Geçen hafta yapılan NATO toplantısının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu hafta Körfez ülkeleri ve Kıbrıs ziyaretleri vardı. Diğer tarafta Avrupa Birliği ve Rusya-Ukrayna müzakereleriyle ilgili gelişmeler var. Bir yandan da yarın Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi sayılan Lozan Anlaşması’nın imzalanmasının 100. yıldönümü. Bilgi Üniversitesi eski rektörü, Emeritus Profesör Dr. İlter Turan’ın kapısını çaldık. Hem eski albümlerini karıştırdık hem de dünya gündeminin sıcak konularına eğildik.
Fotoğraf: Murat ŞAKA
1) Hem havanın hem de uluslararası gündemin çok sıcak olduğu bir günde buluştuk… Bilgi Üniversitesi eski rektörü, Emeritus Profesör Dr. İlter Turan’ın kapısını aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu belgesi Lozan Anlaşması’nın yıldönümü vesilesiyle çalmıştım.
Duayen siyaset bilimci Turan’la dünya tarihinde yolculuk edelim istedim; Lozan Anlaşması neden önemlidir, dünyanın seyrini değiştiren en önemli olaylar nelerdi, değişmez siyaset kuralları var mıdır, tarih tekerrürden mi ibarettir, siyasette teoriyle pratik ne kadar örtüşür? Peki ya önümüzdeki günlerde bizi neler bekliyor? Siyaset öğretilebilir bir konu mudur? Kendi bu işlere nasıl girdi? Son soruyla başladık; zira onun kendi hikâyesi de pek çok uluslararası olayı barındırıyor!
Sene 1942/ Sene 1959 ABD’de öğrencilik
MİLLİ KÜTÜPHANENİN EN ÇALIŞKANI
1- Geçen nisan ayında çıkan son kitabının adı: “Ağaçname- Sen ne güzel bir ağaçsın!” Uluslararası üne sahip çizerimiz Selçuk Demirel, Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan kitabının girişinde kitabı şöyle anlatıyor: “Ağaçlara hep büyük bir hayranlık duymuşumdur. Heybetli gövdeleriyle kollarını açmış, bizi kucaklayacakmış gibi bekleyen, gündüz başı bulutlarda, gece olunca da bizim için yıldız toplayan ağaçlar...
Selçuk Demirel’in çocukluğundaki ağaçlardan ilhamla Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan son kitabı; Ağaçname
Çocukluğumun ilk altı yılını geçirdiğim Artvin’deki bahçemizdeki ağaçları tek tek hatırlıyorum. Bu ağaçlar benim düşünce dünyamda yaşamlarını sürdürüyor.” Kitaptan yola çıkarak, Paris’te yaşayan Demirel’den bizi eskilere götürmesi, onu bugünlere getiren yolculuğu anlatması için aradım. Sorularıma cevaben, insana kendini bir Selçuk Demirel çizimine bakmış gibi sıcak hissettiren, el yazısıyla yazılmış 20 sayfalık bir mektup geldi…
SENE1955 - “Babam ve ben”
MÜSTAKİL EVDE GENİŞ AİLE
Hikâyesi, kitaba ilham veren Artvin’de başlıyor: “1954 yılında doğdum. Osman Dedem, Melek Babaannem ve iki halamla birlikte yaşıyorduk. Altı dönümlük bahçesiyle bu küçük, iki katlı evi çok genç yaşta evlenince dedem satın almış. Annem ve benden bir buçuk yaş küçük kardeşimle üste katta, diğer aile üyeleri alt katta oturuyorlardı. Babamın muhtelif meslekleri vardı; Artvin’deki ender şoförlük ehliyeti olanlardandı. Güzel yazısı vardı. Tabelacılık da yapıyordu. Altın varaklı tipografiler yazdığını hatırlıyorum. İki elini aynı oranda kullanabiliyordu. Sağ eliyle soldan sağa doğru yazarken sol eliyle de aynı metni sağdan sola doğru tersten yazabiliyordu. Aynaya tutarak okuyabiliyorduk. Bazen mektup olarak da gönderirdi. Bu mektuplara; ‘Aynalı mektuplar’ diyorduk.
