1- Evinin kapısından girer girmez bir ‘diva ışığı’yla karşılaşıyorsunuz… Duvarlarda annesinin yaptığı rengarenk resimlerin asılı ol-duğu salonun ortasında kendi de bir tablo gibi duruyor. Zeliha Berksoy için bu yıldız ışığı bir aile geleneği; Cumhuriyet döneminin sanat simgelerinden opera sanatçısı Semiha Berksoy ile piyanist Ercüment Siyavuşoğlu’nun kızı olarak dünyaya geliyor. Hayatı bir tiyatro oyunu olsa… İlk perdenin adı ‘Semiha Berksoy’un kızı Zeliha’, ikincisininkiyse ‘Tiyatronun Brechtyen divası Zeliha Berksoy’ olurdu! Öyleyse perde açılsın… Sene 1946. Üsküdar’da yeni açılan Zeynep Kamil Doğum Hastanesi’nin kapıları bir hışımla açılıyor. İçeri meşhur opera sanatçısı Semiha Berksoy giriyor. Karnı burnunda, doğurmak üzere… Doktoru, bu meşhur anne adayının heyecanını yatıştırmak üzere “Aman Semiha Hanım sakin olun, siz en iyisi bir arya seslendirin” diyor. Berksoy, Tosca söyleyerek kızını dünyaya getiriyor.
Fotoğraf: Murat ŞAKA
İSİM BABASI NÂZIM HİKMET
Bebeğin ilk günleri Semiha Hanım ile Ercüment Siyavuşoğlu’nun Kadıköy’deki bahçeli evlerinde geçiyor. Komşuları Nâzım Hikmet’in annesi Ce-lile Hanım. Hapisteki oğluna bir mektupla dostları Semiha Berksoy’un doğum yaptığı haberini bildiriyor. Nâzım, cevaben çok mutlu olduğunu söyleyip, “Umarım bundan sonra Semiha kendini daha az beğenir” diyor. Bir de isim önerisi yolluyor: Türk köylüsünün adı; ‘Zeliha.’ Aileler, “Acaba Züleyha mı demek istedi?” diye sorunca ikinci mektup geliyor: “Hayır, Zeliha’dır.” Ve Zeliha’nın hikâyesi başlıyor. Burada kendi hikâyesine ara verip içine doğduğu aileyi anlatıyor: “Babamın ailesi 13 göbek geride Çavuşpaşa ahvadından geliyorlar. Benim de soyadım Siyavuşoğlu’ydu fakat Devlet Tiyatrosu’na geçince annem, babama ‘Avrupa’da adettir; tanınmışlık soyadı sanatta önemlidir’ deyince soyadım olarak Berksoy’u kabul etti.”
Zeliha Berksoy - Zeynep Bilgehan
SANATKÂR BİR AİLE
Anne tarafına gelince… Semiha Berksoy’un hikâyesini bir de kızından dinleyelim: “Annemin babası Ordinaryus Profesör Kemal Cenap Berksoy. Meşhur fizyoloji âlimi. Annesi Saime Hanım da çok sanatkâr bir kadın fakat 26 yaşında İspanyol gribinden haya-tını kaybediyor. Annem İstanbul Kız Lisesi’ni bitiriyor. Yaptığı resimleri Akademi’de Namık İsmail’e gösterince hemen ‘Kızlar Sınıfı’na alınıyor. Dârülbedâyi’nin açtığı Tiyatro Okulu’nun sınavını kazanıyor. Cemal Reşit Rey’in şan öğrencisi oluyor. 1934’te Atatürk’ün isteğiyle Ankara’da ilk opera sahneye konuyor; Özsoy. Atatürk onu Avrupa’ya gönderiyor. 1936’da girdiği Berlin Yüksek Müzik Akademisi’ni üç yılda bitirip Türkiye’ye dönüyor. O sırada konservatuvar henüz kurulmuş. Başlarında Carl Ebert var. An-nem opera sanatçısı olarak ona yardıma geliyor. 1941 senesinde Ankara Halkevi Sahnesi’nde Riyaseticumhur Filarmoni Orkestrası eşliğinde Tosca’nın ikinci perdesi sahneleniyor. Orada başrol oynuyor.”
