1- Türkiye bir kültürel miras ve tarihi eser cenneti… Bugün üzerinde oturduğumuz topraklarda, bizden önceki medeniyetlerden izler taşıyan yapılarla yaşıyoruz. Peki bu kültürel hazineye iyi bakıyor muyuz? Doğru restorasyon nasıl olur? Eski veya yıkılmış bir eser yeniden yapıldığında yine ‘tarihi’ midir? Depremle yok olan tarihi yapılar yeniden nasıl yapılacak? Hem bu soruların cevaplarını almak hem de kendi hikâyesini dinlemek üzere restorasyon ve mimarlık tarihi alanlarında ülkemizdeki en saygın isimlerden Prof. Dr. Zeynep Ahunbay ile buluştuk… Halen Ayasofya Bilim Kurulu üyesi olan Ahunbay, şu aralar Kız Kulesi’nin restorasyon projesinde de çalışıyor. ‘Kayıp kule’nin akıbetiyle ilgili açıklamaları ondan dinlemiş ve rahat etmiştik. Güncele gelmeden, önce onun kendi geçmişinde bir yolculuğa çıkıyoruz...
BEŞ KARDEŞ BEŞ FARKLI ŞEHİR
Hikâyesi 1946 yılında Ordu’nun Ünye ilçesinde başlıyor… Zeynep Hoca, hâkim bir baba ile ev hanımı bir annenin ilk çocuğu olarak ‘Zeynep Nayır’ adıyla dünyaya geliyor. Aile Ünyeli ama babanın görevi sebebiyle çocukluğu boyunca sürekli şehir değiştiriyorlar. Öyle ki kendisinden sonra dünyaya gelen dört kardeşin her biri başka yerlerde doğuyor; sırasıyla Yenice (Çanakkale), Terme (Samsun), Zara (Sivas) ve dört kız çocuktan sonra gelen en küçük erkek kardeş Giresun’da… Ahunbay, ilkokula Zara’da başlıyor. O dördüncü sınıftayken babası Giresun’a tayin oluyor. İlkokulu orada bitirdikten sonra yeni bir tayinle ortaokula Samsun’da devam ediyor.
İSTANBUL’UN GÜZELLİKLERİNE TAYİN
Liseden sonra tayin bu sefer kendisine çıkıyor! Ailesi yabancı dil öğrenmesini istiyor. İstikamet İstanbul oluyor. Yatılı olarak Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne (bugünkü Robert Kolej) yazılıyor. Devamını Ahunbay’dan dinleyelim: “Babam doktor olmamı istiyordu. Fen ve matematik derslerim kuvvetliydi ama sanata da merakım vardı. Lise ikinci sınıftan itibaren bu iki alanı birleştiren ‘mimar-mühendislik’ mesleğini istedim.” Okulun bulunduğu çevrenin de ilham verici olduğunu anlatıyor: “Arnavutköy zaten tarihi bir yer. Okulumuz Anadolu yakasındaki yalılara, Kuleli’nin, Çengelköy’ün olduğu pitoresk bir manzaraya bakıyordu. Boğaz’ın bozulmamış hali çok etkileyiciydi. Okulun Plato adlı yeşil alanı da Bebek ve Anadolu Hisarı’nı gören, geniş perspektifli bir yerdi. Hafta sonları da Tarihi Yarımada’ya, Beyoğlu’na sinemaya giderdik.”
SENE 1965:
1- Hikâyesi 1959 yılında Ankara’da başlıyor… Prof. Dr. Yankı Yazgan, Altı Nokta Körler Derneği ve Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı’nın (TÜRGÖK) kurucularından, hukukçu Gültekin Yazgan ile Tülay Yazgan’ın ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Baba Gültekin Yazgan, doğup büyüdüğü Aydın’da ilkokulun son sınıfını okurken bir oyun kazası sonucu gözlerini kaybediyor. İzmir’de Şemsettin Görenel’den aldığı özel derslerde Braille yazısını öğreniyor. Ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirme sınavlarıyla 1948’de tamamladıktan sonra girdiği Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni 1952’de birincilikle bitiriyor. Serbest avukatlığın yanı sıra körler okulunda İngilizce öğretmenliği yapıyor. 1955 yılını İngiltere’de engellilerin eğitim ve iş olanakları üzerine incelemelerle geçiriyor. 1958’de evlendiği Tülay Hanım’la ilk çocukları Yankı henüz bir yaşına basmadan, dönemin politik karışıklığından yılarak ailenin geri kalanının olduğu İzmir’e yerleşiyorlar. Anne Tülay Hanım, hukuk fakültesindeki kaydını İzmir İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ne aldırıyor. Yazgan, “Dolayısıyla, benim küçük çocukluğum evden çok üniversite kantinlerinde geçti!” diye ekliyor.
