11 Ocak 2008
Las Vegas’ta yapılan dünyanın en büyük tüketici elektroniği fuarı CES’i Hürriyet e.yaşam olarak bu yıl geniş bir kadroyla izliyoruz. Dört e.yaşam yazarı ve iki konuk yazardan oluşan altı kişilik e.yaşam ekibinin CES izlenimlerini, e.yaşam’ın 26 Ocak’ta yayınlanacak bir sonraki sayısında bulabileceksiniz.
Tüm ekip Las Vegas’ta buluştuk ama hepimiz farklı tarihlerde, farklı havayolları ile uçtuk. Bu vesileyle farklı havayollarının hizmet kalitesini karşılaştırma olanağı da bulduk.
Ben her ABD seyahatimde olduğu gibi yine Delta’yı seçtim. Konuk yazarımız Fuijitsu Siemens’ten Cem Soysal da Delta’yı seçenlerdendi. Yazarımız Ali Esad Göksel Londra üzerinden Virgin Atlantic ile uçtu. Diğer yazarımız Siyami Kahyaoğlu ise THY’yi seçmişti. Siyami Bey ile aynı uçakta, konuk yazarımız Murat Yağcı da vardı. Batuhan Okur ise Singapur’dan uçtu.
Delta’nın sık uçanlar için sunduğu çok özel hizmetler var. Bunlardan biri uçağın ekonomi koltukları dolu olduğunda, öncelikle platin üyelerini "business"a terfi ettirmesi. Gelirken şanslıydım, uçak doluydu ve uçaktaki en sık uçan Delta müşterisi olduğum için piyango bana vurdu, ekonomiden "business"a terfi ettim.
Delta’nın "business" sınıfı harika. Yemekler çok güzel, şaraplar mükemmel. En güzel yanı ise neredeyse tamamen yatan koltuklarının rahatlığı. İkram THY’nin "business"ında da çok iyi ama koltukların konforu çok yetersiz.
Dediğim gibi şanslıydım, İstanbul-New York uçuşum, Delta’nın "business"ında zamanın nasıl geçtiğini anlamadan büyük bir keyifle geçti. New York-Las Vegas uçuşunda da "business"a terfi edenler arasındaydım. Delta’nın platin üyelerine ABD iç hatlarında uyguladığı ayrıcalık sayesinde oldu bu terfi de. Platin yolcular, ABD iç hat uçuşlarında "business"ta yer olduğu sürece otomatik olarak terfi ettiriliyorlar. Ne mil harcıyorsunuz, ne bir ekstra ücret. Terfi ettirilmeniz için business’ta boş koltuk olması yeterli.
Benden iki gün sonra yine Delta ile uçan Cem Soysal da, sorunsuz bir aktarmayla, rahat geçen iki uçuşun ardından Las Vegas’a geldi.
THY ile uçanlar ise bizim kadar şanslı değildi. Uçaktaki servisten THY ile uçan ekip de fazlasıyla memnundu. Ancak onları New York’da kötü bir sürpriz bekliyordu.
Rahat bir yolculuğun ardından New York’a vardıklarında, Las Vegas’a aktarma yapacakları US Air uçuşlarının iptal edildiğini gördüler. İşin kötüsü açıkta kalan THY müşterileriyle ilgilenen, sorunlarına çare bulmaya çalışan tek bir görevli bile ortalıkta yoktu.
Siyami Kahyaoğlu biraz daha şanslıydı. Phoenix üzerinden aktarmalı bir uçakla Las Vegas’a ertesi gün öğlen varmayı başardı. Murat Yağcı ise New York’ta gecelemek zorunda kaldı. Las Vegas’a ancak ertesi gün gece yarısı varabildi.
Bilgi ver canımı al
THY ile Delta’yı birbirinden ayıran müşteri memnuniyeti yaklaşımlarının ardındaki zihniyet farkının açıklayıcı bir örneğine Las Vegas’ta bir başka toplu taşıma sisteminde tanık oldum.
Las Vegas’ta tüm büyük oteller, "Strip" adı verilen yaklaşık 10 km’lik bir caddenin iki yanında sıralanıyor.
Bu oteller ve Las Vegas Fuar Merkezi arasındaki toplu ulaşım "monorail" isimli havadan giden trenlerle sağlanıyor.
Ali Esad Göksel ve Cem Soysal’la fuarın ilk günü monoray istasyonuna geldik, otomatlardan biletlerimizi aldık.