SENE 1941 - İlk ‘Tosca’; İsmet İnönü, Semiha Berksoy, Carl Ebert, Cüneyt Gökçer, Mahir Canova, Ragıp Haykır, Ahmet Adnan Saygun
1- Sizin de sosyal medyanız zaman zaman çağdaş sanat sağanağı etkisi altına giriyor mu? Sonbahar, aynı zamanda sanat sezonunun açılışı demek… Türkiye’nin çeşitli yerlerinde pek çok yeni sergi açılıyor, bienaller, inisiyatifler, kültür yolları...
Etkinlikler, İstanbul’da bu ay başında 18. kez düzenlenen Türkiye’nin uluslararası çağdaş sanat fuarı Contemporary Istanbul ile başladı. Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen 67 galeri, 591 sanatçı ve 1537 esere ev sahipliği yapan fuarı altı günde 54 bin 500 kişi gezdi, 900’ün üzerinde eser satıldı. Sanat pazarının dünyadaki büyüklüğü 68 milyar doları buluyor. Türkiye de bu furyanın dışında değil. Çağdaş sanat hem bir yatırım aracı olarak hem de günlük hayatımızda yükselişte. 90’lardan bugüne çağdaş sanat koleksiyonu yapan Ali Güreli’nin renkli hikâyelerini dinlemek için kapısını çaldık.
ÇOCUKKEN ‘CİN ALİ’YDİM - “İlkokul lakabım: Cin Ali. Sonraki yıllarda ‘Sanatsever Ali Paşa’ oldu.”
HOLZMEISTER’IN YARDIMCISI MİMAR BABA
Ali Güreli, 1953 yılında Ankara’da İstanbullu mimar bir aileyle Ankaralı hukukçu bir ailenin buluşmasıyla dünyaya geliyor… Babası Muhittin Güreli, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni (TBMM) ve Ankara’nın başlıca kamu binalarını yapan Avusturyalı mimar Clemens Holzmeister’ın yanında tek Türk mimar olarak çalışırken annesi Semra Hanım’la tanışıyor. Hikâyeyi Ali Bey’den dinleyelim: “Babamın aile ağacı Osmanlı döneminin gerilerine gidiyor. Büyük, büyük dedem 16. yüzyılda Üsküdar’da yaşamış olan Aziz Mahmud Hüdayi. 1911 doğumlu olan babam, Güzel Sanatlar Akademisi’ni 1934’de bitirip Türkiye’nin ilk kuşak mimarlarından oluyor. 1940’ların sonunda TBMM’nin inşası için Prof. Clemens Holzmeister davet ediliyor. Babam, Holzmeister’in kapısını çalıyor ve TBMM mimari projesinde yer alma isteğini söylüyor ve projenin sonuna kadar görev alıyor. Bunun için Ankara’ya taşınıyor. Bu sırada annem Semra Ansay ile tanışıp, evleniyorlar. Annemin babası da Cumhuriyet’in ilk anayasasını yazmış hukukçulardan Ord. Profesör Sabri Şakir Ansay.”
FRANSIZCA YATILIDAN UCUZ KURTULDUM
Çocukluğu, babasının inşa ettiği Ankara’nın meşhur Gaziosmanpaşa Mahallesi’nde geçiyor. Güreli, “Dört kardeşin üçüncüsüydüm. İlk iki çocuk Ankara Koleji’nde Anglosakson kültüründe yetiştiğinden babam ilkokuldan sonra beni ve kız kardeşimi Fransız Okulu’na verdi. Ben bir anda Fransa’nın nehirlerini, öğrenmeye başladım! (gülüyor) Sonra yatılı olarak Galatasaray Lisesi’ne gönderilecektim ama boyum küçüktü. Babam ‘Ali yatılıda zorlanır’ derken Fransızca eğitim veren Tevfik Fikret Lisesi Ankara’da açılınca yatılıdan kurtuldum.”
