1 Nisan 2006
AKP İstanbul Milletvekili Lokman Ayva vatandaşın ücretsiz hızlı İnternet almasını sağlamaya yönelik bir kanun teklifi vermiş. Sabah'tan Mehmet Barlas da teklifi çok beğenmiş, destekliyor. ADSL’in ucuzlaması için yapılması gereken tek şey var. Telekomünikasyon Kurumu'nun Türk Telekom'u kollamayı bırakıp sektörü serbest rekabete açması, AKP hükümetinin de birazcık olsun vizyon sahibi olmaya çalışması... ADSL ve İnternet omurgası Türk Telekom'un tekelinde kaldığı sürece, zekai hiçbir fikir işe yaramaz.
AKP İstanbul Milletvekili Lokman Ayva vatandaşın ücretsiz hızlı İnternet almasını sağlamaya yönelik bir kanun teklifi vermiş. Sabah'tan Mehmet Barlas da teklifi çok beğenmiş, aman, diyor, "Dilerim Lokman Ayva'nın bu projesini iletişim bürokrasisi de destekler"...
Teklif belli ki iyi niyetli ama gerçekçilik açısından elle tutulur yanı yok. Cehenneme döşenen yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir derler. Bu yolun iki yanına iyi niyet taşlarını taşıyanların şakşakçılarının dizili olduğunu da ben ekleyeyim.
Lokman Ayva'nın ADSL bağlantısını evlere bedava götürme formülü kısaca şöyle:
İsteyen vatandaşlar devletle ya da kamu kurumlarıyla olan her türlü ilişkileriyle ilgili tebligatın, klasik sürüngen posta yerine, elektronik posta ile gönderilmesini talep edebilecek.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2006
Knorr şeflerinin geçen perşembe günü Almanya’da verdiği iki günlük yemek davetiyle Sevilen Şarapları’nın İstanbul’da Four Seasons Otel’de verdiği davet çakıştı. Katılamadığım Sevilen davetinin düzenleyicisi, bu tür davetleri gastronomik birer şölene dönüştürmekle de nam salmaya başlayan Mehmet Yalçın’mış.
Mehmet Yalçın’la bazı zevklerimiz tutmaz. Ben Türkiye’nin şarap dünyasında Boğazkere ile sükse yapacağını düşünürüm, o Öküzgözü ile... Ben daha kompleks, gösterişli tanenli şaraplardan hoşlanırım, o daha zarif tanenlilerden. Ama ikimiz de bu zevk farkının aslında hiç önemli olmadığını, şarabın büyülü dünyasında her zevke yer olduğunu; Boğazkere’nin de, Öküzgözü’nün de Türk şarapçılığı için çok önemli üzümler olduğunu biliriz.
Aramızdaki asıl fark Mehmet Yalçın’ın Türk şarapçılığına yaptığı katkıların erişilmezliğindedir. Gusto gibi dünya ölçeklerinde kaliteli bir içki kültürü dergisini o yaratmıştır. Türk medyasına şarap yazarlığını, Milliyet’teki köşe yazılarıyla o armağan etmiştir. Şarap kültürünü geliştiren, zenginleştiren bir başka girişimi ise 2003’ten bu yana aralıksız sürdürdüğü, 11 Nisan’da başlayacak yeni bir etabı da olan "Gusto Şarap Kursları"dır.
Sevilen Şarapları’nın davetine gelince... Gusto’nun bir sonraki sayısında yayınlanacak yazıyı önceden okuma ayrıcalığı sayesinde katılmış kadar oldum. Daha doğrusu; katılmış ama davet sırasında iskemleye bağlanıp, tüm yiyecek ve şaraplara sadece uzaktan baktırılarak işkence çektirilmiş biri kadar oldum.
Davetin gözdesi Sevilen’in yeni rozesi Cabarnet Sauvignon ve Şiraz kupajı "R" ile Sevilen’in sofra şarabı Majestik’in 2005 kırmızısıymış.
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2006
Hazır çorbayı ve et suyu tabletini ben de çoğunluk gibi koruyucu kimyasallarla dolu bir yiyecek olarak bilirdim. İçinde en ufak bir koruyucu madde olmadığını öğrendiğimde şaşırdım. Knorr’un altı şef aşçısının yemekleri eşliğinde, Almanya’nın Heilbronn şehrinde verdiği iki gün, iki gecelik ziyafet davetinden döndüm döneli her tanıdığıma aynı şeyi aktarıyorum. Hazır çorbalarda koruyucu madde olmadığını öğrenip de, şaşırmayanına henüz rastlamadım.
Unilever Knorr’un Küresel Teknoloji Merkezi Kaynak Geliştirme Müdürü Wolfgang Eppler ve Kuzey Afrika-Ortadoğu Pazarlama Müdürü Mustafa Seçkin hazır çorbalarda kullanılan kurutma tekniğini, köy tarhanası örneğini vererek anlatıyorlar. Tarhanada olduğu gibi hazır çorba ve bulyonda da, yiyeceğin bozulmadan uzun süre dayanması içindeki tüm suyun kurutulmasıyla sağlanıyor. Suyu tamamen alınmış yiyeceklerde, yiyeceklerin bozulmasına yol açan bakteriler artık yaşayamıyor.
