1) Onunla en mutlu olduğu yerde; tiyatroda buluştuk. Kadıköy’de, kurucusu olduğu Baba Sahne’de, her akşam kapalı gişe oynayan ‘Taxim’ oyununun öncesinde… 16 yıl aralıksız olarak ‘Mesut Komiser’ rolünü canlandırdığı ve geniş kamuoyunun onu hem tanıdığı hem de çok sevdiği ‘Arka Sokaklar’dan ayrılan usta oyuncu Şevket Çoruh bugünlerde ‘Sıcak Kafa’ dizisiyle de gündemde. Bir yandan ‘Çakallarla Dans 6’ filminin çekimlerine koşturuyor. Aynı anda birkaç yerde olmak onun için çocukluktan kalma bir alışkanlık!
Fotoğraf: Emre YUNUSOĞLU
BABAM GÜRCÜ, ANNEM LAZ
Hikâyesi 1973 yılında İstanbul’da başlıyor. Şevket Çoruh, Selami ve Neriman Çoruh çiftinin tek çocuğu olarak dünyaya geliyor. Çoruh, “Babam Gürcü, annem Laz yani melez bir durumum var” diye başlıyor anlatmaya: “93 Harbi döneminde Batum’dan gelmişler. Annemler Sapanca’ya, babamlar da İstanbul’da Ömerli’ye yerleşmişler. Ben Üsküdar’da dünyaya geldim. Aile mesleğimiz aslında şoförlük. Üç amcam var, üçü de şoför. Babam da hem uzun yolda hem de Üsküdar-Taksim, Kadıköy hattında çalışırdı. Annemse terzi. Bahariye Caddesi’nde teyzemle dükkânları vardı; elbise, döpiyes, gelinlik dikerlerdi. Beni de çırakları olarak sürekli iplik, teğel, pul, payet, vatka almaya gönderirlerdi. Dış alım-satım işleri bendeydi!”
Sene 2016/‘Arka Sokaklar’ dizisinden...
OĞLUM, BU BÜYÜLÜ BİR AN
1- MÜZİSYEN CAHİT BERKAY
BERABER ŞARKI SÖYLEYİN
Moğollar olarak grupça prensibimiz vicdanlı ve demokratik olmak. Çok sevdiğim işi yaptığım için şanslıyım. Hep çok çalıştık. Temel prensipler değişmeyince saygı gören, inanılan, bir insan oluyorsun. Vicdanlı olunca sevmesini, sevgiyi paylaşmasını biliyorsun… Toplumsal olarak paylaştığımız şeyler kendini tiyatroda sanatta müzikte kendini gösterir. Beraber şarkı söylemek ne kadar güzeldir… Başarımızın sırrı da samimiyet oldu. Hiçbir şarkıyı ‘satsın’ diye yapmadık. Tüm şarkılarımızın hikâyesi var.
2- TUSAŞ GENEL MÜDÜRÜ TEMEL KOTİL
RÜZGÂR ESTİĞİNDE HEMEN ‘AMAN ÜŞÜDÜM’ DEMEYİN
Genç arkadaşlara yurtdışına değil, serüvenlere çıkmalarını öneririm. Sonuç almak istiyorsan o işe kitleneceksin. Gece yarısı uyanıp “Ya bu iş nasıl olacak?” diyorsan sonra gereğini yapıyorsun zaten. Bir diğerim önerim psikolojik esneklik. Bir darbe yediğinizde önce bir durun. Rüzgâr estiğinde hemen ‘Aman üşüdüm’ demeyin, daha kandaki sıcaklık düşmedi, belki birazdan sıcak hava gelecek! Kişinin okurken çalışması, ne için mücadele ettiğini yaşaması lazım. Uygulama sahası olmayan kişi ne kadar iyi yetişse de kavanoz içinde büyümüş hava almayan bir çiçeğe benzer, solar.
