Paylaş
Beykoz’da atölye olarak da kullandığı evinde buluşuyoruz… Mavi renkli saçlarına eş elbisesiyle, onu arkada duran tablolarından ayırmak zor! Çağdaş geleneksel sanatın öncülerinden Günseli Kato ile beraberiz… Hem çağdaş hem geleneksel nasıl olunur? Bunun cevabı Kato’nun adeta zaman makinesiyle çeşitli dönemlerde yolculuk yapmaya benzeyen hikayesinde. İlk durağımız 1956 senesi… Günseli Hanım, bir nisan gününde Anadolu Hisarı’nda bir köşkte dünyaya geliyor. Annesinin ailesi aslen Rizeli… Günseli Hanım, “200 yıl önce Rize’den kalkıp İstanbul’a gelmişler” diye başlıyor anlatmaya: “Dedem Ziya Kaptan, Denizcilik Okulu’nun ilk mezunlarından. Soyadları da Seferoğlu! Baba tarafımsa Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmiş. Bana hep ‘Japon’ diyorlar ama tam bir kültür mozaiği olan bir ailenin kodlarına sahibim! Babamın babası Çanakkale’de savaşmış bir zat-ı muhterem. Babam diş hekimliği fakültesinden mezun olduktan sonra dedem onu o sırada topçu albayı olarak görev yaptığı Kütahya’ya çağırıyor. Diyor ki; ‘Burada doktora ihtiyaç var, gel ülkene hizmet et’ Babam da ekipmanı ve yeni evlendiği genç eşiyle Kütahya’ya taşınıyor…”
ESTETİK, NEZAKET, ZARAFET…
Genç çiftin üç kızı oluyor; Işık, Günseli ve Güneş. İstanbul’da doğmasına rağmen Günseli Hanım’ın çocukluğu Kütahya’da geçiyor. Bu yılları şöyle anlatıyor: “Boğaz’da büyümüş annem önce bir kültür şoku yaşıyor ama sonra Kütahya’nın kozmopolit ortamına adapte oluyor. Kendisi Kız Sanat Okulu mezunu, kabiliyetlerle donatılmış bir hatundur. Çok iyi minyatür yapardı. Ben Japon minyatürlerini ilk ondan öğrenmiştim. İyi dikiş diker, resim yapardı. Cumhuriyet baloları için tuvaletler dikilirdi. Babamla evde vals yaparlardı. Biz her şeyi anne ve babamızdan öğrendik; estetik, nezaket, zarafet, giyim, kuşam… Bizi marifetlerimizi göstermek için cesaretlendirirlerdi. Örneğin ben kendimi göstermeye, yabancı lisanda şarkılar söylemeye meraklıydım. Sonunda kendimi doğaçlama performanslar yaparken buldum! Ablam Güneş babam gibi diş hekimi oldu. Kız kardeşim Işık da diş hekimliği üzerine kariyer yaptı.”
TRT2’de ‘Miyako’dan Payitahta’ programını sunan Günseli Kato ile evinde buluştuk...
ÖNCE SARAY KÜLTÜRÜ
Aile, 1970 senesinde İstanbul’a geri dönüyor ve anne Selçuk Hanım’ın da dünyaya geldiği köşke taşınıyorlar. Günseli Hanım, annesinin de okulu olan Kandilli Kız Lisesi’ne kaydoluyor. Ancak aklı fikri sanatta! Günseli Kato devam ediyor: “Tiyatroya, sinemaya, operaya giderdik. 1964’te Yapı Kredi Bankası’nın İstiklal Caddesi’ndeki galerisi açılmıştı. Ben zaten sürekli sanatla ilgili şeyler yapmak istiyordum. Sulu boyayla resim yapardım. Annem de bizi oturtur ve portrelerimizi çizerdi. Ondan da etkilenirdik. Bir gün Yapı Kredi Bankası’nın galerisinde aslen Tıp Tarihi Profesörü olan Süheyl Ünver Hoca’nın mezar taşlarıyla ilgili bir sergisine gittim ve kafayı yedim! Süheyl Hoca, mezar taşlarını geleneksel üslupla eserlere çevirmişti. Kendi kendime ‘Sanat yapacaksam Selçuklu ve Osmanlı dönemi içinde yapılmış saray kültürüyle başlayıp yeni çağı sonra yakalarım’ dedim.”