Ancak Knorr’cuların pek üzerinde durmadığı bir noktayı da aktarmamda fayda var. Bu bilgileri gezinin ardından, çeşitli kaynaklardan araştırarak edindim.
Kurutma tekniğiyle hazırlanmış çorba, et ve tavuk suyu, çeşni, harç gibi hazır gıdalarda kimyasal koruyucular sıfır miktarda kullanılıyor olsa da bu doğala özdeş yapay aroma, monosodyum glutomat gibi lezzet verici veya artırıcı maddelerin kullanılmadığı anlamına gelmiyor.
Ancak bu maddelerin kullanılıyor olması, kurutulmuş toz gıdaların sağlıksız olduğunu göstermiyor. Doğala özdeş yapay aromayı, yapay aroma ile karıştırmamak gerekiyor. Doğala özdeş demek, yapay aromanın doğalıyla tamamen aynı kimyasal yapıya sahip olması anlamına geliyor. Ki bu da, bir bakıma doğalıyla yüzde yüz aynı demek.
Monosodyum glutomat ise onlarca yıldır bilimsel testlerden geçirilerek, sağlığa zararı olmadığı kanıtlanmış tuz benzeri bir madde. Hatta sinir sisteminin sağlıklı çalışmasında önemli bir rolü de var.
Knorr’un, ürünlerinin kimyasal koruyucu içermemesine ek olarak üzerinde önemle durduğu bir nokta daha var. O da Türkiye’deki ürünlerinden hiçbirinin aslında tam bir hazır yemek olmaması.
Knorr, Türkiye’deki tüm ürünleri bir yemek malzemesi olarak görüyor. "On kişiye aynı tarifi verseniz yine de on farklı lezzette yemek çıkar", diyorlar; "Ama bu yemeklerde kullanılan malzemeler arasında Knorr ürünleri olursa, sonuç her zaman lezzetli olur"...
Bunu göstermek için de gezinin ikinci gününde öğle yemeğini bize hazırlattılar. Knorr’un mutfak atölyesinde üç gruba bölündük. Her grup Knorr’un verdiği tarifler ve malzemelerle ikişer çeşit yemek hazırladı.
Sonuç gerçekten etkileyiciydi. Hazırlanan yemeklerin en kötüsü bile vasatın üzerinde bir lezzete sahipti.
Hazır çorba tozuyla marine edilmiş külbastı
Mutfak atölyesi seansında, bizim gruba düşen yemeklerden biri külbastıydı.
On beş yıl önce geliştirdiğim ve her yaptığımda herkesin beğenisini kazanan külbastı yemeği reçetemin anahtar malzemesinin Knorr Kremalı Sebze Çorbası olmasına güvenerek, önümüze konan tarifin dışına çıkmaktan çekinmedim. Sonuç: Külbastı ilk tükenen yemekti ve Knorr’cular tarifi kullanmak için izin aldılar.
1 kg kuzu külbastı (kalınca kesilmiş ve dövülmemiş)
1/2 kg doğranmış soğan
1/2 kg doğranmış domates
1 çorba kaşığı Knorr Sarmısaklı Çeşni
1/2 paket Knorr Kremalı Sebze Çorbası
1 çorba kaşığı likit yağ
Kekik, biberiye, karabiber
Tüm malzemeleri derin bir kap içinde iyice karıştırınız. Bulabilirseniz kekik ve biberiyeyi taze ve çok ince kıyarak kullanınız. Buzdolabında en az bir saat, tercihen bir gece dinlendiriniz. Çok kızgın tavada, çok harlı ateşte, etlerin arasında boşluk bırakarak ve yerlerinden oynatmayarak etlerin her iki yüzünü ikişer dakika, suyunu içinde hapsedecek şekilde kabuk bağlayacak şekilde pişiriniz. Tepsiye alıp, önceden iyice ısıtılmış fırında onbeş dakika tutarak, içlerinin de pişmesini sağlayınız.
Ve sonucu bana da yazmayı unutmayınız... Afiyet olsun...
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2006
Sertab Erener’in İngilizce sözlü hafif göbek havası şarkısıyla birinci olduğu günden beri, Erovizyon’da yarışacak şarkımızın Türkçe olup olmamasını tartışıyoruz ya... Eh artık gözümüz aydın. Dandik müzik yarışması Erovizyon’a katılacak şarkının ülkenin anadilinde ya da İngilizce olmasını bizim gibi tartışan bir ülke daha çıktı.
Erovizyon’a bu yıl ilk kez katılacak Ermenistan’ı temsil edecek "Without Your Love" isimli şarkının İngilizce olması Ermeniler arasında ateşli bir tartışma başlattı.