BORDO CEKET UĞRUNA...
Baba Gültekin Bey, bir yandan kendi avukatlık bürosunda çalışırken akşamları da ticaret lisesinde öğretmenlik yapıyor. Aileye 1966 yılında küçük kardeş Çağrı ekleniyor. Yazgan, “Rahat bir çocukluk geçirdim” diye anlatıyor: “1960’ların özgürlükçü, demokratik bir sistemin kurulmaya çalışıldığı, aydın olmanın önemsendiği iyimser atmosferinde, ebeveynlerin de bu döneme paralel bakışıyla, biraz kendi kafasına göre hareket edebilen bir çocuktum. İzmir Müdafaayi Hukuk İlkokulu’ndaki sınıf arkadaşım Uğur’un evinde, ağabeyi Ömer’in bordo renkli, şık okul ceketini görüp hayran kalmıştım. Bu ceketi giyebilmek uğruna, annem-babamdan habersiz, formlarını kendim doldurarak İzmir Koleji (bugünkü adıyla Bornova Anadolu Lisesi) sınavlarına başvurdum. Sonrasında Ankara’daki Fen Lisesi’ne gidene kadarki dört yılı burada geçirdim. 13-14 yaşlarımda ‘Dünyada başka neler var?’ sorusunun peşinde, içime bir bulunduğum yerden çıkıp gitme arzusu geldi. Ankara’daki Fen Lisesi’nin ve İstanbul’daki Robert Kolej’in sınavlarına girdim. Babam ücretini daha makul bulduğu Fen Lisesi’ne gitmemi daha uygun buldu. Orada yatılı okudum.”
SENE 1963: Çocukluk...
BABAMIN GÖZLERİ OLDUM
Yazlarını da ilkokul ikinci sınıftan başlayarak babasının avukat yazıhanesinde ‘kâtiplik’ yaparak geçiriyordu. Yazgan, “Babam görme engelli olduğundan gazetelerden hukuk dokümanlarına her türlü yazıyı ona ben okurdum. Dışarıda da babamın bastonu gibi olurdum; onu yürütürdüm, alışverişe giderdik… Bir nevi gözüydüm. Bu sayede yaşam kültürünü olması gerekenden daha hızlı öğrendim. Örneğin daha ikinci sınıfta marulla kıvırcık salata arasındaki farkı bilirdim! Babam da motive edici ve örnek alınası bir patrondu.”
Onu geçen ay boyunca ekranlarda fay hatlarını, deprem riski olan bölgeleri, jeolojik bilgileri paylaşırken izledik. Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Bölümü Dekanı Prof. Dr. Ersoy, önceki gün Hatay’daydı. Bu, onun için diğer saha çalışmalarından farklıydı çünkü büyük depremin yıktığı yerler bizzat kendi memleketiydi…
1- ŞOKE OLDUM, DONDUM KALDIM
Şükrü Hoca, söze “Aslında gidince ne göreceğimi az çok tahmin ediyordum çünkü oranın zafiyetlerini biliyordum; yapı stokundaki kötü durumları, yıkılabilecek binaları öngörebiliyordum ama…” diye başlıyor: “Şoke oldum, dondum kaldım… Pek çok yakınımı kaybettim; yaralananlar vardı… Antakya hayalet şehre dönmüş. Yıkılan binaların, köprübaşında künefe yediğimiz yerin, eski müzenin, Hatay Devleti’nin meclis binasının önceki halini düşünüp mahvoldum. Son 40 yılın en büyük depreminin olduğu Endonezya’ya da gitmiştim ama buradaki gibi beni etkileyen görüntüyü başka hiçbir yerde görmedim. Hafızam ölene kadar silinmeyecek görüntüler dolu…”
ANADOLU’NUN ÇARŞI KÜLTÜRÜ
Şükrü Hoca, “Hem İskenderun hem Antakya caddelerinde gördüğüm şey şu ki, işyerlerinin olduğu tüm apartmanlar yıkılmış” diye devam ediyor: “Önemli can kayıpları bundan kaynaklanıyordu. Aslında apartmanların altına işyeri yapmak eski Türk kültüründe yok. Bu sonradan rant olsun diye yapılmış bir şey. Bizde çarşı kültürü vardır. Çarşıya gidersin, alışveriş yaparsın, sosyalleşirsin… Ben Hataylıyım. Hatay’da bu kültür çok gelişmiştir. Antakya’da evde gece yarısı canınız künefe istediğinde gidip çarşıda yiyebilirdiniz. Bu kültürü korumamız gerekiyordu… Kırıkhan’a baba evine gittiğimde çok hislendim, çok kötü oldum çünkü o dönemdeki güzel anlarım aklıma geldi. Kaybettiğim yakınlarım, komşuluk ilişkilerim aklıma geldi.” Burada güncele biraz ara verip Şükrü Hoca’nın anılarına ortak olduk, hikâyesine uzandık.
