Paylaş
1) Doğum tarihi 28 Eylül 1921… Yani bu ay sonunda 101 yaşına basıyor! Türk çağdaş bestecileri arasında ikinci kuşağın temsilcisi, kıymetli devlet sanatçımız Prof. İlhan Usmanbaş ile yaklaşık sekiz yıldır konakladığı Maltepe’deki Darüşşafaka Rezidans’ın çay salonunda buluşuyoruz. İlk soru; bir yüzyıl yaşamak nasıl bir şeydir? Bu yüzyıl nasıl geçmiş? Hayatını müziğe adayan Prof. İlhan Usmanbaş, “Genelde biz müzik tarihini 100 yıl, 100 yıl ezberleriz… Her yüzyılda büyük değişiklikler olmuş” diyerek başlıyor cevabına: “Memleketler değişmiş, müzik anlayışı değişmiş, alışverişler değişmiş, birbirini sayanlar, birbirinden bıkanlar değişmiş… Mozart’ın, Beethoven’ın yaşadığı 18. yüzyıl müzik tarihi açısından daha önemli olsa da 19. yüzyıl dünyanın birbiriyle daha etkileşim içine girdiği bir dönem oldu. İtalya’nın kasaba hayatından çıkmış Giuseppe Verdi’nin adını duymaya başladık. Japonya’nın orkestra şeflerini, bestecilerini pek tanımazdık. Rusya’dan büyük piyanistler çıkmaya başladı. Yine virtüözler arasında Amerika lafı ortaya çıktı. 20. Yüzyıldaysa müzikal alışveriş arttı, dünya küçüldü.”
Prof. İlhan Usmanbaş on yıldır Maltepe’deki Darüşşafaka Rezidans’ta kalıyor. Ona yardımcısı Nihal Hanım eşlik ediyor. Günlerinin dolu geçtiğini söyleyen Usmanbaş, “Darüşşafaka’da yetişmiş gençlerin hikâyelerini önceden duyuyorduk. Ev hayatının gündelik işleri zor gelmeye başlayınca mal varlığımızı bağışlayıp eşim Atıfet ile buraya geldik. Şahsi günlük hayatımızı, toplumsal hayatı bir başka biçimde burada yaşıyoruz. Atıfet’le geçen sene vefat edinceye kadar 85 yıl beraber olduk…”
Prof. İlhan Usmanbaş, 1971’de devlet sanatçısı oldu. 1993’te Sevda Cenap And Vakfı’nın altın madalyasını aldı, 2000’de Boğaziçi Üniversitesi’nin onursal doktorasına değer bulundu.
CUMHURİYET ÇOCUĞUYUM
Dünyada ‘müzik yüzyılı’ değişirken… Türkiye’de de Cumhuriyet kuruluyordu. Usmanbaş, 28 Eylül 1921 günü avukat Mehmet Hilmi Bey ve Münevver Hanım’ın iki erkek çocuğundan küçüğü olarak dünyaya geliyor. Aile, o küçük yaştayken Ayvalık’a taşınıyor. Usmanbaş, “Türkiye’yi biz Cumhuriyetle biliyoruz” diye devam ediyor: “Müzikal açıdan Osmanlı devrinden kalma büyük hanelerde tambur ve kanun çalanlar vardı. Benim küçüklüğümde, 8-10 yaş civarındayken kemençesiyle bütün Ayvalık’ın tanıdığı bir hanım vardı. Eski eserleri dinlemek isteyenler, ‘Siz biliyorsunuz şu eser nasıldı, bu nasıldı?’ diye hemen o hanıma koşarlardı. O da ‘Bana kemençemi getirin!’ der ve derhal Osmanlı zamanından kalma herkesin çok beğendiği, takdir ettiği eserleri çalmaya başlardı. Sonra o zamana kadar pek dikkat etmediğimiz plaklar ortaya çıktı. Babam İstanbul’a gidip döndüğünde bize 78’lik plaklar getirirdi. Daha bilinçli hatırladığım ünlü virtüözlerin 78’lik plaklarıydı. Şimdi isimlerini hatırlamakta zorlanıyorum; 100 yaşın cilvesi! (gülüyor) Çocukluğumda Japonya’nın veya Hindistan’ın adı geçmezdi. Biraz büyünce oradan büyük orkestra ve şeflerin çıktığını görüyorduk. Müzik 18. yüzyıl Avrupası ile sınırlı kalmadı.”
TEK MEMBA YETMEZ...
