz de Sovyetleriz! Bizde herkes hemşehridir! Ben de anne ve babamın işi sebebiyle Kazakistan’ın kültürel başkenti Karaganda’da doğmuşum. Babam Stanislav Timchenko orkestra şefi ve felsefe profesörüydü. Aynı zamanda uzay bilimleri ve araştırmaları konusunda gazeteci-yazardı. Annem Galina Rosenbaum Timchenko koro şefi, piyanist ve binlerce çocuğa müzik eğitimi veren bir öğretmen. Ancak evlilikleri uzun sürmedi. Ben iki yaşındayken ayrıldılar.” 

NOTALARI İKİ YAŞINDA ÖĞRENDİM

Akbar’ın çocukluğu enstrümanlarla dolu bir evde ninni niyetine koro provaları dinleyerek geçiyor. Evin daimi konukları sanatçılar ve bilim insanları oluyor. Bu ortama daha dünyaya geldiği hemen ilk birkaç ayda uyum sağlıyor; ilk bestelerini karyolasının yanındaki akustik piyanoda oyuncaklarından aldığı ilhamla yapıyor! Akbar, “Piyanonun ne tarafından nasıl sesler çıkacağını öğrenmiştim; sol tarafta kalın, ortada daha ince…” diye anlatıyor: “İki yaşında annem bana notaları öğretti. Kitaplarda gördüğüm şeyleri piyanoda canlandırıyordum. Dört yaşıma geldiğimde okuma-yazmayı söktüm. Koro dinlemek de çocuğun bilinci için algılaması kolay bir şeydi. İnsan sesi dinlemek zaten çok faydalı; her müzik enstrümanı insan sesine benzemeye çalışır ve asıl ana müzik aleti bizim kendi sesimizdir, bizizdir… İki yaşında bana hediye edilen pikapta hem klasik müzik eserlerini hem de bestecilerin hayat hikayelerini dinlemeyi severdim. Aklımda kalanlar; Bach, Beethoven, Prokofyev, Çaykovski… Tabii sık sık konserlere de gidiyorduk…”


Anne ve babasıyla...

KAR SESİ, YAPRAK SESİ, DOĞA SESİ….

Akbar’ın ‘ses’lere olan ilgisi sadece müzikle kısıtlı değilmiş… Biraz arkadaşlarıyla da oynasın diye onu ısrarla dışarı yollayan annesini hayal kırıklığına uğratarak bu sefer doğayı dinlemeye koyulurmuş: “Kar yağıyorsa tek başıma saatlerce karı izlerdim. Buz pateni yapardım. Patenin buzda çıkardığı sesi severdim. Baharda karların eriyip yazın yaprakların fışkırması… Her ses bir müzikti ve ben bu akışı izlemeyi çok seviyordum.” Bir diğer ‘tuhaf’lığı da piyanodan çıkan her sesi rengiyle görmesiymiş… Ailesinin “Ne rengi? Piyanonun tuşu ya siyah ya beyaz” diye anlamlandıramadığı bu hareketinin ‘sinestezi’ denen, bir duyunun uyarımının otomatik olarak başka bir duyu algısını tetikleme özelliği olduğunu Anjelika Hanım yıllar sonra öğrenmiş…

Yazının Devamını Oku

Vekilliğim ağa-maraba sistemine isyanımdır

7 Ağustos 2022
Şanlıurfa’nın Hilvan ilçesine bağlı Şahbeli köyünde okuma-yazması olmayan bir çobanın dokuz çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Çocukluğu yoksulluk içinde, köylerdeki adaletsiz ağa-maraba sistemine isyan ederek geçti. Ortaokul yıllarından itibaren İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirene kadar işportacılık yaptı… CHP İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal ile eski albümleri karıştırdık.