Turnikelere gelince küçük bir kalabalıkla karşılaştık. Görevli kimsenin geçmesine izin vermiyor, herkesi bekletiyordu.
Kuşkusuz üçümüz de hemen "neden" diye düşündük ama daha bunu dile getirip birbirimizle paylaşmamıza fırsat kalmadan, görevli öne çıktı, herkesten üç sıra yapmasını istedi. Kalabalık birkaç saniye içinde jilet gibi düzgün üç sıra haline geldi.
Görevli yüksek sesle açıklamaya başladı.
Bekleme platformunda aynı anda en fazla 40 kişi olmasına izin varmış. On dakikada bir geçen tren gelip platform boşaldığında, turnikelerden bir 40 kişinin daha geçmesine izin veriyorlarmış.
Her istasyonda, herkesin geçmesine bir anda izin verseler, tren daha ilk istasyondan dolar, sonraki istasyonlardan kimse binemezmiş.
Bu kadar iyi kurulmuş bir sistem, bu kadar açıklıkla izah edilince kimse homurdanmadı. Bilgi aktarımı sayesinde, uygulamanın mantığını anlayan herkes strese girmeden, huzursuz olmadan beklemeye başladı.
Bilgi Çağı’nda müşteri memnuniyetinin temeli de bilgiye dayanıyor. Sıkıntılı zamanlarda müşterilerini bilgilendirebilen şirketler, daha yüksek müşteri memnuniyeti sağlıyor.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2008
Türbanlı kontenjanından köşe yazarı olan Elif Çakır, sigara yasaklarını eleştireyim derken türban ayrımcılığının yanlışlığını ortaya koymuş. 0Malum, AKP hükümeti, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kararlılığı sayesinde, medeni ülkelerdekilerini aratmayan bir sigara yasası çıkararak, inanılmayacak büyüklükteki bir başarıya imza attı.
Yine malum AKP hükümeti döneminde türban, kamu kurumlarında işe giriş ve terfi için en önemli kriterlerden biri oldu.
Türbanın işe giriş için bir kriter olarak kullanılması kamu kurumlarından bazı özel şirketlere de sıçramış durumda.
Örneğin türbanlı yazarları köşe yazarı yapan ve okurların dini inançlarını sömürmeye çalışan gazeteler bile var.
Türban rüzgarlarının esmeye başladığı AKP hükümeti döneminde köşe yazarı yapılan Elif Çakır’ın sigara yasaklarını eleştiren yazısı, türban kontenjanının ne kadar yanlış bir değerlendirme kriteri olduğunu kanıtlamak için yazılmış sanki.
Sigara yasasına muhalefet etmeye kalkışanların çoğu, dikkat edin lafa ya sigara içmediğiyle ya bıraktığıyla girer. Elif Çakır da öyle yapmış. Sigara tiryakiliğini uzun süre önce bıraktığını yazarak girişmiş saldırıya.
Hemen bir sonraki cümlesinde ise arkadaş muhabetlerinde ve okey oynarken içmeye devam ettiğini söylemiş. Bu nasıl bırakmaksa?
Sonra sigara lobisi yanlılarının bir başka yaygın stratejisini kullanarak, hükümete gözdağı vermeye çalışmış. Bakın sigarayı yasaklıyorsunuz ama tiryakilerin oyunu kaybedeceksiniz demeye getirmiş.
Elif Çakır, Tayyip Erdoğan’ın sigara mücadelesinin dayanağını anlayamıyormuş. Çünkü sigara "haram" değilmiş. Kur’anda ve hadiste sigarayı yasaklayan emirler yokmuş.
Elif Çakır’ın zihniyetine kalsak şeriatla yönetilmemiz gerekiyor yani... Meclisten yasa çıkarırken, yasaklanacak eylemleri belirlemekte "haram" olup olmamasını ölçü kullanacağız.
Çakır’a göre sigara belki sadece sağlığa zararlı olduğu için haram kabul edilebilirmiş. Sigara içenlerin sadece kendi sağlıklarına değil başkalarının sağlığına da saldırıyor olması "haram" değil Çakır için.
Çakır, yazısının en saçma bölümüne geliyor bu noktada ve komik olduğunu iddia ettiği bir uygulamayı örnek olarak veriyor.