Ermenistan’ı temsil edecek şarkının Ermenice olmamasının Ermeni kültürüne saygısızlık olduğunu söyleyenler, yarışmaya İngilizce sözlü bir şarkıyla katılmakla Ermeni kültürünün dünyaya tanıtımı konusunda önemli bir fırsatın kaçırıldığını savunuyorlar.
Ermenistan’ın bir numaralı pop şarkıcısı Andre’nin seslendirdiği şarkıyı eleştirenler arasında, en azından tek bir dizenin Ermenice olması önerisini getirenler bile var.
Türkiye ve Ermenistan’ı Erovizyon ortak paydasında birleştiren tek yan şarkı sözlerinin İngilizce olup olmamasından ibaret de değil.
Tıpkı Türkiye gibi Ermenistan da yurtdışında yaşayan ırkdaşlarından gelecek oylara güveniyor. Sertab Erener’in ve Yunan Helena Paparizou’nun yurtdışında yaşayan Türkler ve Yunanlar’dan, Ukraynalı Ruslana’nın ise eski doğu bloku ülkelerinden yağan cep telefonu mesajı oylarıyla birinci olmasından ilham alan Ermenistan, gözünü yurtdışında yaşayan Ermenilerin oylarına dikmiş durumda.
Ancak Ermeni diasporasının da (gurbetçi Ermeniler) şarkının Ermenice olmamasına kızgınlık duyması, diasporadan gelecek oyları etkileyebilir. Andre’nin Karabağ doğumlu olması da diasporada rahatsızlığa yol açan nedenlerden bir başkası.
Erener ve Andre’nin şarkıları arasındaki en önemli benzerlik ise ezgilerinde. Andre’nin "Without your love"ı tıpkı Erener’in "Everyway that I can"i gibi Arap ezgilerinin hakim olduğu bir şarkı. Ve tıpkı bizde olduğu gibi oryantal müziğin Türk kültürünün bir parçası olduğunu sananlar Ermeniler arasında da bol olduğundan, yarışmada Ermenistan’ı temsil edecek şarkı Türk ezgileri taşıyor olmakla suçlanıyor.
Ermenistan yarışmada yurtdışında yaşayan Ermeniler’den gelecek oylar kadar Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nden gelecek oylara da güveniyor. Ama bence asıl sürprizi, şarkılarındaki Arap ezgileri sayesinde Türkiye’den ve yurtdışında yaşayan Türkler’den gelecek oyların çokluğu karşısında yaşayacaklar.
Ermenistan’ın Erovizyon’dan dereceye girerek, hatta birinci olarak dönmesi beni hiç şaşırtmayacak.
En iyi aile restoranı Wagamama Türkiye’de
Londra’ya yolu düşenler içine girip yemek yememiş bile olsalar, Wagamama tabelasının altından en az bir kere geçmişlerdir.
Dünyaca ünlü restoran rehberi Zagat tarafından "Londra’nın En İyi Restoranı", ünlü şehir rehberi TimeOut tarafından ise "En İyi Aile Restoranı" seçilen Wagamama, 15 Mayıs’tan itibaren Türkiye’de de açılıyor. İlk restoranını; Levent’te hizmete girecek Kanyon alış veriş merkezinde açacak olan Wagamama, Türkiye çapında hızlı bir yayılma planlıyor.
Japonya’da çok popüler olan "ramen bar" (ince bir erişte türü olan "noodle"la yapılmış yemeklerin servis edildiği restoranlar) konseptini model alan Wagamama’larda yemeğin pişer pişmez hızla servis edilmesine büyük önem veriliyor. Bunu sağlamak için de el bilgisayarlarıyla alınan siparişler, mutfağa radyo sinyalleriyle anında gönderiliyor ve her yemek masaya pişer pişmez, diğerini beklemeden servis ediliyor.
İnatçı, yaramaz çocuk anlamına gelen Wagamama’yı Türkiye’nin de en iyi aile restoranı yapacak çok önemli bir özelliği var. Çocukları mutlu etmek için her türlü ayrıntının düşünüldüğü Wagamama restoranlarında sigara içmek yasak. Bu da Wagamama’ların Türkiye’de, gidecek restoran bulamayan çocuklu aileler için tek seçenek olacağı anlamına geliyor.
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2006
Japonya anılarımı aktarırken, Japonya’nın en büyük TV kanalı NHK’nin banttan yayınlanacak bir program için nelere katlandığını yazmıştım. Japonya’nın en büyük TV stüdyosuna 80 kişilik bir filarmoni orkestrası kurmuşlar ve otuz dakikalık bir program için tam 12 saat çekim yapmışlardı.
Yazımı, "Türkiye’de bırakın otuz dakikalık bir filarmoni konseri yayınını, dünyanın en ünlü orkestra şefinin İstanbul ziyaretine beş dakikalık video kaseti harcayanları topa koyarlar", diye bitirmiştim.
Daha yazımın mürekkebi kurumadan iki güzel haber aldım.