Onu TBMM sıralarından çok toplumsal olaylarda TOMA’ların üstünde, mahkeme salonlarında, cezaevi çıkışlarında görüyoruz. Randevu almak için aradığım sırada bir minibüste muavinlik yapıyordu. CHP İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal’ın geçmiş hayatı da hareket dolu… Kimliğinde doğum tarihi 1 Ocak 1961 olarak geçiyor. Ancak hikâyesi daha önce başlıyor. Ailesi aslen Adıyaman’ın Kahta ilçesine bağlı Höni köyünden… Zor hayat koşulları sebebiyle göçebe bir hayat yaşıyorlar. Her sene bir başka ağanın köyünde ‘maraba’ olarak çalışıyorlar. Önce Siverek’e, oradan Hilvan köylerine geliyorlar. Her durakta ne kadar kaldıkları ağanın takdirine bağlı…Bazen birkaç ay, bazen bir sene… Bu sebeple dokuz çocuklarının her biri başka yerde dünyaya geliyor. Şansına Şahbeli köyü düşen Tanal, “Mülkiyeti bizim olan bir evimiz hiç olmadı. Köydeki her ev ağanındır” diye başlıyor: “Annemin söylediğine göre mercimekler çiçek açarken dünyaya gelmişim. Mart mı nisan mı bilemiyoruz. Dokuz kardeşten dördümüzün doğum tarihi resmi kayıtlarda 1 Ocak olarak geçiyor.”


Sene 1972 - İlkokul yılları...

BENİ OKUTAN ABİ DAYAĞI

Çocukluğu babasının o dönem çalıştığı Bahçecik köyünde geçiyor. Yoksulluk çok, iş yükü ağır…Tarlada toplanan hasılatın, hayvanlardan elde edilen gıdanın, hatta yavruların bile yarısı ağaya gidiyor. Tanal, “Rahmetli babam okuma yazması olmayan bir çobandı. Köyde bizim gibi üç ‘maraba aile’ daha vardı” diye anlatıyor: “Ekinleri eşek sırtında üç saat yol gidip Hilvan’da satardık. Ben oğlakları otlatırdım. O dönem televizyon yoktu. Tek gördüğümüz ağa çocuklarının bizim gibi çalışmadığı, daha iyi evlerde oturup daha iyi yemek yediğiydi… Eşitsizlik gözümüze çarpıyordu.” Hayatı yedi yaşındayken, köylerine gelen bir minibüsle değişiyor… Köy köy gezip öğrencileri alan öğretmenler, Tanal’ı, Akçakale Yatılı Bölge Okulu’na kaydediyorlar. Başlarda ailesinden uzak olduğu için mutsuz olan Tanal bir tatil günü köyde otlattığı oğlağın ekine kaçması sonucu ağabeyinden “Niye dikkat etmiyorsun, ağa kızacak!” diye dayak yedikten sonra karar veriyor;“‘Okuyup bu hayattan çıkacağım.’ Bir yıl sonra eve daha yakın olan Siverek Yatılı Bölge Okulu’na geçtim. Sonra hem Maarif Koleji hem de Diyarbakır Öğretmen Okulu sınavlarına girdim. Ancak babamın ön kayıt yaptıracak parası olmadığından Diyarbakır Ergani Öğretmen Okulu’na kaydoldum.”

İLK EYLEM: 12 YAŞINDA

Sene 1973’tü… Tam o sırada bir yasa değişikliğiyle öğretmen okullarının statüsü değiştirilip ‘düz lise muadili öğretmen lisesi’ne çevrildi. Bu da Tanal’ın henüz 12 yaşında ilk eylemine katılmasına vesile olmuş! Anlatıyor: “Ağabey ve ablalarımız ‘Öğretmen olma hakkımız engellendi’ diyerek eylem yapardı. Biz de tıfıl halimizle arkalarında slogan atardık. 1980 öncesi dönemdi. Sağ, sol çatışmaları çok şiddetliydi. Biz de eşitsizliklerin giderilmesi, adaletsizliğin kalkması için mücadele veriyorduk. Ortaokuldan liseye geçerken Antalya Aksu Öğretmen Lisesi’ne sürgün edildim. Daha o dönemden ‘Bir gün milletvekili olacağım, bu haksızlıkları yapanların başına kürsüyü atacağım’ derdim. Bu duyguyu en baştan beri yaratan da köydeki o ağalık sistemi ve baskıydı…”

