Onu TBMM sıralarından çok toplumsal olaylarda TOMA’ların üstünde, mahkeme salonlarında, cezaevi çıkışlarında görüyoruz. Randevu almak için aradığım sırada bir minibüste muavinlik yapıyordu. CHP İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal’ın geçmiş hayatı da hareket dolu… Kimliğinde doğum tarihi 1 Ocak 1961 olarak geçiyor. Ancak hikâyesi daha önce başlıyor. Ailesi aslen Adıyaman’ın Kahta ilçesine bağlı Höni köyünden… Zor hayat koşulları sebebiyle göçebe bir hayat yaşıyorlar. Her sene bir başka ağanın köyünde ‘maraba’ olarak çalışıyorlar. Önce Siverek’e, oradan Hilvan köylerine geliyorlar. Her durakta ne kadar kaldıkları ağanın takdirine bağlı…Bazen birkaç ay, bazen bir sene… Bu sebeple dokuz çocuklarının her biri başka yerde dünyaya geliyor. Şansına Şahbeli köyü düşen Tanal, “Mülkiyeti bizim olan bir evimiz hiç olmadı. Köydeki her ev ağanındır” diye başlıyor: “Annemin söylediğine göre mercimekler çiçek açarken dünyaya gelmişim. Mart mı nisan mı bilemiyoruz. Dokuz kardeşten dördümüzün doğum tarihi resmi kayıtlarda 1 Ocak olarak geçiyor.”
Sene 1972 - İlkokul yılları...
BENİ OKUTAN ABİ DAYAĞI
Çocukluğu babasının o dönem çalıştığı Bahçecik köyünde geçiyor. Yoksulluk çok, iş yükü ağır…Tarlada toplanan hasılatın, hayvanlardan elde edilen gıdanın, hatta yavruların bile yarısı ağaya gidiyor. Tanal, “Rahmetli babam okuma yazması olmayan bir çobandı. Köyde bizim gibi üç ‘maraba aile’ daha vardı” diye anlatıyor: “Ekinleri eşek sırtında üç saat yol gidip Hilvan’da satardık. Ben oğlakları otlatırdım. O dönem televizyon yoktu. Tek gördüğümüz ağa çocuklarının bizim gibi çalışmadığı, daha iyi evlerde oturup daha iyi yemek yediğiydi… Eşitsizlik gözümüze çarpıyordu.” Hayatı yedi yaşındayken, köylerine gelen bir minibüsle değişiyor… Köy köy gezip öğrencileri alan öğretmenler, Tanal’ı, Akçakale Yatılı Bölge Okulu’na kaydediyorlar. Başlarda ailesinden uzak olduğu için mutsuz olan Tanal bir tatil günü köyde otlattığı oğlağın ekine kaçması sonucu ağabeyinden “Niye dikkat etmiyorsun, ağa kızacak!” diye dayak yedikten sonra karar veriyor;“‘Okuyup bu hayattan çıkacağım.’ Bir yıl sonra eve daha yakın olan Siverek Yatılı Bölge Okulu’na geçtim. Sonra hem Maarif Koleji hem de Diyarbakır Öğretmen Okulu sınavlarına girdim. Ancak babamın ön kayıt yaptıracak parası olmadığından Diyarbakır Ergani Öğretmen Okulu’na kaydoldum.”
