Yurtsan Atakan

Havai fişek görgüsüzlüğü tamamen yasaklanmalı

6 Şubat 2008
Etiler Alkent’in yerinde eskiden koskoca bir çayır vardı. Kale önleri kelleşip toprak olmuş futbol sahamızı, mahalle savaşlarında kale olarak kullandığımız domuz mandırası harabesini, kağıttan sandallar yüzdürdüğümüz dereciği, sokak köpekleri için yaptığımız kulübeleri, inşaat kalaslarıyla üzerlerinde fink attığımız böğürtlen çalılarını, hepsini içine sığdırabilecek büyüklükte bir çayırdı.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi çayırı atom bombalarının test edildiği Nevada Çölü gibi kullanıyor; şişe, torpil, füze, teneke kutu gibi malzemeleri birleştirerek yaptığımız maytap patlatma denemelerimizi, kaçıp siper alabildiğimiz bu açık alanda gerçekleştiriyorduk.

Derken maytap patlatmanın yasaklandığı haberi geldi. Füze, torpil, adam kaçıranı bakkaldan, kırtasiyeden alamaz olduk. Çoğu yasak gibi bu yasak da işlemedi Türkiye’de. Tahtakale’de kaçak olarak satılıyordu. Kaçak dediğime bakmayın. Alenen satılıyordu da adı kaçaktı işte.

Tıpkı şimdi havai fişek patlatmanın da aslında 2002 yılında Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından çıkartılan yönetmeliğe göre yasak olmasına rağmen İstanbul Valiliği ve İstanbul Belediyesi’nin yazın her gece tekrarlanan havai fişek gösterilerine kayıtsız kalması gibi.

Uyardım Vali maytap geçti

Havai fişek başı bozukluğunun bir felakete yol açacağını taa Haziran 2006’da aynen şöyle yazıp Vali’yi önlem almaya çağırmıştım:

"Ne bir kontrol, ne bir denetim, ne bir güvenlik önlemi var. Parayı bastırıp havai fişekleri kapan, evinin balkonundan, teknesinin güvertesinden, düğün salonunun bahçesinden fitili yakıp, patlatıyor. Mucize eseri henüz bir felaket yaşanmadı. Ama bu denetimsizlik sürerse, yakında yaşanacağı kesin. Valilik, Emniyet şimdilik gösterileri seyretmekle yetiniyor. Göz göre göre gelen felaketin ardından da demeçler verirler. Olur biter"...

Valisi ve Belediye Başkanı bu tehlikeli görgüsüzlük yarışının durdurulması gereğini görmemezlikten geldiler, hiçbir önlem almadılar, gece gerdeğe gireceğini havai fişek patlatarak tüm İstanbul’a duyurmaya çalışan görgüsüzlere göz yumdular.

Dünyanın hiçbir medeni şehrinde İstanbul’daki gibi pervasızca havai fişek gösterisi yapılamaz. Geçen gün TV’de Playboy Malikanesi Kızları dizisinde, Playboy’un efsanevi patronu Hugh Hefner’ın ev arkadaşı kızlardan biri, "Ne kadar şanslıyız" diyordu, "Tüm Los Angeles’ta özel mülkte havai fişek patlatma izni bir tek Hugh’a verildi". Bu izin de dikkatinizi çekerim tek bir gece için ve o gece de ABD’nin milli bayramı 4 Temmuz...

İstanbul’da ise önüne gelen havai fişek gösterisi yapıyor. Felaket yıllardır geliyorum diyordu ve geldi. Ve tıpkı iki yıl önce dediğim gibi sorumlular göz göre göre gelen felaketin ardından demeçler verdiler. Oldu bitti...

Havai fişek görgüsüzlüğü tamamen yasaklanmazsa, başka facialar da gelecek ama Vali ve Belediye Başkanı’nın umurunda olduğunu sanmıyorum.

Birkaç suşi bilgisi daha

Suşi elle yenilir diye yazınca kimi okurlar inanmayıp, mesaj yağdırdılar. Cengiz Semercioğlu da inanmakta zorlanmış, geçenlerde açılan ünlü Japon restoranı Zuma’nın şefi Mika’ya sormuş. Mika da elle yenilmesi gerektiğini teyid edince Cengiz centilmenlik yapmış, işin doğrusunun elle yemek olduğunu yazmış.

Laf suşiden açılmışken birkaç bilgi daha yazayım.

n Nigiri suşi geleneksel olarak elle yenilir, ama yosuna sarılıp, dilim dilim kesilen "roll sushi" çubukla da yenilebilir. Pirinçsiz çiğ balık olan saşimiyi ise mutlaka çubukla yemek gerekir.

n Her görgü kuralı gibi suşi yeme adabının da mantıklı bir gerekçesi var. Çubuk ısırmadan, tek lokmada yenilebilecek yemekler için kullanılan bir alet. Nigiri suşi eğer tek lokmada yenebilecek büyüklükteyse, çubukla da yenilebilir. Ama batılı çoğu restoranda sunulduğu gibi ısırılması gereken irilikteyse elle yemek gerekir. Çubukla yemeğe kalkarsanız, ısırdığınızda pirinç dağılabilir, kalan lokma düşebilir. Koca bir lokmayı tek parça ağza tıkıştırmak da takdir edersiniz ki pek hoş bir görüntü değildir.

n Japon kültüründe başkalarına gösterilen saygı tüm görgü kurallarının temeli. Suşi ortaya gelen bir tabakta servis edildiyse, nigiri suşiyi ortadaki tabaktan elle değil çubukla almak gerekir. Bunun için çubuklar ağza değen kısımları ters çevrilerek tutulur, orta tabaktaki suşi çubukların tersiyle alınıp kendi tabağınıza konulur, çubuklar tekrar düz çevrilerek çubuk köprüsünün üzerine bırakılır ve nigiri suşi elle yenilir.

n Yine Japon kültüründe israf ayıp olduğu için soya sosu bizde olduğu gibi kaseye bolca boca edilmez, bittikçe az az konulur.

