26 Nisan 2006
Biliyorum Türkiye henüz bu aşamada değil. Biliyorum bu yazacaklarıma bön bön bakacaklar olacak. Biliyorum eleştirim pek çoklarına fuzuli gelecek. Ben tabii, her zaman yaptığım gibi yine de yazacağım. Fenerbahçe kulübü, Galatasaray maçında yaşanan çirkinlikten, insanlık ayıbından dolayı cezalandırılmalıdır.
Medyanın Vestel Manisaspor-Fenerbahçe maçından sonra günlerce yazdığı ve ev sahibi takımı suçladığı ama Fenerbahçe sahasındaki maçtan sonra hiç üzerinde durmadığı Manisa’dakinden daha da ağır küfürlü anonsu kastetmiyorum.
Fenerbahçe-Galatasaray maçında sahanın ortasına kadar getirilen hindiye yapılan işkenceden bahsediyorum.
Onbinlerce seyircinin önünde, kanatlarından tutularak sahanın ortasına kadar getirilen zavallı hindiden... Hindiye yapılan eziyet karşısında utanmak yerine coşan, canlı bir hayvana yapılan eziyeti küfürlerine malzeme eden kalabalığın sergilediği içler acısı görüntüden...
Tamam, aynı hindi bir Galatasaray-Fenerbahçe maçından önce Ali Sami Yen’de sahaya getirilseydi, Galatasaray taraftarları da benzer bir görüntü sergilerdi, kabul ediyorum. Ama bu insanlık suçu şu anda Fenerbahçe stadında işlendi ve cezası da Fenerbahçe’ye mutlaka kesilmeli.
Tabii kesilmeyecek... Hatta bu değil bir insanlık suçu, bir ayıp olarak dahi görülmeyecek.
Yazıyı bitirdikten sonra okuduğum bir haber, utancın gurur olarak ölümsüzleştirileceğini gösteriyordu. Fenerium mağazası hindili tişört ve şapkaları piyasaya çıkartmayı amaçlıyormuş. Fenerbahçe’nin Galatasaray karşısında aldığı 4-0’lık gurur verici sonucu, sahada eziyet ettikleri hindiyle ölümsüzleştireceklermiş.
Yazık... Fenerbahçe’nin simgesi nelere kaldı? Yılların simgesi sevimli kanarya yerine, kanatlarından tutulup sürüklenen bir zavallı hindi...
Hayranları Armağan’ın göbeğinden şikayetçi
Daha önceki mektuplarından da sıkı bir TV izleyicisi olduğunu bildiğim okurum L. Ağaoğlu, Armağan Çağlayan’la ilgili ya botoks yaptırmış ya da kötü rol yapıyor yorumuma, izleyici görüşüyle katkıda bulunmak istemiş.
Bu tür yarışmaları jüri üyeleri için izlediklerini doğruluyor ve diyor ki, "Jüri üyeleri arasında Armağan Çağlayan’ı görünce dayanamayıp koşuyoruz ekran başına... Fakat köşe yazınızda belirttiğiniz gibi galiba Armağan botokslular kervanına katıldı.
Armağan 41 yaşında olmasına rağmen yaşını hiç göstermiyordu. Biz Armağan hayranları olarak botoks yerine Armağan’ın göbeğini yok etmesini isterdik"...
Elçiye zeval olmaz benden aktarması.
Popstar’ın gizli starı Osmantan
opstar Türkiye’nin birinci bölümüyle ilgili eleştirilerim belli ki jüri üyeleri ve yapımcı tarafından dikkate alınmış.
Armağan Çağlayan ya botoks yaptırmış ya da rolünü iyi yapamıyor, kızdığında kaşları çatılmıyor demiştim. Çağlayan, kaşlarını program boyunca çatmaya çalıştı... Çatamadı ama sürekli yukarı kaldırmayı becerdi. Bülent Ersoy ve Armağan Çağlayan arasında kopan ateşli tartışmanın orta yerinde, Yıldız Tilbe’nin yandan yaptığı "kaş hareketleriyle" ilgili uyarı da yayına yansıdı..
Hadise’nin çevirmenlikte yetersiz kaldığını yazmıştım. Kelebek’te Mevlüt Tezel de benzer bir eleştiride bulunmuş, Hadise’nin İngilizce’sinin yetersizliğini gündeme getirmişti. Programın başında Hadise’nin İngilizcesi kanıtlanmaya çalışıldı.
Ama sorun Hadise’nin İngilizcesinin değil, Türkçesinin yetersizliğinden kaynaklandığı için, kanıtlama çabaları boşa gitti. Bu arada Osmantan’ın çok iyi çevirileri bile Johan Hendrickx’i yarışmanın havası içine sokmaya yetmedi.
Yıldız Tilbe’nin varlığıyla yokluğunun belli olmadığını yazmıştım. Osmantan, Tilbe’yi daha fazla konuşturmak için her yola başvurdu ama başarısı sınırlı kaldı.
Bülent Ersoy’un sürekli söz kesmesini eleştirmiştim. Her söz alışında izin almaya özen gösterdi ama sonunda dayanamadı ve geceye damgasını vuran tartışma yine Ersoy’un Johan’ın sözünü kesmesiyle patladı.
