4 Mart 2005
Sigara ve şaraba yapılan vergi zammının hemen ardından yazdığım şüphe, giderek büyümeye başladı ve pek çok gazetenin, derginin, gazete yazarının gündemine oturdu. Şaraba yapılan aşırı vergi artışının, hükümetin dini inançlara dayalı gizli ajandasının bir ürünü mü olduğu kuşkusuna, AKP hükümetine en sıcak bakan liberal yazar olarak bilinen Fatih Altaylı bile değindi sonunda. Fatih Altaylı’nın bile kuşkuya kapılmasının nedeni, hükümetin bakanının bu konudaki itiraf niteliğindeki beyanatıydı. Maliye Bakanı Unakıtan’ın, şaraba yapılan zamma getirilen eleştirileri cevaplarken içki içilmesin diye böyle yaptıklarını söylemesiydi.
Murat Mercan, Altaylı’yı aramış, yok öyle bir şey demiş. İçkiyle işi olmadığı için bilmiyormuş ama sigaranın Avrupa’nın pek çok ülkesinde Türkiye’den çok daha pahalı olduğunu söylemiş. Yani ilk yazımda söylediğim noktaya gelmiş.
Hükümet sigaradan alınan vergiye zam yapmakta çok haklı, hatta çok daha fazla zam yapmalı. Çünkü sigara içenlerin, hastalanarak devletin sağlık harcamalarına getirdikleri yük çok büyük. Akciğer kanserinin nedeninin yüzde 80 sigara içmek olduğu biliniyor. Daha pek çok kanser türünün de başlıca nedeni sigara. Kanser aynı zamanda tedavisi en masraflı ve en uzun süreli hastalık. Sigara içenlerin devlet bütçesine getirdiği yükü, şu anda içmeyenler karşılıyor. Bu çarpıklığın bir an önce giderilmesi, sigaradan alınan aşırı düşük vergi oranlarının batılı ülkelerdeki oranlara getirilmesi şart.
Sigara içenlerin ekonomiye getirdikleri yük sağlıkla da sınırlı değil. İmza attığımız ve beş yıl içinde hayata geçirmekle yükümlü olduğumuz Birleşmiş Milletler Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi gereğince sigara ile savaş için devlet kaynaklarından önemli harcamalar yapılması gerekecek.
Tüm bunlara ek olarak ortamdaki sigara dumanının bebekler, çocuklar ve yetişme çağındaki gençlerin zekalarında kalıcı düşüşlere yol açtığı bilimsel olarak kanıtlanmış durumda. Bu da toplu kullanım alanlarında sigara içilmemesine neredeyse hiç özen gösterilmeyen tek batılı ülke olarak, rakiplerimizle birkaç puanlık zeka handikapıyla rekabet ediyoruz anlamına geliyor.
Öte yandan şarapçılık, Türkiye’nin orta vadede dünyayla rekabet edebilecek kalitede ürün elde edebileceği az sayıdaki sektörden biri. Şarapçılık üzerinde oynanan siyasi oyunlarla bindiğimiz dalı kesiyoruz. Şarapçılıkta gelişmiş ülkelerde olduğu gibi şaraptan alınan vergiyi sıfırlayarak sektörü teşvik etmek yerine, dünyanın en yüksek vergilerini getiriyoruz.
Ben yine de Unakıtan’ın sözlerinin şaka olduğuna, şaraptan alınan verginin kademeli olarak sıfırlanacağına inanmak istiyorum. Hayal mi görüyorum?
Air France’dan Türklere böcek muamelesi
Fransız Havayolları Air France’ın İstanbul-Paris seferi yapan uçağına bindik, kapılar kapandı. Hostesin biri, elinde metal bir kutu, yolcuların üzerine ne idüğü belirsiz bir sıvıyı püskürte püskürte uçağın en arkasından en önüne kadar yürüdü.
Kimsenin sesi, soluğu çıkmıyor. Hostesi çağırdım, nedir bu sıktığınız diye sordum. ‘Böcek ilacı’, dedi. Yalnızca Türkiye’den, bazı Asya ve Afrika ülkelerinden kalkan uçaklarda sıkıyorlarmış. Kutuyu görmek istediğimi söyledim, getirdi. Etrafımdaki yolcuların da ilgisi artmıştı. Kutuyu hep beraber inceledik. Aktif maddesini not aldık. ‘Permethrin’miş.
İnsanların üzerine böcek ilacı sıkmak bile tek başına çok saygısız bir uygulama. Sadece bazı ülkelerden kalkan uçakların yolcularının üzerine sıkmak daha da aşağılayıcı bir hareket.
Türkiye’ye döner dönmez, İnternet’e girip üzerimize sıktıkları ‘phermethrin’in ne menem bir madde olduğunu araştırdım. Air France’ın yolcuların üzerine, kimseden izin almadan sıkmaktan çekinmediği madde, ABD Çevre Koruma Ajansı tarafından olası kanserojen olarak sınıflandırılmış. Fareler üzerinde yapılan araştırmalarda ‘phermethrin’in dişi farelerde akciğer, hem erkek hem dişi farelerde karaciğer kanserine yol açtığı saptanmış. Laboratuvar ortamında yapılan testlerde bağışıklık sistemini bloke ettiği, insan hücrelerinde kromozom bozulmalarına yol açtığı, genetik mutasyonlara yol açtığı belirlenmiş.
Air France’ın Türkiye’yi aşağılayan, Türklerin sağlığını tehdit eden bu uygulamasına dur diyecek bir Türk makamı neden çıkmıyor? Bu kadar aciz miyiz?
Balıkla rakı gitmez rakıyla balık gider
Geçen gün ‘rakıcıdan da gurme olmaz’ diye yazdım ya, ‘Çilingir Sofrasında Rakı’ kitabının yazarı Deniz Gürsoy alınmış. ‘Neo köşenizde rakıya Neo-nazi’ler gibi saldırmışsınız’, diyor. ‘Gurmeler de rakı içer’, demiş ve rahmetli Tuğrul Şavkay ile kurdukları meze-rakı sofralarını kanıt olarak göstermiş.
Ben gurmeler rakı içmez demiyorum ki. Gurmeler yemekte rakı içmez diyorum. Meramımı bir, iki yıl öncesinin polemiğine geri dönerek, anlatayım. Hatırlayacaksınız balıkla rakı içilir mi içilmez mi diye bir tartışma çıkmıştı. Rahmetli Tuğrul Şavkay da, her gerçek gurme gibi içilemeyeceğini söylemişti. Ben meseleye farklı bir açıdan bakmıştım. Demiştim ki, yemekte rakı içilmez ama rakı sofrasında balık yenilir.
