1- Türkiye’nin en köklü sanayi kuruluşlarından birinin adını, soyadı olarak taşıyor; Eczacıbaşı… Önce bunun hikâyesiyle başlayalım. Sene 1903… İstanbul Tıp Fakültesi’ne bağlı Eczacılık Yüksek Mektebi’ni bitirip ‘Eczacı’ diplomasını alan Süleyman Ferit Bey, memleketi İzmir’e dönüyor. Genç yaşta ilaç yapımı denemelerini gerçekleştirdiği laboratuvarındaki başarıları nedeniyle İzmir Vilayeti Genel Meclisi kendisine ‘Eczacıbaşı’ unvanını veriyor. 1934 yılında çıkan kanunla bu unvan ailenin soyadı oluyor. Süleyman Ferit Bey’in altı çocuğu oluyor. En büyükleri Nejat Eczacıbaşı, yüksek öğrenimini Almanya ve ABD’de tamamladıktan sonra İstanbul’a yerleşiyor. Sanayi alanındaki ilk girişimini 1952 yılında İstanbul’da kurulan Türkiye’nin ilk modern ilaç fabrikasıyla gerçekleştiriyor. Balıkyağı ve çocuk mamasını üçüncü girişimi kahve fincanı üretimi izliyor. 1942 yılında temelini attığı Eczacıbaşı Topluluğu 2023’te biri yabancı ortaklı olmak üzere 50 kuruluşu ve 13 bin 500’ün üzerinde çalışanıyla yapı, tüketim ürünleri ve sağlık alanlarında ulusal ve uluslararası pazarlarda faaliyet gösteriyor.
1960’LARIN GÜZEL İSTANBUL’U…
Bugün bu köklü aile şirketinin Yönetim Kurulu Başkanı olan Bülent Eczacıbaşı, 1949 yılında, o zamanlar işlerini yeni kurmakta olan genç bir iş insanı, Nejat Eczacıbaşı ve eşi Beyhan Eczacıbaşı’nın oğlu olarak İstanbul’da dünyaya geliyor. Bülent Bey, söze “Mutlu bir aile yuvasında dünyaya gelmiş olmak benim ve kardeşim Faruk’un hayatımızdaki en büyük şanslarımızdan biri” diye başlıyor: “Ortaokul ve lise dönemimin rastladığı 1960’lı yılların İstanbul’unda yaşamla ilgili çok güzel anılarımız var; geniş aileyle uzun yaz tatilleri, Suadiye-Erenköy sahilinin pırıl pırıl sularında yüzerek ve yelken yarışları yaparak geçirilen günler, ahşap evlerin çamlı bahçelerinde oynanan oyunlar… Aradan geçen zaman içinde İstanbul büyüdü ama bazı istisnalar dışında yeni şeylerde tarihi yapılardaki kaliteyi bulamıyorum.”
1- Sene 1955… Ankara’dayız. Tam tarih 3 Ekim Pazartesi, saat gece 03.00… Memur Hayati Bey ile öğretmen Rabia Hanım ilk çocuklarına kavuşmak üzere hastanedeler. Bekleyiş sonunda müjde geliyor; biz kız çocuğu. Hayati Bey ‘Kızım oldu!’ diye sevinçten hastane koridorunda Ankara zeybeği oynuyor. Bugün Türkiye’nin en çok satan ve tanınan yazarlarından Buket Uzuner işte hayata böyle neşeli bir ortamda geliyor. Uzuner, “Annem bu olayı öyle heyecanla ve çok anlattı ki, ben babamdan öğrendiğim ‘kostak kostak’ misketi hem çok severim hem de sanki dünyaya gözümü açtığımda babamın benim için dans ettiğini görmüş gibi o anı hatırlarım. Türkiye’de ilk çocuk olarak doğan kızına sevinçten oynayan bir kız olmak, çok kutlu bir başlangıçtır’ diye başlıyor anlatmaya…
UMAY NİNELER SÜLALESİ
Baba Hayati Bey Ankaralı. Annesinin kökenindeyse büyük dede olarak Erzincanlı Mevlevî şair ve bilgin İbrahim Hakkı var. Rabia Hanım, sanata, edebiyata, tabiata ve bilime saygılı bir gelenekten gelen evrene, canlılara sevgi dolu bir kadınlar sülalesinden geliyor. Uzuner devam ediyor: “Onun için ‘Tabiat Dörtlemesi’ romanlarımda geçen ‘Umay Nineler sülalesindendir’ diyebilirim. Annem liseyi Çamlıca Kız Lisesi’nde parasız-yatılı okumuş. Sonra Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde arkeoloji bölümünde efsanevî Ekrem Akurgal’ın öğrencisi oluyor. Okumaya çok meraklı fakat hiç parası yok. Eğitimini sürdürebilmek için iş ararken bir memuriyet sınavında Ankaralı babama da böyle rastlıyor. Birbirlerine yazdıkları aşk mektuplarını, siyah-beyaz fotoğraf arkalarını okumak beni hep mutlu etmiştir. Sonrasında Ankara’ya hiç ısınamayan bir ‘İstanbullu gelin’ oluyor.”