SENE1965 - “1958-1959 yıllarında Erzurum’da yaşadık. Erzurum denilince evlerin çatılarında koşturduğumuzu, uçurtma uçurduğumuzu, hatta çok büyük uçurtmanın ipini tuttuğum için uçtuğumu hatırlıyorum!”
1- Çanakkale’nin yaklaşık 40 kilometre ötesindeki Troya Antik Kenti’nin içinde 90 yıllık bir yapıdayız… Karşı tepede milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un ‘İstiklal Marşı’ için yazdığı ‘Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı’ dizeleri yazılı. Bir yüzyıl önce büyük Çanakkale Savaşları’na sahne olan bu topraklarda, bundan 3 bin yıl önce de, dünyanın en meşhur yazarı Homeros’un İlyada Destanı’nda anlattığı Troya Savaşı’nın yaşandığına inanılıyor. Troyalı Paris, Sparta Prensesi Helena’yı gerçekten kaçırmış mı? Troya kahramanı Hektor ile Akha (Yunan) kahramanı Akhilleus bu duvarların önünde karşı karşıya gelmiş mi? On yıl süren savaş, Akha askerlerinin tahta bir atın içine saklanıp Troya’yı içten fethetmesiyle mi son bulmuş? Mevcut prehistorik arkeoloji bu sorulara henüz net cevap bulamıyor.
HER DAİM POPÜLER
Ancak Troya hikâyeleri, geçen binlerce yıldır popülaritesini hiç kaybetmediği gibi 2018’de açılan Troya Müzesi’yle ören yerindeki kalıntılar ve buluntular somut hale geldi. Karşımızda kazı başkanı Prof. Rüstem Aslan oturuyor. Elinde yeni yazdığı, Homeros Araştırma Enstitüsü’nün yayınladığı ‘Troya’ya Yolculuk’ kitabı var. Söze, “Çanakkale Boğazı ve Troya dünyanın en önemli destinasyonlarından birisi. İkonik bir yer” diye başlıyor: “Son bin yılda 300’den fazla seyyah buraya gelmiş. Tabii bunların en eskisi Homeros…” Tabelası yok; onca seyyah burayı nasıl buluyor? Troya Antik Kenti’nin kendi hikâyesi, en az Homeros’un anlattığı savaş kadar heyecanlı bir macera barındırıyor. Biz iyisi mi önce üstüne bastığımız toprağı tanıyalım, buranın tarihini dinleyelim.
2004 yapımı Troy filmindeki dev Truva atı, Çanakkale’de sergilenmişti.
Kaçırılmış eserlerle ilgili: “19. yüzyıla ait bu sorunu hukuki olarak çözmenize imkân yok. Ancak etik baskıyla olabilir. Avrupa müzeleri geçmişleriyle yüzleşmeye başladı. Dünyanın dört bir yanına dağılmış Troya buluntularının dönebilecekleri bir Troya Müzesi var artık. Eserler bulundukları yerlerde sergilenmeli, ziyaretçiler de bunu talep etmeli.”
SEYYAHLARIN GÖZDESİ
Prof. Aslan anlatıyor: “Troya, diğer adıyla ‘Troia/İlion’ bir Tunç Çağı kenti. M.Ö. 3 binlerden Geç Roma Dönemi’ne pek çok kez yıkılıyor; son iki büyük deprem M.S. 500’lerde oluyor. Bu yıkımdan sonra önemini kaybediyor ve bir daha yapılmıyor. Hıristiyanlık’ın baskın din haline gelmesiyle pagan kentlere ‘rağbet’ azalıyor. Ancak Troya’nın Biga’da olduğu hiçbir zaman unutulmuyor. Heredot ve Strabon gibi bütün antik yazarlar Troya Savaşı’nın kesin olduğuna inanıyor. Tartıştıkları, zamanı ve nasıl olduğu… 1200’lerde bizim arkeolojide Karanlık Çağ dediğimiz birkaç yüzyıl oluyor. Troya, sekizinci yüzyılda, yani meşhur savaştan 500 yıl sonra, Homeros’un destanlarıyla yeniden ortaya çıkıyor. Onu takiben bütün seyyahlar Troya’nın bu bölgede olduğunu yazıyor. 20. yüzyıldan itibaren Troya’yı bulmak ümidiyle bölgeye seyahatler yapıyor.”