Hesap, aynı hesap. Yemekte rakı içilmez ama rakı sofrasında çeşit çeşit meze yenilir. Önemli olan amaçtır. Amaç rakı içmek, rakı sofrasına oturmaksa, gurme de rakı içer. Yanında da uygun gördüğünü yer. Ama amaç yemek yemekse, gurme yemeğin yanında rakı içmez.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2005
Erovizyon şarkı yarışmasında Türkiye’yi temsil etme hakkı kazanan <B>Gülseren</B> fazla üzülmesin. Ne birinci seçilemeyecek olmasına ne de kendisine yöneltilen çirkin saldırılara. Tartışma aslında göründüğünden de saçma. Ne Sertab Erener’in Erovizyon birinciliğini profesyonelliğine bağlaması, ne Mazhar Alanson’un başarıyı kalçaya indirgemesi, ne de İngilizce’den Türkçe’ye geçişi gericilikmiş gibi sunanların durumu yeterli bu saçmalığın boyutunu anlamaya.
Tartışmanın saçmalığını kavrayabilmek için önce Erovizyon 2003’de birinci olabilmemizin altındaki acı gerçeği tüm içten yürekliliğimizle kabul etmemiz gerekiyor.
Erovizyon 2003’ü kazanmamızın nedeni ne Sertab Erener’in benim de çok güzel bulduğum sesi, ne gerçekten çok iyi olan yorumuydu. Birinci olmamızın nedeni yarışmaya İngilizce bir beste ya da Türk motifleri taşıyan hip-hop bir şarkıyla katılmamız da değildi. Aslına bakarsanız Sertab’ın ‘İngilizce sözlü hafif göbek havası’, bildiğimiz ‘yaş mı da kuru mu’ banal nakaratını hatırlatan bölümüyle basitliğin sınırlarında dolanan bir besteydi.
Kompleksli ülkeler hariç kimsenin takmadığı bir müsamereden ibaret olan Erovizyon’da 2003 yılında birinci olmamızın tek bir nedeni vardı o da, seyircilerin o yıl ilk kez cep telefonundan kısa mesajla oy verebilmesiydi. Sonradan Pop Star, Biri Bizi Gözetliyor, Kaynanam Olur musun, Bacıma Yan Bakar mısın gibi programlarda da şahit olacağımız gibi Türk insanının kullanmaya bayıldığı bu oylama yöntemi Türkiye’yi yıllardır sonuncu sıralarda volta attığı yarışmada birinci sıraya taşıdı. Gurbetçilerimizin yoğun yaşadığı Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa gibi ülkelerden gelen puanların yüksekliği de, birinci olmamızın perde arkasının iyi birer göstergesiydi.
2003 sonuçları, yarışmayı İngilizce sözlü besteyle katıldığımız için kazandığımızı iddia edenlere de bir ders niteliğindeydi ama kimsenin umrunda olmadı. Sadece 2 puan farkıyla geçtiğimiz Belçika’nın şarkısı uydurmasyonca, 3 puan farkla geçtiğimiz Rusya’nın şarkısı ise Rusça idi. Yarışmada son dört sıra ise 0 puanla sonuncu olan İngiltere de dahil olmak üzere Malta, Latviya ve Slovanya’nın İngilizce sözlü parçaları arasında paylaşıldı.
Peki 2004’te neden birinci olamadık. Üstelik yarışma İstanbul’daydı ve yine İngilizce bir şarkıyla, üstelik ‘İngilizce sözlü hafif göbek havası’ndan çok daha kaliteli bir şarkıyla katılıyorduk. Athena’nın profesyonelliği ve sahne performansı da Sertab Erener’inki kadar iyiydi. 2004’te birinci olamamazın nedeni, bu yıl yarışmaya katılan, dolayısıyla halkı kısa mesajla oy veren ülkelerin, özellikle de eski SSCB ya da Doğu Bloku ülkesi olanların sayısının artmasıydı. Üstelik 2003’te halk bazı ülkelerde kısa mesajla oy kullanabilmişken, 2004’te eski SSCB ve Doğu Bloku ülkelerininkiler de dahil olmak üzere tüm ülkelerin vatandaşları cep telefonundan oy kullanabilmişti. Böylece 2003’te yalnızca 3 puan farkıyla geçebildiğimiz Rusya, bizi sollayıp birinciliği kapmıştı.
Kısacası Gülseren birinci olamayacak ama bunun Gülseren’in ve şarkısının kalitesiyle ilgisi sıfır. Ama Gülseren aleyhinde estirilen olumsuz hava gurbetçilerimizin yarışmaya ve oy vermeye yönelik ilgisini olumsuz etkilerse, normalde ilk beşe girmesi gereken Türkiye bu yıl çok gerilere düşebilir. Gülseren’i eleştirenlerin niyeti de bu zaten...
Rakıcıdan da gurme olmaz
Geçen salı sigara içenden gurme olmayacağını yazmıştım. Sigarayı bırakma hikayesini tefrika etmeye başlayan Reha Muhtar da tezimi doğrular kanıtlar sundu yazılarında. Hatta Sabah’ın damak düşkünlükleriyle de bilinen iki yazarı Mehmet Barlas ve Emre Aköz’ün, fosur fosur sigara içenlerden olduğunu ifşa etti.
Ben işi bir adım daha öteye götüreceğim. Sadece sigara içenden değil rakıcıdan da gurme olmaz... Çok keskin bir koku ve tada sahip olan rakı, eşlik ettiği her yemeğin tadını bastıran bir içkidir. Rakı içen birinin uyuşmuş dili, yediği yemeğin tadını alamaz. Rakı keskin tadı ve aromasıyla ancak aperitif, yani iştah açıcı olarak yemekten önce içilmesi gereken bir içkidir. Yanında da olsa olsa hıyar iyi gider. Bir de belki yemeklerden sonra, o da iyice sulandırılmış olmak kaydıyla hazım ettirici (digestive) olarak meyvayla birlikte içilmesi hoş görülebilir.
Damak tadına önem verenler, yemekte şarap ve nadir bazı durumlarda biradan başka alkollü içki içmez. Yemekte rakı içene ise gurme değil, olsa olsa akşamcı denir.
Galatasaray sansür istiyor
Galatasaray Spor Kulübü İletişim Koordinatörlüğü ’nün gönderdiği ihtarnameyi merakla beklediğimi yazmıştım. Kulübün resmi İnternet sitesinde, şahsımla ilgili küçük düşürücü ifadeler eşliğinde duyurulan ihtarname nihayet elime geçti. Tahmin ettiğim gibi çoğu GS taraftarınca da beğenilmeyen, eleştirilen ve benimsenmeyen ‘fb’li’ 100. Yıl Logosu’yla ilgili eleştirel yazılarımı durdurmama yönelik bir ihtarnameymiş. Bunun anlamı sansür istemektir. Gönül verdiğim kulübe yakıştıramadım, doğrusu.