“1974’ten 1981’e kadar Süheyl Hoca’nın yanında çalıştım. Osmanlı İmparatorluğu’nun ne kadar çağdaş olduğunu ve bütün Orta Doğu’daki en ünlü sanatkârları saraya getirip o nakkaşhanede eser ürettiğini ondan öğrendim…”
NAKKAŞHANENİN BÜYÜLÜ DÜNYASI
16 yaşındaki genç Günseli, heyecan içinde Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü’nde geleneksel sanat sohbetleri yapan Prof. Süheyl Ünver’in kapısını çalıyor. Bir yandan liseye devam ederken bir yandan Osmanlı saray kültürünü, ‘nakkaşhane’yi öğreniyor. Günseli Hanım anlatıyor: “Eğitimime Akademi’de devam etmek istiyordum. Babamsa öğretmen okulunda ısrar etti. Sonunda bir anlaşma yaptık; kız kardeşim mezun olana kadar tam zamanlı Süheyl Hoca’nın yanında kaldım. Ondan sonra Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ne kaydoldum. Ancak asıl eğitimim Süheyl Hoca’nın yanındaki asistanlığımdı; İstanbul’u, kütüphaneleri gezer, yazma eserleri incelerdik. Muazzam eserler vardı. Kültürün zenginliğinden çok etkilendim.”
TOKYO’DA KÜLTÜR ŞOKU
Günseli Hanım, “1980 öncesi siyasi dönem, okulda çatışmalar oluyordu” diye devam ediyor: “Bunun üzerine babam beni bir yıl İngiltere’ye gönderdi. Müze gezdim, İngilizcemi ilerlettim. 1980 senesinde döndüm. Okuldan mezun oldum. Süheyl Hoca, Topkapı Sarayı içinde bir sınıf açmıştı. Beni oraya öğretmen yaptı. Bu ara Japonya’nın çok geliştiği ve dünyaya açıldığı bir dönemdi. Japonlar akın akın Türkiye’ye geliyor, vakıflar açıyor, geleneksel sanatı bilen öğrenciler arıyorlardı. Topkapı Sarayı Müzesi müdürünün önerisiyle 1980 yılında ‘Sato Bursu’yla Japonya’ya davet edildim. 23 yaşımda Tokyo’ya geldim. Tabii muazzam bir kültür şoku! Herkes birbirine benziyor! Tokyo’nun dışında, asillerin yaşadığı Kamakura şehrine gittim. Bir tarafı deniz, diğeri bambu ormanları… 200 basamaklı merdivenlerle ‘Sato Bursu’ kapsamında kalacağım eve ulaştım.”
SENE 2001
Tasavvuf müziği sanatçısı Mercan Dede ile bir performansta...
“Japonya’da, Asya’daki hikâyeyi İslam kültürüyle birleştirmeyi öğrendim. İslam kültüründe boşlukta güzellik yoktur. Her şeyiyle doludur. Japon sanatında da boşlukta estetiği bulursun. Ben de boşluğu kullanarak kendi kültürüme dönüş yaptım. Altın rengi kullanmayı Japonya’da öğrendim. “
İKİ SENE SÜREN ÇAY SEREMONİSİ...
Peki orada ne yapacaktı? Kato anlatıyor: “Amacım Tokyo Üniversitesi’nde minyatür tekniğinin üstadı Hirayama İkoheme Hoca’dan ders almaktı. Zar zor önce Türk büyükelçiliğini ve sonra oradaki Kazan Türklerinin yardımıyla hocanın evini buldum. Kapısına dayandım. Eşi beni geri çevirdi. Üç ay üniversitenin kapısında eserlerimle ağlayarak bekledim. Sonunda beni kabul ettiler ama tecrit edilmiş bir sınıfta! Geleneksel sanatlara yabancı öğrenci almadıklarından tek başıma asistanla çalışıyordum. Sonra öğrencilerle ısınmamda Türk olmamın etkisi büyüktü. Japonlar o zamanlar Türkleri çok sayardı. Sonunda Hirayama Hocadan ders aldım. İkinci senemde Japon Dışişleri Bakanlığı iş teklif etti. Diplomatlara Türkçe ve minyatür dersi vererek para kazanıyordum. Çevrem genişledi. Bu arada Kamakura’da bir çay hocası beni çağırttı. İki sene devam eden bu çay seremonisini öğrenirken Japon kültürünün tümüyle içine girdim ve bayıldım!”