Osmantan’ın jüriye yeterince müdahil olmamasına değinmiştim. Bu hafta biraz daha müdahildi ama melek gibi bir insan olduğundan yine yeterince araya giremedi. Her şeye rağmen keskin zekası sayesinde, olayların istediği yöne akmasını başarıyla yönetti ve yarışmanın düzeyini makul bir seviyede tutarak reytingi garantilemeyi bildi.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2006
Çekme diyorum, çekme... Çekme beni kardeşim... Televizyonlarda her akşam rastladığımız, bildik görüntüdür. Alkollü araç kullanırken yakalanan, suçüstü basılan, disko kapısından sevgilisiyle çıkan, ünlüsü ünsüzü, okumuşu cahili, hepsi aynı tepkiyi veriyor karşısında bulduğu kameralara.
Gerekçeleri de hazır; özel hayat...
Yiyeyim özel hayatını.
Basında işi özel hayatını yazmak olan birçok köşe yazarı var. Özel hayatını yazıp, sonra da okura "Okuma kardeşim okuma", diye çıkışmaya kalkacak bir yazar olabilir mi?
Kamuya açık alanda karşısında video kamera görünce "çekme kardeşim çekme" diye bağırmaya başlayanların içine düştüğü durum, bu olmayacak örnekteki kadar komik.
Komik çünkü acınası bir cehaletin göstergesi...
Yeri gelmişken Emniyet Müdürlüğü tarafından caddelere yerleştirilen gözetleme kameralarıyla ilgili tartışmalara da değinmek lazım. Çok bilmiş yazarlarımızdan, MOBESE isimli bu sisteme karşı olanları var. Onların gerekçesi de, disko kapısından çıkan zamparanınkiyle aynı; özel hayat...
Özel yaşam alanı evin kapısından çıktın mı biter. Kamuya açık alanda özel yaşamın sınırı insanın üzerindeki kıyafettir. O kıyafetin altına sızmaya kalkışmadıkça, taciz edici temasta bulunmadıkça özel yaşamın sınırları aşılmaz.
Kamuya açık bir alanda gizli kamera hariç, video çekimi yapmak özel yaşama müdahale değildir. Sokakta yürüyen bir adamı TV kameramanı da videoya çekebelir, polis de, sıradan vatandaş da.
Sokakta yürüyen adam, o andaki hareketlerinin, davranışlarının, giyiminin başkalarınca gözlenebildiğinin bilincindedir. Dolayısıyla kişisel mahremiyeti olduğunu düşündüğü şeyleri sokakta, kamuya açık yerlerde sergilememek kendi sorumluluğundadır. Gözleyenlerin değil...
Yılın saftoriği anketinde Hülya Avşar önde
Onpunto.com’da Yılın Saftoriği anketinde, aday gösterme aşamasının tamamlanmasının ardından oy kullanma süreci başladı. Okurların gösterdiği adayların yarıştığı anketin ilk gününde Hülya Avşar joker oyların da yardımıyla az farkla da olsa öne geçti. Oyların yüzde 20’sini toplayan Avşar’ı, yüzde 18’le Kemal Unakıtan ikinci sırada, yüzde 16 ile Kadir Topbaş üçüncü sırada izliyor.
Ankette yarışan adaylar ve aday gösterilme nedenleri şöyle sıralanıyor:
Hülya Avşar; Bilip bilmeden her şey hakkında konuştuğu için
Çiğdem Kayalı; Dayak yediği sevgilisi ile el ele gazetelere poz verdiği için
Tan Sağtürk; Konuştuklarının anlamlı olduğunu düşündüğü için
Kemal Unakıtan; Herkesi saftorik sanacak kadar saftorik olduğu için
Tekstil üreticileri; KDV indirimi ile krizden çıkabileceklerini sandıkları için
Galatasaray kongre üyeleri; Kulüp kültürünü dinamitleyen Özhan Canaydın’ı tekrar başkan seçtikleri için
Kadir Topbaş; Beyoğlu’nu güzelleştirdiğini zannettiği için
Banu Alkan; Murat Taşdemir’in ne demek istediğini anlamadığı için
Deniz Akkaya; Alkollü araba kullanırken yakalanınca kendisini kurtarmak üzere Polat Alemdar’ı aradığı için
Joker:
Hülya Avşar; Kendisi tüp bebek yapmaya kalkarken Feraye gerçeğini yaptığı için
Yılın saftoriği anketine katılmak için onpunto.com’a bekliyorum...
Dumanlı havalimanı
Çarşamba günü Atatürk Havalimanı’nda gümrük memurlarının ve "free shop" işletmecisi ATÜ’nün depo görevlilerinin kimseyi takmadan püfür püfür sigara içtiklerini yazmıştım. Devlet Hava Meydanları İşletmesi’nin (DHMİ) de bu konuda hiçbir önlem almadığını, aktarmıştım.
ATÜ yöneticileri yazımın çıktığı gün hemen aradılar. Bu konuda kendilerinin de dertli olduğunu, personeli sürekli eğitmeye çalışıp, uyardıklarını söylediler. Yazıyı görür görmez hemen tüm personeli toplayıp bir kez daha uyarmışlar. Kamuya açık kapalı alanlarda neden sigara içilmemesi gerektiğini anlatmışlar. Yazınız da çok iyi oldu, havalimanında karışan görevli olmadığı için ortalığı başıboş sanıyorlardı, en azından basın tarafından takip edildiklerini biliyorlar artık, dediler.
DHMİ’den ve Başbakanlık Gümrük Müsteşarlığı’ndan ise ne arayan var ne soran...
