Zeynep Bilgehan

Diplomasi boksa değil tenise benzer

20 Mart 2022
Hem diplomat hem siyasetçi olarak hayatının 50 yılından fazlasını dış politikaya adamış Onur Öymen ile hem eski albümler karıştırdık hem de Ukrayna-Rusya krizini konuştuk. Duayen dış politika uzmanı Öymen, “Diplomasi boksa değil tenise benzer, yumruklaşmadan anlaşacaksınız” diyor.

Jeopolitik olarak ‘dış politika’ mesleğinin içine doğmuş desek yanlış olmaz! Onur Öymen, 1940 yılında felsefe öğretmeni Münir Raşit Rahman Öymen ile coğrafya öğretmeni Nebahat Öymen’in tek çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya geldi. İki ebeveyn de öğretmen olunca öğrenim hayatı daha çok küçük yaşlarda başladı… Öymen, “Onların tecrübe ve telkinlerinden çok yararlandım” diye başlıyor: “Babamın bir hikayesi vardır. Öğrencileri neden hiç kızmadığını sorarlar… Onlara, ‘Ben kızarsam, size kızmamayı kim öğretecek?’ diye yanıt verir. Bizim meslekte de kızmayacaksınız, her konuyu serinkanlılıkla değerlendireceksiniz!” Ancak Öymen’in aile evinde geçirdiği vakit çok kısıtlı oluyor, çünkü ilkokul birinci sınıftan itibaren öğrenim hayatı boyunca hep yatılı okuyor. 


Sene 2003, Milletvekilliği dönemi…

‘BEN OKULDA BÜYÜDÜM’

Önce Galatasaray Lisesi… Yedi yaşından itibaren 12 yılını okulda geçiriyor. Öymen, “Bir anlamda okulda büyüdüm” diyor. Evde iki denetmen olduğundan dersleri hep iyi bir öğrenci! Arkadaşlarıyla gündemlerindeyse hep güncel konular var: “Rahmetli Prof Bülent Tanör ve Ali Sirmen okul arkadaşlarımdı. Türkiye’nin sorunlarıyla yakından ilgilenirdik. O dönem Kıbrıs meselesi gündemdeydi. Çanakkale şehitleri için bir anıt yapılacaktı. Milliyet Gazetesi, masraflara katkıda bulunmak için kampanya açmıştı. Abdi İpekçi’yle konuşup, sokaklarda Milliyet gazetesi satarak kampanyaya katılmıştık. Böyle bir sosyal çalışma tecrübemiz olmuştu. Dış politikayla o zamandan itibaren ilgileniyorduk.” 

GÜNDEMİ HEP POLİTİKA

Dönemin geleneği Galatasaray Lisesi’nden sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi, nam-ı diğer Mülkiye’ye devam etmekti. Öymen de 1959 yılında Mülkiye’ye girdi. Ankara’ya taşınmak onun için konaklama açısından çok şey fark ettirmedi; zira yine yatılıydı… Daha birinci sınıfta, sınıf arkadaşlarıyla beraber kendini Türkiye’nin siyasi olaylarının içinde buldu. Anlatıyor: “Mülkiye geleneksel olarak toplum sorunlarıyla çok ilgili bir fakültedir. Bizim zamanımızda da hem toplum hem siyasi hayat çok hareketliydi. 1960 ihtilali öncesi olayları yakından izliyorduk. Sonrası da tarihi bir dönemdi. Yeni Anayasa’nın yazım çalışmaları İstanbul Hukuk Fakültesi’yle birlikte Ankara’da Mülkiye’de yapılıyordu. Biz öğrenciler de yeni Anayasa yazım sürecinin yapıldığı toplantılara girer ve izlerdik.”  