Hasret sona erdi. Kısa bir aranın ardından Türkiye’nin en uzun soluklu dizilerinden Arka Sokaklar Kanal D’de ekranlara geri döndü. Sevenleri, ‘Rıza Baba’ karakterini canlandıran usta oyuncu Zafer Ergin’e kavuştu. Ergin, tam 18 yıldır bu rolü canlandırıyor; Rıza Baba, başkomiser olarak başladığı ‘Arka Sokaklar’ mesaisinde üçüncü sezondan dokuzuncu sezona kadar emniyet amiri olarak görev yaptı. Son dokuz yıldır da emniyet müdürü. Bu istikrarla yükselişte olan rolü canlandıran Zafer Ergin’in gerçek hayattaki prensipleriyle de son derece uyumlu! Zira, dizi setlerinde ‘Ankara’dan gelen adam’ olarak nam salan Ergin yaşamı boyunca hep “Her ne olacaksam onun en ilerisi olmak” idealinin peşinden koşmuş. Uzun soluklu Arka Sokaklar’dan önce tam 50 sene Devlet Tiyatroları’ndaydı! Gönlünün hâlâ tiyatroda olduğunu söyleyen Ergin’le eski albümleri karıştırdık… Kendi deyimiyle ‘hayatının ilk iki sezonu’nu dinledik.
İSİM BABASI REŞAT NURİ GÜNTEKİN
Zafer Ergin, ikisi de devlet memuru Tatar asıllı bir anne ile Makedonya göçmeni bir babanın iki çocuğundan ilki olarak Ankara’da dünyaya geliyor. Hangi sene? Gülerek, “1900 bilmem kaç! Hatırlamıyorum. İstersen 1950 yazabilirsin” diyor. Fiziksel görünüşüne bakacak olursak 1960 bile yazılabileceği konusunda hemfikir oluyoruz. Hangi günde doğduğu konusundaysa şüphe yok; 30 Ağustos. İsminin konmasının da çok özel bir hikâyesi var. Zafer Bey’den dinleyelim: “Annem Milli Eğitim Bakanlığı’nda Reşat Nuri Güntekin’in yanında çalışıyordu. Annem doğumdan sonra ona ‘Oğlan oldu, 30 Ağustos’ta doğdu, henüz isim koymadık’ diye haber vermiş. O da, ‘Herif ismiyle gelmiş zaten, ne düşünüyorsunuz?’ demiş ve ismimi Zafer koymuşlar.”
Zafer Ergin - Zeynep Bilgehan
AKIL BALİ OLDUĞUNDA…
Ergin çocukluğunu anlatmaya, “Eskilerin deyimiyle ‘akil baliğ olduğunda’ yani yaşamıma göz açtığımda…” diye devam ediyor: “Biraz hırçın bir çocuktum. Dediğim dedik, çaldığım düdük! Bütün öğrenim hayatım Ankara’da geçti. Anafartalar Caddesi’nde bahçeli, eski bir Ankara evinde otururduk. Her şeyi gözlemleyerek büyüdüm. Her şey dikkatimi çekerdi. Küçük yaştan itibaren, belki uzun boyumdan dolayı, hep lider pozisyonundaydım; okulda bayrağı bana taşıtırlardı filan… 10-11 yaşından itibaren tiyatro merakım başlamıştı. Hem okurdum hem de eve Karagöz takımı aldırmıştım. Yenimahalle’de üç katlı bir eve taşınmıştık. Alt katı boştu. Orada mahalledeki arkadaşlarımla beraber çocuklara Karagöz oynatırdık. Giriş iki buçuk kuruştu. Bilet koçanlarımız vardı. Mum yakıyorduk. Bir arkadaşım mandolin, diğeri tef çalıyordu. Ben de “Hay Hak” diye Karagöz oynatıyordum. Çok eğleniyorduk.”
