5 Mart 2008
Bilmem sizin de gözünüze çarptı mı? Kimi otomobillerin plakasında normalde mavi olması gereken TR şeridi kırmızı olarak kullanılmaya başlandı. İlk kez birkaç ay önce bir ticari takside görmüştüm. Merak ettim, plakalara daha dikkatli bakmaya başladım. Başta çok yaygın değildi. Giderek yaygınlaştı.
Ülke trafik kodunun mavi bant üzerinde kullanılması uluslararası bir standart. Bu mavi bant yerine kırmızı bant üzerine ay yıldız kullanan taksilerden birkaçının şoförüne sordum.
Mavi yerine kırmızı bantı Avrupa Birliği’ne tepki olsun diye kullandıklarını söyleyenler çok oldu. Mavi bantı ulusal kimliğimize aykırı bulduğunu, Türkiye’den çok Yunanistan’a yakıştığını söyleyenler de çıktı.
Kırmızı bantlı plakaların siyasi bir simge olarak kullanıldığı çok açık. İyi ama plakaları herkes kafasına göre boyayabilir mi?
Emniyet Genel Müdürlüğa Trafik Hizmetleri Başkanlığı’na iki hafta kadar önce e.posta ile yazılı olarak bu uygulamanın yasal olup olmadığını sordum. Yanıt verme zahmetine katlanmadılar.
Karayolları Trafik Yönetmeliği’ni buldum, okudum, açıkça yasak olduğunu gördüm. 55. maddede şöyle yazıyor: "Her plakada, il kod numarasından önce gelmek üzere (Ek: 12/V)’de gösterilen ve ülkemizin uluslararası tanıtım işaretini taşıyan ve bu yönetmeliğin 56’ncı maddesi ile belirtilen renge uygun nitelikleri haiz (TR) rumuzu bulunur. (TR) rumuzu 4X10 cm’lik mavi bir diktörtgen kutu içine yerleşmiş reflektif tabakanın imalat aşamasında işlenmiş, fiziksel veya kimyasal yolla plakaya zarar vermeden çıkarılamayacak nitelikte olacaktır."
Peki o halde trafik polisleri neden uyuyor? Diğer şehirleri bilmiyorum ama kırmızı şeritli plakalar İstanbul sokaklarında cirit atıyorlar ve sayıları da her geçen gün artıyor. Bu sivil itaasizlik karşısında İstanbul Valisi ve İstanbul Emniyet Müdürü’nün uyuklaması nedendir?
Trafik polisleri bu araçları durdurup, neden ceza kesmiyorlar? Plakalarını yasalara uygun hale getirmeye neden zorlamıyorlar?
İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü bu yasadışı eyleme bilerek göz yummuyorlarsa, bir zahmet cevap verseler de işin aslını astarını öğrensek...
Hani diyorum, otomobil plakalarında kırmızı şerit üzerine ay yıldız kullanmak yasalsa, ben de plakamı bu şekilde değiştireyim. Avrupa Birliği’ne asla karşı değilim ama kırmızı zemin üzerine ay yıldız, mavi zemin üzerine TR’den çok daha şık duruyor...
Efsanevi Kars Kazı İstanbul’da
Siz hiç Kars Kazı yediniz mi? Başka bir ilde yaşıyorsanız sırf bu efsanevi lezzeti tatmak için bile Kars’a gidebilirsiniz, ama İstanbul’da oturuyorsanız şanslısınız, Kars’a gitmenize gerek kalmadı.
Kalamış Dalyan’daki Misina Restoran, Kars’tan getirttiği kazlarla hazırlanan yemekleri 10 gün boyunca İstanbullu yemekseverlerin beğenisine sunacak.
Her zaman bulamayacağınız bu fırsat 7-16 Mart arasında sürecek. Kaçırmayın derim.
Türban kaosunun çözümü yine türban yasağı
Dini inançları gereği başlarını kapatmak isteyen kızların okuma özgürlüğü türbanın yasaklanmasına bağlı.
Paradoks gibi mi geldi? Hiç de değil. Açıklayayım:
n AKP Anayasa’yı değiştirirken MHP’ye 17. maddede değişiklik yaparak, üniversiteye girerken başın nasıl kapanacağını tarif etmeye söz verdi. İki parti arasında yapılan mutabakata göre bu tarif başörtüsünün çene altından bağlanması şeklinde olacak, böylece siyasi simge kaygıları giderilmiş olacaktı.
n AKP sözünde durmayıp, 17. madde değişikliğini erteleyince kaotik bir durum çıktı. Üniversiteler, üniversite öğrencileri, kurumlar ve toplum, türban yanlısı ve karşıtı olmak üzere iki kampa ayrıldı. Yani türban artık tartışmasız bir şekilde siyasi simge oldu.
n Başın nasıl örtüleceğinin yönetmelikle tarif edilmesine, insanların giyim tarzı yasalarla tarif edilemez diyerek karşı çıkanlar var. Haklılar gerçekten. Yasalar insanların ne yapacağını değil ne yapamayacağını tarif eder/etmeli.
n Dolayısıyla 17. maddede başın nasıl kapatılacağını tarif etmektense nasıl kapatılamayacağını tarif etmek gerekir. Yani 17. maddede başörtüsünün nasıl bağlanacağı değil, nasıl bağlanamayacağı tarif edilmelidir.
n 17. maddede üniversiteye başın türban şeklinde bağlanarak girilemeyeceği yazılırsa hem siyasi bir simgenin üniversiteye girmesi engellenmiş, hem de dini inançları gereği başlarını örtmek isteyen kızlara başlarını örterek üniversiteye girme özgürlüğü tanınmış olur.