Yazının Devamını Oku

Sınır tanımayan kuyumcu Sevan Bıçakçı... Yıldızlara mücevher takıyor

31 Temmuz 2022
Kapalıçarşı’da bir ustanın tezgâhına işi ehlinden öğrenmek için oturduğunda yalnızca dokuz yaşındaydı… 12 yaşında tam zamanlı ‘çırak’ oldu. 18 yaşında kendi atölyesini açtı. Amacı hep ezberleri bozmak oldu. Bugün Hollywood yıldızları onun tasarımlarını kullanıyor. O ise kendini halen bir ‘Kapalıçarşılı kuyumcu ustası’ olarak tanımlamayı tercih ediyor… Dünyaca tanınan mücevher tasarımcımız Sevan Bıçakçı ile buluştuk...

Buluşma yerimiz; Kapalıçarşı’nın hemen yanında yer alan dükkânı… Dükkân diyoruz ama burası bir müze salonuna benziyor. Özel ışıklandırmalı bölmelerde, her birinden tek adet üretilen takılar adeta ‘sanat eseri’ gibi sergileniyor. Hepsinin bir hikâyesi var; İstanbul’un kuşları, Topkapı Sarayı, çeşmibülbüller… Bizse yaratıcısının hikâyesini dinlemek için buradayız; ünü ülke sınırlarını aşan, Oscar törenlerinde Hollywood yıldızlarının taşıdığı mücevherleri tasarlayan Sevan Bıçakçı…

SAMATYA’NIN RENKLERİ

Bıçakçı, 1972 tarihinde Sımpat ve Mari çiftinin en büyük çocuğu olarak Samatya’da doğuyor. Aile aslen Kayserili… 1950’li yıllarda çocukların daha iyi bir eğitim alması için İstanbul’a geliyorlar. Baba Simpat, Ermeni yatılı okulu Tibrevank’a kaydediliyor. Dersleri iyi ama asıl merakı oyunculuk! Bu alandaki en büyük yoldaşı da Kevork…


Henüz 6-7 aylıkken annesi Mari Hanım ile...
    

Yazının Devamını Oku

Ezber bozan Arkeoloji profesörü Fahri Işık... Antik kentte bir 'Kuvvacı'

24 Temmuz 2022
Tüm arkeoloji dünyasını karşısına almak pahasına, uygarlığı yaratanların Yunan değil Anadolu halkları olduğunu belgeleriyle ortaya koydu. Adeta bir Kuvayımilliye ruhuyla mücadele ederek antik kent Patara’yı talancılardan korudu. Hocaların hocası Fahri Işık’la Patara’da buluştuk, hem kendi kişisel tarihine hem de medeniyetlerimizin kökenine yolculuk yaptık.

Antalya’da, bakir doğanın masmavi denizle buluştuğu en güzel kıyılardan birindeyiz. Bizim için zaman bir yaz öğleden sonrası… Vardığımız yerse milattan önce altı bin yılına ait… Likya Birliği’nin ve Roma’nın Pamfilya Eyaleti’nin başkenti Patara Antik Kenti’ndeyiz! Bizi Patara Kazı Başkanı Prof. Havva İşkan Işık ve Prof. Fahri Işık karşılıyor. Havva Hoca acil kazı çalışmalarına dönmek üzere yanımızdan ayrılırken biz Fahri Işık ile kendi kişisel tarihinde bir yolculuğa çıkıyoruz…


Prof. Fahri Işık ile Patara Antik Kenti’nde buluştuk.