KIRIKHAN’DA MEYDANA GELMİŞİM
1- Aslında ikimizin de eski albümleri karıştırası yoktu… Kasvetli bir İstanbul gününde buluştuğumuzda hava kurşun gibi ağırdı. Kahramanmaraş merkezli depremlerde yaşamını yitirenlerin sayısı 40 bini geçmişti. Yüz binlerce insan yaralanmış, evsiz kalmıştı… Türkiye’nin duayen mimarlarından, hocaların hocası Doğan Tekeli’yi aradığımda amacım biraz dertleşmekti… Tekeli, 70 yılı geçen meslek hayatında 120’den fazla yapıya imza atmış, İTÜ Mimarlık Bölümü’nde hocalık ve Mimarlar Odası Başkanlığı, Ağa Han Mimarlık Ödülleri’nde jüri başkanlığı yapmış kıymetli bir isim. En meşhur eserleri Rumeli Hisarı düzenlemesi, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı (İMÇ), Emin Onat mezarı, Hazine Müsteşarlığı, Halk Bankası Genel Müdürlüğü, Antalya Havalimanı, İş Bankası Genel Müdürlüğü ve Sabiha Gökçen Uluslararası Havaalanı Yeni Terminali… Bir süre sessizce birbirimize baktıktan sonra Doğan Bey, “Ah efendim, nereden başlasak ki…” dedi. Bir yerden başlamak lazımdı… 1930’lardan başlamaya karar verdik.
PARA BULDUKÇA KİTAP ALIRDIK
Doğan Tekeli, 1929 senesinde Isparta’da maliye memuru bir baba ile ev hanımı bir annenin ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Aile kuşaklar boyu Ispartalı. Dedesi Faik Tekeli hattat ve mektep hocası. Babaannesi de kentin tanınmış ailelerinden, ‘Çebiş Evi’nin kızı… Babasının işi sebebiyle o dört yaşındayken önce Ankara’ya, sonra İstanbul’a ve en son Tekeli’nin çocukluk ve gençliğini geçireceği İzmir’e taşınıyorlar. Son duraklarında onlara evin küçük oğlu, daha sonra ağabeyi gibi alanında meşhur olacak olan İlhan (Tekeli) katılıyor. Aile ‘İkinci Karantina’ denen bölgede yokuş üzeri iki katlı bir eve yerleşiyor. Doğan Bey, mutlu bir çocukluk geçiriyor. Büyük merakının okumak olduğunu, para buldukça Kemeraltı Çarşısı’ndan kitap aldıklarını anlatıyor.
SENE 1930: Anne Saliha Hanım ve baba Talat Bey ile...
ÖĞRETMENLER VALİLER KADAR MEŞHURDU
Başarılı da bir talebe. Ortaokuldan sonra not ortalaması iyi, parlak öğrencilerin kabul edildiği İzmir Atatürk Lisesi’ne devam ediyor. Tekeli, “İyi yetişmiş öğretmenlerimiz vardı” diye anlatıyor: “Edebiyatta, felsefede, astronomide… Fizik ve kimya hocalarımız Sorbonne mezunlarıydı. Bunlar Atatürk’ün yurtdışına eğitime gönderdiği öğrencilerdi. Atatürk Lisesi laboratuvarlarıyla bir üniversiteden farksızdı. Öğretmenler şehirde vali kadar ünlüydü! Bütün aileler, ‘Halil Hoca ne demiş?’ diye bakardı.” Başarılı talebelerin de yüksek öğrenim için tek bir istikameti oluyordu; İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ)… Tekeli, 1947 senesinde kendi lisesinden İTÜ’ye kabul edilen dört öğrenciden biri oldu. Mimariyi neden seçtiğini şöyle anlatıyor: “Sosyal derslerim de iyiydi ama İTÜ için mahalle baskısı vardı. Bari içinde biraz felsefe de olur diye Mimarlık Fakültesi’ne karar verdim.”