‘KIZIM YAPIYORSA DOĞRUDUR’
Aileye üç yıl üç ay sonra bir de erkek kardeş, Salih ekleniyor. Uzuner, devam ediyor:
“Babamla tam baba-kız aşkı yaşadık, elimi tutup, bana Zeki Müren’in ‘Bülbül âşıkmış güle’ şarkısını ninni olarak söylerdi. Beni hep ‘akıllı kızım’ diye sever, değer verir, fikrimi alırdı. Ben orta halli, her istediğini alamayan ama kadınların da aklına saygı duyulduğu bir evde büyüdüm. Ergenliğe girdiğimde babam aşırı korumacı davranmaya başladı. Çok şükür ki üniversitede babamın kızına olan sevgisi, geleneklerin baskısını aştı. ‘Kızım yapıyorsa doğrudur’ diye kocaman kahkahalar atardı.”
BİTMEYEN ENERJİ ‘KIZ NEŞESİ’
1- Coşkun Sabah, Türkiye’nin zamansız ünlülerinden biri… Dinamik yapısından kendinin kaç yaşında olduğunu kestiremediğiniz gibi müzikleri öyle kült hale gelmiş ki tek bir döneme sığmıyorlar. Yaşam öyküsü de dolu dolu… Birlikte önce 1950’lerin Diyarbakır’ına gidiyoruz… Sabah, şehrin tarihi Sur ilçesinde, 150 yıllık, siyah taş evlerden birinde esnaf bir baba ve ev hanımı bir annenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geliyor. Baba tarafı Elazığlı… Babası Tekin Bey, henüz 15 yaşında şehrin meşhur Değer Eczanesi’nde çıraklık yapmak üzere Diyarbakır’a geliyor. Burada kentin eski ve varlıklı ailelerinden birinin kızı olan Roza Hanım ile evleniyor. Kariyerine terzi olarak devam ediyor. Sabah, yedi yaşındayken maaile, dede, nene, anne, baba ve iki çocuk, şehrin dışına inşa edilen ve ‘Yeni Diyarbakır’ denen ‘Emlak Bankası Villaları’na taşınıyorlar. Burada onlara üçüncü kardeşleri katılıyor.
“Yeni şarkıyı yazın bestelemiştim. 9 Şubat’ta çıkacaktı. Deprem sebebiyle erteledik. Hâlâ yaraları sarmaya çalışıyoruz. Müziğimiz de bir terapidir. Müzik dünyası yavaş da olsa ayaklanmaya başladı.” Fotoğraf: Murat ŞAKA
UD, KEMAN, DARBUKADA BÜLENT, COŞKUN, TAŞKIN
Sabah, “Çok güzel bir çocukluk geçirdim” diye başlıyor anlatmaya: “O zamanlar Pirinçlik’te NATO üssü vardı. Üssün müdürü Mr. Freddy komşumuzdu. İlk Coca Cola’yı, meyve sularını, ‘cookie’leri orada hiç kimse görmezken biz gördük. Gelen bütün erzaklardan nemalandık. Onlar da bize dolma yemeye gelirlerdi.” Ancak asıl hareket akşamları oluyormuş. Sabah, “Diyarbakır’ın yerlisi, çok asil komşularımız vardı; Pirinççioğulları, İnceoğulları, Hamzaoğulları… Onlarla akşamları fasıllar düzenlenirdi. Babam amatör udiydi. Biz üç kardeş; Bülent, ben ve Taşkın hepimiz müziğe darbukayla başladık. Sonra cümbüş ve kemanla devam ettik. Ben 9-10 yaşlarımda elime cümbüşü aldığım ilk gün çaldım. Akşam fasıllarda, büyüklerimizin arasında enstrümanları dönüşümlü kullanırdık. Müzikleri duyduğumuz kadarıyla öğrendik.”
