Behiç Ak, vapurumuvermiyorum.orgadresinde ‘Vapurlarımızı Vermiyoruz’ sloganıyla bir kampanya açmış.
Takip edebildiğim kadarıyla basında da Kürşat Başar, Fatih Altaylı ve Engin Ardıç şehir hatları vapurlarının yenilenmemesini savunan yazılarıyla, bu kampanyaya destek verdiler. Ama her yazarın destek derecesi birbirinden farklıydı. Kürşat Başar vapurların bir kısmının bile değiştirilmesine karşıydı. Fatih Altaylı’nın yazısı çok daha ılımlıydı, Engin Ardıç’ın ki ise nostalji tuzağına düşmekten son paragrafıyla sıyrılıyordu.
Nostaljik zevkleri anlayabiliyorum ama biraz da gerçekçi olmak lazım. İstanbul Deniz Otobüsleri AŞ (İDO) eskiyen vapurları turistik amaçlı kullanılacak birkaç tanesi haricinde seferden kaldırıp, yerlerine çok daha hızlı modern deniz araçları koymaya karar vermiş. Kıyamet de bundan kopuyor. Vapurlar İstanbul’un simgesiymiş, kaldırılmamalılarmış...
Doğru vapurlar İstanbul’un simgesi. Boğazdan geçişlerini seyretmek insana keyif veriyor. Ama vapurların asıl kullanım amacı ulaşım. Hiçbir vapur sefere sadece süs olsun diye konulmuyor. Hepsinin ana işlevi toplu deniz taşımacılığı yapmak.
Teknolojik ilerlemelerle birlikte, her şey gibi toplu deniz taşımacılığında kullanılan araçlar da değişiyor. Nostalji güzel bir duygu. Duygu olarak kaldığı sürece zararı yok. Ama gelişmeyi, ilerlemeyi engelleyecek boyutlarda eylemler üzerinde de etkili olmaya başladığı andan itibaren nostalji olmaktan çıkıp irtica kimliğine bürünüyor.
Nostaljiye her konuda teslim olmuş olsaydık bugün minarelerde elektrik ampulleri değil hálá kandiller yanıyor olurdu. Beyoğlu-Karaköy Tüneli’nde vagonlar elektrikli motorlarla değil atla çekilirdi. İçme suları evlere kamyonetlerle değil at arabaları ve sakalarla dağıtılırdı.
Nostaljik duyguların bir özelliği de, eskiyi hep iyi yanlarıyla hatırlayıp, kötü yanlarını unutmaya eğilimli olmasıdır. Vapurlar kaldırılmasın diyenler vapurlarda içilen çayları, yenilen simitleri, püfür püfür esen güvertelerini anıyorlar. Ama nedense onlarca metre öteye kesif bir idrar kokusu yayan tuvaletlerini yazmak kimsenin aklına gelmiyor. İçilen çaylar hatırlanıyor da o çayların karbonat kokması ve çay bahçelerine göre iki kat fiyattan satılmasını anan yok. Püfür püfür esen güverteler akıllarda kalmış ama kötü havalarda girilmek zorunda kalınan kapalı salonların havasızlığı ve pisliği kimsenin hafızasında yer etmemiş.
Geçen hafta San Fransisko’daydım. Geçen yüzyılın başından kalma kablo vagonlar (cable car), hálá kullanılıyorlar. Ama artık toplu taşıma işlevlerini otobüslere, troleybüslere ve metroya devretmiş olarak daha çok turistik amaçlı bir işlev görüyorlar.
İstanbul’da da kimsenin vapurların tamamını kaldırmak gibi bir niyeti yok. İDO’nun yapmak istediği bir kısmını turistik amaçlı kullanıma ayırıp, geri kalanını değiştirmek. Böylelikle hem İstanbul’un simgelerinden biri korunmuş olacak, hem de gerçek işlevlerini yerine getirmekten her geçen gün daha da uzaklaşan köhnemiş vapurlar, toplu deniz taşımacılığını tekrar canlandıracak hızlı, temiz ve modern yeni modellerle değiştirilmiş olacaklar.
Daha iyisi can sağlığı...
Galatasaray bilgi altyapısında lider
Kulübü 100. kuruluş yılında alemin maskarası yapan Galatasaray yönetimi meğer kedi olalı bir fare tutmuş ama haberimiz yokmuş. Yeni öğrendim, GS yönetiminin göreve gelir gelmez ayağının tozuyla yaptığı ilk icraatlerden biri kulübün bilişim altyapısına yatırım yapmak olmuş. Bu modernleşme girişimi kapsamında Kent Bilgi Sistemleri, kulübe batılı büyük spor kulüplerinde kullanılan marifetli bilgisayar yazılımlarının bir benzeri olan Taraftar Yönetim Sistemi’ni kurmuş. Taraftar Yönetim Sistemi ile taraftarla olan tüm ilişkiler, sezonluk bilet satışı, dergi aboneliği, kulüp üyeliği tek bir merkezden yönetilebiliyor. Her bir taraftara özel bir taraftar kimlik numarası verilip, üyeyle kişisel tercihlerine ve alışkanlıklarına göre kişiye özel ilişki kurulabiliyor. Sistem yeni geliştirmelere de açık. Örneğin mağazacılık ile entegre edilebilir, stadyum yönetiminde kullanılabilir, üyelere puan kazanma sistemi getirilebilir. Darısı diğer spor kulüplerimizin başına. Maksimum ücret yolda
Afrika’daki yoksulluğa son verilmesi için kamuoyu yaratmak amacıyla düzenlenen Live8 konserini izlerken, aklıma minimum ücret var da neden maksimum ücret olmasın tartışması geldi. Türkiye şubesinin kurucularından olduğum Dünya Fütüristler Birliği’nin yayınladığı ‘The Futurist’ isimli bir dergi var. Derginin son sayısında geleceğin eğilimleri arasında maksimum ücret uygulaması da sayılıyor.
Dünya genelinde bu kadar bozuk bir gelir dağılımı varken, az sayıda da olsa bazı büyük şirket yöneticilerinin çok yüksek ücretler alması, daha da ilginci başarısız olup işten atıldıklarında daha da büyük tazminat ücretleri alması tepki çekiyor. Örneğin işten çıkartılan başarısız bir şirket başkanının aldığı tazminat miktarı, yoksul bir ülkenin milli gelirine yaklaşabiliyor.
Maksimum ücret uygulaması aslında ABD Başkanı Franklin D. Roosvelt’in önerisiyle 1942’den beri gündemde. Sorun aslında maksimum ücretin uygulanabilir olup olmamasında değil, miktarının saptanmasında. Fütüristlere göre filozoflar bu sorunu da çözecek ve ileride minimum ücrete ek olarak maksimum ücret uygulaması da olacak.