Aslında kimsenin kimseye saygısının olmadığı Türkiye’de suşiyle ilgili aktardığım saygıya dayalı bu görgü kurallarının bir önemi de yok ya, eğlencelik olsun diye yazdım.
Yazının Devamını Oku

Suşiyi çubukla yemek görgüsüzlük

1 Şubat 2008
Ali Taran’ın, fındığı Japonlara avuçlarının içinden çubukla yedirttiği reklamı eleştirmiş Cengiz Semercioğlu. "Teknolojide almış başını gitmiş koca bir ulusun zekasını böyle tiye almak yakışıksız olmuş" diyor.

Ardından da reklamın yapımcısı Ali Taran’a, "Kendi ekibini reklamda oynatsın, suşiyi avuçla yerken" diye takılıyor.

İlk eleştirinde haklısın da sevgili Cengiz, Ali Taran böyle bir film çekse ekibini görgüsüz yerine koymuş olmaz ki.

Bilakis bizim lüks restoranlarda bolca rastlayacağın gibi suşiyi çubukla yerken gösterse, görgüsüz yerine koymuş olur.

Suşi elle yenilir çünkü. Asıl çubukla yemek görgüsüzlüktür.

Suşi yerken önce kaseye çok az miktarda soya sosu konulur. Suşi, baş ve orta parmak arasında balığın altında kalan pirinçten tutulur. İşaret parmağı balık etinin üzerine bastırılır ve suşi ters çevrilerek sadece balığın üstte kalan kısmı soya sosuna dokundurulur. Pirinç sosla temas ettirilmez ve suşi ısırılarak iki lokmada yenilir.

Et restoranda yenilir kasapta değil

Kasaptan tek başıma yaptığım ilk alışveriş kemik iliğiydi. Etiler Hasan Ali Yücel İlkokulu’nda, sevgili Mustafa Sarıgül öğretmenimin fen dersinde sınıfın önünde yapacağım deney için gerekiyordu.

Kasabın açık kapısından, tepeden bir perde oluşturacak şekilde sarkan rengarenk boncuk şeritlerini tıngırdatarak girdim. "Omuriliği istiyorum" dedim. Kasap güldü, buzdolabından dev gibi bir göğüs kafesi çıkardı ve cerrah titizliğiyle çalışmaya başladı. İşini bitirdiğinde annemin pişirdiği etli yemeklerden bildiğim ve yararlıdır diye severek emdiğim kemik iliğinin çiğ ve hayatımda görüp göreceğim en büyük örneği karşımdaydı.

Geçen gün sevgili dostum Ercüment Şener, "Hadi kalk, kasapta yemek yemeğe gidiyoruz" dediğinde aklımda ilk beliren imge işte o koca omuriliği oldu. Ardından da koca bir T-kemik pirzolası tabii ki...

Hisarüstü’ndeki "Dükkan", açıldığından beri zaman zaman alışveriş yaptığım bir kasap. ABD’deki "steak"lerin yanına yanaşamasa da, Türkiye’deki en iyi dana eti burada satılıyor.

Özellikle kuru dinlendirilmiş etleriyle meşhur olan Dükkan, birkaç ay önce bir yenilik yaptı ve kasap dükkanının içine koyduğu masada yemek servisi de vermeye başladı.

Gecekondu mahallesindeki kasap dükkanının içinde kurulu masaya ilgi yoğun olunca, fantezinin boyutu da büyüdü. Dükkan yan dükkana taştı, restoran oldu.

Dükkan, içinde bulunduğu gecekondu mahallesiyle tezat oluşturmayacak şekilde tasarlanmış. Boyasız sıva duvarlar arasındaki büyük masalara birbirinden ayrı gelmiş gruplar birlikte oturtuluyorlar. Buraya kadarı gecekondu mahallesinde sosyete restoranı fantezisine uygunluk açısından doğal, kabul edilebilir hoşluklar...

Fakat sonrasında işi abartmışlar. Et siparişi verilirken, pişme kıvamı sorulmuyor. Şarap kadehi yok, yerine kaba cam bardaklar dayatılıyor. Tabaklar tahta, bıçaklar alelade.

Müşteriye pişme kıvamını sormamak ancak Türkiye’de yapılabilecek bir burnu büyüklük. Üstelik gelen etler, "Steak" için en doğru kabul edilen "orta az" kıvamında da değildi. Müşteriye etin kıvamını ben bilirim, sana soracak değilim ukalalığını yapma cüreti gösteren bir restoran için kabul edilemez bir hata.

Tahta tabak hem etlerin çabuk soğumasına yol açıyor hem de hijyen açısından çok sağlıksız. Bıçaklar yeterince keskin olmadığı için az pişmiş etin dokularını ezip, tadını bozuyor.

Şarap kadehte içilir. Dükkan’da insanların önüne sürülen kaba cam bardaklar, olsa olsa "köpek öldüren" olarak anılan kötü kalite sofra şaraplarını servis eden salaş meyhanelere yakışır.

Zaten damak tadını bilen insanlar dünyanın başka hiçbir yerinde de, bir et parçası yiyeceğim diye kendilerini böyle aşağılatmazlar, restoran sahibinin kaprislerine boyun eğmek uğruna lüks restoranlarla yarışacak hesaplar ödemeye yanaşmazlar.