Yazının Devamını Oku

Mutfakta bir kimyacı

20 Şubat 2022
Yemek kültürü uzmanı ve yazarı Sahrap Soysal, nam-ı diğer ‘Sahrap Abla’ ile buluştuk… Babasının memuriyeti sebebiyle çocukluğunu birçok şehirde geçiren Soysal, 6 yaşından itibaren ‘yöresel lezzetler’ tadımı yapabilme imkanı bulmuş. ODTÜ Kimya mezunu… 20 sene profesyonel hayattan sonra bir ‘espri’ üzerine yemek programcılığına başlamış. Bugünden geriye bakınca, “Kimyayı yemekçi olmak için okumuşum, gözlerimi kapayana kadar bu işi yapmak istiyorum” diyor.


“Kimyacılıktan geliyor olsa gerek; salata soslarını çok iyi yaparım! En çok ballı hardallı sosum beğenilir; bal, hardal, sirke, nar ekşisi, tuz, karabiber, şeker… Kıvırcığı bir anda farklılaşır. Makarnalarım da meşhur. Çok da iyi çorba yaparım. Keyfim kaçıksa mutlaka sebze çorbası yaparım. Çeşitli malzemeleri katmak, doğramak, onları izlemek bana terapi gibi gelir. ”

Enerjisi inanılmaz! Ekranlarda nasıl görünüyorsa gerçek hayatta da o kadar neşeli, hareketli, heyecanlı… Söyleşi ve ıspanaklı börek için sözleşmiştik. Öncelik ıspanaklı börekte! Sofraya oturuyoruz; Sahrap Soysal, “Profesyonel yemek kariyerim bundan 20 yıl önce bu masada bir espriyle başladı!” diye gülüyor… Geçen 20 yıla sayısız televizyon programı, ödüllü kitaplar, makaleler sığdırdıysa da biz ‘Sahrap Abla’nın hikayesini en baştan dinleyeceğiz… Soysal, 1959 yılında yüksek inşaat mühendisi bir baba ile ev hanımı bir annenin altı çocuğundan biri olarak Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinde dünyaya geliyor. Babası Hasan Ataman İTÜ’den yüksek inşaat mühendisi olarak mezun olduktan sonra büyüdüğü kırsalı kalkındırmak için memleketine dönüyor. Filmlerdeki gibi çeşme başında görüp aşık olduğu Hikmet Hanım’la evleniyor. Soysal, “Çok mutlu bir çocukluk geçirdim” diye başlıyor: “Baştan dördüncü, sondan üçüncü çocuktum. Ortanca çocuk olarak sürekli kendimi farklılaştırmaya uğraşırdım. Yetenekliydim; güzel konuşurdum, çok çalışkandım, çok sosyaldim, tiyatro kolundaydım, bütün aktivitelerdeydim.”

ALTI YAŞINDA İLK YÖRESEL TADIMLAR 

Aile, babanın işi sebebiyle sık sık şehir değiştiriyor. Bundan en memnun olan ‘ortanca çocuk’, zira her gittikleri yerde babasıyla yörenin lokantalarını, özel tatlarını keşfe çıkıyorlar. İlk durakları, Elazığ oluyor. Soysal, “İlk gurme gezilerim ben altı yaşımdayken başladı” diyor: “Bingöl’de koyun sütüyle yapılmış olağanüstü bir sütlü çay içmiştim… Bugün bile tadı damağımda. İçine tereyağı koymuşlardı ve ‘macchiato-cappucino’ tadındaydı. Hafızam da kuvvetlidir. Çocukluk tatlarını hiç unutmadım. Tattığım her şeyi de aklımda tutardım.” Sahrap Hanım mutfağın dışıyla olduğu kadar içiyle de ilgiliymiş… Daha küçük yaşlarda annesinin çırağı olduğunu anlatıyor: “Apartmanımızda İtalyanlar vardı. Onlardan ‘garnitür’ kelimesini duymuştum. Herkese garnitürler servis ederdim. Annem de çok yemek pişirirdi. Aile kalabalık olduğundan gelenimiz gidenimiz çok olurdu.” 