İstanbul’da vapurların üstü açık kısımlarından ön tarafta sigara içmek yasak. Arka tarafta ise içilebiliyor.
Bir arkadaşı, gitmiş ön tarafta sigara içmeye kalkışmış. Çakır yazısında, bunu marifetmiş gibi aktarıyor.
Görevli gelmiş, arkadaşını sigarasını vapurun arka tarafındaki açık bölümde içmesi için uyarmış. Arkadaşı da ağzının payını vermiş görevlinin; "Peki arka tarafta oturan sigara içmeyenleri de, burası sigara içenler için diyerek kaldırıyor musunuz?"
Vah vah!!! Türbanı işe seçme kriteri olarak kullanır ve örneğin türban takıyor diye köşe yazarı yaparsanız olacağı budur işte.
Mantığa bakar mısınız; sigara içenleri sigara içilmeyen bölümden kovuyorlarsa, sigara içmeyenleri de sigara içilen bölümlerden kovmak gerekirmiş.
Şimdi açıklama yapmak bile okurun zekasına hakaret gibi olacak ama Elif Çakır’ın anlayamadığı şu, kimsenin sigara içenleri, sigara içilmeyen bölümlerden kovduğu yok. Sadece sigarasını buralarda içmemesi isteniyor.
Kimsenin sigarayı yasakladığı filan da yok. Yasa sigara içenlerin başkalarını da zehirlemesini yasaklıyor sadece. Bu kadar basit bir şeyi anlamamaktaki ya da anlamazlıktan gelmekteki ısrarınız nedir?
Gel 18 ay gel
Sigara müptelalarının içmeyenleri zehirlemesini yasaklayan yasanın yürürlüğe girmesinin ertelenmesi doğru bir karar.
İnsanların birbirini zehirlemesine dur demek için 18 ay beklemenin neresi doğru diyeceksiniz belki. Kısmen haklısınız ama böylesi kapsamlı bir yasağın uygulanabilir olması için makul bir hazırlanma süresi de şart.
Sigara yasaklarını başarıyla uygulayan ülkelerin tümünde bu tür hazırlık süreleri kullanıldı.
Önemli olan bu hazırlık süresini iyi kullanmak.
Türkiye’de çoğu insan sigara yasaklarının ardındaki mantığı kavrayamamış durumda henüz.
Çoğunluk sanki sigara içmek toptan yasaklanıyormuş havasında. Yasaklanan sigara içmek değil, sigara içerken başkalarının sağlığına zarar vermek. Sigara yasaklarının başarılı olabilmesi için en başta herkesin bunun bir "kendine zarar verme veya başkalarını rahatsız etme yasağı" değil "başkalarına zarar verme yasağı" olduğunun bilincine varmasını sağlamak gerekiyor.
Hazırlık dönemi içinde yapılması gereken ikinci önemli şey ise, şikayet merkezleri kurmak. Yasağın uygulanabilmesi için kolluk güçleriyle koordineli çalışan, kolay ve hızlı erişilebilir şikayet hatlarının kurulması şart.
Bir de sigara içenlere göz yuman restoran, kafe gibi yerlere uygulanacak cezayla ilgili maddenin ya değiştirilmesi gerekiyor ya da çıkarılacak yönetmelikle doğru düzenlenmesi. Yasa sigara içilmesine göz yuman işyeri sahiplerinin önce uyarılmasını, ardından cezalandırılmasını öngörüyor. Yasakların uygulanabilmesi için, sigara içilmesine göz yuman işyeri sahiplerine hiçbir uyarı gerekmeksizin derhal ceza yazılmasını sağlamak şart. Yoksa bu iş tavsar...
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2008
Batılı ülkelerde avam eğlencesi olan komplo teorilerinin Türkiye’de bu kadar ilgi görmesi de olsa olsa komplo teorisiyle açıklanabilir herhalde. Deli zırvası komplo teorilerinden sonuncusuna göre bir ay önce Isparta’da düşen AtlasJet uçağının düşme nedeni kaza değilmiş.
Uçağı, dünya çapında bir bilimsel buluşa imza atmaya hazırlanan Türk bilimcileri ortadan kaldırmak için yabancı güçler düşürmüş. Çünkü bilimcilerimiz Atlas isimli elektron hızlandırıcısı (sinkrotron) projesiyle Türkiye’ye çağ atlatmanın eşiğindelermiş.