Medeni ülkelerin havalimanlarında resmi üniformalı görevlilere rastlamadan adım atmak mümkün değildir. Devriye gezmelerinin nedeni caydırıcılıktır. Bizde ise üniformalı görevliler, kendileri sigara içmek için arazi durumunda sürekli.
Mayo reklamlarıyla uğraşmak, gümrükten geçen mankenlerin, fotomodellerin bavullarını kurcalamak dururken sigara gibi boş işlerle mi uğraşacaklar?
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2006
Medya, Tuzla’da bulunan kanserojen madde dolu varilleri abartıyor. Kanserojen atıklarla iç içe yaşamak kimsenin umrunda filan değil. Kanserojen duman salan ayaklı varillerin cirit attığı Türkiye’de, toplumun kanserojen maddelere bu kadar duyarlı olduğuna çocuklar bile inanmaz.
Medyaya bakacak olursanız Tuzla’da bulunan toprağa gömülü, kanserojen madde dolu üç, beş varil halkta infial yaratmış.
Hadi canım sen de... Kapalı yerlerde bebeklerinin yanında sigara içenlere yan gözle bile bakmayan, kendi bebeğinin yanında sigara içen, arkadaş grubundaki tek sigara tiryakisini mutlu etmek için restoranda sigara içilmez bölüme oturmayan, restoranında puro içilmesine izin veren sahte şeflerin olduğu Türkiye’de, insanlar üç, beş varile tepki gösterecek ha? Oldu canım, görüşürüz...
Türkiye’de insanların kanser konusundaki bilinci, bela başa gelince Zakkumcu Ziya’ya koşacak kadardır. En bilinçlileri bile kanser konusundaki uzmanın onkolog olduğunu dahi bilmez, cerrahların eline bakarlar.
Geçenlerde THY pilotlarının kokpitte sigara içip, tüm uçağı duman kokuttuklarına değinmiştim.
Sigara bağımlısı pilotlar köpürdü. Tam da tahmin ettiğim gibi yaptıkları işin hassasiyetinden dem vurup, konsantrasyonlarının bozulmaması için sigara içmelerine göz yumulması gerektiğini savundular.
"Tamam", dedim, "Umarım hasta olup, bıçak altına yatmanız gerekmez. Gerekirse de sigara bağımlısı bir cerraha düşmezsiniz. O da sizin mantığınıza sarılıp, açık kalbinizin tepesinde sigara tüttürmeye kalkabilir de"...
Ama endişelenmemin asıl nedeni, pilotlardan bazılarının sigara dumanının zararı konusundaki cehaletiydi. Belki inanamayacaksınız ama "Biz uçağı selametle yere indirelim de, yolcular da biraz kokuya katlansınlar", diyen pilotlar bile çıktı.
Eğitimli kesiminde bile kapalı ortamlarda içilen sigaranın çevredekilere verdiği zararın pis kokudan ibaret olduğunu sanacak kadar bilinçsiz bırakılmış bir toplumda üç, beş varilin önemi ne olabilir ki?
Atatürk Havalimanı keşhane gibi
Atatürk Havalimanı’nda sigara içen görevlilere daha önce de rastlamıştım. Hele gümrük memurları. Ama geçen hafta karşılaştığım manzara, başkaydı.
Uçaktan indim, bagajlarımı beklemeden önce tuvalete gireyim dedim. İçerisi dumanaltı. "Free shop" işletmecisi ATÜ’nün depo görevlisi, içeride fosur fosur sigara içiyor. Çıkışınca söndürdü.
Tuvaletten çıkıp birkaç adım attım, yine kesif bir sigara kokusu... Bir grup ATÜ depo görevlisi, işi gücü bırakmış bagaj bandının kenarında toplaşmış, bir yandan lak lak ediyor, bir yandan sigara tüttürüyorlar. Uyarınca onlar da söndürdü. Yüzsüzce direnen biri hariç.
"Cezası olduğunu biliyorum, göze alıp içiyorum zaten", demez mi? Tam o sırada ileride gümrük kapısındaki masada bir başka görevlinin çay, sigara keyfi yaptığını görünce tepem iyice attı, sesim yükseldi.
Yüksek sesli tartışma en az on, on beş dakika sürdü. Bırakın ceza kesmeyi, gelip müdahale eden tek bir görevli bile çıkmadı.
Atatürk Havalimanı Dingo’nun ahırına dönmüş anlayacağınız. Mayo firmasının reklamını kaldırmak için arslan kesilen Devlet Hava Meydanları İşletmesi, havalimanının keşhaneye dönmesini önleyecek güce sahip değil.
Armağan Çağlayan botoks mu yaptırmış
Star TV’de başlayan Popstar’ın birincisi bence şimdiden belli. Beyoğlu Mızıkacıları isimli grup o kadar başarılı ki, birinci olmasalar da yıldız olacakları kesin.
Sonucun önceden belli olması yarışmanın heyecanını azaltmayacak. Bu tür yarışmalar ne de olsa yarışmacılardan çok jüri üyeleri için seyrediliyor. Öte yandan Popstar Türkiye’nin jüri üyelerinde bu sene düşüş var.
Yarışmayı göründüğü kadarıyla Armağan Çağlayan ve Bülent Ersoy sürüklemeye çalışacaklar. Yıldız Tilbe ve yabancı üyenin varlıklarıyla, yoklukları belli değil. Yabancı bir jüri üyesine neden gereksinim duyulmuş, o da ayrı bir muamma. Bari adama doğru düzgün bir tercüman bulsalarmış. Adamcağız bir şeyler söylüyor, Hadise bambaşka çeviriyor.
