Üniversite yıllarımda bir arkadaşım her Kurban Bayramı’nın ikinci günü yağmur yağdığına inanırdı. İnancına göre, "Kesilen kurbanların kanının sokaklardan temizlenmesi için her Kurban Bayramı’nın ikinci gününde yağmur yağıyordu"...
Kesilen kurbanların kanının temizlenmesi için sadece İstanbul’a değil tüm Türkiye’ye, hatta tüm Ortadoğu’ya, hatta ve hatta neredeyse tüm dünyaya yağmur yağması gerektiğini söylemem, inancını sarsmak için yeterli değildi.
İnancı mantıklı düşünmesini öylesine engelliyordu ki, kurbanların bayramın sadece birinci günü değil tümünde kesildiği için yağmurun bayramın ikinci günü yerine sonunda yağmasının daha doğru olacağını da düşünemiyordu.
O yıl bayramın ikinci günü yağmur yağmaması da inancını değiştirmedi. "Bu sene yağmadı ama her sene yağar", deyip geçti...
Belli ki İstanbul’da bir dönem, arkası arkasına her yıl Kurban Bayramı’nın ikinci gününde rastlantı eseri yağmur yağmış, bu da bir şehir efsanesine yol açmış. Efsanevi inanç da, arada çeşitli yıllarda yağmur yağmamasına rağmen devam etmiş.
Küresel ısınmanın bilimsel bir gerçek olmadığını, bilimsel olarak iki yönlü tartışılan bir teori olduğunu yazmıştım. Haşmet Babaoğlu da, medyanın daha seksi bulduğu için bu tartışmanın sadece tek yanını halka yansıttığını yazarak tartışmaya katkıda bulunmuştu. Babaoğlu küresel ısınma teorisine destek veren, bense karşı olan tezlerden örnekler vermiştim.
Küresel ısınma teorisine tamamen karşı olduğumu düşünen bir okurum, gönderdiği mesajla geçenlerde gerçekleşen bir doğa olayını hatırlatmış.
Geçen gün Arjantin’in güney ucundaki meşhur buzuldan çok büyük bir parça kopmuştu. Okurum da, buz kopma olayının aynı bölgede bundan iki, üç sene önce yaşandığını, ondan önce de taa 12 sene önce koptuğunu, bunun da buz kopma olayının bölgede son dönemde sıklaştığının kanıtı olduğunu iddia eden gazete haberini aktarmış.
"Şimdi", diyor, "bu durum ve üstüne ocaktan bu yana üç kar görecek kadar İstanbul’un bile ikliminin değişmesi ve geçen yazlarda İstanbul’da yaşadığımız dayanılmaz sıcaklıklar küresel ısınmadan değil de nedendir sizce?"
Ve ekliyor, "Bilimsel araştırmalara doğru değil, abartıyorlar vs. dediğinize göre vardır bir bildiğiniz. En önemli konusu ayrıldığı sevgilisi olan gazetecilerden değilsiniz. Üstelik bilişim konulu yazılarınızla zaman içinde buralara geldiniz, ama bilimi kaale almıyorsunuz".
Sevgili okurum,
Aşk olsun. Bilimsel konuları kaale almadığımı nereden çıkartıyorsunuz? Bilakis küresel ısınma konusunda karşı teorileri de aktarmamın nedeni tam da bilimi kaale almam.
Küresel ısınmayı destekleyen bilimsel araştırmalara inanmıyor değilim. Daha doğrusu ne inanıyorum, ne inanmıyorum.
Bilimsel yaklaşım şüphecilik gerektirir. Asıl medyanın küresel ısınmayı sadece tek taraflı işlemesi ve bu tek taraflı iddiaya, sorgulamadan inanmak bilimi kaale almamak demektir.
İklim değişimini öyle bir buzulda onbeş yıl gibi, iklimsel tarih sürecinde saniyeye denk gelen bir süre içinde yaşanan kopmalarla açıklamak mümkün değil. Hele İstanbul’un hava durumuna bakarak iklim değişiyor demek; İstanbul’da Kurban Bayramı’nın ikinci gününde birkaç yıl üst üste yağmur yağmasına bakıp, Allah’ın her bayramda yağmur yağdıracağına inanmaya benzer.