1) Okurları onu ‘Veda’, ‘Umut’, ‘Hayat’, ‘Hüzün’, ‘Hayal’ ve ‘Hazan’ isimli otobiyografik kitaplarıyla zaten yakından tanıyorlar… Altı bölümden oluşan hayat hikâyesi tek bir roman olsa türü ne olurdu? Macera, dram, heyecan, korku? Ayşe Kulin, önden ipucunu veriyor: “Saydıklarının hepsi bir arada!” Bugün Türkiye’nin en tanınan, en çok satan yazarlarından Ayşe Kulin 1941 yılında İstanbul’da Muhittin ve Sitare Kulin çiftinin çocuğu olarak dünyaya geliyor. Baba tarafından dedesi Boşnak Beyi Zeki Salih Kulin, ailesiyle birlikte Balkan Savaşları Dönemi’nde İstanbul’a geliyor. Annesi Sitare Hanım ise Osmanlı nazırlarından Ahmet Reşat Paşa’nın torunu…Kulin’in çocukluğu inşaat ve hidrolik makine mühendisi babasının görevi nedeniyle Cumhuriyet’in başkenti Ankara’da geçiyor. Anlatmaya, “Hayatımın en mutlu, en sorunsuz dönemi kesinlikle çocukluğum!” diye başlıyor: “Dedem Reşat Paşa, Beyazıt semtindeki konağını 1941 yazında satmış, Teşvikiye’deki Narmanlı Apartmanı’nda bir daire kiralamış. Ben 7 Eylül’de Amerikan Hastanesi’nde doğmuş, ertesi gün Narmanlı Apartmanı’na götürülmüşüm. Yani Reşat dedemin ailesi yeni evlerindeki ilk günlerine yeni doğan bir bebekle başlamışlar! İki taraftan da tek torun ben olduğumdan hep çok sevgi görerek büyüdüm.”
Fotoğraf: Selçuk ŞAMİLOĞLU/Zeynep Bilgehan, Ayşe Kulin
TEMİZ VE NEZİH TEŞVİKİYE ŞIKIR ŞIKIR KAPALIÇARŞI
Kulin, sevgi dolu bir ortamda, şiir ve kitap okunan, müzik dinlenen, piyano, keman ve ut çalınan evlerde büyüyor. Edebiyata düşkünlüğü de küçük yaşta başlıyor… Ayşe Hanım, “Kitapla çok küçük yaşta tanıştım ama bende de varmış ki bir şeyler, okul öncesinde yanımdakilere kendi uydurduğum masalları anlatırdım. Harfleri öğrendiğim günden beri de yazıyorum. İlkokulda şiir, ortaokulda öykü yazdım, lisede roman denemeleri yaptım.” İlkokulu TED Ankara Koleji’nde tamamladıktan sonra ortaokul ve liseyi yatılı olarak Robert Kolej’de okuyor. Genç kızlık döneminin İstanbul’u nasıl bir yerdi acaba? Şöyle anlatıyor: “Doğumumdan itibaren 51 yıl Teşvikiye’deki Narmanlı Apartmanı’nda, yazları on iki yaşıma kadar Burgazada’daki konakta, ortaokul ve lise yıllarımda ise yazları Feneryolu’nda ve Büyükada’da yaşadım. İstanbul kırklı ve ellili yıllarda, aynı semtte yaşayanların birbirini tanıdığı, alışverişe veya çay içmeye Beyoğlu’ndaki Markiz’e, Lebon’a giderken herkesin şık giyindiği, tertemiz, nezih bir şehirdi. Kapalıçarşı’nın bulunduğu taraf ise şıkır şıkır bir başka dünyaydı. Anneannem Teşvikiye’de, babaannem ise Sultanahmet’te oturduğu için şanslıydım, her iki İstanbul’u da bilirdim.”
Ayşe 3 yaşında./10 yaşındaki Ayşe Kulin ilk ansiklopedisiyle.