Yazının Devamını Oku 29 Şubat 2008
Sigara yasaklarıyla ilgili yasanın ilk bölümü yakında yürürlüğe girecek ve iş yerlerinde artık sigara içilmeyecek. Hürriyet yönetimi bir karar alarak binada sigara içme yasağını, yasanın yürürlüğe girmesini beklemeden bu hafta başında başlattı. Hürriyet binası artık cennet gibi. Koridorlardan sigara dumanından zehirlenerek geçmek zorunda kalmıyoruz.
Sigara yasağını, sigara içme özgürlüklerini kısıtladığı iddiasıyla eleştirenler var. Bunlar çıkartılan yasaya yasakçı diyorlar. Yasa sigara yasakları getiren yasa olarak anılıyor.
Aslında tam tersi, tamamen özgürlükçü bir yasa bu. İnsanlara sigarasız ortamlarda yaşama ve çalışma özgürlüğü getiriyor. İnsanları, sigara içenlerin sorumsuzca savurduğu zehirli dumandan koruyor.
Dumansız çalışma ortamı özgürlüğü yasasını uygulamanın en zor olduğu yerler özel odalar. Sigara içmenin yasak olduğu iş yerlerinde, yasak genellikle bu odalarda deliniyor. Oda sahibi olma ayrıcalığına sahip çalışanlar, bu ayrıcalıklarını kötüye kullanmaktan çekinmiyorlar.
Bu aslında bize has bir şark zihniyeti. Batılı, medeni ülkelerde bugüne kadar çok sayıda yönetici odası ziyaret ettim. Ve tek bir kez bile sigara kokan yönetici odasına rastlamadım.
Türkiye’de ise tam tersi. THY’nin pilot kabinleri de iyi bir örnek aslında. Medeni ülkelerin havayollarında, yolcular gibi pilotlar da sigara içemez. THY pilotları ise kendilerini yolculardan ayrıcalıklı görür, kapalı kapıların ardında olmanın verdiği rahatlıkla sigaralarını tüttürerek yardımcı pilotlarını, yolcuları zehirlemekten en ufak bir utanç duymazlar.
O odalara misafir gelmiyor mu
Aynı duruma havalimanlarımızda da tanık olabilirsiniz. Bilet satış ofislerinin arkasındaki havayolu ofisleri keşhane gibidir. Polislerin, gümrük memurlarının odaları yine aynı. Hatta kimi görevliler, bir bankonun gerisinde olmayı bile kendilerine başkalarını zehirleme hakkı veren bir ayrıcalık olarak görürler. Döviz bürolarında, dükkanlarda tezgahın arkasını babalarının malı gibi görüp dumanını yüzünüze üfleye üfleye sigara içerek üstünlük taslamaya kalkan zavallılara bol bol rastlayabilirsiniz.
İş yerlerindeki özel odalarının işle ilgili başka amaçlarla sağladığı mahremiyeti, sigara içme ayrıcalığı için kullananlar da çoktur. Hatta sigara tiryakisi olup da, özel odasında sigara içmeyenler yok denecek kadar azınlıktadır.
Böylelerine Ertuğrul Özkök’ün "Köşeler babamızın malı mı?" diye sorduğu gibi sormak isterim, "Odalar babamızın malı mı?"
O odaları sadece biz mi kullanıyoruz? Gün içinde çalışanlarımız girmiyor mu? Ziyaretçilerimiz olmuyor mu? Odalarımızda ağırladığımız misafirlerimizi zehirlemememiz için illa tepemize yangın alarmı mı takılmalı?
Sigara yasağı hayat kurtarıyor notu: Yapılan son araştırmalar restoran, bar ve kafelerde sigara içmeyi yasaklayan ülkelerden Fransa’da kalp krizi vakalarının yüzde 15, İtalya’da akut koroner hastalıklarının yüzde 11,2 düştüğünü gösterdi. Avrupa Kardiyoloji Derneği, katı sigara yasaklarının tüm Avrupa’da uygulanması için hükümetlere çağrıda bulundu.
Türban artık tereddütsüz siyasi simge
Var mısın Yok musun yarışma programında kumar oynatıldığını ispatlayan yazıma bir okurum katkıda bulunmak istemiş.
"Konunun bir başka boyutu daha var" diyor. Geçenlerde bu programa denk geldiğinde bir şey dikkatini çekmiş. Kamera, endişeli bir halde seçtiği kutunun açılmasını bekleyen kızın stüdyoda konuk olan akrabalarına dönmüş. Hepsi de türbanlıymış. Diyelim ki türban dinin bir gereği olsun diyen okurum soruyor, "Karşılıksız olarak kazanılan bir para haram değil midir?"
Sorun da burada zaten sevgili okurum. AKP yürüttüğü türban politikasıyla Türkiye’yi inançlı ve inançsız diye ikiye böldü. Toplumun önemli bir kesimi türbanlıları inançlı, türbansızları inançsız diye dayanaksız bir ölçüyle etiketlemeye başladı. Türban bugüne kadar siyasi bir simge değildiyse bile artık kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde siyasi simge yapıldı.
RTÜK’ü sorgulamamın nedeni de bu. AKP’li bakanların arkalarından "sıkıysa sözümüzden çıksın" diye konuştukları atanmış kurum başkanlarından biri olan RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın içki içiliyor diye dizileri cezalandırıp, ekrandan kumar oynatılması karşısında sessiz kalmasının nedenlerini sorgulamak gerek.