Türkiye’nin batıya açılan penceresi olarak tanınan Galatasaray’ı, 100. şeref yılında sansür talep eden bir kurum olarak görmek, köklü bir Galatasaraylı olarak yüreğimi parçalıyor. Bu arada hurriyetim.com.tr/gs100 adresindeki anket devam ediyor. GS Spor Kulübü’nce açılan ancak sonra taraftarın emeği ve seçimi çöpe atılarak kaale alınmayan yarışmadaki logo çalışmalarından, seçtiğim dördünün oylandığı ve 15 bine yakın kişinin katıldığı ankette oyunuzu kullanmayı unutmayın.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2005
Hürriyet binasının altıncı katındaki sevgili kapı komşum <B>Mine Kılıç</B>, yine nostalji yapıp <B>pop feminizm</B>in doruk yaptığı 80’li yıllara dönmüş. HP yönetim kurulu tarafından işinden kovulan Carly Fiorina için Türk medyasının ‘kovuldu’ başlığını kullanmasını, maço kültürün intikamı olarak yorumlamış.
Kılıç’a göre Carly için ABD medyası da başlıklarda kovuldu fiilini kullanmış ama onlarda kovulma fiili o kadar kaba değilmiş. Bizde ise medyanın kovuldu fiilini kullanması çirkin kaçıyormuş.
Bir yere kadar haklı tabii. Bizde gerçekten kimse işten kovulmaz. Taraflar yollarını ayırır. Bir yöneticinin kurumuyla olan sürtüşmeleri ayyuka çıkar, tepedeki tepişmeyi sağır sultan duyar, sonra bir bakarsınız elinize bir basın bülteni gelmiş, şirket ve yönetici meğer yollarını ayırmışmış. Hatta çoğu şirket işi iyice abartır, işten atılan yöneticisi için veda kokteyli bile düzenler.
20 yıla yaklaşan meslek yaşamım boyunca bir kere işten kovuldum, bir kere de görevden alındım. Her ikisinde de, meslek yaşamım boyunca yaşadığım sayısız terfi döneminin hepsinden daha başarılı olduğum anlardaydım. Kovulduğum şirketin toplam satışlarını üç katına, kárını iki katına çıkartmış, bir yıl sonunda beklediği nakit girişinin bir ay içinde gelmesini sağlamıştım. Kovulmamdan birkaç sene sonra battı.
Diyeceğim o ki, sevgili Mine, fazla abartma. Türk basınının Carly’e ABD basınıyla aynı başlığı atmasının nedenini maço kültürde filan arama. Tek neden var, sen de çok iyi biliyorsun. Eline gelen basın bültenindeki cümlelerin tek kelimesini değiştirmeden haber yapanların, İngilizce’den çevirdikleri habere entelektüel katkıda bulunmalarını mı bekliyorsun. Sen dua et çevirmeye üşenmeyip ‘kovuldu’ demişler. Bana sorarsan, ‘fired’ diye başlık atsalar şaşmazdım.
Eski ekonominin intikamı
İşin kovuldu kısmını bir kenara bırakırsak beni ilgilendiren asıl yanı Carly’nin başarılı olmasına rağmen kovulmuş olması. ABD medyasına bakarsanız, adamlar hepten acımasız. Carly’nin başarısız olduğu ve bu yüzden kovulduğu konusunda ağız birliği ediyorlar.
Halbuki Carly Fiorina işinde çok başarılıydı. Basit bir bilgisayar yazıcısı firmasını alıp, birkaç yıl içinde dev bir bilişim şirketi yaptı. Cirosunu katlayarak artırdı. HP’yi çoğu bilişim şirketinin topu attığı, atmasa da patlatıp yamattığı 2000 krizinden büyüyerek çıkarttı. HP’yi yılların IBM’iyle yarışacak büyüklüğe getirdi. HP markasını teknoloji ve yenilik denince akla gelen ilk markalardan biri yaptı. IBM’i PC’de pes ettirdi, HP’yi teknolojik üstünlüğün simgesi haline getirdi.
Tek başaramadığı şirketin kárlılığını artırmak oldu. HP hisselerinin değeri borsada, Carly Fiorina göreve geldiği günden itibaren sürekli değer yitirdi. Carly’nin ipini çeken de, ipi çekildikten sonra ardından ABD medyasına tef çaldırtan da bu oldu; HP hisselerinin borsada değer yitirmesi... Borsada, yani eski ekonominin son kalesinde...
ABD medyasına ve dinozor ekonomistlere İnternet balonu patladı dedirten de eski ekonominin kurallarının işlediği son kale olan borsa değil miydi? Yatırımcılar eski ekonominin kurallarıyla yeni ekonomi şirketlerinin kárlılığı patlayacak diye gazlanmış, yatırımcı beklenti satın almış, sonra beklenti kalmayınca tepetaklak edilmemiş miydi? Çöken aslında eski ekonomiydi ama yeni ekonomi patladı denmişti.
HP’nin başarılı başkanı Carly Fiorina’ya şimdi yapılan da budur. Eski ekonominin yatırımcısı ve onun yardakçısı medya yeni ekonominin kraliçesinden intikam almaktadır. İşin özü bu kadar basit.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2005
Modern olabilmek, çağdaşlığı yakalayabilmek için ben modernim demek yetmiyor. Büyük bir tantanayla açılan İstanbul Modern Sanat Müzesi de, tüm o afili ‘İstanbul’a çağdaşlığı ben getirdim’ edasına rağmen isminin hakkını ne yazık ki veremiyor.
Geçen haftasonu eşimle hadi dedik, 5 aylık oğlumuz Sungur Tibet’i alıp İstanbul Modern’e gidelim. Bebek deneyimini paylaşanlar bilir. İstanbul’da özellikle kışın, bebekle gidilebilecek yer sayısı tek bir elin parmaklarını geçmez. Nereye gitmeye kalksanız dumanaltıdır. Restoranların, kafelerin, alışveriş merkezlerinin birkaç istisna hariç hepsi sigara içenlerin faşist işgali altındadır.
Bebeğimizle sığındığımız kaleler arasında favorimiz, Akmerkez’deki Remzi Kitapevi’nin kafesi. Dumanaltı çarşısı Akmerkez’in içinde, sigara dumanından kurtarılmış tek alan. Sığınacak kalelerden biri dediğime bakıp da fazla bir seçeneğimiz olduğunu sanmayın.