Yazının Devamını Oku

Marshall yardımıyla gelen pastel kalemle Anadolu'yu boyadı

13 Şubat 2022
Ona ‘Anadolu düşlerinin ressamı’ diyorlar… Gerçekten de tablolarına bakıyorsunuz ve kendinizi kâh Rize’nin çay bahçelerinde, kâh Akdeniz’de zeytin ormanları içinde gibi hissediyorsunuz… Anadolu’nun bağrı Çan’dan Köy Enstitüleri’ne, İstanbul’da sanat okulundan İzmir’de ‘büyük kümes’ lakaplı atölyeye.. ‘Kameraman olan ressam’ Yalçın Gökçebağ’ın hikâyesini dinledik.

Bütün o muhteşem pastoral tablolar bugünlerde İstanbul’da yaşadığı atölyesinden çıkıyor… 25 yıla yakın resim yaptığı Ankara’dan sonra artık İstanbul’da. Ancak fiziki olarak! Zihniyse çocukluğunun geçtiği kırsal Anadolu’da… Ressam Yalçın Gökçebağ, bizi de tablolarından birinin içine doğru çekiyor, zamanda yolculuk yaptırıyor… 1940’ların Anadolu’sundayız… Gökçebağ, Denizli’nin Çal ilçesine bağlı bir köyde Tahir Bey ile Hayriye Hanım’ın üç çocuğundan ikincisi olarak dünyaya geliyor. Babası, gezici başöğretmen. Günleri at üzerinde köyleri gezerek geçiyor. Gökçebağ dört yaşındayken ailece Zeyve Köyü’ne geliyorlar. Gökçebağ, “Çocukluğum orada geçti” diye başlıyor anlatmaya: “İki tepenin böğründe kurulmuş tam bir köydü! Üzümü meşhurdu. Bize de devamlı üzüm hesabı yaptırırlardı; ‘Bir kilo üzüm, şu kârdan ne kadar olur? Bana üzüm sepetlerini toplama işi verilirdi. Eşeğin sırtından hiç inmez, bağlarda dolaşır dururdum!”

AL YOYOYU, VER BOYAYI

Ancak Gökçebağ’ın tarımdan ve üzüm hesabından daha ilgili olduğu bir alan vardı; resim! İlkokul birinci sınıfta öğretmeni annesine, ‘Yeteneği var çünkü bu yaştaki çocuklar genelde resimleri karşıdan bakarak yaparlar. Yalçın hep profilden yapmış’ diye bilgi vermişti. İkinci sınıftaysa, dış güçlerin müdahalesiyle işin rengi değişmiş! Gökçebağ anlatıyor: “Okula Marshall Planı doğrultusunda yardım yapıldı. Bana mavi bir yoyo, arkadaşım Hüseyin Akdede’ye de pastel boya seti düştü. O devirde daha pastel boya diye bir şey yok. Hüseyin’le kurcaladık, tadına baktık şeker mi diye… Sonra ben ‘Boya mı acaba? Enteresan…’ dedim ve biz Hüseyin’le hediyeleri değiştik. O pastel boyayla ben açıldım ve okulun ressamı oldum! Derslerim de kötü değildi ama aşağı yukarı bütün okul boyunca resim ağırlıklıydım.” Bir diğer ilgi alanı müzikti… Bunda da babasının evde çaldığı cümbüş ve udun etkisi vardı. 


Sene 1948, Başöğretmen baba Tahir Bey ve anne Hayriye Hanım ile...

KÖY ENSTİTÜSÜ’NÜN 

Yazının Devamını Oku

‘Mutlu sonlu' soruların Guinness rekorlu akıl hocası

6 Şubat 2022
Her şey, o henüz 12 yaşlarındayken, bir soruyla başladı; “Her şeye lazım; bu nedir? Evet, oksijene de lazım. Hayır, enerji değil, enerjiye de lazım…*” Çelimsiz yapısı nedeniyle yöneldiği mantık oyunları en büyük keyiflerinden biriydi… Bu tutkusunu yaklaşık 43 yıl 30 gün önce Bilim Teknik Dergisi’nde daha geniş kitlelerle paylaşmaya başladı. Geçen ay ‘Dünyanın en uzun süre zekâ soruları hazırlayan köşe yazarı’ olarak ‘Guinness Dünya Rekortmeni’ unvanını elde etti! Türkiye Zekâ Vakfı Başkanı Emrehan Halıcı ile buluştuk. Hem renkli hayat hikayesini dinledik hem zekâmızı geliştirecek öneriler aldık. Halıcı diyor ki, “Çözümü zor görülen ama cevabı verildiğinde gülümseten soruları sevdim; mutlu sonlu sorular!”* NOT: Sorunun cevabı yazıda…