Bunlar Prof. Filiz Ali’yi tanımlayan sıfatlardan birkaçı. O aynı zamanda Türk edebiyatının en önemli yazar ve şairlerinden, Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna gibi kült eserlerin sahibi Sabahattin Ali’nin kızı. Dün 85 yaşına basan Prof. Filiz Ali’yle eski albümleri karıştırdık; hayat hikâyesi Türkiye’nin edebiyat ve müzik tarihinde bir yolculuk yapmak gibiydi…
Fotoğraf: Levent KULU
1) Ayvalık’ta, her odasından müzik sesi gelen iki katlı, eski bir evdeyiz… Denizle bahçeyi buluşturan avlu yılın belli zamanlarında öğrencilerle hocalarını ağırlıyor, hem müzik yapılıyor hem sohbet ediliyor. Ev sahibi; bu yıl 25. yılını deviren Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin (AIMA) kurucusu Prof. Filiz Ali. Dün 85. yaşını kutlayan Ali’yi tanımlayan pek çok sıfat var; müzisyen, müzik bilimci, akademisyen, piyanist, profesör, yazar. Ve tabii Türk edebiyatının önemli yazar ve şairlerinden Sabahattin Ali’nin kızı. 11 yaşında babasını kaybettikten sonra yaşadığı trajediden, bugün yüzlerce öğrenci yetiştirmiş Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi kuruculuğuna kadar tüm hikâyesini dinledik, albümleri karıştırdık. Duygulanmadan dinlemek de anlatmak da zordu; aile öyküsüyle başladık.
Filiz Ali, Zeynep Bilgehan
CUMHURİYET’İN AKLI
Filiz Ali, 1937 yılında gazeteci-yazar Sabahattin Ali ile Aliye Hanım’ın tek çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya geliyor. Filiz Hanım, “Tipik bir Osmanlı karışımı” diye başlıyor anlatmaya: “Ailede Rumeli göçmenleri, Kafkasya’dan gelenler, Çerkezlik var, bir yan da Trabzon’un Of ilçesinden… Babam, yazdıkları sebebiyle girdiği cezaevinden 1933’te çıkıyor. ‘Sakıncalı’ olduğundan bir türlü iş bulamıyor. O zamanın, Cumhuriyet’in bir aklı var; her ne kadar bu genç adamın düşüncelerinden memnun değilse de değerini yadsıyamıyorlar. Babam da inatçı. Onu Almanya’ya gönderdiklerinden ‘Devlete borcumu ödemek istiyorum. Bana iş verin’ diyor. Sonunda Musiki Muallim Mektebi’nde Almanca hocası oluyor. 1935’te annemle evlenip Ankara’ya geliyorlar.”
1) Maviyle yeşilin buluştuğu muhteşem bir şehirdeyiz. Faaliyetler say say bitmiyor; sanat sergileri, cam atölyesi, çikolata markası çıkarmışlar, limanlara kruvaziyerler yanaşıyor, tekne üretiyorlar, dalgalardan enerji üretim çalışmaları yapıyorlar, fındık kabuklarını aktif karbona dönüştürüyorlar… Karadeniz’in incisi Ordu son yıllarda bir kültür ve sanayii devrimi geçirmiş. Detaylarını, şehir buluşmaları kapsamında Hürriyet Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan anlatmış, “Herkes fırsat bulur mu bilmiyorum ama Ordu’ya gelip de Hilmi Güler’le muhabbet etmemek olmaz. Hilmi Güler’in anılarını dinlemek, Ordu’da yapılacak en güzel 10 şeyden biri” demişti. AK Parti’nin kurucularından olan Ordu Büyükşehir Belediye Başkanı Hilmi Güler’i kamuoyu 2002-2009 yılları arasındaki Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı döneminden tanıyor. Biz sohbete daha geriden, çocukluğundan başladık…