Ben Tokyo’da yazımı yazarken, St. Petersburg Senfoni Orkestrası’nın Beşiktaş Belediyesi’nin davetlisi olarak İstanbul’da verdiği iki konserden ilki, Habertürk televizyonunda canlı yayınlanıyormuş. Ertesi gün ikincisi de canlı yayınlanmış. Çok zor olan klasik müzik konseri canlı yayınını Prima Productions gerçekleştirmiş, yönetmenliğini de Ali Rıza Cankorur yapmış. Türkiye’ye döndüğümde seyreden herkes övgüyle bahsediyordu.
İş yerindeki odama geldiğimde de başka bir sürprizle karşılaştım. Masamda biriken zarflardan birinden "Operadaki Hayalet" isimli bir DVD çıktı. "Operadaki Hayalet" filminin tanıtım klibiymiş. Ama ne klip...
Tam 20 yıldır neredeyse her gösterimi kapalı gişe sahnelenen dünyanın en ünlü müzikali Operadaki Hayalet, geçtiğimiz yıl sinemaya uyarlanmıştı. Özen Film 7 Nisan’da Türkiye’de de vizyona girecek film için benzersiz bir çalışma yapmış. Filmin tema müziği olan müzikalin ünlü düet bölümünün Türkçe seslendirilmesini sağlamış.
Çeşitli izinlerin alınabilmesi için bir sürü yazışmanın ardından, şarkıyı seslendirecek sanatçılar da yurtdışının onayına sunulan adaylar arasından seçilmiş.
Düetin Türkçe seslendirmesi en az orijinali kadar etkileyici olmuş. Bu tür uyarlamalarda Türkçeleştirme ve Türkçe seslendirme, eserin orijinaline alışan kulakları tırmalamaya meyillidir. Ancak Mehmet E. Soyarslan’ın muhteşem çevirisi, Engin Düzyol’un başarılı müzik yönetmenliği ve solistler Müge Derya ile Atay Ergezen’in olağanüstü performansı Operadaki Hayalet’e kaymak gibi akıp giden bir seslendirme kazandırmış. En ufak bir yadırgamaya meydan bırakmıyor.
Bürokratik ve maddi nedenlerden dolayı Türkçe seslendirme, filmin dublajı için kullanılamamış. Ancak Özen Film, Operadaki Hayalet filmini seyretmeye gelecek ilk 20 bin kişiye Türkçe seslendirmenin CD’sini dağıtacak. Bu da filmi ilk iki gününde seyretmeniz gerektiği anlamına geliyor. Sponsor bulunabilirse dağıtılacak CD miktarının artması da olası.
Bu iki çok başarılı girişime tanık olunca "Pop Star", "Benimle Dans Eder misin", "Anadolu Ateşi" gibi son dönemin popüler TV yarışmalarından biri de klasik müzik ve/veya müzikal alanında yapılsa diye düşünmeden edemedim. Başarılı bir yapımcılıkla klasik müzik bile popüler yapılabilir Türkiye’de...
Ne o? Yoksa siz bu yarışma programlarının yarışma jürisindeki renkli kişilikler ya da Huysuz Virjin için değil de, amatör dansçılar, türkücüler için mi seyredildiğini düşünüyordunuz?
Beşiktaş Şişli’den daha mı az çağdaş
İstanbul’un CHP’li Belediye Başkanı’na sahip iki mutena ilçesinden adı Beşiktaş olanının, Şişli olanınkinden ne eksiği var ki, seçilmiş başkanı sigara yasağı gibi medeni bir adımı atmaktan özenle kaçınıyor?
Benzer bir soruyu bir ay kadar önce Akşam’dan Oray Eğin de sormuştu. Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül bu medeni adımı attı atalı benim de kafamı kurcalıyordu ama Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal da aynı adımı atar, hele bir bekleyelim diyordum.
Beklentim boşa çıktı. Ya da eninde sonunda atılacak adım fazla gecikti. Etiler’de, Bebek’te, Arnavutköy’de, Ortaköy’de, Levent’te sigara içmeyenlere restoranda, kafede, sinemada, tiyatroda, alışveriş merkezinde soluk alacak köşe yok.
Beşiktaş keşhane cennetine döndü. Nereye gitsen dumanaltı. Böyle giderse sigaradan kaçan medeni müşteriler Beşiktaş’ı tamamen boşaltıp, Şişli’yi mekan tutacaklar...
Beşiktaş ilçesi sınırlarında ikamet edenler olarak, Ünal’dan elini çabuk tutmasını bekliyoruz.
Cem Ceminay suşiden anlamaz
Adam, radyo kanallarını kırpıp kırpıp yıldız yapma üstadı mübarek. Power’ı Power yaptı, NumberOne’ı NumberOne... Her sabah işe giderken, programının son bir saatini dinlemek bağımlılık yapmış. NumberOne’daki programını bırakıp sırra kadem basınca anladım.
Cehennem azabına dönen işe gidiş yolculuğumda Radio N 101’de peydah olup, karşıma çıkınca yolumu program bitinceye kadar uzattım.