ULU DEDE’NİN ŞEHİT OĞULLARI

Hikâyesi Malatya’nın sekiz kilometre uzağındaki Kileyik köyünde, ‘Ulu Dede’ Osman Efendi’nin evinde başlıyor. Birinci Dünya Savaşı tüm şiddetiyle devam ederken Osman Efendi, altı oğlundan dördünü Sarıkamış Harekâtı’na yolluyor. Allahuekber Dağları’na giden çocukların hiçbiri eve dönemiyor. Fahri Işık’ın babası Mevlüt, iki yaşında yetim kalıyor. Dul kalan annesi, şehitlerden en büyüğünün büyük oğlu Hacı’ya eş veriliyor. Osman Efendi’nin gözdesi Mevlüt Bey büyüyüp sevdalandığı Fahriye Hanım ile evleniyor. Fahri Işık da bu çiftin beş çocuğundan üçüncüsü olarak 1944 yılında köyde dünyaya geliyor…


Üniversite yılları

MİŞMİŞ BAHÇESİNDEN 

Yazının Devamını Oku

İneği ölene taziyeye giden başkan

17 Temmuz 2022
Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek ile eski albümleri karıştırdık… COVID-19 pandemisi sırasında 68’i yoğun bakımda olmak üzere 108 günü hastanede geçiren Böcek’in çocukluğu da gençliği de hep zorluklarla geçmiş... Diyor ki; “Yörükler yolları aşmaya alışık olduğundan mücadelecidir! Herkese dokunmaya çalışırım. ‘İneği ölene başsağlığına giden başkan’ derler. Gücendiğim, kırıldığım oldu ama Allah bana ikinci şans verdi.”

1- Sene 1960’lar… Antalya’nın Konyaaltı beldesindeyiz. Bugün sıra sıra otellerin, kafelerin olduğu, iğne atsanız yere düşmeyecek kalabalığın yürüdüğü Konyaaltı o zamanlar seraların, narenciye bahçelerinin olduğu ufak bir yerleşim birimi. Muhittin Böcek, yörük bir ailenin yedi çocuğundan biri olarak 1962 yılında dünyaya geliyor. Babası Mustafa Böcek köyün ağası… Bir yandan fıstık, pamuk çiftçiliğiyle uğraşıyor, diğer yandan da hayvancılık yapıyor. Aile her mayıs ayında yaz sıcakları gelmeden yaylaya göç ediyor. Uzun, zorlu bir yolculuk bu… Katırlarla önce beş, altı saatlik bir yolculukla ara istasyon Çağlarca Köyü’ne gidiliyor. Buradan da daha yukarıya; Feslikan Yaylası’na… Uçsuz bucaksız yaylada kıl çadırlarda kalıyorlar.

YAYLADAN KENTE GÖÇ YOLCULUĞU

 Muhittin Böcek, çocukluğuna dair en mutlu anılarının bu dönemde olduğunu anlatarak başlıyor: “Yağmurlu havada kıl çadır gerilene kadar; ilk beş dakika su geçirirdi. Yağmur damlaları yüzümüze düşerdi… Çağlarca Köyü’nde toplanan mahsullerin satışına ‘Elmacı geldi, armutçu geldi!’ diye bağırarak yardım ederdim. Henüz beş, altı yaşlarında! Annem kazandığım demir iki buçuk liraları bir keseye koyardı. Her şeyimizi kendimiz yapardık. Yaylada üç, dört ay kalırdık. Dönüş yolunda da meşhur ‘kar çukuru’ vardı… Oradan kar keserdik. Pekmezle dondurma yapardık. Beyaz kaput üzerine keçe ve kıl geçirip Konyaaltı sahiline kadar bu ‘garlama’yı satardık. Yolun son günü de bankaya giderdik. Benim payıma bir gazoz bir de simit düşerdi!”  

YETİM KALINCA MÜCADELE BAŞLADI

Eylülden sonraysa şehir hayatı başlardı. Okula bisikletle gidip gelirlerdi. En yakın yol arkadaşı da ağabeyi Şadi Böcek’ti… Ortaokul ikinci sınıfta bir gün ağabeyi ile mahallede oyun oynarlarken bir haber geliyor ve hayatları değişiyor.

Yazının Devamını Oku