Osmantan fark edip, sonradan aldı sazı eline ama simultane tercüman olmadıkça Jonathan’ın programa dahil olması olanaksız. Osmantan’ın da, Ersoy’un saygısızca sürekli söz kesmesine müdahale edebilecek ağırlıkta olmaması yarışmayı iki jüri üyesinin atış poligonuna dönüştürüyor. Bu iki ismi ancak Huysuz Virjin gibi bir sunucu dengeleyebilirdi ama o zaman da her programda kan çıkardı.
Yarışmanın en büyük sürprizi ise Armağan Çağlayan’ın donuklaşan, nur gelmiş yüz ifadesiydi. Yarışma boyunca kızdı, köpürdü ama kaşlarını çatmayı nedense bir türlü beceremedi ve kızgınlığını yüz ifadesine yansıtamadı.
Çağlayan genç görünmek uğruna botoks yaptırdıysa hata etmiş. Çin atasözü "gülerken göbeği oynamayan adama güvenilmez" der. Kızarken kaşları çatılmayan adamın kızgınlığı da fazla yapmacık kaçıyor. Çağlayan’ın kaşlarının çatılmamasının nedeni botoks değilse, daha iyi rol yapmayı öğrenmeli.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2006
Las Vegas restoranlarını yazacaktım bugün. İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti seçilmesiyle ilgili medyaya yansımayan bazı ek bilgileri öğrenince göğsüm iki kat kabardı ve Las Vegas restoranları beklesin dedim. İstanbul’un 2010’un Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi yeterince sevindirici bir haber, ama bir de buna bu unvanı tek başımıza taşımak yerine Essen ve Pecs ile paylaşacağımız bilgisini ekleyin.
Düşünebiliyor musunuz? Essen ve Pecs! Dile kolay bugüne kadar İstanbul’un adını bu iki şehirle birlikte anmayı hayalimiz bile almazdı.
Durun, bu kadarla da bitmiyor. Aynı unvanı 2010’a kadar taşıyacak şehirleri duyun bir de...
Avrupa Kültür Başkenti seneye Sibiu olacak. 2008’de Stavanger, 2009’da ise Linz ve Vilnius...
Siz de benim gibi sevinçten uçtunuz, kulaklarınıza inanamadınız değil mi?
Ya bir de bu yıldan öncekiler arasındaki kültür mabedlerini saysam? Anvers, Weimar, Avignon, Bergen, Cracow, Santiago de Compostela, Salamanca ve Cork.
Kültür hazinesi denince akla ilk gelen şehirler bunlar. Sibiu, Vilnius, Cork ve İstanbul... Sevincimden ağlamak istiyorum sayın seyirciler.
Amacım bu şehirleri küçümsemek değil. Hepsinin kendine özgü kültürel değerleri var.
Ama İstanbul’un kültürel merkez olma konusunda Avrupa’da kendine tek bir rakip görmesi gerekiyor. O da Roma...
Ve biz Bizans kültür mirasını reddettiğimiz için kültür ve turizm merkezi olma yarışında Roma’nın ardından ikinci olmak bir yana, ilk ona bile giremiyoruz.
İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş da övünç payı çıkartmış kendine, İstanbul’un 2010’da kültür başkenti seçilmesinden dolayı.
İstanbul’un simgesi olacak kulenin isminin başka bir şehrin adını taşıması, Dubai Kuleleri olması, İstanbulluluk kültürünün kanıtıymış gibi (şimdi çıkıp yabancı sermaye düşmanı filan demeye kalkacak olanlar için belirteyim, kulelerin yabancı sermaye ile inşa edilmesine en ufak bir itirazım yok).
Mimar Ahmet Vefik Alp haklı olarak isyan ediyor. Kartal ve Küçükçekmece’nin kentsel tasarım projeleri için altı ünlü yabancı mimarın davet edilip, aralarından ikisinin seçilmesine. Adı da "Vizyon projeler"i konulmuş.
Bir şehrin kültürünü en başta mimarisi yansıtır. Sen kalk kentsel dokuda çok önemli bir yeri olan iki kıyıyı yabancı mimarlara emanet et, sonra da İstanbul’un Avrupa’nın Kültür Başkenti seçilmesinden kendine övünç payı çıkart.
İstanbul’un kültür başkenti seçilmesi abartmadığımız sürece, gerçekten önemli bir başarı.
Ama kendimizi kandırmayalım. Bu paye İstanbul’a kültür merkezi olmaktaki bugüne kadar gösterdiği başarılardan ötürü değil, 2010’da gerçekleştireceği kültürel atılım projesi için verildi.
Yani kültür hazinesi olduğumuz için seçilmedik, kültür merkezi yapılmak için seçildik. Ve AB tarafından yapılan bu seçim, artık bir Avrupalı olarak daha fazla kabul gördüğümüzün bir nişanı olma açısından da önemli.
Sevinelim ama böbürlenmeyelim.
Haftalık derginin haftanın gafı gafı
Haftalık Aktüel dergisinin eğlenceli köşelerinden biri de "Haftanın ...Lafı ...Gafı ...Safı" köşesidir.
Aktüel’e göre bir önceki haftanın gafı Çağla Şikel’in Televizyon Makinası’nda Erol Günaydın ve Metin Akpınar’a "Bunlarla bir arada olmak çok güzel", demesiymiş.