SENE 1964 - Sabah kardeşler Diyarbakır’da
ZEKİ MÜREN PLAKLARINI ÇALMAKTAN İĞNE AŞINDI
1- Türkiye bir kültürel miras ve tarihi eser cenneti… Bugün üzerinde oturduğumuz topraklarda, bizden önceki medeniyetlerden izler taşıyan yapılarla yaşıyoruz. Peki bu kültürel hazineye iyi bakıyor muyuz? Doğru restorasyon nasıl olur? Eski veya yıkılmış bir eser yeniden yapıldığında yine ‘tarihi’ midir? Depremle yok olan tarihi yapılar yeniden nasıl yapılacak? Hem bu soruların cevaplarını almak hem de kendi hikâyesini dinlemek üzere restorasyon ve mimarlık tarihi alanlarında ülkemizdeki en saygın isimlerden Prof. Dr. Zeynep Ahunbay ile buluştuk… Halen Ayasofya Bilim Kurulu üyesi olan Ahunbay, şu aralar Kız Kulesi’nin restorasyon projesinde de çalışıyor. ‘Kayıp kule’nin akıbetiyle ilgili açıklamaları ondan dinlemiş ve rahat etmiştik. Güncele gelmeden, önce onun kendi geçmişinde bir yolculuğa çıkıyoruz...
BEŞ KARDEŞ BEŞ FARKLI ŞEHİR
Hikâyesi 1946 yılında Ordu’nun Ünye ilçesinde başlıyor… Zeynep Hoca, hâkim bir baba ile ev hanımı bir annenin ilk çocuğu olarak ‘Zeynep Nayır’ adıyla dünyaya geliyor. Aile Ünyeli ama babanın görevi sebebiyle çocukluğu boyunca sürekli şehir değiştiriyorlar. Öyle ki kendisinden sonra dünyaya gelen dört kardeşin her biri başka yerlerde doğuyor; sırasıyla Yenice (Çanakkale), Terme (Samsun), Zara (Sivas) ve dört kız çocuktan sonra gelen en küçük erkek kardeş Giresun’da… Ahunbay, ilkokula Zara’da başlıyor. O dördüncü sınıftayken babası Giresun’a tayin oluyor. İlkokulu orada bitirdikten sonra yeni bir tayinle ortaokula Samsun’da devam ediyor.
İSTANBUL’UN GÜZELLİKLERİNE TAYİN
Liseden sonra tayin bu sefer kendisine çıkıyor! Ailesi yabancı dil öğrenmesini istiyor. İstikamet İstanbul oluyor. Yatılı olarak Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne (bugünkü Robert Kolej) yazılıyor. Devamını Ahunbay’dan dinleyelim: “Babam doktor olmamı istiyordu. Fen ve matematik derslerim kuvvetliydi ama sanata da merakım vardı. Lise ikinci sınıftan itibaren bu iki alanı birleştiren ‘mimar-mühendislik’ mesleğini istedim.” Okulun bulunduğu çevrenin de ilham verici olduğunu anlatıyor: “Arnavutköy zaten tarihi bir yer. Okulumuz Anadolu yakasındaki yalılara, Kuleli’nin, Çengelköy’ün olduğu pitoresk bir manzaraya bakıyordu. Boğaz’ın bozulmamış hali çok etkileyiciydi. Okulun Plato adlı yeşil alanı da Bebek ve Anadolu Hisarı’nı gören, geniş perspektifli bir yerdi. Hafta sonları da Tarihi Yarımada’ya, Beyoğlu’na sinemaya giderdik.”