Türban takmamak ve içki içmek çok belirgin etiketler. Kumar ise öyle değil. Gözden ırak yapılan bir eylem olduğu için kim kumar oynar, kim oynamaz kolay kolay kimse bilemez. Bu nedenle de insanları ikiye bölmek için türban ve içki kadar fonksiyonel bir simge değil.
RTÜK’ün içki içilen dizileri cezalandırmaya kalkışması, toplumu bölmek için türbandan sonra sırada içkinin olduğunun bir habercisi olmasın?
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2008
Olur olmaz her vesileyle havai fişek patlatmak genelde yaz aylarında tanık olduğumuz bir görgüsüzlüktü. Ne yazık ki kış akşamlarına da bulaşmaya, şehirlilerin huzurunu kış aylarında da bozmaya başladı. Şubat ayının göbeğindeyiz ve geçen haftasonu, İstanbul’da her gece havai fişekler patlatıldı; üç, beş görgüsüz eğlenecek diye İstanbullular’ın huzuruna saldırıldı.
İstanbul Valiliği ve İstanbul Belediyesi’ni iki yıl önce uyarmıştım. Her önüne gelene, her gece havai fişek gösterisi yapma izni vermekle büyük bir faciaya davetiye çıkarttıklarını yazmıştım. Felaket geçenlerde geldi. Kaçak havai fişek imalathanelerinden biri havaya uçtu ve onlarca kişi öldü.
Bu felaketin ardından havai fişek gösterilerinin tamamen yasaklanmasını talep eden bir yazı yazdım.
Havai fişekçiler, ya gerçekten İstanbul Valiliği dünyanın tüm medeni şehirlerinde olduğu gibi İstanbul’da da havai fişek gösterilerine kısıtlayıcı yasaklar getirirse diye telaşlanmışlar, mahkemeye vermekle tehdit eden bir mektup göndermişler.
Tehditleri densiz, endişeleri yersiz. Hiç merak etmesinler İstanbul halkının huzuru İstanbul Valiliği’nin umurunda olmayacaktır. İstanbul’da yaşayanların huzurunu bozan havai fişek gösterileriyle ilgili onca yazı yazdım, İstanbul Valisi tekine cevap vermedi, İstanbul’un huzurunu sağlamaya yönelik tek bir adım bile atmadı. Tersine her sene daha fazla havai fişek gösterisine izin vererek, İstanbulluların huzurunun umurunda bile olmadığını kanıtladı.
Sonunda geliyorum diyen felaket de geldi. İstanbul Valiliği’nin sorumsuzca verdiği izinlerle her akşam birkaç kez tekrarlanan havai fişek gösterileri, İstanbul’da havai fişeğe dünyanın hiçbir yerinde olmayacak kadar şişkin bir talep yarattı. Bu kontrolsüz talep, valiliğin yetersiz denetimiyle birleşince kaçak imalathaneler peydah oldu. Sonuç felaket.
Ve maalesef yaşayacağımız son felaket de değil bu. İstanbul Valiliği havai fişek görgüsüzlüğünü kısıtlayacak önlemler almamakta inat ederse, başka felaketler de sırada. Yıl boyunca faaliyet gösteren, koskoca kaçak imalathaneleri denetlemekten aciz İstanbul Valiliği, her gece üç, beş kez tekrarlanan havai fişek gösterilerini mi yeterince denetleyebilecek?
Hem denetlese ne olacak. Ne kadar iyi denetleniyor olursa olsun asıl sorun başka. Asıl önemli olan üç, beş kişi eğlenecek diye yapılan bu gösterilerin milyonlarca şehirlinin huzurunu bozması.
Cumhuriyet Bayramı’nda tamam... Şampiyonluk gibi kitleleri ilgilendiren çok önemli günlerde, uluslarası büyük zaferler gibi tüm ulusu sevince boğan günlerde de tamam. Ama adam gece gerdeğe girecek diye, bunu havai fişek gösterisiyle tüm İstanbul’a ilan etmesine izin vermenin ne alemi var?
İstanbul’da sanat modern trafik denetimi çağdışı
Geçtiğimiz pazar günü İstanbul Modern’deki çocuklara özel sanat etkinliğine yetişebilmek için trafikle boğuşurken Ortaköy’den geçiyoruz.
Saat 13:30 ve trafik her zamanki gibi rezalet. Trafiğin kilitlenmesinin nedeni Ortaköy otobüs durağının hemen öncesindeki trafik ışıklarında, trafik kapalı olmasına rağmen kavşağa giren sorumsuz sürücüler.
İşin enteresan yanı tam da trafik ışıklarının dibinde, motosikletli trafik ekiplerinden bir polis memuru, sanki oraya süs için dikilmiş gibi öyle duruyor. Geçemeyeceği yola girip trafiği tıkayan otomobil gözünün önünde suç işliyor, memurun umurunda değil.
Sağ şerit boşaldı da, geçebildik. Yoksa orada, bize yeşil yanmış, önümüzde gideceğimiz yol bomboş, yolun tıkalı olduğunu göre göre kavşağa giren otomobilin önünün boşalmasını bekleyip duracağız. Geçerken polis memuruna, "Görmüyor musun, neden ceza yazmıyorsun" diye işaret ettim.
Dikiz aynasından baktım önündeki deftere bir şeyler yazıyor, trafiği kilitleyen araca cezasını yazıyor diye sevindim. Kafalarını çevirip bakan arkadaşlarım, "Boşuna sevinme", dediler, "Memur bizim arkamızdan bakıyor. Galiba cezayı trafiği kilitleyen araca değil sana yazdılar".
Bekleyip görelim bakalım.