Ama bu lafı eden Çağla Şikel değil Gamze Özçelik olduğundan, haftanın asıl gafını kendileri yapmış olmuşlar.
Gülme komşuna gelir başına...
Peki Aktüel’e güldüğüm için benim de başıma gelir mi dersiniz?
Böyle bir şov ayağınıza bir kez gelir
Bugüne kadar seyrettiğim onlarca Broadway ve Off-Broadway şovları arasında, en etkileyicisi İstanbul’a geliyor.
De La Guarda’yı izlemek, bu dünyayı terk etmeden önce mutlaka yaşanması gereken deneyimlerden biri.
Bir kere bu şovda sahne yok. İzleyicilerin oturması için koltuk da yok. Tüm şov omuz omuza duran seyirci kalabalığının üzerinde havada gerçekleştiriliyor.
İplerle sarkan dansçıların havada ve duvarlarda yaptığı danslar, dünya kültürünün oluşumunu, yaşamın filizlendiği andan itibaren geçirdiği evrimi simgesel olarak anlatarak canlandırıyor.
Tavandan inen dansçıların kapıp, havaya uçurduğu şanslı seyircilerden olmayanlar için, dansçıların duvarda yere paralel olarak koşarak yaptıkları gösteri şovun en etkileyici kısmı.
Havalarda uçurulacak şanslı seyircilerden biri olmak isteyenler için bir de ipucu vereyim, seçilme şansınızı artırmak için seyirci kalabalığının kenarlarında olmaya çalışın. Kadın değilseniz, kadın kılığında gitmeniz de şansınızı artırabilir.
Bu arada şova ıslanmaya hazır gitmenizi de hatırlatayım.
Unutmadan, La Guarda’nın İstanbul’daki 16 gösterisinden birini izlemek için gnçtrkcll üyesi olmanız gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2006
Las Vegas’ta yapılan ABD’nin en büyük mobil teknolojiler fuarı CTIA’e bu yıl ilk kez katıldım. Dünyanın belli başlı teknoloji fuarları ve konferanslarına her yıl katılmaya özen göstermeme rağmen ABD’nin en büyük cep telefonu şovuna bu yıla kadar ilgi göstermeyişim boşuna değildi elbet.
Cep telefonu sektörü ABD’nin teknoloji alanında Avrupa’dan geri kaldığı belki de tek alan. Bu yüzden CTIA bu yıla kadar ne Avrupalı gazetecilerden ne de Avrupalı firmalardan pek ilgi görürdü.
Ancak bu yıl, işler tersine dönmeye başladı. Avrupa teknolojisi olan GSM, ABD’de bir süredir sessiz sedasız yaygınlaşıyordu. Ve sonunda Avrupalı firmaların ilgisini çok daha fazla çekecek, iştahlarını kabartacak kadar yaygınlaştı.
GSM kullanımının yaygınlaşmasına rağmen ABD, Avrupalı üreticiler için hálá çok zorlu bir pazar. Bunun birkaç nedeni var.
Öncelikle ABD’li ve Uzak Doğulu cep telefonu üreticileri hem CDMA hem de GSM uyumlu telefon ürettiklerinden, sadece GSM uyumlu cihaz üreten Avrupalı rakipleri karşısında, her iki pazara birden hitap ettiklerinden satış hacmi açısından büyük bir avantaja sahipler.
Avrupalı cep telefonu üreticileri için ikinci büyük dezavantaj ise pazarda satışın neredeyse yüzde yüze varan oranlarda operatör bağımlısı olması.
Yani operatörlerin satış üzerinde yüzde sıfır etkisi olduğu Türkiye’nin tam tersi.
ABD’de pazardaki operatörlerden biriyle anlaşma yapmayan cep telefonu markasının satış yapması olanaksız gibi. Bu da Avrupa markalarını, operatörlerle çoktan anlaşmış ABD’li ve Uzak Doğulu firmalar karşısında zor durumda bırakıyor.
Avrupalı markalar için üçüncü dezavantaj ise ABD’li kullanıcıların cep telefonlarını çeşitli özelliklerinden çok sırf telefon görüşmesi yapmak için kullanmalarından, bunun için de cihaz seçerken özelliklerden çok fiyata önem vermeleri.
Ancak bu durum yavaş yavaş değişmeye başlamış. Eskiden cep telefonları kullanıcı için pek de önemli özellikler taşımazken, şimdi "Walkman" ya da fotoğraf makinesi gibi önemli fonksiyonlara sahip olabiliyor. Bu da ABD’li kullanıcıların ilgisini çekmeye başlamış.
Ürün yelpazesini bir süredir "Walkman", fotoğraf makinesi ve iş telefonu olmak üzere üç ana gruba ayıran Sony Ericsson, ABD’deki bu eğilimden en fazla yararlanacak Avrupalı firma olacak gibi görünüyor.
Çünkü tüm dünyada olduğu gibi ABD’de de düşük fiyatlı telefon pazarından en fazla payı müzik ve foto telefonları çalmaya başladı.
Sony Ericsson’un son birkaç yıldır kullanım kolaylığına verdiği büyük önem de, sade kullanıcı arayüzüne alışkın ABD pazarında işini kolaylaştıracak.
Bu öngörülerimdeki doğruluk payını ölçmek için CTIA 2007’yi iple çekiyorum.
Son olarak bir öngörü de Türkiye pazarı için yapayım. Vodafone’un sonbahar başında pazara hızlı bir giriş yapmasını ve operatör destekli cep telefonu savaşını Türkiye’ye taşımasını bekliyorum.