Fotoğraf: Levent KULU
PASLI TENEKEDE MİDYE YAPARDIK
Hilmi Güler, 1949 senesinde Ordu’nun Taşbaşı Mahallesi’ndeki Menekşe Sokak’ta, deniz dalgalarının yamacına vurduğu bir evde Baha Bey ile İrfan Hanım’ın iki çocuğundan biri olarak dünyaya geliyor. Çocukluğu kâh deniz kenarında kâh onlarca çeşit meyvenin olduğu bahçelerinde geçiyor. Güler, “Çok mutlu bir çocukluktu” diye başlıyor: “Sokakta bilye ve futbol turnuvaları yapar, sahilde paslı tenekelerde midye pişirirdik. AR-GE’ye ilgim de o zaman başlamıştı; zeytinyağı ve ispirto gibi maddeleri karıştırıp icatlar çıkarırdım. Okumaya da meraklıydım. Babamın hem yazar çizerliği vardı hem muhasebeciydi. Çok güzel keman çalardı. Bizim aile siyasi görüş olarak iki parçaydı; babam Demokrat Partili, amcam CHP’liydi. Sofrada normal yemek yenemezdi, masadan kalkıp kitaplar karıştırılacak kadar derin fikir tartışmaları olurdu. Mahallede cami olmadığı için teravih namazları dedemin evinde kılınırdı. Atatürk’ün ilk dönem milletvekillerinden Avukat Hamdi Şarlan Bey Amca ile tarihi sohbetler yapılırdı. Ben limonlu çay dağıtır, merakla dinlerdim.”
Hilmi Güler, Zeynep Bilgehan
O ZAMANLAR NE YOL VAR NE KÖPRÜ
İlk soru; “Nasıl geçti bu 40 yıl yazar olarak?” Mario Levi, “Her şeyden önce büyük bir mücadeleyle” diye başlıyor: “Yazabileceğime inandığım en iyi yazıları, kitapları üretebilmenin uğraşıyla…1984’ten 2024’e elbette inişler, çıkışlar, fırtınalar, çok güzel ve çok kötü günler yaşandı. Yaşadıklarımın tümü yazdıklarıma güç verdi. 1980’den bu yana hep çalıştım. Birçok meslek icra ettim; gazetecilik, reklam yazarlığı, Fransızca öğretmenliği… Ama tüm yaptıklarım ve yaşadıklarım bir yana benim için en önemlisi, beni hayata bağlayan, çıldırmamı engelleyen şey hep yazmak ve yazmaya yüklediğim anlam oldu. Galiba bütün bunlardan yola çıkarak 40 yılın özeti; edebiyata adanmış bir hayat. Ben böyle hatırlanmak istiyorum.”
YALNIZLIĞIN ERDEMLERİ
Miladı Şalom gazetesinde 1984 senesinde yayınlanan ilk yazısı olarak veriyor ama mazisi daha eskiye dayanıyor. Bunun için takvim yapraklarını daha geriye saralım ve hikâyeyi en baştan dinleyelim… Mario Levi, 1957 yılında ev hanımı bir anne ile tüccar bir babanın tek çocuğu olarak Şişli’de dünyaya geliyor. Levi, “Tek çocuk olmanın yıllarca üzüntüsünü yaşadım” diye başlıyor: “Şimdi mutluluğunu yaşıyorum çünkü tek çocukların önemli bir özellikleri vardır; kendilerine yetmeyi öğrenirler. Yalnızlığı ve yalnızlığın erdemini bilirler. Bugün belki de Türk insanının en büyük eksikliklerinden biri yalnız kalamamaktır. Oysa yalnızlığın yaratıcı bir tarafı vardır.”