İstanbul Modern’deki etkinlik mi? Cihat Burak Retrospektif sergisi etkinlikleri kapsamında "Seyahatname" isimli bir eğitim programı. 6-13 yaş grubu çocuklar için...
Çocuklara özel aktiviteler açısından dünya fakiri İstanbul için kaçırılmaması gereken bir sanat atölyesi çalışması. Üstelik ücretsiz. Tek yapmanız gereken İstanbul Modern’i arayıp, kontenjanlar dolmadan rezervasyon yaptırmak. Kaçırmayın...
Kahveyle zeytinyağlı uyumu
Zeytinyağlı yemekler içecek seçimi açısından şansızdır. Geçen gün Starbucks’ın bir grup yemek kültürü yazarıyla gerçekleştirdiği kahve-yemek eşleştirmesi deneyiminde zeytinyağlı yemeklerle mükemmel uyum sağlayan bir kahve türü keşfettim.
Bizim gurmelerimizin önemli bir bölümü çok tutucu nedense. Starbucks’ın sınırları zorlayıcı ama bir o kadar da başarılı eşlemelerine burun kıvıranlar çoğunluktaydı.
Biz birkaçımız ise Kolombiya kahvesi-İzmir tulum peyniri, Sulawesi kahvesi-tahin pekmez gibi eşlemeleri çok başarılı bulduk. Özellikle Kolombiya kahvesinin, İzmin tulum peyniriyle içildiğinde damakta bıraktığı kalıcı krema tadı, ertesi gün özlem duyulacak kadar enfesti.
Günün yıldızı ise bence Kenya kahvesi-zeytinyağlı yaprak sarması eşlemesiydi. Portakal, ananas ve limonun baskın olduğu kompleks ama narin aromalı Kenya kahvesi, yüksek asidiyle zeytinyağlı yaprak sarmasının damakta bıraktığı tadı mükemmel tamamladı. Biz zaten çoğu zeytinyağlıyı limon sıkarak yeriz. Limon aromalı ve asitli Kenya kahvesini de limonun yakıştığı her zeytinyağlının yanında keyifle yudumlayabilirsiniz.
Küçük bir not, kahveyi zeytinyağlıların yanında sıcak değil, ılık için.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2008
Zahit Akman’dan ses çıkmadı ama Deniz Baykal salı günü grup konuşmasında, Var mısın Yok musun’u örnek göstererek hükümeti ekrandan kumar oynatmakla suçladı. Geçen hafta da Star TV’de Nihat Hatipoğlu fetva vermiş. "Var mısın Yok musun" kumar değil demiş. Medyaradar.com sitesi yazmış, oradan okudum.
Doç. Dr. Hatipoğlu’na, "Var mısın Yok musun"u örnek vererek, yarışma programlarının dinen sakıncalı olup olmadığını sormuşlar. O da, "Bir şeyin kumar olabilmesi için para yatırmak gerekir" demiş ve Var mısın Yok musun dahil yarışmaların kumar olmadığını iddia etmiş.
Hatipoğlu, Var mısın Yok musun ile diğer yarışmalar arasındaki çok önemli farkı görememiş demek. Yarışmayı kumar yapan bu farkın ne olduğunu yazılarımda açıklamıştım. Basitleştireyim:
Hatipoğlu demiş ki bir şeyin kumar olabilmesi için kişinin para yatırmış olması gerekir. Hemfikirim. Var mısın Yok musun yarışmasında başlangıçta kimse bir para yatırmadığı için sorun yok.
Sorun bankanın ilk teklifinden itibaren başlıyor. O ana kadar hiçbir şeyini riske atmamış olan yarışmacı bankanın ilk teklifinden itibaren para yatırmış oluyor. Bankanın o anda kendisine teklif ettiği paranın artık sahibi çünkü. İsterse bu parayı alıp gidebilir. Yarışmaya devam ederek artık onun olan parayı riske atmış oluyor, yani Hatipoğlu’nun ifadesiyle para yatırıyor... Yani demek ki neymiş? Var mısın Yok musun’da kumar oynatılıyormuş.
Oynatılmıyor diyen benim bu tezimi çürütsün. Yolda bulunan parayla barbut oynamak nasıl ki kumarsa... Kumara yatırılan paranın haybeden gelmiş olması nasıl ki onu kumar olmaktan çıkartmıyorsa... Bankanın teklif ettiği parayı daha büyük bir ikramiye kazanmak uğruna riske etmek de kumardır...
Aksini söyleyenin zekasından şüphe ederim. Ahlak bekçiliğinden vazgeçmek yerine programı yasaklamaya kalkanın da...
DNGLK 002 DNGLK 007’ye karşı
Akmerkez’de koridorun ortasında namaz kılan çifti ajan provokatör ilan eden Akliberaller var.
Onları oraya fotoğrafları çekilsin de, rejim karşıtları azdı diye haber yapılsın diye gönderenler varmış. Bunlar DNGLK takımındanlarmış.
Ajan olduklarına göre hadi bunlara DNGLK 007 diyelim. Yani yedi numara DNGLK’lar.
DNGLK’ların iki numaralısının kim olduğu ise merak konusu. Emre Aköz iki numara dangalak yakınımızda diyor ama isim vermiyor. Hıncal Uluç üzerine alınmış ama o da yanılıyor.
Diyelim Akmerkez’in göbeğinde namaz kılanlar gerçekten de İslamcılardan değil. Akmerkezin göbeğinde namaz kılanların kimliği önemli değil ki. İster İslamcı, ister Ulusalcı, isterse meczup olsunlar, hiç önemi yok.