Ben şimdi asıl City’s’de açılan L’entrecote’u merak ediyorum. Dana eti konusunda ilk göz ağrım olan bu restoran zincirinin İstanbul şubesinden ümitliyim.
Yazının Devamını Oku

Ekranlar hayatımızı daha da büyüleyecek

30 Ocak 2008
Neredeyse tüm apartman, komşumuz Kaya Caner’in evinde, o dönemde parmakla sayılacak kadar az evde bulunan televizyonun karşısında toplanmıştık. Nefeslerimizi tutmuş, Apollo uzay aracının Ay’a inmesini ve astronotların Ay’a ayak basmasını bekliyorduk. Apollo 11 miydi, 17 mi, net olarak hatırlayamıyorum. Hafızamda insanoğlunun Ay’a ilk ayak bastığı sefer olarak yer etmiş. Eğer öyleyse, sene 1969 olacağı için İTÜ’nün test yayınlarından biri olmalı. Yok eğer Apollo 17 ise, TRT’nin 1972’de yaptığı naklen yayın olacak...

Geçenlerde Las Vegas’ta, Bill Gates’in önündeki ekranı büyücü gibi kullanmasını seyrederken çocukluğuma, ekranla ilk tanıştığım o sihirli ana döndüm. Küçük bir ekranın herkesi karşısında pür dikkat esir edebildiğine tanık olduğum ilk ana...

Ekranların bu büyülü özelliği, o günden itibaren giderek daha fazla girdi yaşantımıza. Önce TV’ler yaygınlaştı, her eve girdi. Sonra kanal sayısı arttı. Ardından renklendi ekranlar. Ve kısa bir süre sonra TV’ler dışında bambaşka bir yerde çıktılar karşımıza. Kredi kartlarıyla birlikte bankamatiklerle tanıştık ve çok sevdik.

Bu arada hesap makinelerini ve saatleri de unutmamak gerekir. Önce kırmızı ışıklı sayısal ekranlar vardı hesap makineleri ve saatlerde kullanılan. Hatta saatlerin ekranı normalde karanlık durur, ancak yanındaki düğmeye basınca ışıldardı saati gösteren rakamlar. Birkaç yıl sonra likit kristal ekranların (LCD) ilk örnekleriyle tanıştık. Sarı zemin üzerinde beliren gri rakamlardan oluşuyordu bu ekranlar. O gün biri çıkıp o sarı-gri ilkel ekranların gün gelip renkleri en canlı yansıtan düz ekran LCD televizyonların atası olacağını söylese inanan pek çıkmazdı herhalde.

Derken cep telefonları girdi hayatımıza. Ve cep telefonları ile birlikte likit kristal ekran teknolojisi çok büyük bir hızla gelişti. Ekranlar önce renklendi, renk kalitesi arttı ve nihayet dokunmatik ekranlarla tanıştık.

Microsoft Surface

Bill Gates’in caka sattığı Microsoft Surface isimli ekranlı sehpa da dokunmatik ekran teknolojisinde varılan son aşamayı gösteriyor. Microsoft Surface’ı diğer dokunmatik ekranlardan ayıran en önemli özelliği, aynı anda birden fazla el hareketini takip edebilmesi. Sıradan dokunmatik ekranlar, ekran yüzeyindeki tek bir dokunuşu takip edebilirken, Surface 52 kişinin dokunuşuna aynı anda tepki verebiliyor. Ayrıca diğer ekranlarla ve elektronik aletlerle kablosuz iletişim de kurabiliyor.

Bu enteresan ürünün ilk prototipini aslında iki yıl önce San Jose’deki HP laboratuarlarında görmüş ve kullanmıştım. Büyükçe bir masanın yüzeyini kaplayan ekranın etrafında birkaç kişi toplanıp, bilgisayarı aynı anda kendi farklı amaçlarımız için kullanabilmemiz enteresan bir deneyimdi.

Teknoloji kasada durduğu gibi durmuyor tabii. Aradan geçen iki yılda ilerlemiş, olgunlaşmış. Bill Gates sahnede, Surface’ın bir kayak dükkanında kişiye özel bir "snowboard" üretmek için nasıl kullanılabileceğini gösterdi örneğin. Örnekleri çoğaltmak mümkün... Surface teknolojisinin hayatımıza gireceği yerler sınırsız. En fazla bir, iki yıl içinde fotoğraf basma mağazalarında, kafelerde, otel lobilerinde, masa oyunlarında, kısacası her yerde karşılaşacağız Surface’la.

Yalnız dikkat. Fare ve klavyelerin yerini almaya hazırlanan dokunmatik ekranlar, bizim gibi kültürüne sahip çıkmayan toplumlar için önemli bir tehdidi de beraberinde getiriyor.

Eğer bundan önce Q klavye ve cep telefonlarında yaptığımız gibi dokunmatik ekran ithalatında da vurdumduymaz kalırsak, Türkçe alfabeye has harflerimizi sonsuza kadar kaybedeceğimiz kesin.

Hani nerede liberal palavracılar

Hani üniversite özgürlük yuvasıydı? Hani her isteyenin her istediği kıyafetle üniversiteye girebilmesi bir özgürlük mücadelesiydi? Hani "velev ki" bir kıyafet biçimi siyasi simge bile olsa kısıtlanamazdı?

Madem öyleydi, düşünülen anayasa değişikliğinin üniversiteye donla, burkayla girmeyi de olanaklı kılabileceği uyarısı karşısında atılan geri adım nedendir? Madem öyleydi, özgürlük savaşçısı liberal aydıncıklarımız şimdi neden sus pus?

Özgürlük sadece sizinle aynı dini paylaşanlar için geçerli olduğunda mı özgürlük? Özgürlük sadece kendi savaşınızın simgeleri için mi geçerli olmalı?