Zeynep Bilgehan - Mario Levi
FRANSIZCA ANNEANNE DİLİM
Çocukluğu kendi deyimiyle ‘İstanbul’un bugünkünden çok daha fazla kültürlü bir döneminde, çok daha fazla çok kültürlü bir bölgesi’ olan Şişli-Feriköy- Teşvikiye’de geçiyor. Levi devam ediyor: “Anne tarafım has İstanbullu. Anneannem ile dedem Fransız okullarında eğitim görmüş, hayatlarının bir dönemini Paris’te geçirmişlerdi. Evde Fransızca konuşulurdu. Dolayısıyla ben Fransızcayı evde bir ‘anneanne dili’ gibi öğrendim. Babaannem de bana atalarımızın İspanya’dan getirdiği 15. yüzyıl İspanyolcasını yani Ladino’yu öğretti. Fransızca, İspanyolca, Türkçe bedavadan gelince yabancı dilim sadece İngilizce’ oldu. Çok dillilik bir nevi aile geleneğimizdir.”
Müzik dünyasının kalbi İstanbul’daki Maksim ve Lunapark Gazinoları’nda atıyor. Dönemin yıldızları orkestralar eşliğinde, şık kıyafetlerle sahne alırken İspanya’dan gelmiş bir genç kız ortalığı karıştırıyor; farklı kostümlerle rock müzik icra ediyor, şarkılara danslarla müzikal havası veriyor. Haldun Dormen, onu “Sahnelere bir leopar düştü!” diye tanımlıyor... ‘Son Verdim Kalbimin İşine’, Türk pop müziğinin en klasikleşmiş şarkılarından… Bir ikonla, Seyyal Taner’le beraberiz...
Sene 1978/Bir afiş çekiminden.-Sene 1980'ler
1) Randevu yerimiz, 30 yıldır ikinci evi haline gelmiş olan Bodrum. Hem kıyafetleri hem de müzik tarzıyla ikon olan birinin ev hali nasıldı acaba? Seyyal Taner, denizden henüz çıkmış, ıslak saçları ve yazlık rahat kıyafetleriyle beni karşıladı. Hafif şaşırdığımı görünce gülerek, “Hayatımız son derece sade, sakin” diyor. Geçen yıl dostu, yapımcı Hakan Eren’in ısrarıyla ‘Elma’ ve ‘Armut’ isimli tekli parçalarını çıkaran Taner bugünlerde de üretim sürecinde… Neler yaptığını sorunca, “Yüzüyorum, yürüyorum. Arada bir de gitarı elimize alıp yeni fikirlerle şarkılar çıkarmaya çalışıyoruz” diyor: “İnsanlara hem umut hem de hayat şevki, can verecek şeyler olsun diye uğraşıyoruz ama içinde mutlaka bir eleştiri de oluyor. Eleştiriden ders çıkarıp daha iyiye yönelmek için... Daha temiz, doğaya saygılı, birbirimize daha özenli davrandığımız bir dünyanın özlemini kuruyorum. Bütün bu dertler çerçevesi içinde ‘Haydi eller havaya’ yapamıyorum.”
TILSIMLI MEZOPOTAMYA
Kendi hikâyesi 1952 yılında Şanlıurfa’da başlıyor. Taner, “Doğduğum yer Mezopotamya’nın tam göbeği” diye başlıyor anlatmaya: “Urfa çok tılsımlı, rahmanlı bir şehir. Anne tarafım Urfa’da arazileri, köyleri olan büyük bir aşiret. Annemin babası İsa Küsto isimli önemli bir ağa. Annemin annesi de Gaziantep’te önemli bir Bektaşi’nin kızıdır. Oradan mutasavvıf bir yönüm var. Babamsa Urfa’ya tayinle gelmiş bir subay. O da Kafkas kökenli Erzincanlı bir ailenin çocuğu. Annemle evleniyor ve İstanbul’a yerleşiyorlar. Ben, hasat dönemi olduğundan tesadüfen Urfa’da dünyaya geliyorum. Ancak babamın sürekli tayinleri sebebiyle annem üzülüyor ve evlilik devam etmiyor.” Taner, annesiyle birlikte İstanbul’da Şişli’den Beyoğlu’na, Kartal’dan Kadıköy’e çok çeşitli muhitlerde yaşıyor.