Bu komplo teorisine şimdi yeni bir kulp da taktılar.
Atlas projesindeki görevlilerden biri olan Yrd. Doç. Dr. Bilge Demirköz Kartalkaya’da kayak yaparken pistte sıradan bir kaza geçirince, bu kazaya da komplo dediler.
Onpunto.com yazarı Canok Abisel, AtlasJet komplo teorisindeki şaklabanlıkları bir bir ortaya koyan nefis iki yazı yazdı. koloni.onpunto.com adresindeki yazıları mutlaka okumanızı öneririm.
Yok illa işin içinde bir komplo olmalı diyorsanız, o komplonun ne olduğunu da ben söyleyeyim...
İşin içinde komplo bulmadan rahat edemeyecekler, Türkiye’de bilimsel araştırmalara ayrılan bütçeye ve ulusal bilim politikamıza bir baksınlar. Türkiye’yi geride bırakan planların hükümetlerimiz tarafından yapıldığını görüp, komplonun gerçek sırrını çözebilirler.
Bu arada, Türkiye’yi geri bırakmaya yönelik Sinkrotron Komplo Teorisi’ni, 10 Ekim 2004 tarihli "AB’ye girdiğimizde sinkrotron aramayalım" başlıklı yazımda yıllar öncesinden ifşa etmiştim. Buyrun ona da neonebu.com adresindeki e.günlüğümden ulaşabilirsiniz.
Geleceği görüp size aktarmaya gidiyorum
Siz bu yazıyı okurken ben büyük olasılıkla Las Vegas’ta yapılacak olan dünyanın en büyük tüketici elektroniği fuarı CES’e katılmak üzere uçuyor olacağım.
Danışma Kurulu’nda olduğum için CES’ten zaman zaman bazı sorular alıyorum. Bu yılki sorular arasında ikisi özellikle ilginçti.
Birincisi Facebook, YouTube gibi başarı öykülerinin, 2008’de gelişmekte olan ülkelerden de çıkma olasılığının ne olduğuyla ilgiliydi.
Bu sorunun cevabını, Hürriyet e.yaşam’ın geçen haftaki sayısında yayınlanan "Türkiye’den Facebook’un ’Book’u bile çıkmaz" başlıklı yazımda, Türkiye’ye özel analiziyle birlikte verdim (tinyurl.com/2g2vrf).
Sorular arasında önemli bulduğum ikinci nokta ise tek bir sorudan çok, birkaç sorunun içeriğinden sezdiğim bir beklentinin sorgulamasıydı. Sorulardan edindiğim ortak izlenim sonucunda bana öyle geldi ki, tüketici elektroniği sektörü 2008’de İnternet’in pazarlama aracı olarak kullanılmasında radikal bir trend kırılması bekliyor. Konvansiyonel "manşet ilan" (banner) kullanımından çok farklı bir yöne hızlı bir yönelim olacağına sanki kesinmiş gibi bakıyorlar ama yeni eğilimin yönü hálá belirsiz.
2008’de başta ABD olmak üzere batılı pazarlarda, İnternet’in pazarlama amaçlı kullanım yöntemlerinde radikal bir değişiklik olacağı beklentisine katılıyorum. Bu değişiklik çoğunluğun beklediği gibi "banner" satın alma bütçelerinden kısılan kaynağın gerilla pazarlaması bütçelerine kaydırılması şeklinde olmayacak. "Banner" bütçeleri aynen kalacak, hatta artırılacak ancak şirketlerin İnternet pazarlamasına ayırdığı bütçeler katlanacak.
Bütçelerdeki yeni kaynak, sadakat oranı yüksek tematik ve aynı zamanda içeriği kullanıcı tarafından yaratılan etkileşimli kanallara akacak. Yani örneğin Facebook, YouTube, Blogger gibi siteler, tematik yavru kanallarını doğuracaklar. Şirketler de pazarlama için, hedef kitlelerine uygun temalardan seçtiklerini kullanacaklar.
e.sigara zararsız komedisine son
Elektronik sigaranın da dumanının zararlı olduğu, uçaklarda içilmesine izin verilmemesi gerektiği konusundaki ısrarlı yazılarıma yanıt THY’den değil Sağlık Bakanlığı’ndan geldi. THY; pilotların gerçek, yolcuların e.sigara içmesine izin vererek yolcularının sağlığıyla oynama konusundaki ısrarını sürdürmekte kararlı ama Sağlık Bakanlığı e.sigarayla yapılan kandırmacaya dur dedi.