AKP için öyle olduğu açık da, ben şu bizim liberal aydıncıklarımızı merak ediyorum. Siyasi simge bile olsa türban üniversitede serbest olmalı diyen liberal aydıncıklarımız şimdi ya çıkıp sıkıysa üniversitede don paça dolaşmak da, satanist inancın simgeleri de serbest olmalı demeliler ya da hatalıymışız, siyasi simgeler de yasaklanabilmeliymiş, türban savunusunu özgürlük mücadelesi zeminine oturtmak yanlışmış diye itiraf etmeliler. Sus pus kalmaları palavracılıklarının tescilidir.
Yazının Devamını Oku

Türban derken İnternet'e kara çarşaf geldi

25 Ocak 2008
Türban filan fasa fiso... Türkiye'nin başına şu anda kara çarşaf geçirilmiş durumda, kimsenin umurunda değil. YouTube'a erişimin mahkeme kararıyla yasaklanması şu anda Türkiye'nin en önemli meselelerinden biri. Türkiye'nin geleceğini karartacak kadar önemli bir gelişme bu. Ancak herkes türbanı konuşuyor, bu önemli gelişmenin üzerinde yeterince durulmuyor.

Gazetelere bakıyorum yasağın doğru yönüyle ilgilenen isimler Cengiz Semercioğlu ve Rahşan Gülşan'dan ibaret.

İktidardan nemalanan sözüm ona liberal aydıncıklar ise ya görmedim, duymadımı oynuyorlar ya da meseleyi kasıtlı bir şekilde çarpıtıyorlar.

Örneğin Fehmi Koru gibi Bilgi Çağı ile barışık bir imaj yaratanlar, karizmayı çizdirmemek uğruna mecburen karşı çıkıyorlar. AKP'nin kuyruğundan ayrılmayan liberal aydıncıklar da tıpkı Koru gibi bir yandan mahkeme yasağını eleştirip, öte yandan mahkemenin bu kararını dayandırdığı yasanın AKP tarafından çıkartıldığı gerçeğini es geçiyorlar.

Bunlar yasak kararıyla ilgili mahkemeyi suçluyorlar. Mahkemenin yasak kararını dayandırdığı yasayı görmezden geliyorlar. Görmezden geliyorlar çünkü yasa şakşakçılıklarını üstlendikleri AKP'nin çıkardığı bir yasa.

Biraz daha uyanık olanları, YouTube'a yasak getiren ilk mahkeme kararının gerekçesine sarılıyorlar, o yasak kısa sürede kalktıktan sonra gelen ikinci yasak kararının gerekçesini de görmezden geliyorlar.

Bu uyanık aydıncıklar, mahkemenin YouTube'u Atatürk'ü alaya alan bir videodan dolayı kapatmış olması üzerinde durarak, sanki bu çağdışı sansür AKP'nin değil de Atatürkçülerin işiymiş gibi göstermeye çalışıyorlar.

Halbuki kapatma gerekçesinin ne olduğunun en ufak bir önemi yok. Önemli olan mahkemenin yasak kararını dayandırdığı AKP yasasının içeriği. AKP'nin ortaçağ zihniyetiyle hazırladığı İnternet yasası, suç unsuru taşıyan tek bir içerik için koca bir siteye erişimin kesilmesini öngörüyor.

Yasa bu şekilde kaldıkça bugün bir mahkeme bir siteyi Atatürk'e hakaret edildiği için kapatır, yarın bir başkası AKP'ye muhalefet eden başka bir siteyi müstehcen fotoğraf yayınladığı için.

Üstelik yasa müstehcenlik gerekçesiyle kapatma kararı alma yetkisini, mahkeme kararı gerekmeksizin atanmış bir memura verecek kadar saçma bir yasa. Yani bugün bir sitenin tamamına erişim, Atatürk'e hakaret eden bir video yayınladığı için mahkeme kararıyla engellenirken, yarın öbür gün AKP'ye muhalefet eden bir başka site başı açık kadın fotoğrafı yayınladığı için müstehcenlik gerekçesiyle mahkeme kararı olmaksızın da kapatılabilir.

Bunun lamı cimi yok. Şakası da yok. AKP'nin İnternet yasası Türkiye'yi karanlık çağlara götürecek çağdışı bir sansür yasasıdır. Liberal aydıncık bile olsanız, bu yasayı eleştirmeniz, değiştirilmesi için elinizden geleni yapmanız gerekir. Şakşakçılığın da bir sınırı olmalı...
Yazının Devamını Oku

ABD’de ’steak’ İstanbul’da balık zor

25 Ocak 2008
Kabullenmesi zor bir iddia olacak belki ama ABD’de "steak", Türkiye’de balık pişirmeyi layıkıyla becerebilen restoran sayısı yok denecek kadar az. Az ama yok değil. ABD’de en iyi "steak"i Charlie Palmer, Türkiye’de en iyi balığı ise Lacivert Restoran yapıyor.

Bazı okurlardan yükselen itirazları duyuyor gibiyim. ABD’deki "steak house"lara aşinalığı olanlar Peter Luger’i, Del Frisco’s’u, Palm’ı, Smith&Wollensky’yi, Morton’s’u, Capital Grille’i, Ruth’s Cris’i nasıl atlarsın diyeceklerdir. İstanbul’un balık meraklıları ise Balıkçı Hasan’ı, Körfez’i, Sabahattin’i, Doğa’yı, İsmet Baba’yı, Set’i es geçmeme bozulacaklardır.

Hepsini anlıyorum. Ve üstelik bu saydığım "steak"çilerle balıkçıları ben de seviyorum. Ama kusura bakmayın "steak" ve balık pişirmek etin ve balığın en iyisini seçip, ızgarada en doğru kıvamda pişirmekten ibaret olamaz.

Yukarıda saydığım klasikleşmeş "steak" ve balık restoranlarının yaptığı bundan ibaret. En iyi eti, en iyi balığı seçip ızgarada en doğru kıvamda pişirdikleri için haklı olarak isim yapmışlar. Haklı bir şöhrete sahipler, çünkü en iyiyi seçip, en doğru kıvamda pişirmek de öyle her baba yiğidin harcı değil. Değil ama harika bir restoran olmak için yeterli de değil.

