1- New York’ta dünyaya gelen, çocukluğu Tayvan’dan Venezüela’ya yerkürenin dört bir yanında geçen yönetmen ve senarist Canan Gerede için ‘dünya vatandaşı’ desek yanlış olmaz. Ancak merkez üssünün İstanbul olduğunu söylüyor; “İnsan her zaman köklerine döner. Kalbim İstanbul’da” diyor. Söyleşimizi de Nişantaşı’nda evinde yapıyoruz. Bize, sayısı 10’u geçen kedileri de eşlik ediyor. Gerede, hepsini tek tek takdim ederken bahçedeki 20 kedi de bizi dışarıdan izliyor. Canan Gerede’nin biyografisi, “Diplomat Cemil Vafi ve Reşiha Akman’ın tek çocuğu olarak New York’ta dünyaya geldi” diye başlıyor. Gerede, “Baba tarafım Giritli” diye anlatıyor:
“Annemle babam bir tren seyahatinde karşılaşıyorlar. Bir ay sonra evli olarak New York’a gidiyorlar. Annem o sırada İngiliz Edebiyatı okuyor. Eğitimi yarıda kalıyor ama hep piyes tercüme ediyor. Çoğu halen Şehir Tiyatrosu’nda gösterilir.”
Canan Gerede, Zeynep Bilgehan
“Dedem Ali Vafi’nin 10 çocuğu vardı. Çocuklarını iyi okutabilmek için deri, sabun, zeytinyağı fabrikalarını Girit’te bırakıp İstanbul’a göç etmiş. Kuruçeşme’deki Memduh Paşa korusuna yerleşmişler. Babam önce yatılı olarak Galatasaray Lisesi’ne gidiyor. Oradan Sorbonne Üniversitesi’ni bitirip Dışişleri Bakanlığı’na giriyor. Annemle bir tren seyahatinde karşılaşıyorlar. Bir ay sonra Başkonsolos olarak görev yapacağı New York’a evli gidiyorlar. Sene 1943. Ben de orada doğuyorum.”
Baba Cemil Vafi, anne Reşiha Akman ve 4 yaşındaki Canan...
İLK İŞİM: KARAKAS’TA BAR DEKORASYONU
Üç yaşına gelene kadar New York’ta kalıyorlar. Sonra sırasıyla Ankara, Yunanistan, Londra, Arjantin, Formosa’ya gidiyorlar. Menderes döneminde babası merkeze çekiliyor. Gerede bu esnada İstanbul’da anneannesi Necla Öke’nin yanında kalıyor. İki sene sonunda yeniden yollar görünüyor: Tayvan, İsviçre, Venezüela... Canan Gerede, “Ayrılıklar hep duygulu oluyordu” diye anlatıyor:
1- Moda’daki atölyesi ne kadar çok yönlü bir kişilik olduğunu hemen ele veriyor… Bir tarafta sayısı 600’ü bulan renkli emayeleri, diğer yanda tuvali duruyor. Çizim masasının üzerinde dünyanın en prestijli dergilerinden New Yorker için tasarladığı kapaklar asılı. Eski fotoğraflarını çıkarırken aynı anda yeni sergisinin lojistiğini organize ediyor… Karşımda uluslararası üne sahip grafik sanatçımız Gürbüz Doğan Ekşioğlu var. Hikâyesi, bu ara çok revaçta olan sosyal medyada paylaştığı ‘Gecenin Rüyası’ serisindeki yıldızlara ilham veren Karadeniz’de başlıyor. Ordu’nun Mesudiye ilçesinde memur bir baba ve ev hanımı bir annenin beş çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya geliyor. Ekşioğlu anlatmaya başlıyor: “Mesudiye kıraç bölgeydi. Karadeniz’in bereketi olmadığından, para da hazır gelmediğinden tek çare okumak. O yüzden herkes çok aydınlanmacıydı. Babam ilkokul mezunuydu ama okumayı seven, tarih meraklısı biriydi. Şiirler, destanlar yazardı.”