29 Mart’ta Güneş tutulunca deprem olacak mı?
29 Mart’ta Güneş tutulması olacak ya, deprem olacağına dair cehalet senaryoları hemen yazılmaya başlandı.
Prof. Dr. Zeynel Tunca gibi aklı başında bilim adamları, bilimsel açıklamalarla boşuna yırtınıyor.
Dünya yaklaşık her 29 günde bir Güneş’le Ay’ın arasına, Ay da her 29 günde bir Dünya ile Güneş arasına giriyor. Bu birleşme Güneş tutulması ya da Ay tutulmasına yol açacak şekilde her zaman tam bir çizgi halinde olmasa da, yarattıkları yerçekimi etkisi tutulma anındakilerle aynı oluyor.
Yani eğer bu çekim etkileri büyük depremlere yol açacak olsaydı, her yıl dünyada 12-24 büyük depremin gerçekleşmesi gerekirdi. Halbuki her yıl ortalama 134 yıkıcı güçte deprem oluyor.
Eh, bu 134 yıkıcı depremden bazılarının Güneş ya da Ay tutulmasının bir hafta öncesine ya da sonrasına rastlaması da çok doğal...
Aynı İstanbul’un son seksen yılının en sıcak yazınının ya da son on yılının en karlı ocak ayının, küresel ısınma teorilerinin gündemde olduğu yıllara denk gelebileceği gibi...
Asansöre binme adabı
Sorun asansöre binip binmeme sorunu değil, kendinden başkalarına saygılı olup olmama sorunu... Ve önemli olan bu anlatacağım olayın Hürriyet binasındaki asansörlerde yaşanmış ve sürekli yaşanıyor olması da değil, Türkiye’nin her yanındaki asansörlerde benzer olayların her an yaşanıyor olması.
Öğlen yemeği Hürriyet’te bodrum katında yeniliyor. Binaya giriş çıkışlar ise zemin katından. Yemek saatinde asansörlerde yoğunluk yaşanması çok doğal, Hürriyet’te de yaşanıyor...
Bu yoğun saatlerde dışarıdan Hüriyet’e gelip yukarı katlara çıkmak isteyenler zemin katta, bodrumdan dönen asansörü bekliyorlar. Yemekhane bodrumda olduğu için de bodrum katından yukarı çıkan asansör kabinleri, çoğunlukla dolu geliyorlar. Zemin katta bekleyenlerden ya kimse binemiyor, ya da birkaç kişi binebiliyor.
Türk toplumunun yüzde 80’ini oluşturan uyanıkların sayısı, toplumun geneline oranla biraz daha eğitimli çalışanlara sahip olan Hürriyet’te biraz daha düşük. Ama yine de yüzde 50 civarında.
İşte bu uyanıklar sürüsünün beyni, asansör bekleme boşluğunun önünde, kendilerinden çok daha önce gelip beklemekte olanları enayi olarak görecek şekilde programlı. Bu ilkel programlama nedeniyle de yukarıdan gelip bodruma inen asansör kabinlerine, zemin katta durduklarında binip, sırada olanları atlatma keyfini yaşamayı seçiyorlar.
Geçen gün bu kabinlerden birini, kapısını tutup, aşağıdan gelen kabin zeminde durana kadar bekletmek zorunda kaldım. Kabinde aşağıya gitmek için bulunanlardan özür dilerim ama böylesi saygısızlarla mücadele etmenin tek yolu bu ne yazık ki...
Saygısızların, yüzsüzlerin, kendilerinden başkalarını enayi yerine koyanların sayısının her geçen gün arttığı bir ortamda, herkese aynı mücadele yolunu tavsiye ederim.
O sırada asansörde aşağı gitmek üzere bulunanlar gibi kısa süreli mağduriyetler yaşayacak olanlardan biri olmaya da her zaman katlanırım.