ABD "steak", Türkiye ise balık cenneti. Belki de sorun burada. Dünyanın en iyi etleri arasından en iyilerini seçmek, dünyanın en iyi balıkları arasından en iyilerini seçmek ve doğru pişirmek, müşteriyi memnun etmek için yeterli oluyor.

ABD’nin klasikleşmiş "steak house"ları ile Türkiye’nin klasikleşmiş balık restoranları, daha fazlasına ihtiyaç duymuyor, yaratıcılıklarını konuşturmuyorlar.

Charlie Palmer Steak

Halbuki iyi yemek yaratıcılık demektir. En iyi olmak, başkalarından farklılaşmayı gerektirir.

Dostum Ali Esad Göksel’le iki hafta önce Las Vegas’ta, ünlü şef Charlie Palmer’ın "steak" restoranında, geçen haftasonu da İstanbul’da Lacivert Restoran’daydık. Her iki yemekten sonra bunları konuştuk.

Charlie Palmer, mükemmel "steak"i yaratmak ve yemek zevki olanlara sunmak için en iyiyi seçmek, yeterince dinlendirmek ve en uygun kıvamda pişirmekle kalmamış. Etlere öyle bir sos muamelesi çekmiş ki, ortaya hiçbir yerde tadamayacağınız bir lezzet çıkarmış. Bu öyle etin doğal lezzetini gölgeleyen bir sos değil. Çok hafif ve etin doğal lezzetini katlayarak artıran ve tamamlayan bir sos. Palmer bununla da kalmamış, imzasını koyduğu mükemmel bir patates kızartması yaratmış. Patates kızartması deyip geçmemek için C.P.Fries’ı önce görmeniz, sonra tatmanız gerekir.

Lacivert Restoran

Charlie Palmer Steak, "steak" cenneti ABD’de neyse, Lacivert Restoran da balık cenneti İstanbul’da o... Tıpkı Charlie Palmer gibi yaratıcılığıyla en iyinin üstüne çıkan bir restoran Lacivert.

Lacivert’in zevkine varabilmek için mönüden iyi seçim yapmanız gerekiyor. Gönül çelici bildik yemek isimlerine takılmayın. Tek istisnası "Türk mezelerinden seçmeler". Bu klasik ismin altında öyle dört lezzet var ki, sormayın. En tanıdık geleni patlıcan salatası bile farklı bir lezzette. Balık sarması ve ahtapotlu kırmızı biber dolması ise birer baş yapıt. Sırf bunları tatmak için bile gidilir Lacivert’e.

Balık çorbası kendi başına bir ziyafet. Şef Hüseyin Usta’nın Lacivert’in açılış günlerine kadar uzanan bu klasik lezzeti, balıkla ızgara dışında neler yapılabileceğinin tadı damakta yıllarca kalacak bir örneği.

Balığa gelince, mönüdeki balıklardan ya da günün balıklarından hangisini seçerseniz seçin, önünüze gerek görünüm gerek lezzet bakımından başka hiçbir yerde bulamayacağınız farklılıkta geleceğinden emin olabilirsiniz.

Restoran işletmecisi Fehmi Yaşar’a, imzasını attığı diğer restoranlarda olduğu gibi Lacivert’te de vasatın üzerine çıkmakla yetinmeyip, mükemmele ulaşmaya çalıştığı için teşekkürler.

City’s otoparkının pahalı olması normal

Herkes City’s’in otoparkının pahalılığından bahsediyor. Dünyanın en lüks metropollerindeki otoparkların ücretleriyle karşılaştırıyorlar.

Çok haksız bir karşılaştırma. Bir kere İstanbul, karşılaştırma yapılan metropoller gibi medeni bir şehir değil. Her şeyin Allah’a emanet bırakıldığı, kim kime dum duma bir şehir İstanbul.

Otopark yapmak kimsenin umurunda değil İstanbul’da. Ne apartmanlar yapılırken otopark düşünülüyor, ne de otoparksız inşa edilen apartmanlardan halka açık otoparklar yapmak için harç toplayan belediyeler topladıkları paraları otopark inşa etmeye ayırıyorlar.

Nişantaşı’ndaki otopark sorunu, diğer semtlerden de beter durumda. Nişantaşı’nı Türkiye’nin en medeni semti yapmayı başaran Mustafa Sarıgül, sigara yasaklarında olduğu gibi otopark sorununun çözümünde de tam anlamıyla çuvallamış durumda.

Teşvikiye’de otomobiller, bırakın park yasağının olduğu yerlere park etmeyi, bırakın iki sıra parkı, üç sıra park ederek trafiği felç ediyorlar, biri çıkıp bu kepazeliğe dur diyemiyor.

Ekonominin en basit kuralı bu. Talep çok, arz yoksa fiyatlar da uçar. Nişantaşı City’s’de olan budur. Otopark ücretleri ucuz olsa, City’s’e alışverişe gelenlerin hiçbiri park yeri bulamaz. Otopark kepazeliğinin yaşandığı Nişantaşı gibi bir semtte, City’s’in otopark ücretleri normaldir.
Yazının Devamını Oku

İnternet Yasası çok karışık

23 Ocak 2008
Dünyanın en popüler İnternet sitelerinden biri olan YouTube’un Türkiye’de sansürlenmesi, Türkiye’nin geleceğini telafi edilemez bir şekilde karartacak bir gelişme ama bakıyorum medyada kimsenin umurunda değil. YouTube için mahkeme geçen yıl da bir kapatma kararı almıştı. AKP’nin İnternet’i sansürlemeye yönelik ortaçağ kanunu o dönemde henüz çıkmamıştı. AKP kanunun üzerinde çalışıyordu. Aslına bakılırsa o kanun eğer doğru düzgün yazılsaydı, benzer yanlışlara bir daha düşülmesini önlemek adına bir şanstı.