İLK EYLEM: 12 YAŞINDA
Sene 1973’tü… Tam o sırada bir yasa değişikliğiyle öğretmen okullarının statüsü değiştirilip ‘düz lise muadili öğretmen lisesi’ne çevrildi. Bu da Tanal’ın henüz 12 yaşında ilk eylemine katılmasına vesile olmuş! Anlatıyor: “Ağabey ve ablalarımız ‘Öğretmen olma hakkımız engellendi’ diyerek eylem yapardı. Biz de tıfıl halimizle arkalarında slogan atardık. 1980 öncesi dönemdi. Sağ, sol çatışmaları çok şiddetliydi. Biz de eşitsizliklerin giderilmesi, adaletsizliğin kalkması için mücadele veriyorduk. Ortaokuldan liseye geçerken Antalya Aksu Öğretmen Lisesi’ne sürgün edildim. Daha o dönemden ‘Bir gün milletvekili olacağım, bu haksızlıkları yapanların başına kürsüyü atacağım’ derdim. Bu duyguyu en baştan beri yaratan da köydeki o ağalık sistemi ve baskıydı…”
Buluşma yerimiz; Kapalıçarşı’nın hemen yanında yer alan dükkânı… Dükkân diyoruz ama burası bir müze salonuna benziyor. Özel ışıklandırmalı bölmelerde, her birinden tek adet üretilen takılar adeta ‘sanat eseri’ gibi sergileniyor. Hepsinin bir hikâyesi var; İstanbul’un kuşları, Topkapı Sarayı, çeşmibülbüller… Bizse yaratıcısının hikâyesini dinlemek için buradayız; ünü ülke sınırlarını aşan, Oscar törenlerinde Hollywood yıldızlarının taşıdığı mücevherleri tasarlayan Sevan Bıçakçı…
SAMATYA’NIN RENKLERİ
Bıçakçı, 1972 tarihinde Sımpat ve Mari çiftinin en büyük çocuğu olarak Samatya’da doğuyor. Aile aslen Kayserili… 1950’li yıllarda çocukların daha iyi bir eğitim alması için İstanbul’a geliyorlar. Baba Simpat, Ermeni yatılı okulu Tibrevank’a kaydediliyor. Dersleri iyi ama asıl merakı oyunculuk! Bu alandaki en büyük yoldaşı da Kevork…
Henüz 6-7 aylıkken annesi Mari Hanım ile...
Antalya’da, bakir doğanın masmavi denizle buluştuğu en güzel kıyılardan birindeyiz. Bizim için zaman bir yaz öğleden sonrası… Vardığımız yerse milattan önce altı bin yılına ait… Likya Birliği’nin ve Roma’nın Pamfilya Eyaleti’nin başkenti Patara Antik Kenti’ndeyiz! Bizi Patara Kazı Başkanı Prof. Havva İşkan Işık ve Prof. Fahri Işık karşılıyor. Havva Hoca acil kazı çalışmalarına dönmek üzere yanımızdan ayrılırken biz Fahri Işık ile kendi kişisel tarihinde bir yolculuğa çıkıyoruz…
Prof. Fahri Işık ile Patara Antik Kenti’nde buluştuk.
ULU DEDE’NİN ŞEHİT OĞULLARI
Hikâyesi Malatya’nın sekiz kilometre uzağındaki Kileyik köyünde, ‘Ulu Dede’ Osman Efendi’nin evinde başlıyor. Birinci Dünya Savaşı tüm şiddetiyle devam ederken Osman Efendi, altı oğlundan dördünü Sarıkamış Harekâtı’na yolluyor. Allahuekber Dağları’na giden çocukların hiçbiri eve dönemiyor. Fahri Işık’ın babası Mevlüt, iki yaşında yetim kalıyor. Dul kalan annesi, şehitlerden en büyüğünün büyük oğlu Hacı’ya eş veriliyor. Osman Efendi’nin gözdesi Mevlüt Bey büyüyüp sevdalandığı Fahriye Hanım ile evleniyor. Fahri Işık da bu çiftin beş çocuğundan üçüncüsü olarak 1944 yılında köyde dünyaya geliyor…
Üniversite yılları
MİŞMİŞ BAHÇESİNDEN
1- Sene 1960’lar… Antalya’nın Konyaaltı beldesindeyiz. Bugün sıra sıra otellerin, kafelerin olduğu, iğne atsanız yere düşmeyecek kalabalığın yürüdüğü Konyaaltı o zamanlar seraların, narenciye bahçelerinin olduğu ufak bir yerleşim birimi. Muhittin Böcek, yörük bir ailenin yedi çocuğundan biri olarak 1962 yılında dünyaya geliyor. Babası Mustafa Böcek köyün ağası… Bir yandan fıstık, pamuk çiftçiliğiyle uğraşıyor, diğer yandan da hayvancılık yapıyor. Aile her mayıs ayında yaz sıcakları gelmeden yaylaya göç ediyor. Uzun, zorlu bir yolculuk bu… Katırlarla önce beş, altı saatlik bir yolculukla ara istasyon Çağlarca Köyü’ne gidiliyor. Buradan da daha yukarıya; Feslikan Yaylası’na… Uçsuz bucaksız yaylada kıl çadırlarda kalıyorlar.