1- Zeydan Karalar, 1958 senesinde Adana’nın Yüreğir ilçesinde 10 çocuklu bir ailenin ferdi olarak, iki katlı ahşap bir evde dünyaya geliyor. Adres hâlâ aklında; 1054 sokak, 14 numara! Karalar, o dönemlerin Adanasını, “Çamurun, tozun daha çok olduğu büyük bir ‘köy’ görünümündeydi. Şehirleşme az, mahallelilik ve feodal ilişkiler daha yoğun, yardımlaşma olağanüstü yüksekti. Çok yoksulluk vardı ama biz ailelerimizle arkadaşlarımızla mutluyduk” diye tarif ediyor. Bu koşullar içinde çocukluğunun bir kısmı boş arazilerde arkadaşlarıyla oyunlar oynayarak, diğer yarısıysa ailesine geçim için yardım ederek geçiyor. Babası Kamil Bey bir mezbahada kasap olarak çalışıyor. Annesi Güllü Hanım ise kışın ev kadını olarak evi idare ederken yazın hasat zamanında da pamuk toplamaya gidiyor. Okulların tatil olduğu dönemde bütün aile ona eşlik ediyor.
DÜNYANIN EN YORUCU İŞİ
Karalar, “Ben yaşamımı pamuk tarlasında başlar hatırlıyorum” diye anlatıyor: “Kamyon gece saat üçte evin önüne çekiliyor. Yatak, yorgan, döşek, yastık, zahire, bulgur hepsi kamyona yükleniyor. Biz de doluyoruz çoluk çocuk… Tarlaya gece ulaşırdık. Gün ağarır ağarmaz annem pamuk toplamaya başlar, biz onun dibinde gezerdik. Bir ay tarlada kalırdık. 50 derece sıcağın altında pamuk toplamak dünyanın en yorucu işi… 100 kilo pamuk toplamak da maharetli kadınların işiydi. Annem onlardan biriydi. Ben de herhalde tez canlılığımı ondan almışım. Annemle babamdan aldığım ders; teslim edilen mala sahip çıkmak, doğru ve dürüst davranmak... ” Aile, bütün çocukların meslek sahibi olmasını istiyor. Karalar’ın da pamuk hasadı sırasında yıldızların altında uyudukları gecelerden itibaren tek hedefi oluyor; okumak…
GENÇLER RAHATINA DÜŞKÜN
1) Gazeteci, yazar, entelektüel, hukukçu, dünya insanı… Hıfzı Topuz’u tek bir kelimeyle tanımlamak çok zor! Bundan 10 yıl önce, 90. yaşını kutladığı sırada Öner Ciravoğlu’nun kendisiyle yaptığı ‘Ardından Yıllar Geçti’ adlı nehir söyleşi kitabında hayatını şöyle tanımlamıştı: “Ben doksan yıla sanırım üç yaşam sığdırdım. Birincisi çocukluğumdan 36 yaşına kadar uzanan gençlik ve gazetecilik dönemi. İkincisi 36 yaşından 60. yaşıma uzanan, UNESCO’da 25 yıllık uluslararası bir uzmanlık ve yöneticilik dönemi. Üçüncüsü de öğretim üyeliği ve biyografik roman yazarlığı dönemi.” Peki ya hayatının son 10 yılını da eklediğimizde 100 yaşında olmakla ilgili ne hissediyor? Topuz, “100 yaşına kadar yaşayacağımı hiç düşünmemiştim” diye yanıtlıyor: “70-80 yaşlarında bu dünyaya veda edeceğimi sanıyordum. 100’e yaklaştıkça tehlikeli bir bölgeye girdiğimi anladım. Artık ayrılma vakti geldi diyordum. Son yıllarım huzursuz ve endişeli geçti.” Biz iyisi mi hikâyeyi başa saralım…
SENE 2009/Fotoğraf: Levent KULU
NİŞANTAŞI, BEYOĞLU, KADIKÖY…