En son bundan 10 yıl önce, Ankara’daki evinde, yine aynı koltuklarda oturmuştuk. O zamanlar CHP Genel Başkan Yardımcısı’ydı. Söyleşi vesilemiz siyasetle birlikte yürüttüğü faal müzisyen kimliğiydi. Bu sefer bütün hayat hikayesini dinlemek üzere karşısındayım! Emrehan Halıcı, “1956 senesinde Konya’da, büyük bahçeli güzel bir evde doğdum” diye başlıyor… Dedesi Sabri Halıcı, tıpkı soyadları gibi, halı dükkanı sahibi. Babası Feyzi Halıcı şehrin kültür hayatına yaptığı katkılarla tanınıyor… Emrehan Halıcı, Halıcı Apartmanı’nda Feyzi Bey ile Nermin Hanım’ın ikinci çocuğu olarak dünyaya geliyor. Çocukluğu, dedesine dükkânda yardım ederek geçiyor. Kepenkleri açıyor, hesaplara bakıyor, öğleden sonra yumuşacık halılar üzerinde yarım saatlik şekerleme yapmayı seviyor!  


Sene 1965-66

‘KONYA’DAN ZEKİ ÇOCUK SORUYOR!’

Gazi Mustafa Kemal Paşa İlkokulu’nda da sevilen bir öğrenci… Maharetleri dışarıdan ziyade içeride… Emrehan Bey’den dinleyelim: “İlkokulda çok çelimsizdim. Arkadaşlarım hep benden daha gürbüz, daha ataktı. Mideme denk gelen bir futbol topu sonrası nefes sorunu yaşadım. Toptan korkar hale gelince yetkin olduğum başka alanlar aradım. Mantık soruları ve matematiğe ilgim olduğunu anladım. İlk sorum şuydu; ‘Her şeye lazım. Bu nedir?’ Cevap; İsim! İsmi olmayan hiçbir şeyden bahsedemeyiz. Ablam Gülhun’la bu bilmeceyi radyoya yolladık. Bir akşam, ‘Konya’dan zeki çocuk Emrehan Halıcı soruyor’ diye bizim bilmeceyi duyunca çok sevindim! Çözümü zor görülen ama cevabı verildiğinde gülümseten soruları sevdim; mutlu sonlu sorular!”


Yazının Devamını Oku

Mustafa Keser: Aloooo! 57 yıldır çalıyor, okuyorum

30 Ocak 2022
Geniş kitleler onu 1995 yılında başladığı canlı istek programındaki “Alo, ne okuyayım?!” cümlesiyle tanıdı ama aslında tam 57 yıldır müzik dünyasının içinde… Hayatı da roman gibi! Elazığ’ın Maden ilçesinde varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geliyor. Evde ‘yasak’ olan müziğe yatılı okulda kavuşuyor. Genç yaşta alıyor eline sazı, ver elini İstanbul ve sonra ne maceralar... Karşınızda; Mustafa Keser!