2) İKİNCİ BEBEKTE OKULU BIRAKTIM
1) Onu Ankara’da, mezun olduğu Ankara Devlet Konservatuvarı’nın yeni binasında yakaladım. Hacettepe Senfoni Orkestrası Salonu’nda ders çıkışında… Ayağının tozuyla, Zülfü Livaneli’nin meşhur Royal Albert Hall’daki konseri için Kraliyet Filarmoni Orkestrası’nı yönettiği Londra’dan henüz gelmişti. Ertesi günse Ankara’nın köklü kültür kurumlarından Sevda Cenap And Müzik Vakfı’nın 36. Onur Ödülü ‘Altın Madalyası’nı alacaktı. Gökmen, tarihi And Evi’ndeki törende müzik aşkının yıllar önce burada başladığını da anlattı. Henüz 12-13 yaşlarındayken, 1960’lı yıllarda annesinin onu getirdiği 20. yüzyılın en büyük piyanistlerinden Sviatoslav Richter konserinden öyle etkilenmişti ki… Bu mütevazi salondaki konserden çıktıktan sonra hayatını klasik müziğe adayan Rengim Gökmen bugün dünyaca tanınan, önemli orkestraları yönetmiş, Cumhuriyetimizin yetiştirdiği en önemli orkestra şeflerinden biri... Kendi hikâyesi de aslında bir Cumhuriyet mucizesinin eseri. Şimdi zamanı biraz geriye sarıyoruz…
Fotoğraf: Rıza ÖZEL
OPERACI MUAZZEZ İLE TİYATROCU MUZAFFER…
Sene 1930’lar… Genç başkent Ankara’nın, 1936’da kurulmuş yeni konservatuvarında iki öğrenci karşılaşıyor. Biri Ispartalı Muazzez Ünal. Aydın, dul bir annenin kızı olarak henüz 7-8 yaşlarında geldiği Musik-i Muallim Mektebi’ni bitirdikten sonra Şan Bölümü’nü kazanmış. Diğeri Muzaffer Gökmen. O da Bursa Lisesi’nden sonra içinde geometri ve cebir barındırmayan bir meslek arayışında, bir kamyon sırtında iki günde geldiği Ankara’da konservatuvar sınavını kazanıp Tiyatro Bölümü’ne girmiş. Yemekhanede başlayan dostluk hayat boyu beraberliğe dönüşüyor. Mezuniyetten sonra evlenip İtalya’ya gidiyorlar. Muzaffer Bey İtalya Sinema Akademisi’nde rejisörlük, Muazzez Hanım da şan öğretmenliği üzerine eğitim alıyor. Sonrasını Rengim Bey’den dinleyelim: “1950’lerde Türkiye’ye dönüyorlar ve ‘Artık bir çocuğumuz olsun’ diyorlar. 1955 yılında ben doğuyorum! İsmimi annem koymuş. Değişik isimlere merakı vardı. Başta ‘Rengin’miş, sonra ‘Rengim’e dönmüş. Hayat boyu karışıklıklara maruz kaldım; Rengin, Engin, Zengin, Dengin! Ahmet Adnan Saygun Hoca anneme ‘Ne güzel isim Rengim; kızın olursa da ismini ‘Sesim’ koy demiş. Ben de kendi kızıma ‘Sesim’ ismini koydum.”