Önemli olan meczup bile olsa iki kişinin Akmerkez’in göbeğinde yolun ortasında namaz kılması ve kimsenin buna ses çıkartamaması. Ne yoldan geçenlerin, ne Akmerkez güvenliğinin "Kardeşim ne yapıyorsun, yolun ortasında namaz kılınır mı?" diye soramaması. Sormaktan çekinmesi.
Olay bana 12 Eylül öncesinde gösterici öğrencilere müdahale edecekken, göstericilerin İstiklal Marşı söylemeye başlamasıyla donup kalan zavallı polis memurlarını hatırlattı.
Ne diyeyim? Daha kısa bir süre önce mahalle baskısı olmaz diye bağıran ama Akmerkez’deki mahalle baskısını görmeyip olayı DNGLK 007’liğe bağlayan Akliberaller, DNGLK 002’liği kime layık görüyorlardır derisiniz?
Küresel soğuma başladı
Türkiye kara teslim oldu, Antalya’da bile kar yağdı. Televizyon kanallarında o haber senin, bu haber benim zapladım. Gazetelerin sayfalarını hallaç pamuğuna çevirdim.
Yok, yok... Kimse "küresel soğuma"dan bahsetmiyor. Tek bir muhabir, tek bir editör, tek bir köşe yazarı bile "küresel soğumanın yol açtığı soğuk hava dalgası" diye başlamamış yazısına.
Peki o zaman geçen yaz "küresel ısınmanın yol açtığı kuraklık" diye başlayan haberleri yazanlara ne oldu? Cehaletle haber yazdıkları için işlerinden mi oldular?
Yoo. Dönemsel bir kuraklığı; hissedilebilir etkileri ancak onlarca yıl sonra ortaya çıkacak küresel ısınmaya bağlayan muhabirler, editörler, yazarlar, siz hiç merak etmeyin hepsi işlerine aynen devam...
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2008
Ramazanda iftar yemeğine tüm Bebek esnafını davet eden babaannemden kalma bir gelenek olmalı, çocukluğumda aynı evde halamın yemek sofraları da hep kalabalık olurdu. Yemekten önce en büyük zevkim pencereden dışarıyı seyretmekti. En keyiflisi de kar yağarken olurdu.
Şimdi halamın penceresinden baktığım Türk Ticaret Bankası’nın yerinde dört yıl önce açılan Lucca’da oturmuş, okumakta olduğunuz yazıyı yazmaktayım.
Manzara nefis. Tıpkı çocukluğumdaki gibi lapa lapa kar yağıyor. Karşımda çocuk Yurtsan’ın baktığı pencere bana bakıyor. O pencerenin hemen altında Bebek’in yeni popüler mekanlarından biri Milagro tam karşımda. Çocukluğumda fotoğrafçıydı. Yanındaki kahvaltı mekanı küçük kafe ise eskiden kasap dükkanıydı.
Yazının başında bahsettiğim minik bir ziyafete bürünen hafta sonu sofralarında şarabın da eksik olmadığını hatırlıyorum. Viski diye salonların baş köşesini Johny Walker’ların, VAT 69’ların konuşlandırıldığı yıllardı. Ziyafet sofrasının başköşesine Doluca veya Kavaklıdere’nin değil Hethiter’in 5 litrelik galonlarının oturduğu da aklımda yer eden görüntülerden.
Şimdi 5 ya da falanca litrelik Hethiter şarabının içildiği sofralara ev sahipliği yapmış emektar yalıya bakarak yediğim yemeğe Şili şarabı eşlik ediyor. Markası önemli değil. Hükümetin uyguladığı şarap politikasından yararlanarak, dünya çapında şaha kalkmaya hazırlanan Türk şarapçılığına darbe vuran ucuz ve kötü Şili şaraplarından biri işte.
Ismarladığım dana bonfileyi asla kaldıramayacak basitlikte, gövdesiz, tatlı üzüm şırası gibi bir şarap. Ismarladığım bonfile ise harika. Et restoranda yenilir, kasapta değil yazımı kanıtlayacak nitelikte. Tam kıvamında pişmiş ve Türkiye’de bugüne kadar yediğim en iyi etlerden biri. Garsonu çağırıp, bu ete eşlik edebilecek kadar güçlü bir kadeh şaraplarının var olup olmadığını soruyorum. Üzerinde karar kıldığımız DLC Cabarnet, her ikimizin yüzünü de kara çıkartmıyor. Sofra şarabında fiyat/ performans oranında Türk şarabının eline hiçbir yabancı şarabın su dökebilmesine olanak yok zaten.
Hükümetin şaraptan alınan vergiye indirim yaptım palavrasına takılıyor bu kez aklım. Gazetelerimizin ve köşe yazarlarımızın yuttuğu bir palvaradan ibaret bu vergi indirimi.
AKP hükümetinin şaraba uygulanan vergiyi, yerli üretim tüm şaraplara değil sadece ucuz sofra şaraplara uygulaması, Türk şarapçılığını öldürmeye yönelik büyük bir planın parçası.
Bu son vergi indirimi AKP hükümetinin Türk şarapçılığını öldürmeye yönelik stratejisinin son adımı. Bu politikanın anlamını kavramaktan uzak yazarları lütfen kulak arkası edin. AKP’nin tüm şaraplara değil sadece ucuz sofra şaraplarına vergi indirimi getirmesi, Türk şarapçılığını öldürme çabasından başka bir şey değil kesinlikle.
AKP bu yeni vergi indirimiyle Türk şarapçılarını, son birkaç yıldır yatırım yaptıkları dünya çapında başarılı olabilecek kaliteli şarap üretimi arayışından vazgeçirmeye çalışıyor.