SENE 1965:
1- Hikâyesi 1959 yılında Ankara’da başlıyor… Prof. Dr. Yankı Yazgan, Altı Nokta Körler Derneği ve Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı’nın (TÜRGÖK) kurucularından, hukukçu Gültekin Yazgan ile Tülay Yazgan’ın ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Baba Gültekin Yazgan, doğup büyüdüğü Aydın’da ilkokulun son sınıfını okurken bir oyun kazası sonucu gözlerini kaybediyor. İzmir’de Şemsettin Görenel’den aldığı özel derslerde Braille yazısını öğreniyor. Ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirme sınavlarıyla 1948’de tamamladıktan sonra girdiği Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni 1952’de birincilikle bitiriyor. Serbest avukatlığın yanı sıra körler okulunda İngilizce öğretmenliği yapıyor. 1955 yılını İngiltere’de engellilerin eğitim ve iş olanakları üzerine incelemelerle geçiriyor. 1958’de evlendiği Tülay Hanım’la ilk çocukları Yankı henüz bir yaşına basmadan, dönemin politik karışıklığından yılarak ailenin geri kalanının olduğu İzmir’e yerleşiyorlar. Anne Tülay Hanım, hukuk fakültesindeki kaydını İzmir İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ne aldırıyor. Yazgan, “Dolayısıyla, benim küçük çocukluğum evden çok üniversite kantinlerinde geçti!” diye ekliyor.
BORDO CEKET UĞRUNA...
Baba Gültekin Bey, bir yandan kendi avukatlık bürosunda çalışırken akşamları da ticaret lisesinde öğretmenlik yapıyor. Aileye 1966 yılında küçük kardeş Çağrı ekleniyor. Yazgan, “Rahat bir çocukluk geçirdim” diye anlatıyor: “1960’ların özgürlükçü, demokratik bir sistemin kurulmaya çalışıldığı, aydın olmanın önemsendiği iyimser atmosferinde, ebeveynlerin de bu döneme paralel bakışıyla, biraz kendi kafasına göre hareket edebilen bir çocuktum. İzmir Müdafaayi Hukuk İlkokulu’ndaki sınıf arkadaşım Uğur’un evinde, ağabeyi Ömer’in bordo renkli, şık okul ceketini görüp hayran kalmıştım. Bu ceketi giyebilmek uğruna, annem-babamdan habersiz, formlarını kendim doldurarak İzmir Koleji (bugünkü adıyla Bornova Anadolu Lisesi) sınavlarına başvurdum. Sonrasında Ankara’daki Fen Lisesi’ne gidene kadarki dört yılı burada geçirdim. 13-14 yaşlarımda ‘Dünyada başka neler var?’ sorusunun peşinde, içime bir bulunduğum yerden çıkıp gitme arzusu geldi. Ankara’daki Fen Lisesi’nin ve İstanbul’daki Robert Kolej’in sınavlarına girdim. Babam ücretini daha makul bulduğu Fen Lisesi’ne gitmemi daha uygun buldu. Orada yatılı okudum.”
SENE 1963: Çocukluk...
BABAMIN GÖZLERİ OLDUM
Yazlarını da ilkokul ikinci sınıftan başlayarak babasının avukat yazıhanesinde ‘kâtiplik’ yaparak geçiriyordu. Yazgan, “Babam görme engelli olduğundan gazetelerden hukuk dokümanlarına her türlü yazıyı ona ben okurdum. Dışarıda da babamın bastonu gibi olurdum; onu yürütürdüm, alışverişe giderdik… Bir nevi gözüydüm. Bu sayede yaşam kültürünü olması gerekenden daha hızlı öğrendim. Örneğin daha ikinci sınıfta marulla kıvırcık salata arasındaki farkı bilirdim! Babam da motive edici ve örnek alınası bir patrondu.”