Radyoculuğun kralı Cem Ceminay ve Prenses’i, nereden bulduklarını kaçırdığım bir "Türkiye’nin ’En’leri" listesini tartışıyorlardı. Sevdiğimiz ve sevmediğimiz gazetecilere bakıp zevklerimizin uyuştuğuna kanaat getirdiğim Prenses, en iyi suşici olarak listeye giren SushiCo’ya yaptığı itirazla, kanaat notumu yükseltti.
Prenses’le hemfikirim. SushiCo’nun suşileri kötü, Çin yemekleri güzel.
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2006
Üniversite yıllarımda bir arkadaşım her Kurban Bayramı’nın ikinci günü yağmur yağdığına inanırdı. İnancına göre, "Kesilen kurbanların kanının sokaklardan temizlenmesi için her Kurban Bayramı’nın ikinci gününde yağmur yağıyordu"... Kesilen kurbanların kanının temizlenmesi için sadece İstanbul’a değil tüm Türkiye’ye, hatta tüm Ortadoğu’ya, hatta ve hatta neredeyse tüm dünyaya yağmur yağması gerektiğini söylemem, inancını sarsmak için yeterli değildi.
İnancı mantıklı düşünmesini öylesine engelliyordu ki, kurbanların bayramın sadece birinci günü değil tümünde kesildiği için yağmurun bayramın ikinci günü yerine sonunda yağmasının daha doğru olacağını da düşünemiyordu.
O yıl bayramın ikinci günü yağmur yağmaması da inancını değiştirmedi. "Bu sene yağmadı ama her sene yağar", deyip geçti...
Belli ki İstanbul’da bir dönem, arkası arkasına her yıl Kurban Bayramı’nın ikinci gününde rastlantı eseri yağmur yağmış, bu da bir şehir efsanesine yol açmış. Efsanevi inanç da, arada çeşitli yıllarda yağmur yağmamasına rağmen devam etmiş.
Küresel ısınmanın bilimsel bir gerçek olmadığını, bilimsel olarak iki yönlü tartışılan bir teori olduğunu yazmıştım. Haşmet Babaoğlu da, medyanın daha seksi bulduğu için bu tartışmanın sadece tek yanını halka yansıttığını yazarak tartışmaya katkıda bulunmuştu. Babaoğlu küresel ısınma teorisine destek veren, bense karşı olan tezlerden örnekler vermiştim.
Küresel ısınma teorisine tamamen karşı olduğumu düşünen bir okurum, gönderdiği mesajla geçenlerde gerçekleşen bir doğa olayını hatırlatmış.
Geçen gün Arjantin’in güney ucundaki meşhur buzuldan çok büyük bir parça kopmuştu. Okurum da, buz kopma olayının aynı bölgede bundan iki, üç sene önce yaşandığını, ondan önce de taa 12 sene önce koptuğunu, bunun da buz kopma olayının bölgede son dönemde sıklaştığının kanıtı olduğunu iddia eden gazete haberini aktarmış.
"Şimdi", diyor, "bu durum ve üstüne ocaktan bu yana üç kar görecek kadar İstanbul’un bile ikliminin değişmesi ve geçen yazlarda İstanbul’da yaşadığımız dayanılmaz sıcaklıklar küresel ısınmadan değil de nedendir sizce?"
Ve ekliyor, "Bilimsel araştırmalara doğru değil, abartıyorlar vs. dediğinize göre vardır bir bildiğiniz. En önemli konusu ayrıldığı sevgilisi olan gazetecilerden değilsiniz. Üstelik bilişim konulu yazılarınızla zaman içinde buralara geldiniz, ama bilimi kaale almıyorsunuz".
Sevgili okurum,
Aşk olsun. Bilimsel konuları kaale almadığımı nereden çıkartıyorsunuz? Bilakis küresel ısınma konusunda karşı teorileri de aktarmamın nedeni tam da bilimi kaale almam.
Küresel ısınmayı destekleyen bilimsel araştırmalara inanmıyor değilim. Daha doğrusu ne inanıyorum, ne inanmıyorum.
Bilimsel yaklaşım şüphecilik gerektirir. Asıl medyanın küresel ısınmayı sadece tek taraflı işlemesi ve bu tek taraflı iddiaya, sorgulamadan inanmak bilimi kaale almamak demektir.
İklim değişimini öyle bir buzulda onbeş yıl gibi, iklimsel tarih sürecinde saniyeye denk gelen bir süre içinde yaşanan kopmalarla açıklamak mümkün değil. Hele İstanbul’un hava durumuna bakarak iklim değişiyor demek; İstanbul’da Kurban Bayramı’nın ikinci gününde birkaç yıl üst üste yağmur yağmasına bakıp, Allah’ın her bayramda yağmur yağdıracağına inanmaya benzer.
29 Mart’ta Güneş tutulunca deprem olacak mı?
29 Mart’ta Güneş tutulması olacak ya, deprem olacağına dair cehalet senaryoları hemen yazılmaya başlandı.
Prof. Dr. Zeynel Tunca gibi aklı başında bilim adamları, bilimsel açıklamalarla boşuna yırtınıyor.