Seçeneklerden biri sigara içmenin tamamen yasak olduğu çağdaş alışveriş merkezi Profilo. Bebek’teki Gloria Jeans kafenin bir katı da sigara içmeyenlere ayrılmış. Etiler Starbucks’ın da tamamında sigara içilmediğini duyduk, bu haftasonu gidip göreceğiz.
Haftasonları bebeğimizle gidebileceğimiz yer alternatiflerinin kısıtlılığından bunalmışken, öneri eşim Lale’den geldi. Müze gezmenin bebeklerin zihinsel gelişimine katkısı varmış dedi. Rengarenk, şekil şekil eserlerin 5 aylık bir bebeğin sanat zevkinin gelişmesine katkısı olmasa bile zeka gelişimine katkısının olacağı kesin. Bebekle hangi müzeye gidebiliriz diye fazla düşünmemiz de gerekmedi. İstanbul Modern isimli bir müze olur da, başka müze mi düşünülür 5 aylık bebekle gezmek için.
Yine de acaba bebekle gezmeye izin veriyorlar mıdır diye kuşkuya kapıldık. İnternet’te Google arama makinesine girip İstanbul Modern’in İnternet sitesinin adresini buldum. Türkiye’deki çoğu kurumsal İnternet sitesi gibi ‘aman İnternet sitemiz eksik olmasın’ düşüncesiyle hazırlanmış çok amatör işi bir siteyle karşılaştım. Bebekle ziyaret edilip edilemeyeceğine dair bilgiyi tabii ki sitede bulamadım. Neyseki telefon numarasını vermişler.
Sigara serbest çağdaşlık yassah
Aradım, bebeklerin ziyaretine açıkmış. İstanbul Modern’in gerçekten modern bir sanat müzesi olduğuna kanaat getirmek üzereydim ki şeytan dürttü. 26 Kasım 1996 tarihli 4207 nolu ‘Tütün mamüllerinin zararlarının önlenmesine dair kanun’un ikinci maddesine göre kültür hizmeti veren yerlerde ve bunların bekleme salonlarında sigara içilmesi yasak. Bu yüzden İstanbul Modern’de de sigara içilmediğinden adım gibi eminim neredeyse ama yine de sorayım dedim. İyi ki sormuşum, o çok methedilen kafesinde sigara içmek serbestmiş. Serbest olması bir yana sigara içmeyenlere ayrılmış özel bir bölümü bile yokmuş.
Bebekle onca yol tepip gideceğiz. Galerilerinde dolaşıp gezeceğiz. Ve tam ‘oh yorulduk ama değdi, kafetaryasında biraz soluklanalım, işin iyice keyfine varalım’, dediğimizde, İstanbul Modern’in çağdaş yönetimi karşımıza ‘Yoh hemşehrim, olmaz, yassah’, diye dikilecek. ‘Yassah gardaşım yassah. Sigara içerek başkalarını zehirlemek değil, medeni bir şekilde dinlenmek isteyenlere rahat etmek yassah!’
İçişleri Bakanlığı ve İstanbul Valiliği’ne ihbarımdır. Bebeğim müze görsün istiyorum. Müze gezmekle kazanacağı bir, iki puanlık zeka katsayısı artışının, sigara dumanının kanıtlanmış zeka düşürücü etkisiyle geri alınmasını istemiyorum. Bebeğimin bu hakkının bir haftalığına bile olsun gasp edilmesine göz yummamanızı talep ediyorum. İşte önünüzde hazır çıkmış kanununu da var. Uygulatmak sizin göreviniz...
Leonardo Dicaprio ve 20’lerindeki Filiz Akın
Bebekle müze gezme hayalimiz yatınca, Sungur Tibet’i birkaç saatliğine anneannesi Nevin ve babaannesi Nesrin’e teslim edip aylardır uzak kaldığımız sinemaya gidelim dedik. Oscar adayı film enflasyonu yaşanan, iyi bir haftayı seçmişiz.
Havacı’da karar kıldık ve Etiler Peugeot Cinecity’nin yolunu tuttuk. Sanat müzesinin fuayesinde kanunlara muhalefet edilip sigara serbest bırakılır da, sinema fuayesi altta kalır mı? Tüm dünyada mantar gibi bitmesiyle ünlü Starbucks, Peugeot Cinecity’nin fuayesinde de bir şube açmış. Ve ABD’deki şubelerine inat, sinema fuayesindeki şubesi sigara içenler cenneti.
Kahvemizi içerken bir baktık Filiz Akın. Hani geçen gün lolita olmuş, liseli kızlara taş çıkartıyor dediğim Filiz Akın. İtiraf edeyim ki, böyle derken fotoğrafçının ve makyajın payının da olduğunu düşünmüştüm. Ama işte Filiz Akın karşımızda. Makyajsız ve aracısız. Fotoğrafçının ve makyajın etkisi olsa olsa beş yılmış. Karşımızdaki Filiz Akın yirmili yaşlarında bir genç kız...
Havacı mı? Belki En İyi Yönetmen Oscar’ını kapmak için uçuş korkusunu bile yenen Martin Scorsese’ye ödül getirir ama En İyi Film Oscar’ını ikinci yarısındaki tempo düşüşünden dolayı alamaz derim.
Reklama mı geldik sinemaya mı
Her şeyin bir sınırı olmalı. Havacı’yı seyretmek için, filmin anons edilen başlama saatinde salona girdik, koltuklarımıza oturduk, bekliyoruz. Hadi iki üç fregman, birkaç da reklam filmi, adından film başlayacak sanıyoruz. Beş dakika, on dakika, on beş dakika... Reklamlar uzadıkça uzuyor. Artık film seyretmeye mi geldik, reklam mı diye düşüncelere dalarken, reklamı gösterilen markalara bırakın sempati beslemeyi, sövmeye başlıyoruz.
Film tam 20, yazıyla yirmi dakika sonra başlıyor. Dile kolay 20, yazıyla yirmi dakika. Bir insanın ömründen çalınan yirmi dakika. Ayda dört film seyretsen, yılda 16 saat eder. 8 saatlik uykuyu da hesaba katarsan bir insanın ömründen çalınan bir gün demek bu. Üstelik adamın parasıyla adamın ömründen çalınan bir zaman. Sinema salonu lüksleştikçe, bilet fiyatları artıkça gösterilen reklamların süresi de artıyor. Bu sinemalara gelen insanlar enayi ya, havaya savuracak paraları bol ya, daya gitsin reklamı. Kimsenin sesi çıkmıyor nasıl olsa.