Ajandası o kadar dolu ki! Haftanın birkaç akşamı mekânlarda çıkıyor. Pazartesileri TRT Türk ekranlarında ‘Ustadan İstekler’ programı yapıyor… Söyleşi için onu zar zor evinde yakalıyorum. Beraber eski günlere gidiyoruz; Elazığ’ın Maden ilçesindeyiz. Sene 1945. Mustafa Keser, bölgenin varlıklı ailelerinden birinin ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Anne tarafından dedesi yedi köyün ağası. Babası kazanın en zengin insanı; marangozhanesi, fabrikası, oteli, dükkânları, evleri var… Ayrıca müziğe meraklı. Küçük Mustafa Keser’in müzikle tanışması da babasının yaptığı ‘çeyrek keman’la oluyor. Ancak dersler fazla ileri gidemiyor çünkü annesi “Oğlan ya aklını çalgıya verir de okumazsa!” diye müziği yasaklıyor. Buna rağmen Keser sanattan kopmuyor. İlkokulda müsamerelerde başrolde oluyor. Keser, “Ayrıca o zamanlar halkevleri vardı” diyor: “Orada ne piyesler oynadık, başka şehirlere turnelere giderdik.”

‘YATILI OKULDAN SAZLA CÜMBÜŞLE DÖNDÜM’

Ancak kazada ortaokul yoktu… Keser, eğitimine devam edebilsin diye yatılı Sivas Lisesi’ne yazdırıldı. Birkaç ay sonra yarıyıl tatilinde eve döndüğündeyse ailesini bir sürpriz bekliyordu! Keser, “Omzumda bir cümbüş, öbür tarafta keman, sırtımda bağlama… Üç ayda arkadaşlarımdan hepsini öğrenmiştim! Annem saçını başını yoldu kadıncağız!” diye gülerek anlatıyor: “Sonra bıraktı peşimi… Okul Türkiye’nin en ‘prima’ liselerinden biriydi.

Sene 1950'ler İlkokul-Maden

100 kişi mezun ediyorsa hepsi üniversiteye girerdi. Ben hariç! Benim okumaya meyilim yoktu.” Mezuniyetten sonra evde onu tatsız bir ortam bekliyordu. Keser devam ediyor: “Babam 1957 yılında Millet Partisi ilçe başkanıydı. Siyasi anlaşmazlık sebebiyle onu tuzağa düşürdüler. Bir komşusunun evine çağırıp Allah ne verdiyse bıçakladılar. Kurtuldu ama hasarlı kaldı. Bunun da yarattığı sıkıntıyla hem annemle hem benimle şiddetli bir geçimsizlik başladı. Sürekli hır, gür oluyordu. Üç, beş ay durdum sonra ‘Ana ben İstanbul’a gidiyorum!’ dedim.” 

Yazının Devamını Oku

Milli takım ve Vakıfbank antrenörü Guidetti: Yemekte İtalyan, tatlıda Türküm

23 Ocak 2022
Çetelesini tutmak çok zor; hanesine sürekli yeni zaferler ekleniyor! 2008’den beri çalıştırdığı Vakıfbank SK Kadın Voleybol Takımı geçen ay dördüncü kez Dünya Şampiyonu oldu. Dört yıldır antrenörlüğünü yaptığı Milli Takımımız ise geçen yıl Tokyo Olimpiyatları’nda çeyrek finale kalarak bizi heyecanlandırdı. Türk voleybolcu Bahar Toksoy ile evli olan Filenin Sultanları’nın İtalyan antrenörü Giovanni Guidetti , “Türkçem iyi olmasa da kendimi bu ülkenin parçası hissediyorum. Yemekte favorim pizza, tipik bir İtalyanım ama Türk tatlılarına bayılıyorum” diyor…

Hikâyesi 1972 yılında, İtalya’nın kuzeyindeki Modena kentinde başlıyor… Yaklaşık 250 bin nüfuslu, kırsalı ve huzuru bol, yaşaması kolay bu sakin yerin iki özelliği var. Biri dünyanın en prestijli otomobil markaları Ferrari ve Maserati’ye ev sahipliği yapması… İkincisiyse İtalya’da voleybol sevenlerin futbol sevenlerden daha fazla olduğu belki de tek şehir olması! Giovanni Guidetti, “Kış ayları inanılmaz sisli geçerdi ve açık havada bir şeyler yapmak imkansızlaşırdı. Havalar kötü diye spor yapmaktan vazgeçmeyen bir şehirde futboldan ziyade her mevsim oynanan voleybol çok popülerdi” diye başlıyor: “Modena’da herkesin oynamayı ve izlemeyi en çok sevdiği spor voleyboldu. Yıllar boyunca, İtalya’nın en iyi kadın ve erkek voleybol takımlarının buradan çıkmasının nedeni de buydu.” Guidetti işte bu havası, suyu voleybol olan kasabada Adriano ve Laura çiftinin, iki kızdan sonra üçüncü çocuğu olarak dünyaya geliyor. 