Söyleşi için tam randevulaştığımız saatte bizi Etiler’deki evinin kapısında karşılıyor. Daha uzaktan üzerindeki yıldız enerjisini hissediyorsunuz. Türkiye’nin ilk altın çocuğu, Türk sinemasının büyük ismi Göksel Arsoy’la beraberiz… Sohbete, “Benim hayatım hep tesadüflerle dolu! Enteresan bir hayat yaşadım” diye başlıyor. Doğum yeri Kayseri Tayyare Fabrikası! Yaşını hiç göstermediğinden paylaşmakta sakınca yok; 1936’da mühendis Remzi Bey ile Hesna Hanım’ın ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Anne tarafı aslen Giritli. Babasının ailesiyse Drama’dan gelmiş. İki mübadil ailenin çocukları, Bakırköy’de tanışıp evlenmişler.
Peki Arsoy neden ve nasıl Kayseri Hava Üssü’nde doğmuş? Cevabı: “Kayseri’de tayyare fabrikası yapılırken dizel motorlarının montajı için bir dizel ustası mühendis arıyorlar, bulamıyorlar. O fabrikayı Almanlar yapıyormuş. Baş mühendis, ‘Almanya’da bir Türk bu dizel motorlarının uzmanı, onu getirtelim’ diyor. Devlet harekete geçiyor ve o sırada Almanya’da çalışan babamı vatan, millet diye Türkiye’ye getiriyorlar. Annemle beraber Kayseri’ye geliyorlar.”
Zeynep Bilgehan - Göksel Arsoy / Arsoy: “Bayramınızı muhabbetle kutlar, sağlık ve huzur içinde yaşamanızı dilerim.”
HEP PİLOT OLMAK İSTEDİM AMA…
İsminin bunda etkisi olmuş mu bilmiyoruz ama çocuk Göksel doğduğundan itibaren göklere, aralarında bulunduğu havacılara, pilotlara âşık oluyor. Arsoy, “Hep öyle büyüdüm, o hayalle yaşadım” diye anlatıyor: “Pilotlar beni çok sevdiklerinden, havacılık aşkımı da bildiklerinden beni sürekli uçuruyorlardı! Ben hep pilot olmak istedim. İlkokulun bir kısmını Bakırköy’de okuyup ortaokulu Kayseri’de tamamladıktan sonra leyli olarak Haydarpaşa Lisesi’ne geldim. Ancak sonrasında Hava Harp Okulu’na gitmek istediğimi söyleyince evde kıyamet koptu… Ailem beni bırakmayınca çok üzüldüm. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni kazandım.”
1) Sene 1927… 14 Haziran gününün Hakimiyet-i Milliye gazetesi, birinci sayfasından okurlara şu haberi veriyordu: “Cuma günü at yarışları daha parlak oldu… Bayramın birinci günü şehrimizde icra olunan at yarışları ikinci hafta koşularının, emsaline çok faik bir alaka ve rağbetle karşılandığını memnuniyetle kaydedebiliriz. Tribünler kâmilen dolmuştu. Koşular tam on beşte başlayacaktı. Saat on beşe beş kala Büyük Reisicumhurumuz Gazi Paşa Hazretleri koşu mahalline teşrif ettiler.” Cumhuriyet’in ilanından sonra bugünkü ‘Türkiye Jokey Kulübü’nün temellerini atan ‘Yarış ve Islah Encümeni’yle Batı’daki gibi bir ‘derbi’ koşusunun olması isteniyordu. 10 Haziran 1927’de Ankara’daki ‘Tayyare Meydanı’nda düzenlenen ilk Türk ‘derbi’sini Şekerci Ali Muhiddin Hacıbekir’in ‘Neriman’ isimli atı kazandı. Atatürk’ün, birçok spor dalına ilgi duymasına karşın kendi isminin verilmesini istediği ilk etkinlik bu oldu; Gazi Koşusu…
Fotoğraf: Murat ŞAKA
ATLARIN İÇİNE DOĞAN ÇOCUK
Cumhuriyet tarihinin en eski ve kesintisiz olarak sürdürülen spor etkinliklerinin başında gelen Gazi Koşusu, bugün 97. kez yapılıyor… Bu koşu neden önemli? Yarışı atlar mı kazanır, jokeyler mi? Favori atların özellikleri nelerdir? Bu soruların yanıtını almak için at yetiştiricisi, sahibi, Türkiye Jokey Kulübü Asli Üyesi ve 2002 yılı Gazi Kupası’nı havaya kaldırmış Selman Taşbek’le birlikteyiz. Önce onun hikâyesinden başlayalım… Taşbek, kendi deyimiyle, ‘Atçı bir ailenin çocuğu olarak atların içine’ doğuyor. Bu dünyaya ilk giren, Arnavut göçmeni olan babası Ali Taşbek. Selman Bey anlatıyor: “Babam 18 yaşındayken İstanbul’da at yarışına gidiyor. Sene 1950’ler… Oynadığı ikili tutuyor ve çok para kazanıyor. O zaman atlara ısınıyor ve ‘at antrenörlüğü’ yapmaya başlıyor. Hocası benim ‘Zeki Dede’ dediğim Türkiye’nin en eski amatör binicilerinden Zeki Sertol oluyor.”