Etiler Peugeot Cinecity, bilet fiyatlarının yüksek olduğu sinema salonlarından biri. Müşterilerini bu kadar çok reklam seyretmek zorunda bırakan bir sinemanın biletlerinin normalde daha ucuz olması gerekir. Ama bizde tam tersi. Bir tek Peugeot Cinecity sanmayın, İstanbul’daki lüks sinemaların tamamında durum aşağı yukarı böyle. Sinema salonlarına da mı RTÜK lazım? Sivil toplum olarak biz kendimiz hiçbir şeyi kendi başımıza halledemeyecek miyiz?
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2005
<B>Robert L. Pollock</B>’un <B>Wall Street Journal</B>’ın Avrupa baskısında yayınlanan yazısını okurken önce ben de tepki gösterdim. Yazının ortalarına doğru, ilk tepkim yerini gerçekçiliğe bırakmaya başladı. Bitirdiğimde ise adama hak veriyordum.
Pollock haklıydı. Türkiye’de bir süredir tam bir ABD düşmanlığı rüzgarı esiyor. Ve bu düşmanlık artık paranoya sınırlarına vardı.
ABD’nin eleştirilmesinden bahsetmiyorum. Eleştiri tabii ki olacak. Hatta ABD hakkında çıkan yazıların tamamı eleştirel olabilir. ABD’yi öven tek bir yazının çıkmamasını bile anlayabilirim. Ama eğer daha birkaç sene önce ABD’ye methiyeler düzen bir köşe yazarının, yazar olarak transfer edildiği gazetenin başına geçer geçmez hidayete erip, ABD’nin Türkiye’yi işgal etmek için deprem tetikleyici teknoloji kullanarak İstanbul’da deprem yaratacağını iddia etmesi paranoya değil de, nedir?
Ya da adı sanı duyulmamış iki kişinin yazdığı Türkiye-ABD savaşı konulu üçüncü sınıf bir romanın, gazetelerde, dergilerde, televizyonlarda bu kadar tanıtılması normal midir? Orhan Pamuk gibi dünya markası yazarımız medyada yerden yere vurulurken, iki ümitsiz yazar aday adayına bu kadar paye verilmesi sağlıklı mıdır?
Hint Okyanusu’nda yaşanan tsunami felaketinden ABD’nin önceden haberdar olduğu ama bölgede yaşayan Müslümanları cezalandırmak için dalgaların vuracağı ülkeleri kasten uyarmadığı gibi dayanaksız bir iddianın, ciddi gazetelerimizin ciddi yazarları tarafından ciddi ciddi yazılması objektif bir eleştiri midir?
Eskiden ABD, emperyalist olduğu için eleştirilirdi. Bugün artık ‘emperyalist’ eleştirisi getirmek demode. Günün modası komplo teorileri. İkiz Kuleleri aslında ABD kendisi vurmuşmuş, 8. Gezegen Dünya’ya ABD’ye düşerek çarpacakmış da ABD bunu biliyor ve Ortadoğu’da kendine güvenli bir yuva hazırlıyormuş, deprem tetikleyici teknoloji ile İstanbul’da deprem yaratacak ve Türkiye’yi işgal edecekmiş, Müslümanları cezalandırmak için tsunami alarmı vermemiş, miş miş de miş miş...
Bir ikinci moda ise ABD ile alay etmek. ABD halkının aptal ve cahil olduğunu, dünyanın başka yerlerinin ABD’lilerin umrunda olmadığını, ABD’lilerin sanattan anlamayan, tarihsiz, köksüz bir ulus olduğunu iddia ederek, sözüm ona ABD’yi hafife almak... Böyle yaparak zeytinyağı gibi üste çıkacağını sanmak...
Emperyalist ABD diyenleri mumla arayalım...
Sigara içenden gurme olmaz
Hürriyet Cuma’nın En İyi 10 listesinde bu sefer ne var acaba diye her hafta merakla beklediğimi daha önce de yazmıştım. Bu listeler, her hafta seçkin üyelerden oluşan bir jüri heyeti tarafından yapılır. Haftanın konusuna göre bu jüri bazen damak zevkleriyle meşhur gurmelerden oluşur. İşte böylesi haftalarda jüri üyeleri arasında sigara tiryakisi olduğunu ya da puro içtiğini bildiğim bazı isimleri görünce yadırgıyorum (belki sigarayı bırakmışlardır da benim haberim yoktur, öyleyse mutluluk duyarak utanırım).
Tütün dumanının damak tadını bozduğu bilinen ve kanıtlanmış bir gerçek. Sigara, puro ya da pipo içenlerin tat alma duyuları zayıflıyor. Bu olumsuz etki pipo ve puroda daha da artıyor. Tat alma duyusuna verilen zararın boyutunu belirleyen bir başka etken ise tiryakilik derecesi. Sigara içen birinin, teorik olarak gurme olmasına olanak yok. Yok çünkü gurmeliğin en önemli vasfı olan tat alma becerileri sakat.
Sigara, pipo ya da puro içen birisi gurme değil, olsa olma ‘gourmand’ olur. Yani damak zevkine değil yemeğe düşkün...
Orhan kadar Pamuk
Fatih Altaylı, Orhan Pamuk’u aydın tavrı sergilemediği için eleştirdiğini yazdı. Orhan Pamuk için eğer gerçek bir aydın olsaydı, öyle değil böyle konuşması gerekirdi dedi. Benim anlamadığım şu. Neden illa Orhan Pamuk’un iyi bir aydın olması gerekiyor ki? İyi bir roman yazarı, aynı zamanda kötü bir aydın olamaz mı?
Türk şarapçılığını öldürmeyin
Farklı ülkelerden insanlarla paylaştığım yemek sofrasında, yanlış hatırlamıyorsam bir İngilizle aramızdaki sohbet konusuydu. ‘Daha önce şarap üretilmemiş topraklarda, tüm koşullar ideal bile olsa iyi şarap yapmayı öğrenmek neredeyse yüzyıl gerektirir’, diyordu İngiliz geçici dostum. ‘İyi şarap yapmayı unutmak ise yüzlerce yıl sürebiliyor’ diye cevaplamıştım, ‘Şarabın anavatanlarından biri sayılan Anadolu’da iyi şarap yapmayı unutmamız için yüzlerce yıl geçmesi gerekmiş’...
Bu konuşma yedi, sekiz yıl önce geçmişti. Meğer Türk şarapçılığı o sıralarda atağa hazırlanıyormuş. Tam ilk hazırlıklar bitmiş, Türk şarabı atağa kalkmışken AKP geldi iktidara. Önce yıllardır yasak olan şarap ithalatını kaldırdılar. Kısıtlı iç talep yüzünden maliyetlerini düşüremeyen, yurtdışına açılmak içinse biraz daha süreye ihtiyaç duyan Türk şarapçılığı için önemli bir darbeydi bu. Yetmedi, şaraptan alınan özel tüketim vergisini yüzde 119 artırdılar. Fahiş artışı duyar duymaz, hükümetin niyetinden şüphelenmiş ve dünya markası yaratma olasılığımız yüksek olan ender sektörlerden birini vurmayın diye yazmıştım. Hürriyet’ten Vahap Munyar ve Sabah’tan Ahmet Örs de aynı şüpheleri dile getiren yazılarıyla destek çıktılar Türk şarapçılığına.