Olmadı. İnternet Yasası ortaçağ zihniyetiyle, sitelerin sansürlenebilmesine yasal zemin hazırlayan bir yasa olarak hazırlandı, meclisten geçirildi ve yürürlüğe girdi.

Sonuç: Çıkartılan çağ dışı yasaya dayanarak karar veren 12. Sulh Mahkemesi, dünyanın en popüler sitelerinden biri olan YouTube’a erişimin engellenmesine karar verdi.

Bu bir rezalettir. Bu Türkiye’yi Suudi Arabistan’dan da geriye götüren bir zihniyetin eseridir. Bakabilen ve görebilenler için karanlık bir zihniyetin Türkiye’yi teslim aldığının ispatıdır.

Şimdi Türkiye’nin aydın insanlarının bu sansüre büyük tepki göstermesi gerekiyor. Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin temel özgürlük haklarına aykırı olmadığına karar vermesine rağmen üniversiteye türbanla girme yasağını özgürlük savaşıymış gibi yutturmakla meşgul, iktidardan nemalanan sözüm ona liberal aydıncıklar Türkiye’nin üzerine örtülen bu kara çarşafa yine sessiz kalacaklardır.

İnternet Yasası, suç unsuru taşıyan tek bir sayfa için koca bir sitenin tümüne erişimin engellenmesini öngörüyor. Bu sansür demek ve anayasaya da aykırı. Erişimi engellenen bir site karşı dava açarsa, konu hakim kararıyla Anayasa Mahkemesi’ne götürülebilir. Sansür uygulamasına Anayasa Mahkemesi’nin dur demesi Türkiye’yi kurtaracaktır.

Mutfakta bir sanat eseri

Halam Makbule Taray’ın mutfağında ocağın hemen yanında, basamakları çok geniş tahta bir mutfak merdiveni vardı. Bahtiyar ninem yemek yapmak için mutfağa girdiğinde, hemen en üst basamağına tüner, her hareketini merakla izlerdim.

Yemekle ilgili pratik bilgilerini hep o merdivenin tepesinden öğrendim. Teoriyi ise annemin yemek defterinden. Annemin inci gibi yazısıyla yazılmış yemek tariflerini okur, mutfağa girip aklımda kaldığı kadarına doğaçlama eklemeler de katarak yapmaya koyulurdum.

Gamze Bursalı’nın "Net 425 g." isimli kitabının sayfalarını çevirirken, annemin yemek defterinin üzerimde yarattığı karşı konulamaz yemek pişirme dürtüsünü hissettim.

Meğer annemin yemek defteriyle aynı etkiyi yaratması sebepsiz değilmiş. Gamze Bursalı "Net 425 g."ı içini 20 yıldır doldurduğu anne usulü yemek defterinden devşirmiş. Yemek fotoğrafı stilisti de olduğu için fotoğrafçı Gökçe Erenmemişoğlu ile ortak eserleri olan, bakmaya doyum olmaz fotoğraflarla süslemiş.

Kitabın tek kusuru, yemek yaparken tezgah üzerinde bırakmaktan endişe duyulacak kadar estetik oluşu.

Cengiz Semercioğlu’na yanıt

Cengiz Semercioğlu "bunları biliyor muydunuz?" diyerek çeşitli ilginç veriler sıralamış. İlk maddesinde de "Bizim Yurtsan Atakan’ın kumar diye eleştirdiği Var mısın Yok musun’ un Deal or No Deal adıyla 27 ülkede yayınlandığını", diyerek laf atmış.

Doğrudur, itirazım yok. Programı eleştirdiğim de yok. Eften püften sebeplerle her programa burnunu sokan Zahid Akman’ın, açıkça kumar oynatılan bir program karşısında sus pus olmasındaki tutarsızlığa dikkat çekiyorum sadece. Ve Zahid Akman’dan cevap beklediğimi söylüyorum. Israrla suskun kaldığına göre, RTÜK Başkanı da programda kumar oynatıldığını kabul ediyor.

Cengiz Semercioğlu bir veri aktarmış. Bilgi vererek katkıda bulunayım.

Geçenlerde bir bayanın açılmayan iki kutusu kalmıştı. Birinde 150 bin, diğerinde 1 YTL vardı. Banka 45 bin YTL teklif etti.

Kumarhanelerde uygulanan yöntemin tıpa tıp aynısı. Tek farkı programın kumarhanelere göre çok daha insafsız olması.

Neyse asıl önemli olan yarışmacının burada kumara zorlanıyor oluşu. Kumara zorlanıyor çünkü yarışmacı bankanın teklif ettiği 45 bin YTL’nin o anda artık sahibi. Kabul etse de kumar, etmese de. Kabul etmezse 150 bin YTL için o anda artık sahip olduğu 45 bin YTL’sini riske atmış olacak. Ki bu apaçık bir kumar. Kabul ederse, bu kez önceden seçmiş olduğu kutusunda 150 bin YTL olması ve 150 bin YTL’yi kaçırma riski var. Ki bu da kumar.

Kumar çünkü kazanmış olduğu parayı riske atan yarışmacının o anda tek güvendiği şey şansı. Ne bir bilgi ne bir yetenek koyması gerekiyor ortaya. Elinde avucundakileri kaybetmesi sadece ve sadece şansa bağlı.
Yazının Devamını Oku

Kumar Güneydoğu’nun en ciddi umudu

18 Ocak 2008
Turizmciler Van, Türkiye’nin Las Vegas’ı olsun önerisini getirmişler. GAP İdaresi Başkanlığı, "GAP’ta turizmi canlandırmak için ne yapabiliriz" diye danışmış turizmcilere. Turistik Otelciler Birliği Başkanı Timur Bayındır da, bu iş kiraz festivalleriyle filan olacak iş değil, kumarın da yasal olduğu Las Vegas tipi bir eğlence merkezi kuralım demiş.