Türk şarap üreticilerini kötü, sofralık şarap üretmeye teşvik ediyor. Bu vergi indiriminin başka hiçbir anlamı yok, AKP’nin sinsi vergi indirimini alkışlamaya kalkan şaraptan anlamayan gafil yazarlara duyururum.
İstanbul kapak cinayetleri
Bebek McDonald’s’ın hemen önünde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin otopark niyetine kullandığı birkaç otomobillik yerde koca bir açık kapak. Koca bir deliğin yanında, öylece duruyor. Etrafı buz tutmuş. Buzda kaymamak için aşırı dikkat gösterip, temkinle yanına yaklaşıp içine bakıyorum.
İlk bakışta dipsiz bir kuyu gibi görünüyor. İçinden yoğun bir su gürültüsü geliyor. Gözüm karanlığa alışınca metrelerce aşağıda, bir çağlayan gibi akan suyu görüyorum. Açık kapağın etrafını çeviren bir emniyet çitinden vazgeçtim küçücük bir uyarı levhası bile yok.
Aklıma kanalizasyon çukuruna düşüp ölen bebecikler geliyor. Anlaşılan o ki yine hiçbir şeyden ders alınmamış.
Birazdan resmi üniformalı bir görevli, elinde bir kürek, karları ite ite çıkageliyor. Karları açık delikten içeri boca ederken soruyorum, "Bu kapağı neden açık bıraktınız? Neden hiçbir önlem almadınız? Daha birkaç ay önce küçük bir çocuk yine böyle açık bırakılan bir kapaktan düşüp öldü, siz hiç gazete de mi okumuyorsunuz?"
Verdiği cevap basit, "Hava aydınlık, kimse düşmez merak etmeyin".
Nerenin görevlisi olduğunu soruyorum. Beklediğim gibi İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin görevlisiymiş.
Köylü zihniyeti İstanbul’u yönetiyor. Önce İstanbul’un başına geçiyorlar, sonra Türkiye’nin...
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2008
Briç ortağım Refik, Cumhuriyet Kupası’na yetişemeyeceğimizi anlayınca vitesi dört çeker konumuna getirdi, direksiyonu kırdı ve emektar Land Rover’ı çayıra sürdü. Trafik sorununu bugüne göre nadiren yaşadığımız, yine de şikayetçi olduğumuz 80’li yılların başlarıydı. Land Rover Refik’in yüzünü kara çıkarmadı. Dağ bayır aşıp, İstinye’ye indik ve oradan da sahil yolunu kullanıp turnuvanın yapıldığı Tarabya Otel’e zamanında yetiştik ve birkaç güzel briç maçının ardından Türkiye dokuzuncusu olmayı başardık.
Geçen hafta Borusan Oto’nun İstinye’deki uzay üssünü andırır tesisinde çok küçük bir grup yemek yazarına verdiği davete de bir Range Rover’la gittim. Davetin nedeni Land Rover’ın yeni başlattığı Test&Taste kampanyasının tanıtımıydı.Türkiye’nin en ünlü yıldız şefi Mehmet Gürs, Test&Taste için çok özel bir mönü hazırlamış. Range Rover test sürüşü yapan müşteriler arasından kurayla seçilen beş kişi, farklı gecelerde 7’şer arkadaşlarına Borusan İstinye’de kurulan şık yemek ortamında ziyafet daveti verecekler.
Davet için Borusan İstinye’de yaratılan ziyafet sahnesi mükemmel. İnsan kendini ultra modern bir şatonun yemek salonunda hissediyor.
Unutulmaz bir ziyafet akşamı geçireceğimizi daha karşılamada sunulan şampanyadan anlıyoruz. Robert Parker’dan 98 puan alan Dom Perignon 96 ile birlikte sunulan kurutulmuş Ren geyiği etinin damaklarımızda kalan tadıyla masaya geçiyoruz. Dediğim gibi atmosfer heyecan verici. Ama kampanya talihlilerini bizden daha da iyi bir ortam bekliyor. Gürs mutfağı masadan görünebilir bir uzaklıkta kuracak ve böylece misafirler tattıkları sanat şaheserlerinin yıldız bir şef tarafından hazırlanışını da teatral olarak izleyebilecekler.
Gürs’ün Taste&Test için hazırladığı mönü Türkiye’de hiçbir restoranda bulamayacağınız kadar olağanüstü. Gürs mönüyü köpük ve duman teması üzerine kurmuş. Köpük ve duman dünya şeflerinin kullandığı yenilikçi tekniklerden.
Köpük tekniği, yiyeceklere özel bir sifon içinde basınçlı hava vererek lezzetlerini köpüğe çok yoğun bir şekilde aktarmak için kullanılıyor. Washington’da mönüsü tamamen köpük yemeklerden oluşan bir restoran bile var. Gürs, tekniği mönüdeki birkaç yemekte Türk damak tadına uygun bir şekilde başarıyla kullanmış.
Duman tekniğini ise iki yemekte uygulamıştı. Yosun buharında Kuzey Ege deniz kereviti ve kum midyesinin servis edildiği tabağın kapağı açıldığında yosun aromalı "lime" bulutu, ağır bir sis gibi tabaktan hafifçe yükselip, tabağın kenarlarından masaya şelale gibi akarak masalsı bir görüntü yaratıyordu.