‘Zıkkım içsinler’ anlayışıyla yapıldığına inanmak istemiyorum bu icraatların. Köstekten çok desteği hak ediyor Türk şarapçılığı...
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2005
İstanbul’da da bir <B>F1</B> pisti açılacağını duyduğumda, F1 yarışlarının sadece <B>Monako</B>’da <B>Monte Karlo </B>pistinde yapıldığını sandığımdan, çok şaşırmıştım. Bilgisizliğimi ve ilgisizliğimi artık varın siz hesaplayın. Ancak İstanbul’da da bir pist açılacak olması, benim de merakımı kamçıladı. Formula 1 meraklıları, dört dönüp duran garip görünüşlü arabaları, çoğunlukla televizyondan seyretmekten acep ne anlar diye düşünüp durmaya başladım.
Merakımı giderecek fırsat geçen hafta doğdu. Panasonic’in İspanya’da düzenlediği uluslararası basın toplantısına davet edilince, program kapsamında Toyota-Panasonic takımıyla, Formula 1 test sürüşü olduğunu öğrenince hemen atladım.
Atlayışımın tam bir sazan atlayışı olduğunu İspanya’nın Jerez şehrindeki piste gidince anladım.
Test sürüşü denince ben otomobile binip, bizzat test edeceğimi sanmıştım. Gerçi herbiri teknoloji harikası F1’leri yalnız başıma kullanmama izin vereceklerini sanacak kadar da saf olduğumu sanmayın. Ama en azından belki test pilotuyla birlikte, bir F1’e bineriz diye umuyordum. Test sürüşü dedikleri meğerse, antrenman amaçlı Jerez pisti turlarıymış.
Başta sıkı bir hayıflanma faslı geçirdim ama iyi ki gitmişim.
Önce pistin tam üzerinde kurulu, F1’lerin vızır vızır ayaklar altından geçtiği VIP locasına alındık. F1’lerin yüzlerce metre ötedeki karşı virajdan görünüp, birkaç saniye içerisinde ayaklarımızın altında geçmesini seyrettikten sonra gruplar halinde garajlara ve padok alanına götürüldük. Normalde çok az kişinin kabul edildiği bu alanlarda yarışlarla ilgili özet bilgilerle de donatıldık.
Formula yarışlarında şov dünyasının en katı kuralları geçerli. Örneğin otomobilleri ve yedek parçaları pistlere taşıyan TIR’ların askeriye disipliniyle cilalanması gerekiyor. TIR’ların üzerindeki en ufak bir leke, bir parmak izi takımların cezalandırılmasına yol açıyor.
Yarışlara katılan Ferrari’ler, klasik Ferrari kırmızısında değil, farklı bir tonunda boyanıyorlar. Bu farklı ton televizyon ekranında klasik Ferrari kırmızısı olarak görülüyormuş.
Formula takımlarının en büyük gelir kaynağı sponsorlar. F1’e en fazla sponsor geliri aktaran sektör ise, medyada reklam yapmaları yasak olan sigara markaları.
Ancak bu yazdan itibaren Avrupa’da sigara reklamı istisnasız her yerde yasaklanıyor. Bu da sigara reklamlarının nihayet F1’lerden de def edilmesi anlamına geliyor. F1’cilerin yeni umudu CocaCola’nın sponsorluğu.
CocaCola prensip kararı gereği, sigara gibi bir sektörün burnunu soktuğu hiçbir mecraya girmiyor. F1’cileri sigaraların kışkışlanmasıyla CocaCola’nın mutlaka bir takıma sponsor olacağını düşünüyorlar.
Toyota-Panasonic F1 takımının kaptanı, İstanbul pistinin açılmasının heyecan verici olduğunu söylüyor. Yeni bir pist her zaman için heyecan vericidir, diyor. Ama İstanbul pistini en heyecan verici pistler arasında saymıyor. F1 meraklıları İstanbul pistinin özelliksiz bir pist olduğunu söylüyorlar.
Teknolojinin Türkçesi buysa
Vestel’in reklam sloganını duymuşsunuzdur; ‘teknolojinin türkçesi’... Küçük harflerle yazamaları Türkçe dilbilgisi bilmemekten değil modaya özenmekten. Katılmasam da anlarım. Ama ‘teknolojinin türkçesi’ diye slogan atıp her reklamda, tüm ürünlere ve ürün özelliklerine İngilizce isim koymanın alemi nedir anlayamıyorum. Vestel bu slogana geçti geçeli, yaptığı her reklamda yazayım deyip, sonra belki düzeltirler umuduyla yazmaktan vazgeçiyordum. Son reklamlarını görünce artık dayanamadım. DMP televizyon ismini koydukları bir televizyon çıkartmışlar. Di Em Pi diye okuyorlar. Digital Media Player anlamına geliyormuş. Ekrana gelen görüntülerde uçuşan diğer kelimeler de şöyle, ‘photo’, ‘music’, ‘video’, ‘file’.
Teknolojinin Türkçesi buysa İngilizcesi nasıl olur merak ediyorum.
Microsoft cepte Nokia’ya teslim
İki gündür Fransa’nın Kan şehrindeyim. Hava güneşli olmasına rağmen kış soğuğu kendini hissettiriyor. Film festivaliyle ünlü şehrin plajları üstsüzler yerine cepçilerin işgali altında. Cepçiler dediysem yanlış anlamayın, cep telefonu sektörü mensuplarından bahsediyorum. Dünya Cep Telefonu Kongresi 3GSM’in bu yıl Kan’daki son yılı. Seneye Barselona’da yapılacak.
3GSM Kongresi’nden önemli haberleri ve kapsamlı bir değerlendirmeyi Hürriyet e.yaşam’ın haftaya cuma günü yayınlanacak sayısında bulacaksınız. Ben şimdilik kongrede yapılan en önemli açıklamaya değinmekle yetineceğim.
Cep telefonu pazarının en büyük oyuncusu Nokia, bilgisayar sektörünün en büyük oyuncusu Microsoft’la yaptığı çok önemli bir anlaşmayı duyurdu. Bu anlaşmaya göre Nokia’nın iş adamlarını hedefleyen gelişkin modelleri yakında Microsoft ofis yazılımlarıyla eşgüdümlü olarak çalışabilecek. Yani kullanıcılar ofisteki e.posta mesajlarını, ajanda bilgilerini ve diğer verilerini cep telefonundan eşzamanlı olarak görebilecek, değiştirebilecekler.