Bu savaşın cep telefonu markalarının pazar paylarında dramatik değişikliklere yol açmasını ve savaşın en çok Sony Ericsson, BenQ Siemens ve Samsung’a yarayacağını tahmin ediyorum.
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2006
Mirasyedi olsan ayrı dert, sonradan zengin olsan ayrı... Hep kıt kanaat geçinmek en dertlisi tabii. Ama mirasyedi olunca da tatminsiz bir şımarık olma riski var. Çalışıp çabalayıp, bileğinin gücüyle zengin olmanın bile kendine has dertleri var.
Bu üç kategoriye de giriyor sayılmam.
Mesleğim ve mesleğimde yaptığım kariyer sayesinde monotonluktan uzak, renkli, güzel bir yaşantım var.
Çok sık seyahat etmekle kazandığım ayrıcalıklar da cabası. Havayollarında, otellerde müdavim muamelesi sağlayan özel statülerden ibaret bu ayrıcalıklar.
Örneğin geçen hafta Mobil Teknolojiler Fuarı CTIA’i izlemek için Las Vegas’taydım.
Delta Havayolları’ndaki Platin üyeliğim, yılda altı uçuşumu ücretsiz ve mil kullanmadan "business" sınıfına terfi ettirmemi sağlıyor. İtiraf etmeliyim ki, Delta’da "business" sınıfında okyanus aşırı bir uçuş yapmak, her yaşta keyfi çıkartılacak bir ayrıcalık.
Ama örneğin Las Vegas’ta kalırken yararlandığım bir başka ayrıcalık için aynını söyleyemeyeceğim.
Fuar dolayısıyla yaşanan yoğunluktan tüm odalar dolunca, bana da "suite"de (birkaç odadan oluşan otel dairesi) kalmak düştü. Üstelik geçen yıl açılan Las Vegas’ın en yeni ve en lüks oteli Wynn’in suit odasında.
Tamam güzel, insan önce kendini ayrıcalıklı hissediyor filan da... Yani işte hepsi birkaç dakikalık bir histen ibaret, o kadar...
Hani şöyle bekarlığımın tadını çıkarttığım 20’li yaşlarımda olsam, anlarım. Ama mutlu bir evliliğin keyfini sürdüğüm 40’lı yaşlarımda, iş seyahati sırasında kaldığım oda kral dairesi olsa ne fark eder?
O yüzden gelin size Las Vegas’ın en sevdiğim özelliklerini anlatayım.
Bir kere yurtdışında tatil yapma olanağı olanlar için, kumardan uzak durmak kaydıyla, paranın karşılığını en fazla alacakları tek yer var, o da Las Vegas. Oteller ucuz, düşük sezonda gidince uçak da ucuz (üstelik Las Vegas düşük sezonda daha da güzel).
İkincisi ABD’nin en ünlü, en lüks restoranlarının hemen hepsinin burada bir şubesinin olması ve orijinallerinden iki, üç kat ucuz olmaları.
Yazı uzadı, yer kalmadı. Çeşitli Las Vegas ziyaretlerimde bizzat deneyerek hazırladığım Las Vegas restoran rehberini cuma günkü yazıma bırakıyorum.
Ve en iyi ikramların yapıldığı uçaklarda yatak gibi koltuklarda uçsan da, en lüks otellerin kral dairelerinde kalıp, en iyi restoranların en güzel yemeklerini tatsan da, hayattaki en büyük keyfin mutlu bir ailenin yaşadığını bildiğin eve dönmek olduğunu söylemek istiyorum.
Satıcı uzak dur sadece bakıyorum
Mağazada gezerken tezgahtarın yanınıza gelip, "yardımcı olabilir miyim", diye sormasından korkar mısınız? Ben korkarım.
"Sadece bakıyordum", demekle yetinirim ama tezgahtar peşimde dolaşmaya devam edince, ya da bir başka tezgahtar gelip yine aynı soruyu sorunca almayı düşündüğüm bir şey olsa bile kendimi dar atarım dışarıya...
ABD; New Jersey’deki Planet Honda, müşterileri satış temsilcilerinin tacizinden koruyacak ama yardım istediklerinde de yalnız bırakmayacak harika bir yöntem bulmuş.
Otomobil galerisine girerken resepsiyondaki görevli yardım isteyip istemediğinizi soruyor. Çoğunluk gibi sizin de cevabınız hayır olursa, yakanıza takmanız için üzerinde "Sadece bakıyorum" yazılı sevimli bir rozet veriyor. Rozeti gören satış temsilcileri de sizden uzak duruyor.
Sonuç mu? Çoğu müşteri on beş dakika sonra rozeti çıkartıyormuş. Satışların uygulamanın ardından üçe katlandığını da ekleyeyim.
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2006
İnternet insanları sosyal ilişkilerinden kopartıyor, yalnızlaştırıyor diye madiden bilgiçlik edenlere öteden beri karşı çıkmışımdır. Bunlara soracak olursanız İnternet, televizyon, cep telefonu gibi teknolojik araçların tümü insanları sosyalleşmekten uzaklaştırmaktadır.
Ama mektup, tiyatro, komşuculuk sosyalleşme aracıdır.
Telefonun randevulaşmaya, İnternet’in dünyanın öbür ucundan insanlarla arkadaşlıklar kurmaya yaradığına bakmazlar da, insanın yanı başındakiyle kısık sesle iki kelimeden fazlasını edemeyeceği tiyatroyu sosyalleşme sayarlar.