GELENEKSEL SANAT YAPMAYANI DÖVÜYORLAR
Günseli Kato, gençlik yıllarında geleneksel sanata rağbet olmadığını söylüyor. Peki bugünlerde durum nasıl? Yanıtı: “Geleneksel sanatlar belirli bir zümre tarafından halen aşağılanıyor… Örneğin üniversiteler içinde hep üvey evlat olmuştur. Bunda geleneksel sanatların kendini yenileyememesinin de etkisi vardır belki… Gelenek aynı şeyin tekrarı demek değildir. Her 100 yılda bir kendini yenileyen devrimci bir duruşu vardır; silkelenip kendine gelmeli, daha güçlü şekilde ortaya çıkmalı! Bir de geleneksel sanatlar siyasetin simgesi oldu. Sanatlar siyasi görüldüğünde çok rencide oluyorum. Sanat bir bütündür ve kutuplaştırılmadan, siyaset üstü olarak görülmelidir.”
SANAT BAŞKADIR ZANAAT BAŞKA
Ne geleneksel sanattır ne değildir? Kato anlatıyor: “Sanat ilk defa yapılmış, özgün olan şeydir. Benim icra ettiğim geleneksel sanat konusu ‘Saray Nakkaşhanesi.’ Sarayın içini döşeyen, giydiren, taçlandıran, mücevherine kadar her şeyi üreten gerçek ustanın yaptığına ‘sanat’ deniyor. Sonradan yapılan kopyalarınaysa ‘zanaat’. Türk Rönesansı, Fatih Dönemi’nde Saray Nakkaşhanesi’yle başlıyor. Her kültürün birbirine benzemesi mi lazım? Sanat illa İtalya’daki gibi mi olmalı? Hayır! Nakkaşhane kültürü Tanzimat Dönemi’ndeki Avrupalılaşmayla azalıyor. Cumhuriyet’le beraber de iyice ara veriliyor. Şimdiyse geleneksel sanat yapmayanı dövüyorlar! Oysa bir şeyi çoğaltırsan ucuzlar. Saray Nakkaşhanesi, kitap kültürü ve sanatıyla ayrıcalığı olan ağır bir kültürdür.”
MAVİ SAÇIN SIRRI
“Saçlarım 25 senedir mavi… Baba ocağına dönüp yeniden resme başladığımda mavi guaj boyanın saçıma değmesiyle başladı. Bana iyi geldiğini hissettim ve devam ettim. Artık herkes alıştı, ben dahil kimse beni mavi saçlı görmüyor!”
SENE 1958
“Babam Nurhan ve annem Selçuk Özgür ile… İkisi de Cumhuriyet’in yetiştiridiği evlatlardı. Hiçbir zaman para odaklı olmadılar. İkisiyle de hep gurur duyarım.”
Kütahya’da çocukluk yılları...
16’NCI YÜZYILDA GİBİ YAŞIYORDUK
Günseli Hanım, bir yıl kalmak üzere gittiği Japonya’da 18 yılını geçirdi! En çok nesini sevdiği sorusunu “Ben Japon oldum kızım, sen ne diyorsun!” diyerek yanıtlıyor: “Kayınpederim bana ‘Japon’dan da Japon gelinim’ derdi! Oturması, kalkması, kimonosu, yemek yapması, her şeyiyle dört dörtlük bir kültür ama zamanı gelince Türkiye’ye dönmeyi düşünüyordum. Sonra Tokyo Üniversitesi’nin ünlü bir sosyoloğu beni İslam seramiği uzmanı Kato ailesine götürdü. Ben adamın zarafetine ve kültürüne aşık oldum. Oğlu da bana aşık oldu, ne yapayım! Evlilik hayatı, eşim zordu ama Japon kasabasında, 16’ıncı yüzyıldaki bir Japon kasabasında yaşıyorduk. Minyatürler yapıp sergiler açıyorduk. ”
ÖZGÜRÜM VE DEVRİMCİYİM
“Devamlı üretiyorum, kurumlara işler yapıyorum ama çok zamandır sergi yapmıyorum çünkü o heyecanı bulamıyorum. Bir şey yapınca yer yerinden oynasın istiyorum. Korkmuyorum, özgürüm ve devrimciyim!”
KENDİ KENDİMİ LANSE ETTİM
Zor evlilik 1997 senesinde bitti. Kato, 6 yaşındaki kızı Ay’ı da alarak bir yaz tatili için geldiği Türkiye’den Japonya’ya dönmedi… Burada yeni bir hayata başladı. Anlatıyor: “İlk performansımı Ercüment Kalmuk Müzesi’nde yaptım. Onu Aya İrini ve Ihlamur Kasrı izledi. Gazete gazete dolaşıp etkinliklere sanat editörlerini bizzat davet ettim. Mavi saçlarımla da dikkat çekiyordum. Kendi kendimi lanse ettim! Sonra hem sergilerimde kuyruklar oluştu hem de ‘mavi saçlı kadın’ diye tanındım…”
Paylaş