İki firma arasındaki anlaşmanın cep telefonu kullanıcıları için pratik avantajlar sunacağı kesin. Ama anlaşmanın asıl önemli yanı Microsoft’un cep telefonu sektörüne girmek için uzun süredir sürdürdüğü mücadeleden pes diyerek ayrıldığının göstergesi olması.
Ofis yazılımlarıyla senkronizasyon Microsoft’un ceptel sektörüne girebilmek için kullandığı en büyük kozdu. Bu kozu sektörün en büyüğü Nokia’ya devretmekle, sektörde zaten bir süredir konuşulmakta olan ricadını tescillemiş oluyor.
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2005
Pişkinlik moda oldu. <B>Galatasaray Yönetim Kurulu</B>’nun 100. yıl logosu skandalı ile ilgili takındığı tavır, <B>TCDD Genel Müdürü</B>’nün Pamukova’daki tren kazasından sonra takındığı tavrı anımsatıyor. Logo skandalının boyutu, sorumlusu GS Spor Kulübü İletişim Koordinatörlüğü’nün istifasını gerektirecek kadar büyük.
Skandalın sorumluları hatalarını telafi etmek yerine, skandalı ortaya çıkartanlara ve eleştirenlere saldırmayı tercih ediyor. Kulübün resmi İnternet sitesinde yayınlanan açıklamada, Galatasaray’ın 100. yıl logosundaki ‘FB’ harflerini ortaya çıkartan yazım hedef alınmış. Açıklamada Galatasaray logosuna yapılan eleştirilerin Galatasaray düşmanlarınca yapıldığı, logodaki FB harflerinin Galatasaray düşmanı bir yazar tarafından yazıldığı havası yaratılıyor. Böylece Galatasaray taraftarının tepki gösterip, beğenmediği logoya sahip çıkması hesabı yapılıyor.
Galatasaraylılığımı sorgulamaya kalkışmak, kulübün iletişim koordinatörlüğünün veya yönetim kurulunun haddi değil. Hiçbirinin kalbinden ya da beyninden geçen, vefası ya da cefası, tarihi ya da sülalesi yetmez buna...
Ortaya çıkan logonun taraftar tarafından benimsenmemesi, hatta alaya alınması iletişim koordinatörlüğünün, seçici kurulun, grafikerin ve grafik ajansının özensiz çalışmasının sonucudur. 100 yıl logosunun üretilmesi gibi ciddiyet ve profesyonellik gerektiren bir işi herkesin katılımına açık bir yarışmayla seçmeye kalkışması İletişim Koordinatörlüğü’nün işin daha baştan ciddiyetini kavrayamadığını gösterir. Hatadan dönmek için seçilen yol, yani taraftarın emeği ve seçmen iradesinin hiçe sayılıp logonun bir grafikere sipariş edilmesi daha da yanlış. Bu en baştan yapılmalıydı. Ama Bülent Erkmen gibi ne kadar ünlü olursa olsun Galatasaraylı olmayan bir grafiker değil, Galatasaraylılık ruhunu yakından tanıyan bir grafiker seçilmeliydi. Dahası grafikere ve ajansına profesyonel hizmetlerinin karşılığı verilerek, amatör bir sonuç alınmasının önüne geçilmeliydi. Hele hele Galatasaraylı olmayan bir grafikerden Galatasaray için ücretsiz iş isteyip de, profesyonel iş beklemenin ne mantığı olabilir ki?
Logonun seçiminde bu kadar yanlış, bu kadar özensiz, bu kadar amatör bir süreç yaşandığını bilip, üstüne logodaki bariz FB harflerini görünce, altında bir muziplik aramam da doğal. Gördüm ve gördüğümü yazdım. Ama böylesi hassas bir konuda Seçici Kurul’un grafik ve iletişim profesyoneli üyelerinin ve İletişim Koordinatörlüğü’nün çok daha hassas olması gerekirdi. Kılı kırk yarmak ve yanlış algılamalara, istismarlara yol açacak herhangi bir falsoyu anında yakalamak onların göreviydi. Ortaya çıkan sonuç göstermediklerinin, baştan savma iş yaptıklarının kanıtı.
İş işten geçtikten sonra, ‘Oy Memişler Memişler/Allem kallem etmişler/Ayvaları yemişler’ diye suçu kendi hayallerinin ürünü düşmanların üzerine atmalarının faydası yok.
Ateş olmadan duman çıkmaz
Sabah yazarı Emre Aköz, Galatasaray’ın 100. yıl logosuna sızan ‘fb’ harflerini, daha önceki bir fikir tartışmamızla ilişkilendirmiş. Emre, ‘fikir olmadan bilgi olmaz’ demişti. Ben de hak vermiş ama ‘bilgi’ kelimesini daha açmak gerektiğini söylemiş, ‘veriyi malumata dönüştürmek için algı, malumatı bilgiye dönüştürmek içinse fikir gerektiğini’ belirtmiştim.
Emre verinin de fikir olmadan var olamayacağını söylüyor. Örnek olarak da bal peteğinin üzerinde beliren figürü ‘Allah’ yazısı olarak algılayabilmek için Arapça bilme gereğini gösteriyor.
Buradan yola çıkarak da bir yargıya varıyor. GS’nin 100. yıl logosunda ‘fb’ harflerini görmemin nedeni, Fenerbahçe’nin logoya sızdığı kuşkusuna kapılmammış.
Yanılıyor. Tam tersi. Logodaki ‘fb’ harflerini görünceye kadar böyle bir şüphem yoktu. Kuşkuya, harfleri gördükten sonra kapıldım.
Emre’nin verdiği Gelincik sigarasının üzerindeki, evirip çevirince, orayı burayı kapatınca, biraz da zorlayınca benzetilen Ho Şi Min yüzü örneği, 100 yıl logosundaki ‘fb’ harfleri için geçerli değil. 100. yıl logosundaki ‘fb’ harfleri çok belirgin. Deneyimli bir grafikerin, dikkat edince görmemesine olanak yok. GS’nin 100. yıl logosunun içine yerleştirilen ‘fb’ harfleri ayan beyan ortada. Sarı laciverte filan boyanması gerekmiyor. Ben bu harflerin logoya, çirkin bir muziplik sonucu kasten yerleştirilmiş olma olasılığının çok yüksek olduğuna inanıyorum.