Peki onun müziğe ilgisi nasıl başlamış? Usmanbaş, “Bir müzisyenin yetişmesi için tek memba olmaz. Membanın çok olması lazım” diye başlıyor yanıtlamaya: “Benim hayatımdaki ilk ilham ağabeyim Orhan Usmanbaş’tı. İstanbul’da Feyzi Ati Lisesi’nde okuyor ve Seyfettin Asal’dan keman dersi alıyordu. Yazları Ayvalık’a geldiğinde çalıştığı eserlerin bazılarını çalar, ‘Bak bu Bach, bazı sonatlar piyanosuz çalınır, sadece keman içindir… Şimdi Brahms çalacağım, radyoda ne zaman çalınırsa hemen kulak ver ve unutmamaya çalış’ diye bana öğretirdi. Yanında en az 3-4 plakla gelirdi. Ağabeyim o dönem benim en büyük öğretmenim oldu. Ağabeyim İstanbul’dan bir yarı viyolonsel getirmişti. Onunla çalmaya başladım. Önce tellerini beraber taktık. Daha sonra bana tellerin nasıl çalınacağını gösterdi. O yaz kendi başıma, ağabeyimin gösterdiği gibi ellerimi doğru yerlere koyarak yayı doğru tutarak çalışmaya başladım.”
Galatasaray Lisesi’nde teneffüste... Herkes fotbola, İlhan Usmanbaş viyolonsel dersine!
2) MÜZİKLE MATEMATİK BİRBİRİNE BENZER
İkinci memba 1936’da girdiği Galatasaray Lisesi oluyor. Usmanbaş, Ayvalık’ta ortaokulu okuduktan sonra girdiği Galatasaray’da Sezai Asal’dan haftada bir özel ders almaya başlıyor. Bu yıllardan aklında kalanları şöyle anlatıyor: “Beyoğlu’nda müzik notaları da satan bir kitapçı vardı. Bana Schuman ve Brahms’ın piyano eserlerini verirdi. O yol gösterici satıcının verdiği ciltleri sınıfta oturduğum sıraya koyardım. Derslerde kapağı açıp çalışırdım. Matematik hocamız Mösyö Delore, ‘Hem baktığın eserleri hem de bugünkü dersi sorarım, ona göre!’ derdi. Matematiğim de fena değildi doğrusu! (gülüyor) Müzik, yaşayan matematik gibidir. Eğer bir senfoninin bir parçasını biliyorsanız sizi 100 yıl önce Avrupa’da yazıldığı yere götürebilir.”
Usmanbaş çocukluk yıllarında, ağabeyi ile...
3) HERKES FUTBOLA BEN VİYOLONSELE GİDERDİM
Müzik sadece ders zamanı aktivitesi değildi… Teneffüs zili çalınca tüm arkadaşları bahçeye futbol oynamaya koşarken Usmanbaş viyolonsel çalışmak için boş sınıflara geçiyordu. Usmanbaş, “Benim için daha önemli keman hocası Muhittin Sadak’tı” diyor: “O da bir çeşit okuldu.” Bu arada İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda Muhittin Sadak, Sezai Asal, Seyfettin Asal ve Cemal Reşit Rey gibi isimler öğretmeni oluyor. Usmanbaş, özellikle Cemal Reşit Rey’den çok etkilendiğini anlatıyor: “Kişiliğiyle, bir şeyi hemen oturup çalmasıyla, anlatış biçimiyle Cemal Reşit Rey müziği notalarla değil yaşayarak öğreten, çok önemli bir kişilikti. Mesela Carmen mi çalacak, ‘Burası eskiden böyle çalınırdı, şu kısmını bugünkü virtüözler böyle yapıyor’ diye anlatırdı. Aynı zamanda İstanbul’un kültür-sanat hayatına çok hâkimdi. Yaptığı melodileri Ayvalık’ta çocukların mırıldandığını duyardım. A-la-banda la la la…”
1950li yıllarda Usmanbaş çifti
4) “BESTELERİMİ BİR DÜKKANDA GÖRMEK…”
Usmanbaş, 1942 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı’nda ilk kuşak Türk bestecilerinin öğrencisi oluyor; Hasan Ferit Alnar’dan armoni ve kontrpuan, Necil Kazım Akses, Ahmet Adnan Saygun ve Ulvi Cemal Erkin’den kompozisyon dersleri alıyor. Usmanbaş, “Hocalarım yenilir yutul cinsten değildi!” diye devam ediyor: “Konservatuvarda hem Rus viyolonsel hocası David Zirkin ile çalışıyor hem de kompozisyon yapabilmek için bestecilerin hayatlarını öğreniyordum. Benim için en etkileyicisi Robert Schumann’ın annesine yazdığı bir mektup oldu. Mektupta diyor ki; ‘Şehirde müzik dükkanlarından birinde eserlerimi gördüm. Bu beni müthiş etkiledi.’ Benim de ilk bestelerimi konservatuvardayken çocuk piyesleri için yazdığım şarkılar oldu. Çocuk şarkısı yazmak kulağa kolay gibi geliyor ama değil. Çocuğun yaşayan, ‘hoppa’ tarafını yakalayabilmek gerekiyor. Eğer fazla ciddi olursa bir gün söylenir, ertesi gün unutulur. Her dakika hatırlayacağı, ağzında mırıldanacağı bir şey olmalı…”
Sene 1940'lar/Konservatuvar yılları… Bülent Arel, Eftal Dölen, İlhan Usmanbaş, Nevit Kodallı...