Mönü o kadar zengindi ki yemeklerin tümünü yazmaya kalksam yerim yetmeyecek. Ama Trakya Kıvırcık Kuzu ve yanında servis edilen Torbreck RunRig 2003, Barossa Valley, Avustralya ile Alg Geyiği Bonfilesi ve eşlikçisi Vina Pedrosa Gran Reserva 2001, Ribera del Duero, İspanya’ya değinmemek haksızlık olur. Şaraplardan birincisi Parker’dan 99, diğeri 93 puan almış. Kuzuya ve geyiğe de benden 100’er tam puan.
Yüzde 25 büyük çoğunluk
İkinci Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan, türbanın siyasete alet edilmesine karşı olanların yüzde 25’lik bir kesim olduğunu iddia ederek onları aşağılıyor, önemsiz bir azınlık olarak görüyor. Erdoğan’a hatırlatmak lazım. Kendisini iktidara taşıyanların oranı da toplam seçmenin yüzde 25’iydi. Seçmenlerin yüzde 25’inin oyuna dayanarak dört yıl hüküm sürmeyi doğru buluyor da, şimdi türbanı siyasete alet etmemesini isteyenlerin yüzde 25 olmasını mı küçümsüyor?
Demokrasi çoğunluk iktidarı değil, azınlıkların ezilmemesi rejimidir. Demokrasinin en büyük erdemi haklılığın çoğunluğa göre değil hukuka ve devlet geleneklerine göre belirlenmesidir. Yüzde 25, hele bir de sokaklara dökülecek kadar kararlıysa, gerçek demokratik rejimlerde çok büyük bir çoğunluktur. Demokratik rejime gerçekten inanan, rejime yara aldırmaktan sakınan bir iktidar, kendi oy potansiyeli ne kadar yüksek olursa olsun bu yüzde 25’i dinlemek zorundadır.
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2008
70’li yıllarda Florya Atatürk Köşkü ile Yeşilköy arasındaki sahil şeridinin büyük bölümünde İstanbul Belediyesi’nin yazlık dinlenme tesisleri vardı. Çocukluk ve ilk gençlik yazlarımın her yıl iki ayı bu eğlenceli ve renkli tesislerde geçerdi.
Bazen canımız macera istediğinde ailelerimizden habersiz tesislerden çıkar, yürüyerek Yeşilköy’deki lunapark alanına giderdik.
Lunapark’a giderken pek kimseye görünmemek için arka sokaklardan geçmeyi tercih ederdik. Bir seferinde, Lunapark’a çıkan caddeye pararel sokaklardan birindeki boş arsada ilginç bir kalabalıkla karşılaştık. Arsa ile cadde arasındaki tahta perdenin arkasında biriken kalabalık, büyük bir sessizlik içinde tahta aralıklarından caddeyi seyrediyordu.
Merak ettik yaklaştık. Başlarımızı biz de bulabildiğimiz aralıklara yapıştırdık. Kaldırımda içinden iki banknotun ucu çıkmış bir cüzdan duruyordu. Klasik ip bağlanmış, olta cüzdan numaralarından biri sandık önce.
Derken kaldırımda, bir genç belirdi. Hemen üç adım arkasından bir başka genç daha yürüyordu. Öndeki cüzdanı görür görmez atılıp aldı. İçini açıp bakacaktı ki, arkadaki genç "dur" dedi.
Öndeki bulduğu cüzdanın gerçek sahibi çıktı sandı herhalde ki, hayal kırıklığına uğramış bir ifadeyle döndü. "Dur", diye seslenen adam devam etti, "Ben de görmüştüm cüzdanı ama sen önde gittiğin için şanslısın. Cüzdana ve paralara dokunma, şu ucu görünen paraların her biri için tek mi çift mi oynayalım. Var mısın?"
Öndeki adam şaşırdı, bir an tereddüt etti. İkinci ısrar etti, kısa bir diyaloğun sonunda anlaştılar. Tahta perdenin ardından heyecanla izliyorduk. Birinci parada arkadaki adam, ikincisinde cüzdanı bulan kazandı.
İkinci adam, birinci adama bugün şansın yerinde dedi, "Şuradaki lunaparkta, korku tünelinin arkasında barbut oynatıyorlar, git bir oyna istersen. Kaybedecek neyin var ki, ama kazanırsan belki paranı iki katına çıkartırsın".
Adam lunaparka doğru uzaklaşır uzaklaşmaz, tahta perdenin arkasındaki seyirciler arasından biri elinde tef çalarak dolaşmaya, bahşiş toplamaya başladı. Görebildiğim kadarıyla saymaya çalıştım. Adamın bulduğu cüzdandaki paraların iki katından fazlasını toplamıştı sanırım.
"Var mısın Yok musun" yarışmasında yapılanın kumar oynatmaktan farklı olmadığını yazınca, itiraz yağdıran programın sadık seyircilerine ithaf ederim.
Son olarak bir kez daha söyleyeyim. Televizyonda kumar oynatıyor diye "Var mısın Yok musun" programına herhangi bir yaptırımda bulunulması değil isteğim. Dikkat çekmek istediğim şey 2. Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin sözünden tıpkı YÖK Başkanı gibi çıkamayan RTÜK Başkanı’nın tutarsızlığı.
Sevgililer Günü’nde otele gidilir
Geçen yıl Sevgililer Günü’nü eşimle sinemada kutlamıştık. Kozyatağı’ndaki Bonus Premium Cinecity’deki sinema salonlarından birinin özel davetler için kapatılabildiğini öğrenmiş ve sevgililer gününe şampanya eşliğinde bu salonda başbaşa bir film izleyerek merhaba demiştik.
Dünyanın en ünlü otel zincirlerinden biri olan Marriott’un İstanbul şubesi de bu yaz Kozyatağı’nda açılınca kararımı hemen vermiştim. Sevgili eşimle Sevgililer Günü’nü bu yıl Marriott Otel’de geçirecektim.