Sosyalleşmenin sınırı telefonun, İnternet’in olmadığı ya da kısıtlı kullanıldığı bir çağda kurulan mahalle arkadaşlıklarından ibarettir bunlar için.
İnsanlar arasındaki etkileşimi kolaylaştıran, uzaklıkları ortadan kaldıran İnternet, benzer ilgi alanlarını paylaşan ancak İnternet olmasa yolları asla kesişmeyecek insanları bir araya getirme işlevi gören yeni bir araç da sunuyor bir süredir.
Bu aracın adı "sanal cemaatler".
Üstelik bu cemaatler sanal olmakla da kalmıyor, üyelerini fiziki dünyada bir araya getirme işlevini de görüyor.
İşte bu tür cemaatlerden birinin tanışma gecesine ben de davetliydim geçen cumartesi günü.
Sözünü ettiğim cemaat rakı severlerden oluşuyor. Üyeleri buyukkeyif.com adresinde bir araya geliyor.
Sadece birkaç ay önce kurulmuş. Ama görülmemiş bir hızla büyümüş.
Rakı cemaatinin kurucusu Overteam Technologies’in Genel Müdürü Metin Solmaz, bu aşırı ilgi karşısında normalde site kurulduktan en az bir yıl sonra düzenlenen tanışma gecesini hemen yapmaya karar vermiş.
Mekan olarak da rakı kültürünün mabedi Çiçek Pasajı’ndaki mekanlardan biri olan Sev-İç meyhanesini seçmiş.
Tam duyurulan zamanda kapısından içeri adımımı attım. Çoktan tıklım tıklım dolmuştu.
Rakı kültürünün piri Aydın Boysan’la, üstadı Vefa Zat da oradaydı.
Geceye Yeni Rakı’nın üreticisi Mey’in sponsor olması, İnternet cemaatlerinin kısa sürede ne kadar etkili birliktelikler kurabileceğinin kanıtıydı.
BüyükKeyif’in editörü Ufuk Selçuk, tanışma gecesini duyurduktan sonra birkaç gün içinde kontenjanın dolduğunu aktardı. İki katlı meyhanede o gün tam 130 rakı kültürü meraklısı toplanmıştı.
Aralarında İstanbul dışından gelenler de vardı. İnternet olmasa belki asla birbiriyle tanışamayacak insanlar, BüyükKeyif gecesinden kurdukları yeni arkadaşlıklardan aldıkları büyük keyifle ayrıldılar.
Resimdeki Gözyaşları
Diskoteğin yanında kapıcı oğlu olmuşum
Araba plakasını çözemeden yok olmuşum
İçeri giren sarı kız bana baksaydı
Baksaydı da bana bana beni görseydi
Olmaz olmaz bilirim ben kapıcı oğlu İbrahim
O kimbilir kimin nesi ben beş yaşında ölen İbrahim
Şu kısacık hayatımda tek dondurma ummuşum
Ummuşum da buna bile bazen yutkunmuşum
İçeri giren sarı kız bana baksaydı
Baksaydı da bana bana beni görseydi
Olmaz olmaz bilirim ben kapıcı oğlu İbrahim
O kimbilir kimin nesi ben beş yaşında ölen İbrahim
Dur be oğlum kapıcı oğlu İbrahim gel haddini bil
Sen kapıcı oğlusun kaçak disko duvarının kadrini bil
İçeri giren sarı kız duvarın ardına bakmaz ki
Baksa bile beni beni ben gibi görmez ki
Olmaz olmaz bilirim ben kapıcı oğlu İbrahim
O kimbilir kimin nesi ben beş yaşında ölen İbrahim
Yılın saftoriği adayları artıyor
onpunto.com’da başlattığım Yılın Saftoriği anketine ilgi büyük. Anket okurların siteden kendi adaylarını göstermesinin ardından başlatılacak. İşte okurların gösterdiği adaylardan bazıları:
- Dayak yediği sevgilisiyle el ele poz verdiği için Çiğdem Kayalı
- Bilip bilmeden her konuda konuşma cesaretinden dolayı Hülya Avşar
- Trafik sorununu otomobil tünelleriyle çözmeye çalıştığı için Kadir Topbaş
- Herkesi saftorik sandığı için Kemal Unakıtan
- Konuştuklarının anlamlı olduğunu düşünen Tan Sağtürk
Aday göstermek için 10punto.com’a girmeyi unutmayın.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2006
İçkide yeni bir taktik uygulanıyor. Türk şarapçılığını öldürmek için şaraba fahiş vergi getiriliyor. Alkol ruhsatı verme yetkisi emniyetten alınıp belediyelere veriliyor. Taktik o kadar ince ayrıntılarına kadar planlanıyor ki, THY’nin ekonomi sınıfında Türk şarabı yerine Fransız şarabının kötü kalitelisini sunmak gibi yöntemler bile es geçilmiyor.
Şarap ithalatını serbest bırakmak gibi ilk bakışta içki düşmanlığıyla bağdaştırması zor olan uygulamalardan da kaçınılmıyor. Amaç Şili’den, Avustralya’dan gelen ucuz ama kalitesiz şarapların önünü açıp, Türk şaraplarının satışını düşürmek.
İnsanların içki keyfine müdahale için seçilen yöntemlerden biri de İçişleri Bakanlığı’nca yayınlanan genelgeydi.