e.sigara, daha önce de değindiğim gibi reklamında kullanılan mesajların aksine hiç de zararsız değil. e.sigara tüttürenler ciğerlerine su buharına yedirilmiş nikotin çekiyorlar. Bulundukları ortama da nikotinli su buharı yayarak, etraflarındakilere zehir saçıyorlar.
e.sigara tüketiciye tamamen zararsızmış, sigara içilmeyen kapalı alanlarda kullanılmasında sakınca yokmuş gibi tanıtılıyor. Tüketiciyi çok açık bir şekilde yanıltmayı hedefleyen bu reklamlar çoktan engellenmeliydi aslında. Neyse ki Sağlık Bakanlığı, bu konuda atığı adımla bu çirkin komediye bir son dedi.
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2008
İki yıl önceki yazımın başlığı "TV’de başlatılan sansür devri İnternet’e de sıçarayacak"dı. Yazıya "Yıllardır yazıyorum, okurlarım dışındakilere dinletemiyorum. Kelebek’in yetenekli sayfa tasarımcısı Ramazan Daşçı’dan rica ettim, köşemin isminde kullanılan fotoğrafıma sanal bir sakal taktı", diyerek başlamış ve sakalım sayesinde uyarım bu kez ciddiye alınır diye ummuştum.
Ne yazık ki, işe yaramadı. 11 Mayıs 2005 tarihli yazımı, "Ağlayacaksanız n’olur şimdi, meme için ağlayın. Bir, iki yıl sonra iş işten geçtikten sonra değil", diye bitirmiştim. Aradan iki yıl geçti ve İnternet’i sansürleme yasası yürürlüğe girdi.
Ramazan Daşçı’dan bu kez daha farklı bir şey isteyeceğim. Köşemin logosunda türbanlı görsel kullansın. Malum şimdi moda türbanlı yazarlar. Kamu kurum ve kuruluşlarında işe giriş için tercih nedeni olan türban gazete köşelerine kapağı atmak için de bir ayrımcılık kriteri oldu. Kimi yayın yönetmenleri yazarın türbanlı olmasının okunurluğunu artırdığını düşünüyor herhalde.
Okurların umrunda olmadığı kesin de, medyanın NeoAkEntelleri’nce okunmak için işe yarayan bir yöntem... Yöntemi ufak bir değişiklikle kullanayım dedim. Türbanlıların inancına da saygı duyduğumdan fotoğraf yerine illüstrasyon kullandım. Bunu da bir köşeye not edin lütfen, gazetelerde tesettürsüz kadın yazar kalmadığında imzasında türbanlı illüstrasyon kullanan ilk yazar olma ünvanım güme gitmesin.
Yeni yürürlüğe giren İnternet Yasası ve hazırlanmakta olan RTÜK Yasası’na dikkat ederseniz gidiş o gidiş çünkü... İnternet Yasası, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na dilediği siteyi mahkeme kararı gerekmeksizin, müstehcenlik gerekçesiyle kapatabilme olanağı tanıyor.
Hazırlanmakta olan RTÜK Yasası’nda da benzer bir yetki düşünülüyor. RTÜK’e istediği kanalın yayınını müstehcenlik gerekçesiyle durdurma yetkisi veriliyor.
Bu yetkiler İnternet ve RTÜK Yasaları’nın hükümetlerce istismar edilebilmesine olanak veren yetkiler. Yarın, öbür gün herhangi bir hükümet, muhalif İnternet siteleri ve TV kanalları üzerinde, müstehcenlik kavramını kullanarak baskı kurabilir.
Olmaz mı diyorsunuz? Müstehcenlik kavramı kişiye ve döneme göre değişen bir kavram. Birinin müstehcen bulduğu şey diğeri için müstehcen olmayabilir. Bugün müstehcen kabul edilmeyen bir şey yarın müstehcen ilan edilebilir. Daha 10 yıl önce Fashion TV’yi mozaiksiz seyrettiğimizi, filmleri meme ucu gözüküyor diye sansürlenen sahnelerden mahrum kalmadan izlediğimizi hatırlayın.
Yarın, bir İnternet sitesinin veya TV kanalının kadın sipiker başı açık haber sunuyor diye müstehcen yayın yapmakla suçlanamayacağı ne malum?