ÖDEVİ OLAN SIRAYA GİRDİ
Baba Şevket Bey şiire olduğu kadar mizaha da meraklı… Çocuklara sık sık şakalar anlatıyor. Anne Hatice Hanım da ailenin sanatçı kolunu oluşturuyor. Ailesinde Zehra Aral gibi ressamlar var. En küçük çocukları Gürbüz Doğan da ebeveynlerinin mizah ve sanat özelliklerini alıyor. Sorunlara sürekli çözüm bulmaya çalışan, mantıklı, becerikli bir çocuk oluyor. Yazın köye gittiklerinde çamurdan heykeller yapmayı, kalın dal parçalarını yontarak yaptığı kayıkları yağmur birikintileri üzerine inşa ettiği barajlarda yüzdürmeyi seviyor. İlkokula Ordu’da başlıyor. El becerileri burada önce bir öğretmeninin dikkatini çekiyor; ‘Sen çok güzel resim yapıyorsun, seni mutlaka yarışmalara sokmak lazım’ diyor. Onu, mahalledeki arkadaşları izliyor. Namı yayılınca resim ödevleri için herkes Ekşioğlu Ailesinin kapısını çalıyor!
Sene 1956/Memleketi Mesudiye, Aşağı Gökçe köyünden aile fotoğrafı...
DÜNYALAR BENİM OLDU
Ekşioğlu, “Sürekli resim yapardım” diye devam ediyor: “Lise resim öğretmenimiz Necati Yeşilyurt resimleri çok beğenip ‘Sen mutlaka Akademi’ye gitmelisin’ deyince hazırlanmaya başladım. O arada Milliyet Gazetesi sanat eki vermeye başlamıştı. Karikatürist Turhan Selçuk, Ali Ulvi Ersoy, Tan Oral, Semih Balcıoğlu karikatürlerinden beslenirdim ama asıl hedefim ressam olmaktı. Bu gayeyle üniversite sınavına girdim ancak yerimi bulmam biraz maceralı oldu. İlk sene sınav iptal edildi. İkinci seferde önümde oturan aday bana ‘Tatbiki’ yi önerdi. İlk sınavı geçtim. İkinci aşamadaki mesleki sınavı geçemeyince fındık bahçelerimize faydası olur diyerek Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde Ziraat Fakültesi’ne kaydoldum. Oradan Yıldız Üniversitesi İnşaat Fakültesi’ne geçtim. İki sene orada okudum ama aklım Tatbiki’de kalmıştı. Çok üzülmüştüm. Yeniden sınava girdim. Bu sefer Grafik Sanatlar Bölümü’nü dereceyle kazandım. Dünyalar benim oldu.”
1- Bilmeyenler için önce kısaca tanıtalım… Lokantası ‘9 Ece Aksoy’, Asmalımescit’in hemen girişinde yer alıyor. Tuğla duvarları dışında bir dekorasyonu yok. Mönüsü de minimalist; zeytinyağlılar, hamur işleri… Hafta sonu gecelerinde içerideki kalabalık dışarı taşar. Lokanta, bara dönüşür. Gastronomi yazarı Vedat Milor, burayı ‘şahsiyetli bir mekân’ diye tanımlıyor: “Yaratıcısının imzasını çok güçlü olarak taşıyan, nevi şahsına münhasır bir mekân. Ece Hanım’ın evinin uzantısı gibi bir yer.” İşte bu ‘şahsiyetli’ mekânın sahibi Ece Aksoy, geçen ay sektördeki 40. yılını geride bıraktı…
BUGÜN KOCANLA YARIN SEVGİLİNLE...
Söyleşimize, “Dükkânımı her gün 40 yıl önceki o ilk gün gibi açıyorum” diye başlıyor: “En büyük prensibim, bana takılan isimle, hep ‘karakutu’ olmak. Bugün sevgilinle, yarın kocanla gelirsin. Bugün geldiğin arkadaşınla yarın küsersin…. Beni hiçbiri ilgilendirmez! Beni sadece bana sevgiyle gelmen ilgilendirir. Ben de sevgiyle hizmet ederim.”