Sene 1973 “Ablalarım Julia ve Giovanna ile… Voleyboldan başka şey düşünemez hale geldiğimde, derslerim kötüye gitmesin diye ablalarım büyük çaba gösterdiler. Onların hakkını ödeyemem ...”

VOLEYBOL GENLERİMDE VARDI

Genetik açıdan da şanslı! Ailenin sporcusu babası... Guidetti anlatıyor: “Bir okulda beden eğitimi öğretmeniydi. Kalan zamanda hem voleybol hem de tenis antrenörlüğü yapardı. Aslında profesyonel voleybol antrenörü olmak istermiş ama okuldaki öğretmenlik işini bırakmaya bir türlü cesaret edememiş. O dönemde antrenörlük iyi bir gelir sağlamıyordu. Annem resim öğretmeniydi. Ben, babam gibi tam bir spor tutkunuydum… Denemediğim branş kalmadı ama voleybolun yeri bir başkaydı.” Voleybolun hayatına ne zaman girdiği sorusunu, “Sanırım anne karnında!” diye yanıtlıyor: “Daha 5-6 yaşındayken evde tek başıma voleybol oynamaya çalışırdım; ne var ne yok kırdım diyebilirim... Amerika Milli Takımı üst üste iki kere Olimpiyat Şampiyonu olmuştu. Mahalledeki herkes oyunculara hayranken, benim idolüm antrenörleri Karch Kiraly idi. Çocukken odamın duvarında onun posteri asılıydı. Şu an kendisi çok yakın arkadaşım.” 


Yazının Devamını Oku

‘Harcıalem’ hücrelerle bir ömür

16 Ocak 2022
İlk görüşte aşktı… Dinlediği bir konuşma sonrası ömrünü onlara adamaya karar verdi… Bugün kendi tanımıyla ‘harcıalem’ yağ hücreleri üzerine yaptığı çalışmalarla hem bilim dünyasına katkı sunuyor hem de bizi gururlandırıyor. Harvard Üniversitesi öğretim üyesi ve Sabri Ülker Metabolik Araştırma Merkezi’nin direktörü Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil ile bugünlere nasıl geldiğinin hikâyesini dinledik, önerilerini aldık.

Sene 1960’lar… Anadolu’da küçük bir ilçede, içi kitaplar, ilaçlar, dokular, tetkik alet edevatlarıyla dolu küçük bir sağlık ocağındayız… Genç bir hekim, dönemin salgın hastalıkları ve verem salgınıyla mücadele ederken yanında altı yaşlarında bir asistan da ona yardım ediyordu. Henüz okula bile gitmiyordu ama mikroskopla test sonuçları okumayı öğrenmişti! Daha o günden kafasına koymuştu; doktor olacaktı! Bu küçük çırak, bugün dünyanın en saygın üniversitelerinden birinde kendi laboratuvarını yönetiyor. Buluşlarıyla hepimizi gururlandırıyor; Harvard Üniversitesi öğretim üyesi ve Sabri Ülker Metabolik Araştırma Merkezi’nin direktörü Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil…