AKP’li belediyeler bu genelgeye dayanarak, içkili yerleri şehir dışında, "kırmızı bölge" olarak ilan edilecek, tecrit edilmiş bölgelerde toplamaya hazırlanıyordu.
Yemeğin yanında keyif için, adabıyla içilen bir kadeh içkiyi bile dar bir dünya görüşünün içine hapsetmeye çalışan uygulamaya Danıştay dur dedi ve kendi inancını paylaşmayan insanları tecrit etmeye yönelik bu uygulamanın yürütmesini durdurdu.
Peki dur dedi de ne oldu? Şaraba uygulanan fahiş vergi kalktı mı? Ucuz ithal şaraba gümrük vergisi duvarı getirildi mi?
AKP’li belediyeler restoranlara içki ruhsatı verirken zorluk çıkartmayı bıraktılar mı?
Tiryakinin temel içgüdüsü
Cengiz Semercioğlu sıkı bir sigara karşıtı olarak tanınan Sharon Stone’un, Temel İçgüdü 2 filminin birçok sahnesinde sigarayla görülmesini "rolle gerçek hayat bu kadar farklıdır işte", diyerek değerlendirmiş.
Halbuki Stone’un gerçek yaşamdaki prensipleriyle rolü arasında çelişen bir şey yok. Canlandırdığı karakter psikopat bir katil. Hatta tüm zamanların en kötü karakteri seçilmiş.
Bu kötü karakterin bağımlı olması, sigara karşıtlığıyla tutarlı bir mesaj veriyor. Stone’un da bu mesajı vermekte aracı olması, gerçek hayatıyla çelişmiyor.
Yılın saftoriğini siz seçin
ABD’de yapılan geleneksel "yılın aptalı" anketinde ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in ikinci, ABD Başkanı George Bush’un üçüncü seçilmesinden ilham aldım.
Türkiye’de "yılın aptalı" diye bir anket yapsam, seçilecek kişilerin hemen hemen kimler olacağını tahmin ettiğim ve başımın da belaya gireceğini bildiğimden biraz farklı bir anket düzenleyip, "yılın saftoriği"ni seçmeye karar verdim.
Benim de birkaç adayım var, ama ankete başlamadan önce "yılın saftoriği" adaylarını da sizlerden gelecek önerilerle belirlemeyi arzuluyorum.
Benim adaylarım şöyle:
- Canaydın’ı yeniden Başkan seçen Galatasaray kongre üyeleri
- Murat Taşdemir’in ne demek istediğini anlamadığı için Banu Alkan
- Kemal Unakıtan’a üç gensoru önergesi veren CHP milletvekilleri
- Kaya Çilingiroğlu’ndan hamile kalan Feraye Tanyolaç
onpunto.com adresine girip siz de adaylarınızı gösterin. Adaylar belirlendikten sonra anket de aynı adreste yapılacak.
Brendi gibi içilen bir rakı
Efe Rakı’nın üreticisi Elda’nın yeni ürünü Sarı Zeybek’in tadımı için Boğaziçi Borsa restoranda geçen hafta verdiği davet, tam bir damak şöleniydi.
Yaklaşık bir yıl önce, "Yeni Rakı markasının sahibi Mey, sahte rakı krizi sırasında gol yediği Efe Rakı’ya, Sarı Rakı golüyle cevap verdi", diye yazmıştım.
Sarı Zeybek’i tadınca Efe Rakı’nın bir yıllık bir gecikmeyle de olsa rövanşı aldığına tanık oldum.
Özelleştirmeyle birlikte çeşitlenen rakı markaları arasında bugüne kadarki favorim Mey’in sarı rakısı "Tekirdağ Altın"dı. Hatta "Sarı Rakı Türkler’in içki medeniyetine armağanı" diye de yazmıştım.
"Tekirdağ Altın"ı övdüğüm yazımda, dünyadaki meşe fıçıda dinlendirilmiş damıtık içki trendine de değinmiş ve meşe fıçılarda daha uzun süreler dinlendirilmiş rakılarla bir gün mutlaka tanışacağımızı iddia etmiştim.
Özel meşe fıçılarda altı ay dinlendirilen Sarı Zeybek, bahsettiğim trende az daha yaklaşan bir örnek olmuş. Ama bu trendi tam manasıyla karşılayabilecek bir örneğe hálá sahip değiliz. Nedeni biraz rakı yapım teknikleriyle, biraz da yasal mevzuatla ilgili.
Geleneksel rakı üretim teknikleriyle üretilen rakıları altı aydan fazla meşe fıçıda bekletmek, anasondan kaynaklanan nahoşluklara yol açabiliyor. Nahoş sonuçlardan kaçmak için geleneksel yöntemlerden uzaklaşınca da ürettiğiniz içkiye yasal olarak "rakı" adını veremiyorsunuz.
Sarı Zeybek "rakı" olarak adlandırılabilen içkilerde ulaşılabilen ve belki de ulaşılabilecek en mükemmel örnek olmuş. Yüzde yüz yaş üzümden elde edilen alkolün, Tefenni bölgesinin özel anasonuyla iki kez damıtılmasıyla elde edilen iksir, Fransa’nın Konyak bölgesinden ithal edilen çok kaliteli fıçılarda altı ay boyunca dinlendirilmiş...
Ve ortaya brendi gibi içilebilen nefis bir rakı çıkmış.
Yazının Devamını Oku