Dünya yaklaşık her 29 günde bir Güneş’le Ay’ın arasına, Ay da her 29 günde bir Dünya ile Güneş arasına giriyor. Bu birleşme Güneş tutulması ya da Ay tutulmasına yol açacak şekilde her zaman tam bir çizgi halinde olmasa da, yarattıkları yerçekimi etkisi tutulma anındakilerle aynı oluyor.
Yani eğer bu çekim etkileri büyük depremlere yol açacak olsaydı, her yıl dünyada 12-24 büyük depremin gerçekleşmesi gerekirdi. Halbuki her yıl ortalama 134 yıkıcı güçte deprem oluyor.
Eh, bu 134 yıkıcı depremden bazılarının Güneş ya da Ay tutulmasının bir hafta öncesine ya da sonrasına rastlaması da çok doğal...
Aynı İstanbul’un son seksen yılının en sıcak yazınının ya da son on yılının en karlı ocak ayının, küresel ısınma teorilerinin gündemde olduğu yıllara denk gelebileceği gibi...
Asansöre binme adabı
Sorun asansöre binip binmeme sorunu değil, kendinden başkalarına saygılı olup olmama sorunu... Ve önemli olan bu anlatacağım olayın Hürriyet binasındaki asansörlerde yaşanmış ve sürekli yaşanıyor olması da değil, Türkiye’nin her yanındaki asansörlerde benzer olayların her an yaşanıyor olması.
Öğlen yemeği Hürriyet’te bodrum katında yeniliyor. Binaya giriş çıkışlar ise zemin katından. Yemek saatinde asansörlerde yoğunluk yaşanması çok doğal, Hürriyet’te de yaşanıyor...
Bu yoğun saatlerde dışarıdan Hüriyet’e gelip yukarı katlara çıkmak isteyenler zemin katta, bodrumdan dönen asansörü bekliyorlar. Yemekhane bodrumda olduğu için de bodrum katından yukarı çıkan asansör kabinleri, çoğunlukla dolu geliyorlar. Zemin katta bekleyenlerden ya kimse binemiyor, ya da birkaç kişi binebiliyor.
Türk toplumunun yüzde 80’ini oluşturan uyanıkların sayısı, toplumun geneline oranla biraz daha eğitimli çalışanlara sahip olan Hürriyet’te biraz daha düşük. Ama yine de yüzde 50 civarında.
İşte bu uyanıklar sürüsünün beyni, asansör bekleme boşluğunun önünde, kendilerinden çok daha önce gelip beklemekte olanları enayi olarak görecek şekilde programlı. Bu ilkel programlama nedeniyle de yukarıdan gelip bodruma inen asansör kabinlerine, zemin katta durduklarında binip, sırada olanları atlatma keyfini yaşamayı seçiyorlar.
Geçen gün bu kabinlerden birini, kapısını tutup, aşağıdan gelen kabin zeminde durana kadar bekletmek zorunda kaldım. Kabinde aşağıya gitmek için bulunanlardan özür dilerim ama böylesi saygısızlarla mücadele etmenin tek yolu bu ne yazık ki...
Saygısızların, yüzsüzlerin, kendilerinden başkalarını enayi yerine koyanların sayısının her geçen gün arttığı bir ortamda, herkese aynı mücadele yolunu tavsiye ederim.
O sırada asansörde aşağı gitmek üzere bulunanlar gibi kısa süreli mağduriyetler yaşayacak olanlardan biri olmaya da her zaman katlanırım.
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2006
Sigara bağımlısı pilotları yüzünden THY’nin ismi Tütünlü Hava Yolları’na çıkarsa şaşırmayacağım. Yılda yaklaşık 250-300 bin mil uçtuğum için belli başlı havayolu şirketlerinin hemen hepsiyle ilgili deneyim sahibiyim. Ve bugüne kadar THY dışında hiçbir havayolunda, uçuş sırasında sigara dumanına boğulmadım.
Geçen çarşamba günü, CeBIT fuarına katılmak üzere THY’nin TK1663 nolu seferiyle Hamburg’a uçtum.
Uzun bir süredir THY ile uçmamış olduğum için merak içindeydim. Uçuş kayıt bankosundaki yer hostesinin suratıma bir kez bile bakmadan, yanındaki görevliyle makyaj sohbeti yapmayı seçerek işlem yapması dışında, her şey çok güzel gidiyordu.
Bir yan bankoda işlem yaptıran arkadaşımdan öğrendiğime göre, oradaki yer hostesi de yanındakiyle izin kullanımı konusunda derin bir sohbete dalmayı tercih etmiş.
Durumu orada görevli yöneticiye şikayet ettim. "Her gün yüzlerce müşteriyle muhatap oluyoruz", "Şu anda çok önemli bir işim var ama sizinle ilgileniyorum", gibilerinden bir şeyler söylemekle yetindi.