Sene 1960'lar, Baba Hulki Hotamışlıgil

İDEALİST BİR AİLE…

Hotamışlıgil, hekim bir baba ile öğretmen bir annenin üçüncü çocuğu olarak 1962 yılında dünyaya geliyor. Baba Hulki Hotamışlıgil Konyalı. Gökhan Hoca, “Cumhuriyet’ten ilham almış bir insandı. Ailenin yükseköğretime giden ilk üyesi” diye anlatıyor. İstanbul’da Tıp Fakültesi’ne kaydoluyor. Bu sırada Güner Hanım’la evleniyorlar. Bir yandan okurken bir yandan iki çocuk yetiştiriyorlar. Sonra görev seferleri başlıyor; Gökhan Hotamışlıgil, Rize’nin Pazar ilçesinde doğuyor. İlkokulu, çeşitli yerlerde geçiriyor; Pazar, Vakfıkebir, Turgutlu, Gediz… Nerede oldukları onun için çok fark etmiyor çünkü bütün merakı babasının muayenehanesine… İdealist babasının çabasını, yöre halkına nasıl şefkatle yaklaştığını ve onlar üzerindeki etkisini izliyor. 


Yazının Devamını Oku

TUSAŞ Genel Müdürü Prof. Dr. Temel Kotil: Liseden beri gözüm hep göklerde

9 Ocak 2022
Karadeniz’in dereleri, ağaçları, dağları içinde geçen bir çocukluktan sonra İstanbul’a taşınıyor. Kıbrıs Harekatı sırasında henüz lisede... Yunan uçaklarına karşı karartma yapıldığı gecelerde kararını veriyor: Mühendis olup kendi uçaklarımızı yapmalı! Ve sonrasında Kotil için istikbal hep göklerde... İlk tercihi İTÜ Uçak Mühendisliği’ni dereceyle bitiriyor. Yıllarca mezun olduğu okulda uçak mühendisi yetiştiriyor. Bugünse, ta gençken bursunu aldığı kurumu yönetiyor… Temel Kotil ile Ankara’da bir araya geldik, eski albümleri karıştırdık..

Rize’ye gidiyoruz…Temel Kotil, 1959 yılında Rize’nin Gündoğdu ilçesinde taş bir evde dünyaya geliyor. Annesi ev hanımı. Babası, evlerini bizzat inşa eden dedesi gibi taş ustası… Kotil, “O yıllarda Karadenizliler ya fırıncılık ya demircilik yapardı çünkü başka bir şey yoktu. Çay sonradan gelmişti” diye başlıyor anlatmaya: “İki abladan sonra dünyaya gelmişim. Bir de ikiz kardeşim varmış ama onu kaybetmişiz. İki de küçük kardeşim var. Ailenin ilk erkek torunu olduğumdan biraz fiyakam yerindeydi! Rize’de hayat çok hareketli geçerdi; ağaca tırmanırdık, derede balık tutardık, yağmurda ıslanır, annemizden fırça yerdik. ‘Kaymak arabası’ dediğimiz, ahşap tekerlekli kendi aramızı yapardık… Bu arabalarla 70-80 kilometre hızla uçurumlardan aşağı kayardık! Rize’de çocuk olunca korkmamayı öğreniyorsunuz. Şimdi bakınca bayağı cesurmuşuz!”


Sene 1960'lar, ortaokul...

BALIK TUTARKEN SINIFTA KALDIM

1965 senesinde Baba Adem Ali Kotil Bey, Almanya’ya giden ilk işçi kafilesi içinde yer alıyor. Aile babaanneye emanet ediliyor. Kotil de doğadan kalan zamanını babaannesiyle geçiriyor. Kendi deyimiyle ‘çanta gibi’ peşinde dolaşıyor; beraber inekler için yaprak süpürüyorlar, bahçe yapıyorlar… Temel Bey, “Babaannemiz her şeyimizdi” diyor: “Bize ‘Verdiğin mis olur, yediğin pis olur’ der ve hep paylaşmayı öğütlerdi. O şartlarda, evin erkeği olmadan aileyi idare etmek kolay değildi. Başkasının işine karışmadan kendi işimize bakmamızı, çalışmamızı söylerdi.” Ancak çocuk Temel Kotil, en çok derede balık tutmayı sevdiğinden okulu ihmal ediyor. İki sene sınıfta kalıyor. Bunun pişmanlığı sonra hayatı boyunca onu çalışmaya en çok teşvik eden şey oluyor…


Yazının Devamını Oku