Onu geçen ay boyunca ekranlarda fay hatlarını, deprem riski olan bölgeleri, jeolojik bilgileri paylaşırken izledik. Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Bölümü Dekanı Prof. Dr. Ersoy, önceki gün Hatay’daydı. Bu, onun için diğer saha çalışmalarından farklıydı çünkü büyük depremin yıktığı yerler bizzat kendi memleketiydi…
1- ŞOKE OLDUM, DONDUM KALDIM
Şükrü Hoca, söze “Aslında gidince ne göreceğimi az çok tahmin ediyordum çünkü oranın zafiyetlerini biliyordum; yapı stokundaki kötü durumları, yıkılabilecek binaları öngörebiliyordum ama…” diye başlıyor: “Şoke oldum, dondum kaldım… Pek çok yakınımı kaybettim; yaralananlar vardı… Antakya hayalet şehre dönmüş. Yıkılan binaların, köprübaşında künefe yediğimiz yerin, eski müzenin, Hatay Devleti’nin meclis binasının önceki halini düşünüp mahvoldum. Son 40 yılın en büyük depreminin olduğu Endonezya’ya da gitmiştim ama buradaki gibi beni etkileyen görüntüyü başka hiçbir yerde görmedim. Hafızam ölene kadar silinmeyecek görüntüler dolu…”
ANADOLU’NUN ÇARŞI KÜLTÜRÜ
Şükrü Hoca, “Hem İskenderun hem Antakya caddelerinde gördüğüm şey şu ki, işyerlerinin olduğu tüm apartmanlar yıkılmış” diye devam ediyor: “Önemli can kayıpları bundan kaynaklanıyordu. Aslında apartmanların altına işyeri yapmak eski Türk kültüründe yok. Bu sonradan rant olsun diye yapılmış bir şey. Bizde çarşı kültürü vardır. Çarşıya gidersin, alışveriş yaparsın, sosyalleşirsin… Ben Hataylıyım. Hatay’da bu kültür çok gelişmiştir. Antakya’da evde gece yarısı canınız künefe istediğinde gidip çarşıda yiyebilirdiniz. Bu kültürü korumamız gerekiyordu… Kırıkhan’a baba evine gittiğimde çok hislendim, çok kötü oldum çünkü o dönemdeki güzel anlarım aklıma geldi. Kaybettiğim yakınlarım, komşuluk ilişkilerim aklıma geldi.” Burada güncele biraz ara verip Şükrü Hoca’nın anılarına ortak olduk, hikâyesine uzandık.
KIRIKHAN’DA MEYDANA GELMİŞİM
1- Aslında ikimizin de eski albümleri karıştırası yoktu… Kasvetli bir İstanbul gününde buluştuğumuzda hava kurşun gibi ağırdı. Kahramanmaraş merkezli depremlerde yaşamını yitirenlerin sayısı 40 bini geçmişti. Yüz binlerce insan yaralanmış, evsiz kalmıştı… Türkiye’nin duayen mimarlarından, hocaların hocası Doğan Tekeli’yi aradığımda amacım biraz dertleşmekti… Tekeli, 70 yılı geçen meslek hayatında 120’den fazla yapıya imza atmış, İTÜ Mimarlık Bölümü’nde hocalık ve Mimarlar Odası Başkanlığı, Ağa Han Mimarlık Ödülleri’nde jüri başkanlığı yapmış kıymetli bir isim. En meşhur eserleri Rumeli Hisarı düzenlemesi, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı (İMÇ), Emin Onat mezarı, Hazine Müsteşarlığı, Halk Bankası Genel Müdürlüğü, Antalya Havalimanı, İş Bankası Genel Müdürlüğü ve Sabiha Gökçen Uluslararası Havaalanı Yeni Terminali… Bir süre sessizce birbirimize baktıktan sonra Doğan Bey, “Ah efendim, nereden başlasak ki…” dedi. Bir yerden başlamak lazımdı… 1930’lardan başlamaya karar verdik.
PARA BULDUKÇA KİTAP ALIRDIK
Doğan Tekeli, 1929 senesinde Isparta’da maliye memuru bir baba ile ev hanımı bir annenin ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Aile kuşaklar boyu Ispartalı. Dedesi Faik Tekeli hattat ve mektep hocası. Babaannesi de kentin tanınmış ailelerinden, ‘Çebiş Evi’nin kızı… Babasının işi sebebiyle o dört yaşındayken önce Ankara’ya, sonra İstanbul’a ve en son Tekeli’nin çocukluk ve gençliğini geçireceği İzmir’e taşınıyorlar. Son duraklarında onlara evin küçük oğlu, daha sonra ağabeyi gibi alanında meşhur olacak olan İlhan (Tekeli) katılıyor. Aile ‘İkinci Karantina’ denen bölgede yokuş üzeri iki katlı bir eve yerleşiyor. Doğan Bey, mutlu bir çocukluk geçiriyor. Büyük merakının okumak olduğunu, para buldukça Kemeraltı Çarşısı’ndan kitap aldıklarını anlatıyor.