Sene 1927/Atatürk ve İnönü, ilk Gazi Koşusu’nda...
SALINCAĞA DEĞİL ATA BİNERDİM
Önce kendi hikâyesiyle başlayalım… Türker İnanoğlu, 1936 senesinde Safranbolu’da Nazmiye Hanım ile tıp doktoru Hakkı Nevin Bey’in ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Onu ikiz kardeşleri Sezer ile Berker izliyor. Ne yazık ki Sezer’i üç aylıkken kaybediyorlar. Çocukluğu ve ilk gençliği İstanbul-Safranbolu arasında mekik dokuyarak geçiyor. İnanoğlu, “İkinci Dünya Savaşı yılları…” diye anlatıyor: “Türkiye savaşa girmemişti ama savaşan ülkelerin kıyısındaydı. Öyle ki zaman zaman Alman uçakları semalarımızda uçar, İstanbul’u bombalar diye herkes endişelenirmiş. Özellikle de geceleri… Tüm İstanbul’da uçaklardan korunmak için karartma uygulanırmış. Babam tıp doktoruydu. İstanbul’da muayenehanesi vardı. Bizi güvende olmamız için Safranbolu’ya göndermiş. O hastalarını bırakamadığı için İstanbul’da kalmış. Biz bir süre Safranbolu’da kaldıktan sonra döndük; sahibi olduğumuz Kanlıca’daki yalımızda yaşamaya başladık. 88 yıllık ömrüm işte bu yalıda geçti.”
İLK FAVORİ FİLMİ: RÜZGÂR GİBİ GEÇTİ
En büyük merakı futbol ve sinema. Özellikle Amerikan filmlerini izlemeyi seviyor; Rüzgâr Gibi Geçti, İhtiras Tramvayı… Bu filmin ünlü yönetmeni Elia Kazan’la yıllar sonra sette karşılaşacaktı! Futbol hayatı 19 yaşında başına yediği bir tekmeyle son buluyor. Liseden sonra şimdi Marmara Üniversitesi olan Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi Grafik Bölümü’ne giriyor. İnanoğlu, “Babam beni sık sık Taksim’e, İstiklal Caddesi’ndeki tiyatrolara, konserlere götürürdü. Gösterileri büyük bir zevkle izlerdim. Özellikle Ses Opereti, İstanbul Opereti binalarında sergilenen oyunlar bende unutulmaz izler bırakmıştır. Çocukluğumda da gençliğimde de güzel sanatların her dalına eğilimim vardı. Yükseköğrenim çağında en uygun seçim Tatbiki Güzel Sanatlar olacaktı” diye anlatıyor.