Evdeki hesap çarşıya uymadı tabii. Yarın Sevgililer Günü ve ben Dünya Mobil Kongresi için Barselona’dayım.
Şehrin turistik merkezinin dışında ama iş merkezine yakın sıradan bir otelde kalıyorum.
Marriott Otel’in yer olarak Kozyatağı gibi şehir merkezinden uzak bir yeri seçmesini yadırgamıştım. Barselona’da oteller şehrin dört bir yanına dağılmış durumda. Dünyanın belli başlı büyük şehirlerinde de hep böyle. Şehirlerin sadece turistik merkezlerinde değil, başta iş merkezleri olmak üzere her yerlerinde ünlü otel zincirleri de dahil olmak üzere bir sürü otel var.
Kozyatağı, İstanbul’un en hızlı büyüyen iş ve yerleşim merkezlerinden biri. Böyle bakınca Marriott gibi seçkin bir otelin yer olarak Kozyatağı’nı seçmesi de çok doğal.
Hele İstanbul’un trafiğini düşünecek olursanız, Kozyatağı’ndaki uluslararası şirketlerden birine iş için gelenlerin Taksim’deki oteller yerine Marriott’u seçmesi çok doğal.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2008
Nişantaşı Ömür restoranın kapısından girince, sağda bir tezgahla karşılaşırdınız. Masalar dipte, birkaç basamaklı bir merdivenle inilen penceresiz salondaydı. Daha doğrusu pencere vardı da, hemen birkaç santim ilerisindeki, dağ manzaralı duvar kağıdıyla kaplanmış duvara açılıyordu.
O yıllardaki adıyla İngiliz Lisesi’ne yeni başlamıştım ve Ömür’den haftada bir günden fazla sosisli sandviç yesem bir başka öğlen aç kalmayı göze almam gerekeceğinden, Ömür’ü hemen lüks restoran sınıfına yerleştirmiştim.
Liseyi bitirene kadar lüks restoran kavramım da evrim geçirdi. Ömür’den Boncuk Kebapçısı’na, oradan İlyas’a terfi ettim. Yekta’nın kapısından adımımı atabilmek içinse üniversite yıllarını beklemem gerekti.
Nişantaşı o günden bugüne çok değişti. Mustafa Sarıgül’ün de çabasıyla İstanbul’un en medeni yüzü oldu.
Sarıgül, Nişantaşı’ndaki restoran ve kafelere sigara yasağı getirmeye çalıştığında, semte giydirdiği medeniyet dekorunun içinin de doldurulabileceğini sanıp, desteklemiştim. Bu çabasında başarılı olmasını çok istediğimden, sigara yasaklarında kullandığı yöntemi eleştiren bir yazı da yazmıştım.
Sigara içenlerin bu denli arsız olduğu Türkiye’de, sigara yasağının öyle birkaç masayı sigara içilmez ilan etmekle işlemeyeceğini tahmin ediyordum çünkü.
Sarıgül kullandığı yönteme gönülden inanıyordu. Bunun bir geçiş aşaması olduğunu söylüyor, gerçek sigara yasağına geçiş için tarih bile veriyordu. Bir gün Nişantaşı’ndaki restoranlardan birinde yemek yiyip, birlikte planlar bile yaptık. Ama bu sigara yasağının asla yürürlüğe girmeyeceğine de yine o yemekte, sigara içilmez ilan edilen masadaki arsız kadın Sarıgül’ün gözlerinin içine baka baka yaktığı sigaranın dumanını yine Sarıgül’ün suratına doğru savurduğunda emin oldum.
Zaten Sarıgül de verdiği sözleri unuttu, unutturmaya çalıştı. Sigara yasağı Nişantaşı’nda, tıpkı ilk uygulanmaya başladığında yazdığım eleştirideki aşamalardan geçerek her geçen gün tavsadı, uygulanmaz hale geldi. Bir yıl önce "aman sigarayı yasaklama" diye Sarıgül’ün ayağına kapanan mekanlar, Sarıgül’ün umursamazlığından buldukları yüzle giderek daha da arsızlaştılar, masaların üzerindeki sigara içilmez işaretlerini birer birer eksilttiler.
Geçen Pazar, üç yaşındaki oğlum Tibet’le City’s’e gittim. Gitmişken baba, oğul bir de öğle yemeği yiyelim dedim. Önce açıldığından beri merak ettiğim L’entrecote’u denedim. Sigara içilmeyen masamız yok cevabını alınca yanındaki restorana, oradan onun yanındakine, oradan bir öteki yanındakine tüm restoranları dolaşmaya başladık.
Tibet söylenmeye başladı, "Allah, Allah. Neden yokmuş baba? Bunda da mı sigara içiliyor? Neden pis bunlar?"
En alt kattaki kafeye kadar indik. Çevresi çocuk dükkanlarıyla çevrilmiş kafede bile sigara içilmeyen bölüm yoktu.
Önce Sarıgül’ü suçladım. Sonra vazgeçtim. Nişantaşı gibi sözüm ona medeni bir semtte, insanlar kendi sağlıklarını geçtim çocuklarının sağlığını düşünmeyecek kadar bencilse ve restoranları sigara içilmez bölüm ayırmaya zorlayacak baskıyı yaratamıyorlarsa, Sarıgül ne yapsın?
Bir semt medeniyet dekoruyla medeni olamıyor maalesef. City’s medeni olmayacağız diye direnen Nişantaşılıların, Sarıgül’ü püskürtme başarılarının abidesiymiş meğer.
Yazının Devamını Oku