YAYLADAN KENTE GÖÇ YOLCULUĞU
Muhittin Böcek, çocukluğuna dair en mutlu anılarının bu dönemde olduğunu anlatarak başlıyor: “Yağmurlu havada kıl çadır gerilene kadar; ilk beş dakika su geçirirdi. Yağmur damlaları yüzümüze düşerdi… Çağlarca Köyü’nde toplanan mahsullerin satışına ‘Elmacı geldi, armutçu geldi!’ diye bağırarak yardım ederdim. Henüz beş, altı yaşlarında! Annem kazandığım demir iki buçuk liraları bir keseye koyardı. Her şeyimizi kendimiz yapardık. Yaylada üç, dört ay kalırdık. Dönüş yolunda da meşhur ‘kar çukuru’ vardı… Oradan kar keserdik. Pekmezle dondurma yapardık. Beyaz kaput üzerine keçe ve kıl geçirip Konyaaltı sahiline kadar bu ‘garlama’yı satardık. Yolun son günü de bankaya giderdik. Benim payıma bir gazoz bir de simit düşerdi!”
YETİM KALINCA MÜCADELE BAŞLADI
Eylülden sonraysa şehir hayatı başlardı. Okula bisikletle gidip gelirlerdi. En yakın yol arkadaşı da ağabeyi Şadi Böcek’ti… Ortaokul ikinci sınıfta bir gün ağabeyi ile mahallede oyun oynarlarken bir haber geliyor ve hayatları değişiyor.
1- Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi, 4 Ekim 1936’da eczacı bir baba ve ev hanımı bir annenin tek çocuğu olarak dünyaya geliyor. Baba tarafı Sakız Adası’ndan, anne tarafı Çorlu’dan İstanbul’a gelmişti. Kuçuradi, önce Parmakkapı, sonra da Asmalımescit’teki evlerinde sakin bir çocukluk geçirdiğini anlatarak başlıyor: “Annemin bana davranışları çok dengeliydi. Kavga etmeleri şöyle dursun, birbirleriyle yüksek sesle konuştuklarını bile duymadım. Annem, ben sokakta bir şey görüp istediğimde, çok ağlasam da hiç almazdı. Ama istediğimi, ertesi gün babam getirirdi. Annemin bu davranışından kişinin kendine hâkim olmasının önemini öğrendiğimi düşünüyorum. Son yıllarda bunun üzerinde ısrarla duruyorum, çünkü artan şiddeti, cinayetleri başka türlü anlayamıyorum… Eğitimimin görmemi sağladığı bir şey de ebeveynlerin çocuklarını ‘başarı’ya karşılıklarla teşvik etmelerinin yanlış olduğu… Buna örnek ‘sınıfını geçersen, sana bisiklet alacağım’ sözü…”
Yaş 1 Anneannesi ile...
2. DÜNYA SAVAŞIYLA ALT ÜST OLAN HAYAT
Evdeki sakin hayat İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla gölgeleniyor. Babası yeniden askere alınıyor… Kuçuradi anlatıyor: “1942 yılında, ben ilkokula başladığım gün babam da askere gitmişti. Savaş yüzünden doktorlar ve eczacılar yeniden askere alınmış. Babam Mardin’e gönderildi. Mardin’i ilk o zaman duymuştum. Babam askere gidince, annem eczaneye gitmeye başladı. İşleri o götürdü. Ben evde, yıllardan beri yanımızda olan, o zamanki adıyla İmrozlu Grammatiki Hanım’la kalıyordum.” Kuçuradi ilköğrenimini İstanbul Merkez Rum Ortaokulu’nda, lise eğitimini Zapyon Rum Kız Lisesi’nde tamamladı…
Sene 1940'lar, Annesi Efimia Kuçuradi ile
HAYATIMIN İLK ÖDÜLÜ: MICHELANGELO KİTABI
Beyoğlu Kültür Yolu için Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Ahmet Misbah Demircan ile buluştuk. Bu yıl ikincisi düzenlenen festival, 16 gün sürdü. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yatırımları ve özel sektör girişimleri bir rotada buluştu, her branşta 1500’ün üzerinde etkinlik ve altı binden fazla sanatçı yer aldı.