SENE 1936 Annesi Nazmiye Hanım’ın kucağında
‘YOSMANIN KIZI’NA ASİSTAN OLUR
Derken bir gün… Sene 1957… İnanoğlu üniversite ikinci sınıftayken telefon çalıyor. Arayan Kanlıca’daki komşu yalının sahibi Kadri Cenani Bey… Türker Bey’den dinleyelim: “Kadri Bey zaman zaman oturduğu yalıyı çekim için filmcilere tahsis ediyordu. Yine böyle bir ekiple randevusu vardı ama yetişemeyeceğini, benden kendileriyle ilgilenmemi rica etti. Gelenler Ozon Film’in sahibi Necil Ozon ve yönetmen Nişan Hançer’di. Bizim bahçede ağırladım. Laf lafı açarken bana bir teklifte bulundular; Nişan Hançer, Halk Film’in sahibi Fuat Rutkay’a ‘Yosmanın Kızı’ adıyla bir film çekiyormuş. Ona asistan olmak ister miydim? Aklım yatar gibi oldu…”
1- Yeni çıkan son kitabının adı ‘Ressamın İsyanı.’ Kendi hayatı da çocukluğundan itibaren isyan içinde geçmiş! Gündüz Vassaf’ı kısa bir ziyaret sırasında İstanbul’da yakaladık. Sohbete, “Geçmiş hortlamaya/arz-ı endam etmeye hazır ve nazır” diye gülerek başlıyor ve 1930’lu yıllara gidiyoruz…
Zeynep Bilgehan - Gündüz Vassaf
Hikâyesi psikolog Belkıs Hanım ile eşi psikiyatri doktoru Ethem Vassaf’ın eğitim için Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmesiyle başlıyor: “Annem İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitiriyor. Sonra, 1936 senesinde Harvard Üniversitesi’ne yüksek lisansa gidiyor. Psikoloji eğitimi alıyor. Yeni evlendiği babam da peşinden... Yola gereken parayı bulmak için bir ilaç icat ediyor. Onun lisansıyla ücreti karşılıyor. Amerika’da da çalışıyor. Birkaç yıl sonra tam memlekete döneceklerken 2. Dünya Savaşı çıkıyor. Deniz ulaşımı kesilince mecbur Amerika’da kalıyorlar. Gündüz de 1946 yılında Boston’da doğuyor.”
İLK İSYANIM ABD’YE OLDU
Aynı yıl Türkiye’ye dönüyorlar. Ancak yine tam bir yere yerleşemiyorlar. Vassaf anlatıyor: “İlkokulu bitirene kadar 10 okul değiştirdim. İlkokula Teşvikiye’de Işık Lisesi’nde başladım. Oradan Levent’e geçtik. Sonra babam çocukluk arkadaşı Adnan Menderes ile Demokrat Parti’den siyasete girerek milletvekili oldu ve Ankara’ya taşındık. Siyasette aradığını bulamayınca ben 11 yaşındayken ‘yeni bir sayfa’ için yeniden Amerika’ya döndük. Beşinci sınıfı Boston’da bitirdim. Babamın değişen işleriyle altıncı ve yedinci sınıfı da başka şehirlerde okuduktan sonra 14 yaşımda New Hampshire’da yatılı okula girdim. Ondan sonra bizimkiler taşınsa dahi ben kaldım. Yarım bursla okuduğum okul ABD’nin elit okullarından biriydi. Görünürde, hele o yıllarda ‘Amerika’da sınıf ayrımı olmaz, hemen herkes kendini orta sınıf olarak göstermek ister, zengin de fakir de kot, tişört giyer, kimin kim olduğunu anlamazsınız’ derler. Bunun hiç öyle olmadığını gördüm. Okula adım attığım andan itibaren herkes birbirini Yahudi, İtalyan, vs… diye damgalıyor, aksanlarla, şivelerle alay ediyordu. İlk isyanım burada başladı ve kendimi ayrıştırıp, ‘Yabancı Öğrenciler Derneği’ne üye olarak ‘beyaz’ ayrıcalığından çıktım.”