Las Vegas modelinin Güneydoğu’yu kurtaracak bir model olduğunu yıllardır savunan biri olarak turizmcilerin önerisine sevindim.

7 Ocak 2005 tarihli yazımda "Ne o? Adamların Allah’ın Nevada çölünü turizm cennetine çeviren stratejisini, Güneydoğu bölgemize model olamayacak bir fantezi olarak mı görüyorsunuz?" diyerek dile getirmiştim bu görüşümü. Önerimi 12 Ekim 2007 tarihli "Teröre Las Vegas Çözümü" başlıklı yazımda detaylandırmıştım da:

"GAP, Güneydoğu için çok önemli ve dev bir proje. Tıpkı dev baraj Hoover Dam’in, Las Vegas’ın gelişimindeki önemli rolü gibi bir işlevi var Güneydoğu için.

Las Vegas’ı ABD’nin en hızlı büyüyen şehri yapan diğer faktör ise kumarın burada serbest bırakılması (...)

Kumar Güneydoğu’da Las Vegas’ta olduğu gibi çok sıkı denetlenmek koşuluyla serbest bırakılsa, Güneydoğu hızla kalkınır, zenginleşir, refaha erer. Kuzey Irak’ın yeni petrol zenginlerinin parası bölgemize akar. Terör sorunu kökünden çözülür". (Tamamı için: neonebu.com)

Not: Emekli edebiyat öğretmeni Şenol Yücedağ’ın Ocak 2007’de ilk baskısı yayınlanan Başkanın Düşleri isimli politik kurgu türündeki romanda da Güneydoğu’da Las Vegas benzeri bir şehrin kurulması konusu işlenmişti. Politik kurgu türüne ilgi duyanlara bu ilginç kitabı da öneririm...

Helyum gazı ve Zahid Akman

Var mısın Yok musun isimli yarışma programıyla ilgili RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın sus pus olduğunu daha önce de yazmıştım.

Cengiz Semercioğlu geçen gün "Helyum gazı başkanı bozar mı?" diye soruyordu. Hani Akman geçenlerde biri bizi gözetliyorvari naklen evlilik töreni yayınına katılıp, şahitlik yapmıştı ya. Cengiz de Zahid Akman’ın, Beyaz’ın helyum gazını yutunca, dilinin açılıp nutuk çekmeye başlamasından endişelenmiş.

"Şimdi o helyum gazının etkisiyle Var mısın Yok musun’da kutu açmaya kalkar mı?", diyor.

Valla sevgili Cengiz, o kadarını yapacağını sanmam ama umarım yuttuğu helyum gazının dediğin gibi bir dil çözme etkisi gerçekten vardır.

Daha önceden de vurguladığım gibi derdim Var mısın Yok musun’u yasaklaması filan değil. Ben sadece olur olmaz nedenlerle başka programları yasaklarken, bu program karşısında sus pus olması arasındaki tutarsızlığa bir açıklama getirmesini istiyorum.

Tekrar ediyorum Var mısın Yok musun’a da bir şey demesin ama Huysuz Virjin’e de, Güzel ve Dahi’ye de, Ahmet Çakar’a da veya bundan sonra laf etmeye kalkışacağı diğer programlara da...
Yazının Devamını Oku

Türk çalış başar övünme kimse bilmesin

16 Ocak 2008
Geçen hafta dünyanın en büyük tüketici elektroniği fuarı CES’teydim. Las Vegas’taki fuarı gezerken, dünyanın dört bir yanından fuara katılan şirketler arasında gözüm Türk şirketlerini aradı. Vestel’in 2000 öncesi parlak dönemini anımsadım. Ahmet Nazif Zorlu’nun biz gazetecilerle yaptığı heyecanlı, gurur dolu konuşmalar ve ondan yansıyan heyecanı CES’te kurulan gösterişli Vestel standında parlayan gözleriyle etrafa saçan Vestel çalışanlarının dinamikliğini andım.

Vestel bu sene de bir stand kurmuş CES’te. Ama ne o eski iddialı ürünler var sergilenen ne de o eski heyecan çalışanlarda. Ürünler sıradan. Çalışanlar ilgisiz.

Chip dergisi editörü Şahin Ekşioğlu da aynı şeyi gözlemlemiş. Standa gitmiş, kimsenin ilgilendiği yok. O sırada iki ABD’li ile ilgilenen Vestel çalışanına Türkçe "Merhaba" deyip, selamına yarım bir karşılık almasına rağmen arkalarından durup konuşmalarının bitmesini beklemiş. Vestel çalışanı ise ABD’lilerle konuşması biter bitmez sırtını dönüp gitmiş, bir kenardaki masaya oturmuş.

Şahin ısrarlı, yanına gidip kendini tanıtmış, gazeteci olduğunu söylemiş. Adam ilgisiz tavrını sürdürünce, "Hep basın bizle ilgilenmiyor dersiniz, siz bize bilgi vermezseniz biz ne yapabiliriz ki" diye çıkışmış. Adam cevabı yapıştırmış, "Biz buraya satış yapmaya geliyoruz, siz de bize anlayış gösterin".

Aynı vurdum duymaz tavrı Beko’da da gördüm. Beko CES’te stand bile açmamış. Las Vegas’a uçmadan önce Beko’yu başka bir vesileyle aramıştım. Ülker’in Godiva’yı almasına hakkını vererek büyük ilgi gösteren medyanın, Beko’nun Grundig’i alma başarısına yeterli ilgiyi göstermediğini düşündüğümden Hürriyet e.yaşam’ın manşetini bu konuya ayırmayı planlıyordum.