Gizlilik uyarısını yaptıktan sonra filmi başa sarıyoruz…
Soldaki Ece Aksoy, sağdaki Zeynep Bilgehan
KITLIK ZAMANI
Kendi de adı gibi neşeli! Diyor ki, “Babam herhalde ismimi bu yüzden ‘Neşe’ koymuş… Adımı hak etmek için hep neşeli olmayı tercih ediyorum!” Neşe Erberk, mimar bir baba ve ev hanımı bir annenin ikinci çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya geliyor. Yaşıyla ilgili hiçbir sıkıntı yaşamadığını söyleyerek tam tarihi de veriyor; “14 Ekim 1964! Terazi burcuyum!” Rumeli göçmeni ailesinden anneannesinin renkli gözlerini ve göbek adını (Beria) alıyor. Neşe ve ağabeyi Cengiz, kalabalık bir ailenin içinde yetişiyorlar. Ancak Erberk, “Okuldan eve, evden okula sadece ders çalışan, pek de sosyal olmayan bir çocuktum” diye başlıyor: “Teşvikiye İlkokulu’ndan sonra Robert Kolej’e girdim. Lisede uzun boyum sebebiyle voleybola başladım. O zaman açıldım.”
Sene 1970'ler: Baba Sedat Bey, anne Gülsen Hanım ve ağabeyi Cengiz Erberk ile...
AMATÖR MANKEN ARANIYOR...
Asıl açılmasıysa lise sonuncu sınıftayken annesinin onu bir defileye götürmesiyle oluyor. Erberk, “O zamanlar Halit Kıvanç’ın sunuculuk yaptığı defileler vardı” diye anlatıyor: “Mankenlerin giydikleri kıyafetleri, ‘Bu gördüğünüzün kumaşı şu, detayı şöyledir’ diye tarif ederdi. Podyumda dönemin meşhurları Hülya Yiğitalp, Merih Akalın ve Nergis Kumbasar yürüyordu. Müzik eşliğinde yürümeyi çok heyecan verici bulmuş, çok özenmiştim… Sene 1982’ydi. Bu defileden altı ay sonra ‘Zeki Triko amatör manken arıyor’ diye bir ilan gördüm. Denemek için başvuru yaptım ve seçildim! İlk defile Pera Palas’taydı. Podyumda müzik eşliğinde yürümek, çeşitli kimliklerle farklı giysileri tanıtmak fikri çok hoşuma gitti. Her tür ruha bürünebilmek beni heyecanlandırıyordu. Bu defileden sonra moda yayını Vizon Dergisi’nin yarışmasına katıldım. Kazanırsam modelliği daha ‘profesyonel’ olarak yapabilirdim. ‘Bayan Vizon’ da seçildikten sonra annem beni hemen güzellik yarışmasına hazırlamaya başladı.”
Şarkı repertuvarı gibi hayatının dönemlerini de bir an bile teklemeden müthiş bir akıcılıkta, heyecanla anlatıyor… İlham Gencer, “1923 doğumluyum… Seneye 100 yaşına basıyorum! Cumhuriyet’le yaşıt bir Cumhuriyet çocuğuyum!” diye başlıyor. Çocukluğa ait ilk anıları Bakırköy’ün gerçekten ‘köy’ olduğu zamanlardan… İstasyon üzerinde mütevazi bir evde büyüyor. Annesi ve babası o iki aylıkken ayrılıyorlar. Gencer’i annesi Nihal Hanım ve ‘beyba’ dediği dedesi Halil Nail Öget büyütüyor. Onun da hikâyesi var… Gencer anlatıyor: “Dedem Birinci Dünya Savaşı öncesinde dönemin en zenginlerindenmiş. Almanya ile Türkiye arasında ticaret yapıyormuş. Ben de Almanya’da doğmuşum. Ancak ortakları dedeme yanlış hesap yaptırıp iflas ettirmişler. Bunun üzerinde ben iki aylıkken İstanbul’a dönmüşler. Benim nüfus cüzdanım Bakırköy’de çıkarılmış. Annem sonra yeniden evlendi. Öz babam İbrahim Gencer’i yıllar sonra buldum ama hastalandı ve çok erken yaşta hayatını kaybetti.”