1) Geniş kamuoyu Ahmet Misbah Demircan ismini en çok Beyoğlu Belediye Başkanı olduğu zamanda tanıdı… 2004’te geldiği görevi tam 15 yıl sürdürdü. Ancak onun Beyoğlu’ndaki tarihi çok daha eski… Ailesi, 1900’lü yılların başında Rize’den Kasımpaşa’ya göç ediyor. Yani en az 120 yıllık Kasımpaşalılar. Demircan, ilahiyatçı yazar Ali Rıza Demircan ile ev hanımı Lütfiye Hanım’ın dokuz çocuğundan üçüncüsü olarak 1967 yılında dünyaya geliyor. Çocukluğu, her biri birbirinden farklı ilgi alanları bulunan kalabalık bir ailede geçiyor… Demircan anlatıyor: “Babam Süleymaniye Camisi’nin imam hatibiydi. Okuyan, yazan, Necip Fazıl’dan çok etkilenen bir fikir adamıydı. Beni de yanında tüm konferanslara, sohbetlere götürürdü. Çocukluğum entelektüelleri, siyasetçileri dinleyerek geçti. Hiç sıkılmazdım. İleriki yıllarda bu tecrübenin çok faydasını gördüm.”
SENE 1975 / 8 yaşında...
KASIMPAŞA’DAKİ ‘ERDOĞAN AURASI’
Peki mahalle hayatı nasıldı? Demircan, “Kasımpaşa o günden bugüne çok değişmedi aslında…” diye cevaplıyor: “Zengin, yoksul, genç, yaşlı herkesin bir arada olduğu bir yapı vardır. Mahalle ortamında bunu hissederdik. Mahallenin en önemli etkinliği arsalarda top oynamaktı.” Piyalepaşa İlköğretim Okulu’na devam eden Demircan’ın o dönem mahallesinden çok aklında kalan bir de tanıdık sima var: “Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ile aynı okulda okuduk. Onu o dönemden hatırlıyorum. Daha o yıllarda bir efsaneydi ve herkes ona ‘Reis’ diye hitap eder ve ‘Gelecekte Cumhurbaşkanımız olacak’ diye bakardı. Kasımpaşa’da daha en başından itibaren bir ‘aura’sı ve sevgisi vardı…” Aile, 1984 yılında Emirgan’a taşınıyor. Demircan burada da Boğaz kültürünü öğrendiğini anlatıyor: “Beyoğlu’nun kozmopolitliğinden sonra Boğaz’ın dingin havasını yaşama fırsatı buldum…”
İKİ HEDEF: SİYASET VE TİCARET
Aile hikâyesi roman gibi… Hakan Meriçliler, 1968 yılında Alsancak’ta iki katlı, yüksek tavanlı bir Rum evinde dünyaya geliyor. Evin çatısı altında kökenleri Sakız Adası, Girit ve İskeçe’ye dayanan öyküler var… Dedesi Ali Karaviti, Giritli Türk asıllı armatör bir ailenin tek oğlu. Selanik’te tıp okurken 1924 senesinde, Lozan Anlaşması şartları gereğince mübadil oluyorlar. Karaviti, eğitimini yarıda bırakıp ailesiyle İzmir’e geliyor. Cerrahlık rafa kalkıyor ama anatomi bilgisi sayesinde kesimhanede işe giriyor. Çok başarılı olunca da İzmir’in en büyük et dükkânını açıyor; Büyük Selluka Kasabı. Evleniyor, üç çocuğu oluyor. Eşi genç yaşta vefat edince çocuklara hızla yeni bir anne bulmak gerekiyor. Kasabın müşterilerinden, zaten göz aşinalığı olduğu Yunan Eleni Hanım’la ikinci evliliğini yapıyor. Eleni Hanım’ın hikâyesi de Ege’nin karşı tarafında başlıyor. Sakız Adası’nda dünyaya geliyor. 15 yaşından itibaren İzmir’e çalışmaya gidip geliyor.
TAM BİR AŞK ÇOCUĞUYUM
Meriçliler, “Sakız Adası kadınları titizlikleriyle bilindiğinden o dönem levanten ailelerin yanına gelip harçlık biriktirip dönerlermiş” diye anlatıyor: “Ada’da zorunlu bir evlilik yaptırıyorlar. İki çocuğu oluyor. Ancak kocası çok belalı biri…Hapse girince anneannem mecburen çalışmak için yine İzmir’e geliyor. Buna kızan kocası anneannemi aileden aforoz ettiriyor. Bir daha Sakız Adası’na dönemiyor. Bundan 7-8 sene sonra dedemle evleniyorlar. Anneannemin Sakız Adası’ndaki çocuklarından biri, bir gün kapıya geliyor. Anneannem ‘Beni affet, geri dönemem’ diye çevirince, üç gün parkta yatıyor. 14 yaşında veremden ölüyor. Birkaç ay sonra annem Leyla Güney doğuyor. Babam da İskeçe göçmeni bir aileden. Onlar da 1944’te gelmişler. Annemle babam 1967’de evleniyorlar. Hemen sonra ben doğuyorum. Tam bir aşk çocuğuyum!”