Bu konuyla ilgili görüşürken Beko’nun CES’te küçük bir "suit" kiraladığını ve burada sadece özel davetlilere tanıtım yapacağı bilgisini aldım. İlgilendiğimi belirttim ama CES süresince davet gelmesi için boşuna bekledim.

Beko’nun CES’te önemli bir ödül aldığını tamamen tesadüf eseri öğrendim. Beko’nun Piano Serisi 100 Hz Likit Kristal televizyonu "ekran" kategorisinde "2008 Tasarım ve Yenilik Ödülü"nü almış.

"Ekran" kategorisinde kazanılan bu prestijli ödül, 1989 yılından beri verilen "CES Tasarım ve Yenilik Ödülleri"nin önemli bir dalı.

Siz de benim gibi ürünün özelliklerini ve en yenilikçi ürün seçilmesinin nedenlerini merak ediyorsunuz değil mi? Beko’nun ödülle ilgili hazırladığı Türkçe ve İngilizce basın bültenlerini satır satır, tekrar tekrar okudum. Gözlerime hálá inanamıyorum ama her iki bültende de ürünün özellikleriyle ilgili model ismi dışında en ufak bir bilgi bile yok.

Merakınızı gidermek için Hürriyet e.yaşam’ın 25 Ocak sayısını bekleyin lütfen... Azimle çalışıp, gerekirse endüstri casuslarından yardım alıp ürünle ilgili bilgilere mutlaka ulaşacağım ve sizlerle de paylaşacağım.

Sigara yasakları medeniyet sınavımız

Sigara yasaklarıyla ilgili batılı medeni ülkelerdekine benzer yeni yasa için en başta tebrik edilmesi gerekenler hiç kuşkusuz gösterdiği kararlılık nedeniyle Başbakan Tayyip Erdoğan, yasanın mimarı olduğu için AKP Trabzon Milletvekili Prof. Cevdet Erdöl, yasanın Meclis’ten geçmesini sağlayan AKP hükümeti ve yasaya destek veren tüm muhalefet partileri.

Ancak bugünlere gelinmesini sağlayan isimleri de unutmamak gerekir. Sigarayla Savaşanlar Derneği Başkanı Übeyd Korbey, sevgili dostlarım Çetin Yıldırımakın ve Saim Turan yakın çevremde oldukları için ilk aklıma gelen isimler. Bir de tabii ANAP dömeninin Sağlık Bakanı Bülent Akarcalı var.

TBMM çatısı altındaki sigara karşıtı lobi faaliyetlerinin başlangıcı, Akarcalı’nın 1 Ocak 1988 tarihinde TRT 2’de Cevat Taylan’ın programında sigara paketi ve çakmağını teslim edip, sağlıklı yaşam için sigaraya son kampanyasını duyurduğu ana dayanıyor.

Kampanyanın fikir babası ise Prof. İhsan Doğramacı. Hükümetin sağlık politikalarını belirlemek amacıyla Tıp Fakülteleri’nin Dekanları ile yapılan toplantının ardından Doğramacı, bu yeni sağlık politikasının bir de sembolü olmalı demiş ve sembol olarak Akarcalı’dan sigarayı bırakarak "Sigaraya Son" kampanyasına önayak olmasını önermiş.

Akarcalı’nın sigarayı bırakmasıyla başlayan kampanyanın ilk meyvesi THY iç hat uçuşlarında sigara içmenin yasaklanması olmuş. Dönemin Ulaştırma Bakanı Ekrem Pakdemirli’ye öneri götürmüşler, o da tüm baskılara rağmen iç hat uçuşlarında sigara içilmesini yasaklamış. Yasağın önemli bir özelliği ise Fransa ve ABD dahil birçok batılı ülkenin havayollarından önce başlatılmış bir uygulama olması.

Akarcalı’nın 1991’de hazırladığı sigara yasaklarıyla ilgili ilk kanun metni ise Baba Bush’un baskısı üzerine Turgut Özal tarafından Meclis’e geri gönderilmiş.

Refah Partisi Tokat Milletvekili Ahmet Feyzi İncegöz yasa teklifini 1992’de Meclis’e aynen sunarak konuyu tekrar gündeme getirmiş. SDHP’li Adalet Komisyonu Başkanı yasayı yıllarca oyalamış ancak sonunda basın işin üzerine gidince gündeme almış ve sigara yasaklarıyla ilgili ilk yasa böylece çıkmış.

Sonrasında bilindiği gibi yasa kısmen başarıyla uygulandı ancak medeni ülkelerdeki hızlı bilinçlenme ve hızlı bilinçlenmenin getirdiği yeni yasal düzenlemelerin zamanla gerisinde kaldı. Ve nihayet AKP hükümetinin çıkardığı yasa ile medeni ülkeleri tekrar yakalamak üzereyiz.

Önümüzdeki 4 ve 18 aylık hazırlanma süresini boşa harcamazsak yakalayacağız da...

Örneğin yeni yasa toplu taşıma araçlarının sürücülerine de sigara içme yasağı getiriyor. THY, pilotlarının sigara içmesine göz yumarak eski yasayı deliyordu. Yeni yasanın hükümleri daha açık, THY 4 ay sonra pilotlarına da sigara içmeyi yasaklamak ve daha önemlisi denetlemek zorunda.

THY’ye bir önerim var. Gelin bu dört aylık süreyi beklemeden yasağı hemen başlatın ve hem THY’nin diğer medeni havayolları şirketlerinden hem de Türk pilotların diğer pilotlardan aşağı kalmadığını dünyaya gösterin.
Yazının Devamını Oku