PİYANO DERSİNDE BİR KORSAN
Velhasıl, aile iki aylık yetim İlham ile Almanya’daki dadılı, lüks arabalı, güzel hayatı geride bırakıp Bakırköy’de mütevazi bir eve yerleşiyor ve dedenin emekli maaşıyla geçinmeye çalışıyor. Almanya’dan getirdikleri tek eşya Nihal Hanım’ın konsol piyanosu… Evin geçimine katkı sunmak için çocuklara piyano dersi verirken bir de korsan öğrencisi oluyor; beş yaşındaki oğlu İlham! Gencer, “Alaylı olarak başladım…” diye devam ediyor: “Annem beni bir ‘piyanohane’ye de götürdü ama ben anarşistim! Cazcıyım! Türk sanat müziğinde ‘taksim’ vardır. Biz cazcılarsa doğaçlama yaparız. Onun için nota öğrenmedim ve böyle kaldı. Evde başladığım o piyanoyla o gün bugündür, 80 yıldır sahnedeyim!” Piyanonun akıbetiyse hüzünlü olmuş: “Çok ev değiştirdik. Neredeyse her yere bizimle geldi ama ben o piyanoya sahip çıkamadım. Maddi bir sıkıntı sebebiyle sattım. Neyse ki sonra yerine daha güzel, o dönem üç yalı fiyatı eden bir piyano aldım!”
GECELERİ MÜZİK, GÜNDÜZLERİ CETVEL
Piyanonun başına beş yaşında oturan Gencer, aile geçimine katkı için sekiz yaşından itibaren düğünlerde, sinema salonlarında akordeon çalmaya başlıyor. Öyle ki evin kirası Gencer’in mesaisiyle ödeniyor. Bu zor koşullara rağmen eğitimini de aksatmıyor. Gencer anlatıyor: “İlkokulu Bomonti’de tamamladım. Bu sürede iki defa zatürre geçirdim. Anneciğim bana çok iyi baktı, Heybeliada’daki sanatoryuma yolladı. Ortaokulu Şişli Terakki’de bitirdim. Sonra Kabataş Lisesi’ne geçtim. Son sınıfa kadar geldim ama geceleri müzik yaptığımdan gündüzleri uyuyordum. Özellikle de felsefe dersinde! Felsefe hocası Kehize Hanım da cetvelle başıma vurup uyandırıyordu. Beni iki defa sınıfta bırakınca Beyoğlu Erkek Lisesi’ne geçtim. Geceleri yine çalışıyordum. Uyku dinlemedim, derslerime çalıştım. Tüm imtihanları geçip 1948’de mezun oldum.”