Kısacası harfleri görmemin nedeni kuşkum değil, kuşkumun nedeni harfleri görmem. Ama sakın Emre’nin logodaki ‘fb’ harflerini görmemesinin altında, Fenerbahçeli olduğundan dolayı içten içe Galatasaray’ın ‘fb’ harfli bir logoyu kullanmasını istemesi yatıyor olmasın?
Galatasaray yönetimine ihtarımdır
Galatasaray Spor Kulübü İletişim Koordinatörlüğü’nün, kulübün resmi İnternet sitesinde yayınladığı açıklamaya bakılırsa bana bir ihtarname göndermişler. İçeriğini çok merak ediyorum doğrusu. İletişim Koordinatörlüğü adresimi doğru yazdıysa inşallah elime geçecek de meraktan kurtulacağım.
Sitede yayınlanan açıklamada aynen şöyle denilmiş: ‘Bir medya organında, eleştiri boyutlarını fazlasıyla aşan saygısız bir üslupla, 100. yıl logosu hakkında yayın yapan yazara Galatasaray Spor Kulübü tarafından bir ihtarname gönderilmiştir. Söz konusu yazar, başlattığı düzeysiz kampanyasına devam etmesi halinde yasal yollara başvurulmaktan kaçınılmayacaktır.’
Ne kampanyasından bahsediyorlar anlayamadım. Bir Galatasaraylı yazarın, kulüp yönetiminin beğenmediği icraatını eleştirmesini, kampanya mı sanıyorlar acaba? Bilemedim. Bildiğim şu ki, saygısız bir üslupla yazdığımı iddia ettikleri mektupta, ‘düzeysiz’ denilerek şahsıma hakaret ediliyor.
Galatasaray Spor Kulübü İletişim Koordinatörlüğü’ne açık ihtarnamemdir. Şahsıma yaptığınız hakaret içeren açıklamayı yayından kaldırmamanız halinde yasal yollara başvurmaktan kaçınmayacağım.
Yönetim Kurulu ve Başkan Canaydına’a da dostça bir tavsiyemdir, kulübün iletişimini herşeye rağmen bu İletişim Koodinatörlüğü’ne teslim etmekte kararlıysanız, bari işinin ehli bir iletişim danışmanından da yardım alın.
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2005
‘<B>Microsoft Eğitim Bakanı</B>’ (MEB) <B>Hüseyin Çelik</B>, Türk standardı F klavye hakkında söylediklerinin tamamını az daha yutup, Türk klavye standardının ipini çekmek üzereydi ki, hatadan dönmesini bilerek olgunluk örneği sergiledi. E.yaşam’ın bu sayısını hazırlarken konu hakkında temasa geçtiğimiz Milli Eğitim Bakanlığı, 650 bin öğretmene dağıtılacak dizüstü bilgisayarların ihale şartnamesine son dakikada F klavye şartını koyarak büyük bir hatanın eşiğinden dönmüş oldu.
Ancak Milli Eğitim Bakanlığı’nın, Bilgisayar Destekli Eğitim (BDE) konusuda kafasının karışık olduğuna dair başka göstergeler de var. Örneğin bakanlık öğretmenleri neden çok daha ekonomik olan masaüstü bilgisayar sahibi olmaya özendirmiyor da, çok daha lüks bir alet olan dizüstü bilgisayar almaya teşvik ediyor?
Bu bilgisayarlara neden TÜBİTAK tarafından geliştirilen açık kaynak kodlu ulusal işletim sistemi yüklenmiyor da, koca bakanlık Microsoft’tan yazılım dileniyor?
Yine aynı bilgisayarlara neden çok düşük bir ücretle de olsa Microsoft’un Office yazılımının yüklenmesi gündemde de, aynı işe yarayan ama ücretsiz olan StarOffice’in yüklenmesi hiç konuşulmuyor?
Bakan Çelik Milli Eğitim Bakanı olmak yerine Microsoft Eğitim Bakanı mı olmaya özeniyor da, durmadan okullara bilgisayar laboratuvarı kurmaktan, öğretmenlere Microsoft eğitimi vermekten bahsediyor? Bilgisayar Destekli Eğitim’de amacın öğrencilere bilgisayar kullanmayı öğretmek değil, bilgisayarların okullarda yardımcı eğitim aracı olarak kullanılmasını sağlamak olduğundan haberi yok mu?
Meteoroloji - Bilgi Toplumu
Geçen gün Kürşat Başar, Akşam Gazetesi’nde yayınlanan yazısında soruyordu, ‘Bugün bütün öğrencilere birer laptop (dizüstü demek istiyor) alsak, eğitimin kalitesi artar mı?’ Yazısının sonunda da Bilgi Toplumu olmak, bilgi teknolojilerine sahip olmakla olmuyor diye çok doğru bir yargıya varıyordu.
Kürşat Başar’ın yargısı doğruydu ama yazısına hakim olan küçümseme yersizdi...
Bilgisayar Destekli Eğitim gibi yanlış algılanma oranı çok yüksek olan bir başka ithal kavram da Bilgi Toplumu.
Algı yanılgısı, özensiz çeviriden kaynaklanıyor. Bilgi kelimesi Türkçe’de çoğu kişi tarafından İngilizce’deki üç farklı kavramın, ‘data’ (veri), ‘information’ (enformasyon, malumat) ve ‘knowledge’ (bilgi) kavramlarının üçünün birden karşılığı olarak kullanılıyor.
Son yıllarda popülerleşen meteoroloji tahminleri veri, malumat ve bilgi kavramlarını daha iyi algılayabilmek için ideal. Hava durumu tahminlerinde kullanılan veriler (basınç, rüzgar yönü ve hızı, nem oranı vs) eskiden beri vardı. Bugünün tahminlerinin eskiye göre daha doğru çıkmasının nedeni bu verilerin yeni teknolojik gelişmeler sayesinde çok daha iyi toplanabilmesi. İşte toplanan bu veriler, meteoroloji uzmanlarının değerlendirmesinden geçerek bizlere malumat olarak ulaşıyor. Malumattan bilgiye dönüşebilmesi insanların bu malumatı pratik yararlar için kullanabilmesine bağlı. Yani kar yağacak diye okulları tatil etmek yerine, öğrencileri kara rağmen okullarına ulaştırmanın yolları geliştirilebilinse malumat bilgiye dönüşecek.
Amaç tabii ki bilgiye erişmek, Bilgi Toplumu olmak. Ama malumata erişmeden, Malumat Toplumu olmadan (Information Society) bilgiye erişmenin, Bilgi Toplumu olmanın yolu yok. Malumat Toplumu olmak tabii ki yeterli değil ama Malumat Toplumu olmayı küçümsemekle de Bilgi Toplumu olamayız.
Yazının Devamını Oku