SENE 1930: Anne Saliha Hanım ve baba Talat Bey ile...
ÖĞRETMENLER VALİLER KADAR MEŞHURDU
Başarılı da bir talebe. Ortaokuldan sonra not ortalaması iyi, parlak öğrencilerin kabul edildiği İzmir Atatürk Lisesi’ne devam ediyor. Tekeli, “İyi yetişmiş öğretmenlerimiz vardı” diye anlatıyor: “Edebiyatta, felsefede, astronomide… Fizik ve kimya hocalarımız Sorbonne mezunlarıydı. Bunlar Atatürk’ün yurtdışına eğitime gönderdiği öğrencilerdi. Atatürk Lisesi laboratuvarlarıyla bir üniversiteden farksızdı. Öğretmenler şehirde vali kadar ünlüydü! Bütün aileler, ‘Halil Hoca ne demiş?’ diye bakardı.” Başarılı talebelerin de yüksek öğrenim için tek bir istikameti oluyordu; İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ)… Tekeli, 1947 senesinde kendi lisesinden İTÜ’ye kabul edilen dört öğrenciden biri oldu. Mimariyi neden seçtiğini şöyle anlatıyor: “Sosyal derslerim de iyiydi ama İTÜ için mahalle baskısı vardı. Bari içinde biraz felsefe de olur diye Mimarlık Fakültesi’ne karar verdim.”
1- Zeydan Karalar, 1958 senesinde Adana’nın Yüreğir ilçesinde 10 çocuklu bir ailenin ferdi olarak, iki katlı ahşap bir evde dünyaya geliyor. Adres hâlâ aklında; 1054 sokak, 14 numara! Karalar, o dönemlerin Adanasını, “Çamurun, tozun daha çok olduğu büyük bir ‘köy’ görünümündeydi. Şehirleşme az, mahallelilik ve feodal ilişkiler daha yoğun, yardımlaşma olağanüstü yüksekti. Çok yoksulluk vardı ama biz ailelerimizle arkadaşlarımızla mutluyduk” diye tarif ediyor. Bu koşullar içinde çocukluğunun bir kısmı boş arazilerde arkadaşlarıyla oyunlar oynayarak, diğer yarısıysa ailesine geçim için yardım ederek geçiyor. Babası Kamil Bey bir mezbahada kasap olarak çalışıyor. Annesi Güllü Hanım ise kışın ev kadını olarak evi idare ederken yazın hasat zamanında da pamuk toplamaya gidiyor. Okulların tatil olduğu dönemde bütün aile ona eşlik ediyor.
DÜNYANIN EN YORUCU İŞİ
Karalar, “Ben yaşamımı pamuk tarlasında başlar hatırlıyorum” diye anlatıyor: “Kamyon gece saat üçte evin önüne çekiliyor. Yatak, yorgan, döşek, yastık, zahire, bulgur hepsi kamyona yükleniyor. Biz de doluyoruz çoluk çocuk… Tarlaya gece ulaşırdık. Gün ağarır ağarmaz annem pamuk toplamaya başlar, biz onun dibinde gezerdik. Bir ay tarlada kalırdık. 50 derece sıcağın altında pamuk toplamak dünyanın en yorucu işi… 100 kilo pamuk toplamak da maharetli kadınların işiydi. Annem onlardan biriydi. Ben de herhalde tez canlılığımı ondan almışım. Annemle babamdan aldığım ders; teslim edilen mala sahip çıkmak, doğru ve dürüst davranmak... ” Aile, bütün çocukların meslek sahibi olmasını istiyor. Karalar’ın da pamuk hasadı sırasında yıldızların altında uyudukları gecelerden itibaren tek hedefi oluyor; okumak…
GENÇLER RAHATINA DÜŞKÜN