ATEŞ BÖCEKLERİ EŞLİĞİNDE İLK SAHNE
1. Onunla konseri öncesinde kuliste bir araya geldik. Sabahat Akkiraz, 1956 yılının sonunda Hıdır Bey ile Zülfü Siyah Hanım’ın altı çocuğundan ilki olarak Mersin’de dünyaya geliyor. Sabahat Hanım, “Önce hemen bir yanlışı düzeltelim!” diyor: “Baba tarafım Sivas’ın Yaylacık köyünden. Hüviyetimi dedem çıkarıp doğum yeri olarak ‘Sivas’ yazdırmış ama Mersin’de doğdum. Doğum tarihi de kimliğimdekinden iki yıl sonra. Hayattan iki yaş kârım var!” Çocukluğu Mersin’de limon çiçeği kokuları arasında geçiyor. Kalabalık aile, hep beraber aynı avluya bakan apartmanlarda oturuyorlar; dedeler, neneler, ‘kivra’lar…
ANNEMİN SESİNDEN TÜRKÜLER
En büyük eğlence radyo. Ailece heyecanla arkası yarınları takip ediyorlarsa da anne Zülfü Siyah Hanım bir müzik tutkunu. Yurttan Sesler’i, türküleri dinlemeyi seviyor. Sesi de güzel… Sabahat Hanım, “Kulağıma giren ilk ses anneminki oldu; Mektebin Bacaları, Pencereden Bir Taş Geldi, Mamoş…” diye anlatıyor: “Radyoyla beraber plaklardan da halk müziği dinlenirdi. Zeki Müren severdi. Ben de beş yaşından itibaren annemden duyduğum türküleri söylemeye başlamıştım. Hatta beni duyan bir müzik öğretmeni babama, ‘Bu yaşta ses kaybetmeden okuyor… Bu çocuk müzisyen olur, bu söylediğimi unutma’ demiş.”
1) Ankara’daki ofisinde, duvardaki resimlerin hikâyelerini dün gibi hatırlayarak anlatıyor; Çukurova’da inek sağarken, İstanbul’da mahalle gezerken, bir başka seçim çalışması… Neredeyse 20 yıldan uzun süre yaptığı siyaseti pek özlemediğini de vurguluyor! Türkiye’nin seçilmiş ilk kadın bakanı İmren Aykut ile beraberiz. Hikâyesi Adana’nın Kozan ilçesinde başlıyor… Aykut, 1940 yılında memur bir baba ile ev hanımı annenin ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Çocukluğu Adana’nın en küçük kazalarından Bahçe’de geçiyor... Kendi deyimiyle ‘kibrit çöpü kadar minnacık’ bir yapısı var ama on kaplan gücünde! Sürekli yaramazlık peşinde! İmren Hanım gülerek başlıyor anlatmaya: “Derelerde ıslanır, dağlara çıkar, tahtayla aşağı kayardım. Güzel elbiselerim yırtılır, annem de devamlı pataklardı! Benden altı yaş küçük bir de kardeşim var ama tek çocuk gibi büyüdüm. Çok güzel bir çocukluktu.”
SENE 1945
Aile ile...
SENE 1953Ortaokul yılları...
KASABANIN TEK EĞLENCESİ: MARŞANDİZ
“17 yaşına kadar Çukurova bölgesinde yaşadım... Çocukluğumun geçtiği Bahçe, Adana’nın en küçük kazasıydı. Tren geçerdi. Bizim oradan tünele girer, arkadan Antep’ten çıkardı. Şehrin yegane eğlencesi de ‘marşandiz’ denen yük trenlerinin o tünelden geçişiydi! O saatte herkes giyinir kuşanır, marşandizin geçişini izlemeye giderdi! Tren yokuşta yavaşlayınca tünele girene kadar seyrederdik!”
TIP FAKÜLTESİ DEYİNCE ANNEM ÇOK AĞLADI
1) Sene 1960’lar… Kırklareli’ndeyiz. Uçsuz bucaksız tütün tarlalarında 11-12 yaşlarındaki yöre çocukları ellerinde rengarenk uçurtmalarla koşturuyorlar. Rekabet sıkı! Her uçurtma özenle hazırlanmış; manevraya uygun püsküller, özel tutkallar, uçmayı kolaylaştıran hafif çıtalar, rakip uçurtmaları ekarte edecek ufak keskiler… Kiminki daha yükseğe uçacak diye yarış devam ederken, uçurtmalardan biri diğerinin ipini kesiyor. Özgürlüğüne kavuşan kırmızı-mavi renkli uçurtma batıya, Yunanistan sınırına doğru süzülerek uzaklaşıyor. Uçurtmanın sahibi çocuk elinde kınnapla arkasından hüzünle bakakalırken içinden kendi kendine söz veriyor; “Bir gün ben de senin gibi Batı’ya uçacağım, peşinden geleceğim!” Sözünü tutuyor; o günden itibaren hiç durmadan uçuyor! Bugün evinin dört ayrı yer olduğunu söylüyor; Kırklareli, Zürih, İstanbul ve havalimanları! Turne ve konserler için sürekli geziyor. Ben onu İstanbul’da yakalıyorum… Dünyaca ünlü perküsyon sanatçımız Burhan Öçal ile beraberiz!