Biniş kapısındaki THY görevlilerince güler yüzle uğurlandık, uçak kapısında güleryüzlü hosteslerce karşılandık. Uçak kalktı, servis gecikmeden başladı. Sunulan üçüncü sınıf Fransız şarabını geri çevirip, Türk şarabı vermelerini talep ettiğimde, nazlı bir ifadeyle de olsa getirdiler.
Pek çok Avrupa havayolununkinden daha kaliteli ve lezzetli olan yemeğimizi bitirmiştik ki, kesif bir sigara kokusu tüm uçağı kapladı.
Hostese seslenip, uçağın sigara koktuğunu söyledim. "Öyle mi, ben duymuyorum. Sakın siz sigara tiryakisi olduğunuz için kokusunu özlemiş olmayasınız" cevabını aldım. Etraftaki yolcular da sigara kokusunu teyid edince, hostes itirazı bıraktı. Pilotla konuyu konuşması talebimizi ise duymamazlıktan geldi.
Sigara tatsızlığı dışında rahat bir yolculuğun ardından Hamburg’a indik. Pilotlar, diğer tüm havayollarında uygulanan adetin aksine, yolcuları uğurlamak için kokpitin kapısına çıkma zahmetine girmediler. Kapalı kapıların ardında yine sigara tüttürmekle mi meşguldüler, bilemeyeceğim.
Dönüş uçuşunda sigara kokusu almadım ama pilotlar yolcuları uğurlamaya bu uçuşta da çıkmadılar.
İstanbul’a gelince THY Basın Müşaviri Dr. Ali Genç’i arayıp, "THY’de, sigara içme yasağının pilotları da kapsayıp kapsamadığını", sordum.
Tahmin ettiğim gibi kapsamıyormuş. Böyle bir kural yokmuş ama pilotlar uçakta sigara içmemeye özen gösteriyorlarmış.
Meclisten geçmek üzere olan sigarayla mücadele kanununun önde gelen mimarlarından, Sigarayla Savaşanlar Vakfı Başkanı Übeyd Korbey’i de aradım.
Adalet Komisyonu’ndan geçen ve bu hafta Meclis Başkanı’na sunulacak, Başbakan Erdoğan tarafından da desteklenen yeni yasada sigara içmek uçak dahil tüm toplu taşıma araçlarında yasaklanıyormuş. Buna şoförler, kaptanlar ve pilotlar da dahilmiş. Yasada kavram olarak kapsanıyorlarmış ama yönetmeliklerde açık açık yazılacakmış.
THY yönetimi bence yasayı, yönetmeliği filan beklemeyip yolcu ve pilot arasında ayrımcılık yapan yasağı hiç vakit geçirmeden pilotlarına da uygulamaya başlamalı. Denetimi de kokpitlere takılacak duman dedektörleriyle sağlamalı.
Öyle uzun uçuş, kısa uçuş ayrımı da yapmamalı. Yolcu dayanıyorsa, pilot neden dayanmasın. Uçuş güvenliği, pilotun dikkati filan gibi mazaretler de geçersizdir. Eğer bağımlı pilotun sigara içmemesi uçuş güvenliğini gerçekten tehdit ediyorsa, yapılması gereken sigara bağımlısı pilotların işlerine son vermektir.
En iyi mezenin adresi Set Balık
Hürriyet Cuma’nın gazetecilik tarihinin, en fazla bağımlılık yaratan "En iyi 10" dizisinden biri olan "En İyi On Adres" listesinin geçen haftaki konusu "Balık mezesi yapan yerler"di.
Jürinin seçtiği on adres arasında gözüm "Set Balık"ı da aradı ama bulamadı. Jürinin gönlü belki de, bu birbirinden lezzetli, benzersiz mezeleri yemeyip yanında yatılacak türden gördüğü için rakı yanında meze yapmaya razı gelmemiştir diye düşündüm...
Set Balık’ın deniz ürünlerinden yapılmış emsalsiz mezelerini rakıya meze yapmaya benim de gönlüm el vermiyor...
Her zaman dediğim gibi rakı sofrasında balık yenilebilir ama balık sofrasında rakı içilmez. Yani amaç rakı içmekse, rakı sofrasına kurulmaksa yanında balık da yiyebilirsiniz, sorun yok. Ama amaç balık sofrasına oturmak ve lezzet ziyafeti çekmekse rakı ancak yemeğin ardından, dijestif olarak içilebilir.
Set Balık’ın mezeleri de, başta bütün ahtapot ızgara olmak üzere, masaya lezzet için oturanlara hitap ediyor. Lezzetlerini bastıracak anasonlu rakıdan çok nefasetlerini artıracak şaraba meze olabilirler ancak.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2006
HP yeni sayılabilecek İcra Başkanı Mark Hurd’la birlikte çizdiği rotasının önemli bir ipucunu Orlando’da yapılan fotoğrafçılık fuarı PMA 2006’da verdi. HP, fuarda tanıttığı sayısal fotoğraf makinesi modelleri ve yazıcılara ek olarak duyurduğu sayısal fotoğraf baskı kulübesi Photosmart Express Station’la sayısal fotoğrafçılığın her alanında en az bir ürünüyle var olduğunu kanıtlayarak, fotoğrafçılığa şirket olarak ne denli önem verdiklerini göstermiş oldu.