Sene 1981-İstanbul AKM’de (Beethoven çalışmaları sırasında) /Sene 1955-Baba Muzaffer, anne Muazzez Gökmen ile bebek Rengim
PİYANO TUŞLARI OYUNCAĞIMDI
1) Sene 1950’ler… İstanbul’un Bebek sahilindeyiz… Bir yaz günü… Genç kız evinden çıkıyor. Tek tük aracın geçtiği yoldan arkadaşlarıyla buluşmaya gidiyor. Mahallede herkes tanıdık; “Merhaba manav Hasan Amca”, “İyi günler bakkal Hüseyin Ağabey” diye selamlaşa selamlaşa kıyıya varıyor. Gün boyu bisiklete binip balık tuttuktan sonra akşam Arnavutköy’deki açık hava sinemasında film izliyorlar. Genç kızımız biraz da haşarı… Sinemada en büyük eğlencesi gazoz içine leblebi atıp öndeki izleyicilerin üzerine fışkırtmak! Kulağa 1970’lerin Ayşecik filmlerinden bir sahne gibi gelen bu anı, sonraki yıllarda oynadığı sayısız tiyatro oyunu ile bizim için de aileden biri gibi olacak usta oyuncu Nevra Serezli’ye ait. Hem güncel projelerini hem eski albümlerini karıştırmak için bir aradayız… Nevra Hanım, “Çok güzel bir çocukluk geçirdim” diye başlıyor. Gazoz hikâyesiyle ilgili pişmanlık göstermiyor; “Evet severdim öyle hinlikleri, cinlikleri” diye bir kahkaha atıyor…
Fotoğraf: Murat ŞAKA
BABAM 4 LİSAN BİLİRDİ
Nevra Hanım 1944 senesinde İstanbullu Ulya Hanım ve dedelerinin Hazar Denizi kıyısındaki memleketinden soyadını alan Süreyya Şirvan’ın ilk çocuğu olarak Ankara’da dünyaya geliyor. O bir yaşındayken İstanbul’a taşınıyorlar. Aileye bir de kız kardeş katılıyor. Nevra Hanım, “Babam çok okumuş, çok bilen, iki üniversite bitirmiş, dört lisan konuşan biriydi. Ona bir kelime sorardım, bana Almanca, İngilizce, Fransızca ve Farsça olarak cevap verirdi” diye devam ediyor: “Annemin hayata bakışı da hep iyi insan olmak üzerineydi. İkisi de çok çağdaş görüşlü insanlardı. Bana hep güzel şeyler öğrettiler.”
Sene 1950'ler/Annesi Ulya Hanım ile…
HER ROLÜ KISKANIRIM
1) Ajandası tebrik ve hayırlı olsun ziyaretleriyle öyle doluydu ki! Bu yıl 140. yaşını kutlayan İstanbul Ticaret Odası’nda (İTO) heyecanlı bir seçim sürecinden sonra ikinci kez başkanlık görevine seçilen Şekib Avdagiç ile bir cuma akşamüzeri Eminönü’ndeki merkez binalarında buluşmak için sözleşmiştik… Ancak Şekib Bey’i makam odasında değil, Kabataş’tan kalkan tramvayda buldum! Randevusuna yetişebilmek için yoğun trafikte sıkışmış, makam aracından inip tramvaya binmiş. Hal böyle olunca sohbetimize Kabataş-Eminönü arasında kimi zaman kalabalık sebebiyle bir hayli yakınlaştığımız kulak misafirleri eşliğinde başladık! Bu da hayatın bir cilvesi olsa gerek zira Şekib Bey’in hikâyesinde yolların önemli bir yeri olmuş; hareket hiç eksik olmamış… Hayat yolculuğu 1959 yılında, Bosnalı bir baba ile Hersekli bir annenin ikinci çocuğu olarak dönemin Yugoslavya sınırları içinde başlıyor…
Fotoğraf: Murat ŞAKA
İZZETBEGOVİÇ’İN GENÇLERİ
Aile hikâyelerini kendisinden dinleyelim: “Anne tarafım Hersek’in bilinen bir ailesi. Babamlar da Kuzeydoğu Bosna’nın Foça tarafından… Müslüman Boşnakların mal ve mülkleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra iktidara gelen komünist rejim tarafından ‘müsadere’ edilince iki taraf da Saraybosna’ya taşınıyor. Hem annem hem babam gençliklerinde Aliya İzzetbegoviç’in liderliğinde kurulan ‘Mladi Muslimani’nin (Müslüman Gençler Kulübü) üyeleriydi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra komünist rejim yeni jenerasyonu kontrol altına almak için çok sert bir süreci devreye sokuyor. Annem ve babam da bundan nasibi alıyor. İkisi de liseyi bitirdikten hemen sonra rejim karşıtı hareketlerden dolayı tutuklanıyorlar. Hüküm giymiyorlar ama bir gözdağı olarak annem 18 ay, babam 22 ay hapis yatıyor. Rejim muhalifi diye babama Bosna Hersek’te okuma hakkı vermiyorlar. O da bir grup arkadaşıyla Slovenya’ya gidiyor. Ljubljana Üniversitesi’nden makine yüksek mühendisi olarak mezun oluyor. Annem de Sarayevo’da tıp fakültesine kaydoluyor ama dedeme ‘Kızının politik olarak terbiye edilmesi lazım’ diye Komünist Parti’den uyarı geliyor. Kaydını sildirtip hukuk fakültesine yazdırıyorlar. Aynı cemiyet üyesi iki genç, annemin mezuniyetinden sonra, 1955 yılında Zagreb’de evleniyorlar.”
