Hani geçenlerde Van’ın Gevaş ilçesinde koyunun teki uçurumdan atladı, paşinden 450 koyun daha atlayıp telef oldu ya... Şu ‘Vapurumu Vermiyorum’ kampanyası ve peşinden pek çok yazarın kopardığı kıyamet de bana bu sürü psikolojisini hatırlatıyor.
İstanbul’un simgesi vapurlar seferden kaldırılacakmış da, yerlerine Norveç’ten sipariş edilen konserve kutusu tekneler konacakmış... Geçen hafta böyle bir şeyin söz konusu olmadığını ama İstanbul’un da çok daha etkin bir toplu deniz taşımacılığına ihtiyacı olduğunu yazmıştım. Yazımın ardından İstanbul Deniz Otobüsleri AŞ(İDO) Genel Müdürü Dr. Ahmet Paksoy aradı, teşekkür etti.
Ben ‘Vapurumu Vermiyorum’ fırtınasının en azından kazanda estirildiğini sanıyordum. Ahmet Paksoy’dan dinlediklerim karşısında, Liliput cücelerinin çay kaşığında koparttığını görüp, iyice şaşırdım.
Bir kere iddia edildiği gibi Norveç’ten ısmarlanmış tek bir deniz aracı bile yokmuş. Kampanya sitesinde ‘İşte konserve kutusu vapurlar’ diye yayınlanan resimler tamamen hayaliymiş. (Şimdi kampanya sitesine tekrar baktım, resmi değiştirmişler, hayal ürünü olduğu besbelli, dev boyutuyla konserveyle de uzaktan yakından ilgisi olmayan yeni bir tasarım ucubesi koymuşlar.)
İDO geçen yazımda da belirttiğim gibi İstanbullular’ın toplu deniz taşımacılığı gereksinimlerini karşılamak üzere bir proje grubu kurmuş, kıyamet bundan kopuyormuş. Proje grubu ulaşımda denizin payını nasıl artırırız, vapurları engellilerin de kullanabileceği hale nasıl getirebiliriz, iskeleye yanaşma ve ayrılmalarda çekirge gibi zıplayanları nasıl önleriz, tarifeleri nasıl sıklaştırırız gibi ancak aklı başından uçmuşların karşı çıkacağı konular üzerinde çalışıyormuş. Projede öncelikle İstanbullular’ın istek ve ihtiyaçları göz önüne alındığından, geliştirilecek çözümlerde deniz araçlarının açık güverteli tasarlanması da kesinmiş.
Vapur düşmanı ilan edilen İDO’nun yeni yönetimi, 15 yıldır vapur yapılmayan İstanbul tersanelerinde kendilerine hurdaya çıkmış olarak teslim edilen iki vapuru bakıma almış.
Bunlardan Necati Gürkaya, geçen hafta sefere sokulmuş, Şehit Sami Akbulut vapuru ise Haliç Tersanesi’nde Nisan ayında bakıma alınmış, 1 milyon YTL harcanarak yenileniyormuş.
İnsaf, gerçekten insaf... İstanbul’un simgesi vapurları yok etmek isteyen zihniyet, bunları mı yapar?
Madara olduk Doğan Hızlan’a
Belki bu da bir tezat ama dünyanın çevresindeki dönüşünü de, kendi çevresinde dönüşünü de kusursuz bir uyum içinde tam 29,5 günde tamamlayan Ay, tam da bu uyum nedeniyle hep tek bir yüzünü Dünya’ya döner ve diğer yanı Ay’ın karanlık yüzü olarak anılır. Halbuki Ay’ın Dünya’ya dönük yüzü de, karanlık olarak anılan yüzü de eşit miktarda gün ışığı alırlar.
Çoğu insan gibi Doğan Hızlan’ın da bir herkese gösterdiği, bir de sadece bakmak isteyenlerin görebildiği yüzü var.
Geçmiş deneyimlerden gelen değerlerin simgesi olarak tanınan Doğan Hızlan’ın yenilikçi yönü az bilinir. Ama aslında Türk basınının yeniliğe en çok açık yazarı Doğan Hızlan’dır. Edebiyat ve sanat eleştirilerini üniversite yıllarımdan beri takip ettiğim Doğan Hızlan’ın teknolojiyle tango yapan kişiliğiyle 1995 yılında Hürriyet’te haftalık İnternet sayfası yapmaya ve köşe yazıları yazmaya başladığımda tanıştım.
Yeni köşemi ilk kutlayanlardan biri olmuştu. İnternet hakında sorular soran ilk köşe yazarı da Doğan Hızlan’dı, teknik servisten bilgisayarının İnternet’e bağlanmasını talep eden ilk tepe yönetim katı sakini de...
Yine 1995’te yayınladığımız 21. Yüzyıl eki için, o dönemdeki Hürriyet yazarları arasından aklıma gelen ilk ve tek ismin de Doğan Hızlan olması boşuna değildi. 21. Yüzyıl’ın en güzel teknoloji yazıları Doğan Hızlan imzasıyla yayınlandı. Ne zaman bir araya gelsek dönemin Google’ı Altavista’da daha verimli arama yapmanın yollarını sorar, yine o dönemin Amazon’u CD-Now’dan CD siparişi vermenin keyfini paylaşırdı.
Geçen gün Hürriyetim’in ana sayfasında Doğan Hızlan imzalı bir e.günlük (blog) açıldığını (hurriyetim.com.tr/ blognot) görünce hiç şaşırmamamın nedeni de, Hızlan’ın herkesin bilmediği yenilikçi yanını çok yakından tanımamdır. Türkiye’de e.günlük açmak gibi cesaret, maharet ve kan harareti isteyen bir girişime ilk imza atan popüler köşe yazarının Doğan Hızlan’dan başkasının olmasını beklemezdim zaten.
Internet bakaryazarları
‘Üçüncü türle yakın ilişkiler’ başlıklı yazımın ardından gelen mesajlardan birinde aynen şöyle yazıyordu: ‘filmin adı dünyalar savaşıyor değil dünyalar savaşı heralde koltuğa kitlenince adı tam kavrayamadın’... Bu tip mesajlar gazete okurlarından değil, yazılarımızı İnternet’ten okuyan, daha doğrusu şöyle bir göz atan İnternet bakarlarından geliyor.
Bu tiplerin gazetelerin İnternet versiyonlarında dolaşmalarının nedeni, farklı fikirleri okuyup kendi fikirlerini üretmekte kullanmak filan değil. Tek amaçları, yazarların hatalarını yakalamak ve kendilerinin ne kadar üstün olduklarına olan inançlarını pekiştirmek. Tabii yakaladıklarını sandıkları hataların aslında bilinçli yapılmış seçimler olduğunu anlayamayacak kadar cahil olduklarının da farkında değillerçoğunlukla.
Gösterime ‘Dünyalar Savaşı’ adıyla giren filmin senaryosuna temel olan H.G. Wells’in dünya klasiği romanı ‘War of the Worlds’ün Türkçe’de bilinen adı ‘Dünyalar Savaşıyor’dur. Kitap Türkiye’de bu isimle yayınlanmış, ancak film eserin adının bilinen çevirisiyle değil, yeni bir adla gösterime sokulmuştur. Önceki baskıları ‘Dünyalar Savaşıyor’ adıyla yayınlayan İthaki Yayınları da, yeni baskılarda filmin popülaritesinden yararlanmak için yeni adı kullanmayı seçmiştir. Bakaryazarlara duyurulur.