VAPURLA ANAVATANA YAKLAŞIRKEN
Üç yılın sonunda “Yetti gari!” diyor ve lise son sınıfı Robert Kolej’de okumak için aslında ilkokuldan beri gönlünün kaldığı ülkesine dönüyor. Vassaf, yıllar sonra Türkiye’ye döndüğü anı dün gibi hatırladığını anlatıyor: “Tek başıma gemideydim. Beni yabancı zannedip, ‘Türkçe’yi ne güzel öğrenmişsiniz’ diyenler vardı. Sarayburnu’nu geçerken bir gencin elime buruşuk bir kâğıt verdiğini hatırlıyorum; bir Nâzım Hikmet şiiri. O an yasakların da olduğu bir ülkeye geldiğimi anladım. Buna çok şaşırmıştım.” Okula girdiğindeyse bambaşka bir ortam bulmuş: “Amerika’daki okuldan sonra Robert Kolej bir özgürlükler diyarıydı. Amerika’daki ayrımcılığın da esamisi okunmuyordu. Farklı dinlerden, farklı şehirlerden, sonradan burslu olduğunu öğrendiğimiz farklı gelir gruplarından öğrenciler vardı ve hiçbir ayrım yoktu. Kim kimdir farkında değildik, merak etmiyorduk, hepimiz ahbaptık. Cumhuriyet’in mayasının tuttuğunu orada gördüm. Boş zamanlarda Beyoğlu’na gidiyorduk. Şehir kültürüyle orada tanıştım. Sene 1963’tü.”
1) Sene 1950’ler… İstanbul’un Fatih ilçesinde, iki katlı, sobayla ısınan, kâgir bir evdeyiz… Taş plaklı gramofondan müzik sesi yükseliyor; “Lüküs hayat, lüküs hayat. Bak keyfine yan gel de yat. Ne ömür şey, oh ne rahat. Yoktur eşin lüküs hayat” Ev ahalisi bir yandan günlük işleri yaparken bir yandan Cemal Reşit Rey’in 1933’te bestelediği operetin en meşhur şarkısını mırıldanıyor… Hayatlarının ‘lüküs’lükle pek ilgisi yok; orta halli bir aileler. Baba İbrahim Bey terzi. Anne Kübra Hanım ev hanımı. İki çocukları var, Gülnar ve Zihni… Küçük kardeşin çocukluğu bu melodiyi dinleye dinleye geçiyor… Tiyatroya meraklı babası onu genç yaşlardan itibaren bu tutkuya ortak ediyor. 17 yaşında Muammer Karaca’nın sahneye koyduğu oyunu bizzat izlerken hayal ediyor; “Ah keşke ben de bu müzikalde oynayabilsem…” Dileği, bundan 22 sene sonra ‘nasip’ oluyor. Hem de öyle bir nasip ki; müzikalin tam 28 sene değişmez oyuncusu oluyor! Tiyatromuzun usta oyuncusu Zihni Göktay ile beraberiz…
Fotoğraf: Levent KULU/Zihni Göktay ile eski albümleri karıştırdık.
KIRIM’DAN ROMANYA’YA ORADAN İSTANBUL’A
Göktay, “Efendim, biyolojik olarak 2 Aralık 1945’te, İstanbul’da Hoca Üveyiz Mahallesi, Kınalızade Sokak’ta, 29 numaralı evin zemin katında dünyaya gelmişim” diye başlıyor anlatmaya: “İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği yokluk yılları… Kömür karneyle veriliyor. Aile kış hakkı yarım ton kömürü almış. Ben doğunca yarım ton daha hakkımız oluyor. Bunu alabilmek için muhtar beni nüfusa 1 Ocak 1946 doğumlu diye kaydediyor. Ailem Kırım kökenli. 1883’teki Kırım Harbi’nden sonra Ruslardan kaçıp Romanya’ya yerleşiyorlar. Babam Paris’in meşhur terzilik akademisinin Bükreş şubesinde eğitim görüyor. Çok iyi bir terzi. Annemle evleniyorlar. Ablam orada dünyaya geliyor. Ancak 1939’da Hitler denen adam Polonya’ya doğru yürümeye başlayınca ‘Bize burada da rahat yok! İyisi mi anavatana gidelim’ diyorlar ve Köstence Limanı’ndan kalkan Transilvanya vapuruyla İstanbul’a geliyorlar. Önce bütün Kırım Türkleri’nin merkezi Şehremini’ye, sonradan Fatih’e yerleşiyorlar. Diğer akrabalar Eskişehir’e gidiyor ama babam mesleğini daha iyi icra edebileceği gerekçesiyle İstanbul’da kalıyor.”
Sene 1949-Zihni, 4.5 yaşında/Sene 1965-İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Tiyatrosu’nda
TİYATROYU SEÇMEM