Hıfzı Topuz, 1923 yılında Milli Mücadele’ye destek vermiş işadamı Ahmet Rami Bey ile kökleri Osmanlı Sarayı’na uzanan Melahat Hanım’ın Muzaffer, Gazanfer ve Zahir’den sonraki dördüncü erkek çocuğu olarak, 25 Ocak 1923 tarihinde, İstanbul’da dededen kalma bir konakta dünyaya geliyor. Onlara sonra bir de kız kardeş, Gülen (Zeytinbaş) ekleniyor. Çocukluğunun ilk yılları İstanbul’un üç farklı bölgesinde geçiyor. Doğdukları Nişantaşı’ndan sonra Beyoğlu’na taşınıyorlar. İlk arkadaşları, eski Rum evlerine taşınan Drama muhacirlerinin çocukları oluyor. Ardından Kadıköy’e geçiyorlar. Topuz, eğitim hayatına Saint Louis İlkokulu’nda başlıyor. 1933 yılında babasının işleri sebebiyle Ankara’ya taşınıyorlar. Dördüncü sınıfa kadar İnkılap İlkokulu’nda okuyor. Ancak anneannesi, torununun Galatasaray Lisesi’ne gitmesini istiyor. Yatılı okul ücretini üç aylık yetim maaşıyla ödemeye gönüllü oluyor. Topuz, beşinci sınıftan itibaren yatılı olarak Galatasaray Lisesi’ne başlıyor.
SENE 1933, YAŞ 10/SENE 2023,YAŞ 100
ATATÜRK BİZİ BÜYÜLEMİŞTİ
1) Pek çok şapkası var; anne, doktor, akademisyen, yazar, iş kadını… Prof. Dr. Zehra Neşe Kavak’ı sabah klinikte muayenede, öğlen yönetim kurulu toplantısında mali raporları denetlerken, öğleden sonra kitap imza gününde, akşam da televizyon programında bilgi verirken görebilirsiniz. Ben üç ameliyat yaptığı bir sabahın devamında Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Academic Hospital’daki odasında karşısındaydım. İlk soru; dünyaya yeni gelen birinin hayattaki ilk anına tanıklık etmek nasıl bir duygudur? Bugüne kadar 4 binden fazla doğum yaptıran Prof. Kavak, “İnsanın en mahrem anıdır, bir mucizedir doğum. 30 senedir bu mesleği yapıyorum ama halen her doğumda heyecanlanıyorum. Hiç kanıksamıyorum. Beş milimetrelik bir mercimek tanesi kadarken kalp atışlarının başlaması, dokuz ay 10 gün süren hamilelikle beraber doğum baştan sona bir serüvendir” diye cevap veriyor. Peki, kendi hayat serüveni nasıl başlamış? Doğum kaydı Çamlıca’da ama hikâyesinin kökeni Karadeniz’de…
5 KARDEŞ HEPİMİZ EVDE DOĞDUK
Kavak, “Anne tarafım Rize, baba tarafım Trabzonlu” diye başlıyor anlatmaya: “İki taraf da Birinci Dünya Savaşı sırasında, Karadeniz’e Rus saldırıları artınca İstanbul’a göç ediyorlar. Babamın babası olan dedem, Halil Uzuner, Çanakkale gazisi… İstiklal Madalyası var. Yetim büyüdüğünden hep bir şeyleri gerçekleştirmeye uğraşan, çok çalışkan bir insan. İstanbul’da bütün Karadenizliler gibi Büyükdere muhitine yerleşip denizcilikle ilgileniyor. Önce ufak bir tekneyle başlıyor, bu işte çok başarılı oluyor ve armatörlüğe kadar yükseliyor. Babaannemle evlendikten sonra Kısıklı’ya taşınıyorlar. Burada meyve bahçeleri içinde beyaz, tarihi bir köşk satın alıyorlar. Annemin düğünü bu bahçede yapılmış. Biz beş kardeşiz. Hepimiz ‘home delivery’yiz (evde doğum). Annem hepimizi evde doğuruyor. Çocukluğumuz da bu köşkte geçti. Zaten kalabalık olduğumuzdan, bahçe içinde birbirimize yeterek oyunlar oynardık. O bahçe içerisinde babam bize beş ev yaptı. Hepimiz hâlâ orada oturuyor, komşuculuk oynuyoruz.”