Fotoğraf: Selçuk ŞAMİLOĞLU
AMERİKAN FİLMLERİYLE GEÇEN ÇOCUKLUK
Öçal, 1959 yılında Kırklareli’nde dünyaya geliyor. Ailesi mübadil… Dedeleri Selanik, Kavala ve Drama göçmeni. Baba tarafı karayoluyla Trakya’ya gelip yerleşiyor. Anne tarafı önce gemiyle İzmir’e ulaşıp oradan Akhisar’a geçiyor. Ancak akrabalarıyla özlem baskın çıkınca onlar da Trakya’ya göç ediyorlar. Öçal, Kırklareli’nin ilk sinema işletmecisi, ‘Sinemacı Memet Öçal’ın yedi çocuğundan en küçüğü olarak doğuyor. Annesi Sahura Hanım, ev kadını… Hem sinema hem de müzik bakımından zengin bir çocukluk geçirdiğini söyleyerek başlıyor anlatmaya: “Babam çok güzel Amerikan, İtalyan, Fransız filmleri getirirdi. Aslında varlıklı bir aileden geliyor. Caz müziğe çok düşkün. 1932’de caz kuartet grubu var! Hayali sinema oyuncusu olmak ama taşrada imkânlar elvermeyince sinema işletiyor. Aralarında Münir Nurettin Selçuk’un da olduğu tiyatrocular getiriyor, konserler düzenliyor. Çocukluğumda makine dairesinde, kömür kokuları içinde taburede küçük delikten filmler seyrettiğimizi hatırlıyorum. Dünyaya bin kere gelsem yine aynı şekilde doğup büyümek, yaşamak isterim... Çok güzel bir çocukluğum oldu.”
YASTIKLAR ÜZERİNDE ‘PATA KÜTE’ İLK ETÜTLER!
Amerikan filmlerinden etkileniyor; Zorro seviyor, kovboy Ringolar, John Wayne, Humprey Bogart, Clark Gable… Evdeki gramofondan duyduğu caz müzik ve Rumeli ezgilerinin yerini zamanla Batı pop ve rock müziği alıyor; The Shadows, Beatles, Genesis, Police… Ancak bu arada babasının işleri bozuluyor. İflas ediyor. Aile maddi açıdan zora düşünce ne yapılacak? Öçal anlatıyor: “Ramazanda geceleri Roman davulcular gelirdi. Onlardan çok etkilenirdim. Daha 6-7 yaşlarındayken boynuma davul astıkları olurdu. Balkonda çalardım. Babam da bateri çaldığından ondan da etkilenmiştim. Annem endişeyle, ‘Memet Efendi bu çocuk davulcu olacak, okuması lazım!’ derdi. Oysa olan olmuştu! Babam da ‘Oldu bile!’ deyip bana İstanbul’dan 80-90 yıllık, yarı hurda, ikinci el bir bateri takımı aldı. Onu adam etmek için aylarca uğraştım. Bu arada ‘pata küte’ yastıklar üzerinde etüt başladı! Annem, ‘Eyvaaaah, yastık kalmadı evde!’ diye kızardı. Evdeki plakları dinleyip kulağımı da geliştirdim. 14-15 yaşımda ilk grubumu kurdum. Giden uçurtmadan esinle adı ‘Batı Rüzgarları’ oldu… Trakya’da birçok orkestrada çaldım, düğünlerde, özel günlerde para kazandık…”