HP’nin yeni ürünü kullanıcılara, sayısal fotoğraf makineleriyle çektikleri fotoğrafları kendi kendilerine ya da dükkan sahibinin de yardımıyla albüm, anı kitabı gibi farklı formatlarda basma olanağı veriyor.
Photosmart Express Station ile HP, dijital fotoğraf makineleri, ev foto yazıcıları, profesyonel foto yazıcıları, fotoğraf kağıtları, fotoğraf mürekkepleriyle var olduğu sayısal fotoğrafçılık pazarında, yer almadığı tek noktayı da doldurmuş oluyor.
Bu da HP’nin yeni İcra Başkanı Mark Hurd’un, HP’nin borsadaki yatırımcılarının arzu ettiği gibi HP’yi çok güçlü olduğu bir alan olan sayısal baskı pazarında daha da güçlendirmeyi arzuladığını ortaya koyuyor.
Hatırlanacağı gibi HP’nin eski başarılı İcra Başkanı Carly Fiorina, borsa yatırımcılarının kısa dönemli kár beklentilerine göre raporlar hazırlayan analistlere kurban edilmiş, yerine bir süre sonra NCR’ın başarılı yöneticisi Mark Hurd getirilmişti.
Fiorina’nın kovulduğu ancak yerinin henüz doldurulmadığı günlerde, yani hemen hemen bir yıl önce Hürriyet e.yaşam’da durumu eski ekonominin zaferi olarak yorumlamış ve şöyle demiştim:
"Carly Fiorina işinde çok başarılıydı. Basit bir bilgisayar yazıcısı firmasını alıp, birkaç yıl içinde dev bir bilişim şirketi yaptı. Cirosunu katlayarak artırdı. HP’yi çoğu bilişim şirketinin topu attığı, atmasa da patlatıp yamattğı 2000 krizinden büyüyerek çıkarttı. HP’yi yılların IBM’iyle yarışacak büyüklüğe getirdi. HP markasını teknoloji ve yenilik denince akla gelen ilk markalardan biri yaptı. IBM’i PC’de pes ettirdi, HP’yi teknolojik üstünlüğün simgesi haline getirdi.
Tek başaramadığı şirketin kárlılığını artırmak oldu. HP hisselerinin değeri borsada, Carly Fiorina göreve geldiği günden itibaren sürekli değer yitirdi. Carly’nin ipini çeken de, ipi çekildikten sonra ardından ABD medyasına tef çaldırtan da bu oldu; HP hisselerinin borsada değer yitirmesi... Borsada, yani eski ekonominin son kalesinde"...
Kısacası Carly Fiorina ABD’nin yeni ekonomiye geçmesinin önündeki baş belası, eski ekonominin yılmaz savaşçıları analistlerin kurbanı olmuştu.
Carly Fiorina’nın yerini kimin dolduracağı belli olmadığı için HP’nin geleceğiyle ilgili bir yorum yapmamıştım. Mark Hurd geldikten sonra da, yeni stratejinin ilk önemli ipucunu bekledim.
Beklediğim önemli ipucunu Orlando’da katıldığım fotoğrafçılık fuarında buldum.
Ve yeni ekonomide tek bir doğrunun olmadığını, birden fazla doğrunun olabileceğini bir kez daha görmüş oldum.
Hurd’un HP’yi, Fiorina’nın hedeflediği gibi elektroniğin her alanında lider yapmak olup olmadığının göstergeleri henüz ortada yok. Bugüne kadarki icraatleri en azından tersine bir yoğunlaşmaya da işaret etmiyor.
Ancak HP’yi süpermarketlere kadar taşıyabilecek bir ürün olan Photosmart Express Station, artık HP bu alanda daha ne yapabilir ki dedirten sayısal fotoğrafçılık pazarında bile yenilikçiliğin sonunun olmadığını gösteriyor.
Peki HP, yeni ekonominin güçlü bir oyuncusu olmayı hedeflemeye devam edecekse sayısal fotoğrafçılık alanında daha da ne mi yapabilir?
Sayısal fotoğraf makinelerinde pes etmeyip, fotoğrafçılıkta geçmişten gelen güçleriyle çok güçlü gözüken rakiplerine ter döktürtecek modellerle karşımıza çıkmasına ne dersiniz?
PMA 2006’da duyurduğu yeni fotoğraf makinesi modellerinin özellikleri, HP’nin bu konuda da doğru yolda oldoğunu ortaya koyan ipuçları veriyordu. Özellikle de sayısal fotoğrafçılık alanında kullanılmak üzere geliştirdiği yepyeni yazılımlarıyla...
Yazının Devamını Oku