Sene 1963/Zenica’da anne Suada, baba Eşref, ablası Fatma Avdagiç ile...
YUVAYA SON BAKIŞ
1) Neredeyse 50 yıldır bugünü bekliyordu! Burdur’un Bubon Antik Kenti’nden 1970’li yıllarda kaçak olarak ülke dışına çıkarılan Roma İmparatoru Lucius Verus’un insan boyutundaki bronz heykeli Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hummalı bir çalışması ile geçen ay anavatanı Türkiye’ye döndü… Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, önceki hafta düzenlenen törende heykelin getirilmesine katkılarından dolayı Prof. Jale İnan ile gazeteci yazar Özgen Acar’a teşekkür etti. Ankara’daki ofisinde, beş bin kitap bulunan kütüphanesi ve ödüllerle dolu rafların arasındaki çalışma odasında buluştuğumuz Acar’dan vatana döndürülen bu eserlerin hikâyelerini dinleyeceğiz. Ama önce kişisel albümleri açıyoruz!
EŞEĞİ SÜRDÜK NİĞDE’YE...
Acar, 1938 yılında Niğde’nin Bor ilçesinde dünyaya geliyor. Ailesi aslen Çankırılı. Posta memuru olan babası Hilmi Bey Niğde’ye tayini çıkınca yeni evlendiği eşi Naciye Hanım yola koyuluyorlar. Özgen Bey, “Meşhur ‘Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye’ deyimindeki gibi eşekle yola çıkıyorlar. Niğde’ye varamadan Bor’da ben dünyaya geliyorum!’ diye gülerek anlatıyor. Oradan Kahta ve Kızıltepe’ye gidiyorlar. 1941’de de daha yerleşik olarak İzmir’e geliyorlar. Aileye burada bir de kız kardeş ekleniyor; Özden. Acar, “Babam İzmir Eşref Paşa posta müdürü oluyor. ‘Eşrefpaşalı eli maşalı derler!’ deyimindeki gibi İzmir’in külhanbeyleri oradan çıkarmış. Çocukluğumun ilk yılları İkinci Dünya Savaşı’nda denk geldi. Babam eve dört gazete alırdı. Mahallede sadece iki evde radyo vardı. Biri kahvehanede, diğeri bizde. Erkekler savaş haberlerini dinlemek için kahveye, eşleriyse bizim eve gelirlerdi. Her akşam saat 19.00 haberleri için olağanüstü bir kalabalık olurdu. Bu olay benim gazeteciliğe başlamam da etkili oldu” diye anlatıyor.