Seyyal Taner, Zeynep Bilgehan
Onu memleketi Mardin’deki AR-GE mutfağında, etrafı domates ve biber kasalarıyla çevrili bir kilerde yakaladım… Bu söyleşiyi yapmak için daha uygun bir yer olamazdı! Ebru Baybara Demir ismini ilk 2000’li yıllarda Mardin’de açtığı Cercis Murat Konağı’yla duymuştuk; turizminin henüz bugünlerdeki popülaritesinden çok uzak olduğu kentte bir kadın girişimcinin açtığı işletme dilden dile yayılmıştı. Aradan 20 yıl geçti. Bu kadın girişimci yalnızca restoranıyla değil sosyal sorumluluk projeleriyle de adını duyurmaya başladı. En son geçen haziran ayında gastronomi dünyasının en prestijli ödüllerinden ‘Basque Culinary World Prize’a değer görüldü. Bu ödül, sektör içinde ‘Gastrominin Nobeli’ olarak anılıyor. Peki gastronomide Nobel nasıl oluyor? İyi bir şef olmak yetiyor mu? Ebru Hanım, kendini kim olarak tanımlıyor; şef, işletmeci, girişimci? Gülerek, “Ben de kim olduğumu bu ödülden sonra keşfettim, ben bir sosyal gastronomi şefiyim!” diyor. Diğer soruların cevapları için önce hikâyenin başına gidelim.
BABAANNEM: AL SENİN OLSUN BU ÇOCUK BİZDE KIZ ÇOK
Ebru Baybara Demir, “Mardinli bir ailenin erkek beklenen üçüncü kız çocuğu olarak dünyaya gelmişim” diye başlıyor anlatmaya: “Annemle babam çok genç evleniyorlar. Annem kalabalık bir eve gelin gidiyor. Baba tarafı esnaf; kuruyemiş işiyle uğraşıyorlar. Babam ailenin yedinci çocuğu ve okumayı çok istiyor ama dedem babamın var olan işi devam ettirmesini istiyor. Dedem ısrarlara dayanamayınca babam okula gidiyor. Meslek lisesi mezunu. Sonra devam edemiyor ama bu bile ona bir vizyon katıyor. Annem üçüncü çocuğunu da yani beni, kız doğurunca aile tepki gösteriyor. Babaannem bile hastaneye gelince, ona kız torunu olduğu müjdesi veren hemşireye, ‘Kız senin olsun, bizde çok” diyor ve evine dönüyor. Eşinin üzülmesine ve dolayısıyla bu düzene isyan eden babam ailesini alıp Mardin’i terk ediyor ve İstanbul’a taşınıyor.”
Ebru Baybara Demir, 6 Şubat depreminden hemen sonra bölgeye gitmiş ve aylarca kalmıştı. Ödülden kazandığı 100 bin Euro da kurulan ‘Gönül Mutfağı Projesi’ne gidecek.
YER SOFRALARI, LEBLEBİ HELVA, CEVİZ KOKULARI
Aile Küçükyalı’da kiralık bir eve yerleşiyor. Baba Zekeriya Bey, memur olarak yeni bir hayata başlıyor. Bu arada dördüncü kardeş geliyor; bir erkek! Ebru Hanım’ın çocukluğu kâh sokaklarda kâh daha sonra amcalarının taşındığı Kumkapı’da geçiyor. Lezzet hafızasındaki ilk anıların bu dönemden olduğunu söylüyor: “Kendimi bildim bileli mutfaktaydım. Hiç yemek seçmediğimden annem en çok bana yemek pişirmeyi severdi. Olağanüstü yemek yapardı. Ev ekonomisini çok iyi bilirdi. Ona pazarda eşlik ederdim. İyi malzeme seçmeyi; örneğin dolmalık biberin küçük olması gerektiğini, patlıcanın doğru rengini annemden öğrendim. Hafta sonlarını da amcamların kuruyemiş imalathanelerinde geçirirdim. Kumkapı’da tattığım limonata ve ayçörekleri, dükkânda yengemin kurduğu yer sofrası, kuruyemiş imalathanesindeki yöresel leblebi, helva, ceviz kokularını unutamıyorum.”