5 YAŞINDA: ARTİST OLACAĞIM
Anne Leyla Hanım ve baba Yüksel Bey çalıştığından Meriçliler tek çocuk olarak anneannesinin kolları altında büyüyor. En büyük zevkleri açık hava sinemalarına gitmek… Meriçliler, “Bence ben anneannem sayesinde oyuncu oldum” diye anlatıyor: “O zamanlar ‘oyuncu’ da denmezdi; artist! Haftada dört gün film izlemeye giderdik. Ben 5 yaşından itibaren ‘Ne olacaksın?’ sorularına ‘Artist’ diye cevap verirdim. Bütün temel eğitimimi, insan sevgisini anneannemden aldım. Ben 12 yaşındayken vefat etti. Bu arada annemle, babam boşanmıştı. Beni babam büyüttü.” Meriçliler anneannesini özleyerek zor bir gençlik geçiriyor.
Hayranlarının hiçbirini kırmadan, hepsiyle tek tek fotoğraf çektirerek yanımıza geliyor. Arap turistlerle Arapça konuşuyor… Esprileri de eksik etmiyor. Nihayet ilgiden biraz rahatlayınca söyleşiye “Mısır’da, Dubai’de, Lübnan’da yolda yürüyemiyorum! Sel-ami Şahiiin, Sel-ami Şahin, resim!’ diyorlar. Evet, gelsin sodamız, başlasın odamız!” diye giriş yapıyor. Hikâyesi, az önce akıcı şekilde konuştuğu Arapçasının sırrıyla başlıyor. Selami Şahin, Hatay’ın Yayladağı ilçesinde, Suriye sınırına yakın Yoncakaya Köyü’nde Mısır kökenli bir çiftin altı çocuğundan dördüncüsü olarak dünyaya geliyor. Büyük dedesi, aileyi Osmanlı İmparatorluğu zamanında İskenderiye’den önce Lübnan’a, oradan da Suriye’ye ve en son Hatay’a getiriyor. Babası Arapça, Türkçe ve Fransızca konuşuyor. Annesi hiç Türkçe bilmediğinden Şahin’in öğrendiği ilk dil de Mısır Arapçası oluyor. İlkokula kadar duyduğu en güzel Türkçe, evdeki radyodan gelen Zeki Müren’in billur sesli şarkıları oluyor…
İlk 45’liği: ‘Dön Artık Bana / Zeynebim’, 1966
‘GİTME OĞUL ÇOK KÜÇÜKSÜN’
Sınır köyünde hayat zor… Ne elektrik var, ne yol ne telefon… Şahin Ailesi de yoksulluk içinde yaşıyor. Baba Mehmet Bey köyde evler inşa ediyor. Anne Hatice Hanım domates yetiştiriyor, tavuk besliyor. Selami Bey, ilkokula başlayınca önce Türkçe’yi öğreniyor. Sonra da sesiyle öğretmenleri büyülüyor. Bayramlarda tüm şarkıları o söylüyor. Şahin, “Nota nedir, şarkı nasıl söylenir bilmiyordum. Sadece ‘dilli kaval’ öğrendim, köyde çalıyordum” diyor... Ancak öğretmenlerinin ona ‘Senin sesin çok güzel. Günün birinde büyük şarkıcı olacaksın…’ demesiyle cesaretleniyor ve bir karar veriyor: “Anne ve babama ‘Beni okutacak durumda değilsiniz. Gideceğim şarkıcı olacağım’ dedim. 16 yaşıma girince tek başıma çıktım köyden. Anne ve babamın bana sarılıp ‘Gitme oğlum, bu yaşta olmaz’ diye ağlayışını hiç unutmam…”
Sene 1960'lar... “17 yaşına girerken ünlüydüm, olacak iş değil! O zamanlar ne kaset ne longplay vardı. Benim de bıyıklarım bile yoktu!”
İSTİKAMET ‘BEYOĞLU PİLİÇLERİ’