Özgen Acar’ın kütüphanesinde sayısı beş bini bulan arkeoloji ve sanat kitabı var. Raflarıysa aldığı ödüllerle dolu; Yunanistan’dan aldığı, Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Ödülü’ne aday gösterdiğinin duyurulması vesilesiyle aldığı ‘Abdi İpekçi Barış’ ödülü, İtalyan Devlet Nişanı Cavaliere, Portekiz’den ‘Avrupa Nostra’ ödülü… (Fotoğraf: Rıza ÖZEL)
OYMAK BEYİ TARİH PEŞİNDE
Yazları babasının yanında postanede staj yapan Acar’ın ilk gazetecilik tecrübesi okuldaki duvar gazetesi oluyor. Acar, “Annem ilkokul mezunu, babam ortaokul mezunu olmasına rağmen hem benim hem kardeşimin okumamızda, üniversiteye gitmemizde büyük rolleri var” diyerek devam ediyor: “Ortaokulda kendime hedef meslek olarak valiliği, bunun eğitimi için de Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni belirledim.” Bu arada bir başka tutku daha genç Acar’ın içinde filizleniyordu; arkeoloji… Şöyle anlatıyor: “Ortaokulda öğretmenimiz Cahide Erkal bizi İzmir çevresindeki arkeolojik yerleri gezdirirdi. Ona bu aşılama için şükran borçluyum. Sonra lisede izciliğe merak sardım. Zamanla ‘Oymak Beyi’ mertebesine kadar yükseldim. Ben de izci arkadaşlarımı öğretmenim gibi İzmir civarındaki kazı yerlerine götürürdüm. Arkeolojinin en çok alışılmışın dışında olmasını sevdim. Arabanın, telefonun olmadığı, tamamen elle yapılan işlerin olduğu bir dünya!”
1) Tarihlerden bahsetmeyi sevmiyor… Tıpkı tasarımları gibi hayattaki her şeyin ‘zamansız’ olması gerektiğine inanıyor. İşte bu yüzden de söze ‘Yirminci yüzyılda bir gün…” diyerek başlıyor. Moda ve tasarımda Türkiye’nin uluslararası alanda en tanınmış markalarından Dice Kayek’in yaratıcılarından Ece Ege ile beraberiz. Bugünlerde mesaisi Paris-İstanbul arasında mekik dokuyarak geçiyor. Ancak her şey Bursa’nın meşhur Petek Apartmanı’nda başlıyor.
MARKA FABRİKASI GİBİ APARTMAN
Ece Hanım, “Bu apartmanın çeşmesinden akan suyun bir sihiri vardı herhalde” diye gülerek anlatıyor: “Atalarım, Makedonya ve Arnavutluk’tan göçerek gelmiş ve Bursa’ya yerleşmişiz. Büyüdüğüm Petek Apartmanı’ndan çıkan gençlerin hepsi dünyaca ünlü marka sahipleri oldular; mücevherci Gilan, modacı Atıl Kutoğlu, Levent ve Ömer Kızıl Uludağ İçecek… Ben Orhan-Esin Ege çiftinin çocuğu olarak dünyaya geldim.”
Hollywood’da Dice Kayek
SANAT BABADAN ŞIKLIK ANNEDEN
Çocukluğu, bugün aynı zamanda iş ortağı olan kendisinden iki buçuk yaş büyük ablası Ayşe Ege ile tarih, sanat ve mimari mirasıyla her tarafı ilham dolu Bursa’da geçiyor. Kışın Uludağ’a çıkılıyor, kayak yapılıyor. Yazın Burgaz’a deniz kenarındaki yazlığa gidiliyor. Şehrin verdiği ilhamla birlikte anne ve babasından çok etkilendiğini anlatıyor: “Babam işadamıydı ama sanata da çok meraklı ve kabiliyetliydi. Ben de resim yapmayı çok severdim. Her gün okul çıkışı onun yanına giderdim. Beraber resim yapardık. Anneciğim ilkokul defterlerimi saklamış. Ders notlarımın yanına desenler, kenar süsleri çizmişim. Sömestr sonlarında yapılan okul sergilerine hep benim resimlerim seçilirdi. Evdeyse annem son derece şık, zevkli ve güzel bir kadındı. Özel davetler için Paris’ten aldığı ‘couture’ kumaşlardan kendi tasarladığı modelleri özel terzisine diktirirdi. Odasında bu davetlere hazırlanırken biz de Ayşe ile hayran hayran onu izlerdik… Bursa gerçekten çağdaşlığın merkezi bir şehirdi. Ayrıca hem Osmanlı İmparatorluğu’nun kültür mirasına sahip bir başkent; hem de öncesinden İpekyolu’nun Kozahan’da ticarete döküldüğü önemli ve son derece ilham veren bir şehirdi. Bizler bunu çok hissederek büyüdük.”