5) YAŞAM KISA VE GEL-GEÇ
İlhan Usmanbaş, 1974’te de İstanbul Devlet Konservatuvarı’na müdür olarak atandı. 1999’a kadar burada görev yaptıktan sonra İTÜ’de ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda kompozisyon dersleri verdi. Altmış yıl hocalıktan sonra 2011’de emekli oldu. Prof. Usmanbaş diyor ki: “Bana desen ki ‘Ey hocalık! Karşında öğrencin var ona ne derdin? Derim ki; hayatta her şeyi merak edin ve bu merakı dolduracak çareleri bulun. Merakı merakla bırakmayın. Yaşamın kısa ve gel-geç olduğunu aklınızda tutup ‘Yarın öğrenirim’ demeyin. Ben halen aklıma bir şey takılınca hemen ya bir ansiklopediye bakarım ya bilene telefon eder öğrenirim. İnsan hayattan boş olarak, boşluk bırakarak gitmemeli.”
BATAN TEKNEDE VİYOLONSELİNE SARILMIŞ ZİRKİN….
Geçen 100 yıl içinde… Usmanbaş’ı en etkileyen olaylar nelerdi? Yanıtı: “İkinci Dünya Savaşı döneminde en korktuğumuz şey Hitler’in Edirne’den geçip İstanbul’a gelmesiydi. Hep Alman ordularının nereye gittiğini takip ederdik. Viyolonsel hocam David Zirkin, Ankara’da tanınan bir isimdi çünkü İsmet İnönü müziğe meraklıydı. Zirkin’i eve çağırırdı. Sesleri tam duyamasa bile sanatçının ellerini görebilmek İsmet Paşa’yı müziği duymuş kadar memnun ederdi. Zirkin sonra New York’a gitmek üzere Ankara’dan ayrılıyor. Atlantik’i geçerken vapuru Alman torpidosuyla vuruluyor. Hep onu düşünüyorum, son zamanlarında ne yaptı diye…
Suların odasına geleceğini biliyor, belki viyolonseline sarılıyor… Bazen sabah uyandığımda bir ses ‘İlhan sen yaşadığını mı zannediyorsun ama artık öbür dünyadasın’ diyor… İnsan bir kere yaşıyor. O bir yaşamda hem pek çok şeyi yaşadığını zannediyor hem tekrar yaşamak istiyor hem de artık bunun imkansız olduğunu düşünerek bir hüzün geliyor…”
Sene 2021/Eşi Atıfet Hanımla Darüşşafaka’da
HAYAT HER AN BİR SAYFA AÇAR
“Hayat her dakika önünüze başka bir kitap sayfasını açıyor… Galatasaray’da okurken bir arkadaşımla belediye konservatuvarının koro günlerini izlemeye gitmiştik. Atıfet’le orada tanıştık. Meğer o da bana göz koymuş! 1948 yılında evlendik. Eşim opera sanatçısıydı. Akşam eve geldiğinde o günkü sahne düzenini evde hem söyleyerek hem oynayarak tekrarlaması gerekirdi. Ben de bir yandan evi idare eder bir yandan senfoni yazmaya çalışırdım.”
PASTANESİYLE POSTANESİYLE ESKİ BEYOĞLU
“Öğrenciyken hocalarım beni konserlere gönderirlerdi. İstanbul neydi derseniz, İstanbul Beyoğlu idi...Sinemasıyla, pastanesiyle, postanesiyle... Tünel’den Taksim’e kadar Beyoğlu dünyada olanı bize teşhir eden, bize açıklayan bir yerdi. Galatasaray Lisesi de Beyoğlu’nun ortasındaydı ve her yere erişim sağlayabiliyorduk”
Paylaş