Fotoğraf: Levent KULU
KÖŞK BAHÇESİNDE KİTAP SEANSLARI
Kendi asıl merakıysa o zamanlar bir sayfiye muhiti olan Çamlıca’daki bahçe değil, içerideki kitaplar… Kavak, “Okumak en büyük merakımdı” diye devam ediyor: “Daha ilkokul yaşlarından itibaren ağabeyimin Hayat Ansiklopedisi’ni 10 cilt, baştan sona okumuşumdur. 16 yaşına geldiğimde bütün klasikleri bitirmiştim. O dönem en büyük başarı çok fazla kitap okumaktı. Çamlıca İlkokulu’ndan sonra Üsküdar Kız Lisesi’ni okul birincisi olarak bitirdim. Dönem birinciliği rekorum 9.75’ti ve uzun yıllar kırılamadı. Çok çalışkan bir çocuktum. Zaten fazla alternatif yoktu; çalışacaksın, okuyacaksın… Yazmaya da merakım vardı. Doktor olmasam yazar olurdum. Üniversite için gönlümde ağabeyimin de makine mühendisi olarak bitirdiği Boğaziçi Üniversitesi’nin İşletme Fakültesi vardı. İş kadını olmayı hayal ediyordum ama babam ‘Kesinlikle olmaz, ilk sıraya tıp yazacaksın’ deyince Boğaziçi içimde hep bir ukde olarak kaldı.”
1) ‘Patlıcan Arda’, ‘Kabak Arda’, ‘Dolma Arda’… Tarifleri artık kendi adıyla öyle özdeşlemiş ki arama motorunda böyle başlıklarla aranıyormuş… Dile kolay tam 13 yıldır televizyonda ‘Arda’nın Mutfağı’ programıyla hepimizin evlerine giriyor. Türk insanının en muhafazakâr olduğu alan olan ‘yemek’ konusunda önyargıları kırıyor: ‘Atomu parçalamaktan daha zoru mutfakta denenmemişi denetmek, doğru bilinen yanlışları düzeltmek!’ diyor. Ünlü şef Arda Türkmen’le beraberiz! Asmalımescit’teki mutfağında buluştuğumuz Türkmen, 1975 senesinde Sarıyer’de Nurcan ve Semra Türkmen çiftinin tek çocuğu olarak dünyaya geliyor. Annesi evlendiğinde henüz 19 yaşında… Bebeğini büyütürken bir yandan eczacılık fakültesinde okuyor. Babası Nurcan Bey’se Divan Oteli’nde farklı departmanlarda çalıştıktan sonra en son yiyecek-içecek müdürlüğü yapıyor. Annesi okulda, babası işte olduğundan Türkmen’in çocukluğu, Büyükdere’deki ‘17 numara’lı aile apartmanında anneannesi Seher Hanım’ın yanında geçiyor. Türkmen, “Çocukluğumu hem çok severim hem de çok özlerim. Hayatta kazandığım ne varsa bırakıp çocukluğuma dönmek isterim” diye başlıyor anlatmaya…
Sene 2021/“En çok istenen tarifler kek, börek. Keki, böreği seviyoruz!”
OTEL İÇİNDE KENDİ KENDİME GEZİNİRDİM
Peki neler yaparmış çocukluğunda? Öncelikle anneannesinin mutfağında leziz yemekler yermiş. Türkmen, “Anneannemin eli öyle lezzetliydi ki demlediği çay bile başka olurdu. Pazarda fileciler sırf yemeklerinden tatmak için filelerini eve kadar taşırdı. Biber dolması, patlıcan yemeği, bol tereyağlı pilavlar gibi geleneksel yemekler olurdu. Ben de onu izlerdim. İlk pilav denememi 13 yaşımda yaptık” diye anlatıyor. Mutfakta olmadığı zamanlarda sokaklarda olurmuş. Sabahtan akşama misket, saklambaç, futbol… Kimi zaman da babasına eşlik edermiş. O günlerde profesyonel mutfakların nasıl çalıştığına tanıklık etmiş. Türkmen: “Otel içinde gezinirdim. Biraz berbere giderim, biraz mutfağa uğrardım. Davet ve organizasyon toplantılarına katılır, bütün bu süreçteki dinamizmden inanılmaz etkilenirdim. Bir de paslanmaz çelik tezgâhların fütüristliği beni büyülerdi! Neyin nasıl yapıldığını öğrenmeye çalışırdım. Yeme-içme ve hizmet sektörüne daha o yaşta yöneldim.”
Fotoğraf: Levent KULU
“IRGAT BİR RUHUM VAR”