Ülker takım Yıldız Godiva yeni baldız
Ülker’e Godiva markasıyla sinerji kurmamasını tavsiye etmeye kalkan "halkla ilişkilerci"ler var.
Fikir fikirdir olabilir. Ama biri ipin ucunu kaçırmış, müşteri kazanmak için hem ona hem buna yaranmaya çalışırken fena çuvallamış.
Önce Ülker Grubu Sözcüsü Metin Yurdagül’ü, "Godiva ile Ülker apayrı kuruluş ve markalar, birbirleriyle etkileşim içine girmemeleri gerekir" dediği için alkışlamış.
Sonra Ülker’in Kurumsal İletişim Genel Müdürü Zuhal Şeker’i, satın alma sürecinin medya iletişimini yapmaktaki başarısından dolayı kutlamış. İyi de Yurdagül’ün dediği gibi Godiva ile Ülker markalarının birbirleriyle etkileşim içine girmesi yanlışsa, haberin medyada günlerdir "Ülker, Godiva’yı satın aldı" diye gümbür gümbür çıkması yanlış demektir.
Godiva’yı Ülker değil Ülker’in de içinde bulunduğu şirketlerin çatısı olan Yıldız Holding satın aldı. Ancak haber tüm medyada Yıldız Holding, Godiva’yı satın aldı diye değil Ülker Godiva’yı satın aldı diye çıktı.
Demek ki ya haberin iletişimi iyi yapılamadı, Ülker ile Godiva markasının etkileşim içine girmesi şirketce arzulanmamasına rağmen haber medyada "Ülker, Godiva’yı aldı" diye çıktı. Ya da Godiva markasının satın alınmasının, Ülker markasının prestijine olumlu katkı yapması istendi ve haberin medya iletişimi bu şekilde yapılarak Godiva’yı aslında Yıldız Holding satın almış olmasına rağmen Ülker satın almış gibi yansıtıldı.
Ben ikincisinin geçerli olduğunu ve Godiva’nın prestijinden Ülker’e pay çıkarmaya yönelik iletişim stratejisinin doğru bir karar olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle de Yurdagül’ün açıklamasının dil sürçmesinden ibaret olduğu kanaatindeyim.
Godiva, erimekte olmasına rağmen dünya çapında prestijli bir marka. Tamamen eriyip gidene kadar Ülker’in bu prestijden en iyi şekilde yararlanması gerekiyor. Türkiye’de bu başarıldı. Şimdi daha zoru ve daha ince iletişim stratejileri gerektiren yurtdışı bacağı var sırada.
Ülker’in bunu da başaracağından eminim.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2007
Burnunu her işe sokmaya meraklı RTÜK’ün, "Var mısın Yok musun" isimli yarışma programında resmen kumar oynatılmasına sesini çıkarmamasını eleştirmiştim. RTÜK’ten yine ses seda çıkmadı ama bazı okurlar e.posta göndermişler. Yarışmayı beğenerek izlediklerini, kumar oynatılmadığını iddia etmişler. "Kumarda insanlar ortaya para koyarlar ve kaybederlerse kendi paralarını kaybederler" diyorlar.
Önce programın yapımcısı ve sunucusu Acun Ilıcalı’yı başarılı bulduğumu belirteyim. "Var mısın yok musun" dahil hiçbir programın yasaklanmasından yana değilim. RTÜK’ün TV’lerin işlerine haddinden fazla müdahale ettiğini düşünüyorum. RTÜK’ün "Var mısın Yok musun"la ilgili tavrını eleştirmemin nedeni de icraatlarındaki tutarsızlığı.
Sen kalk zenne diye Huysuz Virjin’le uğraş, masum bir eğlence programı olan "Güzel ve Dahi"yi toplumun bilgi seviyesini gözler önüne seriyor diye oldu bittiye getirerek yayından kaldırt, sonra resmen kumar oynatılan bir yarışma programı karşısında sus pus otur.
Hem polis, hem savcı, hem hakim yetkileriyle donatılmış bir kamu kurumunun başkanının bu kadar tutarsız davranışlarda bulunmaya hakkı yok.
Kimse de kalkıp yarışmada yapılanın kumar olmadığını savunmaya kalkmasın. Program önce bir oyun gibi başlıyor. Yarışmacı bir kutu seçiyor ve içindeki para ödülünü kazanmış oluyor. Buraya kadar sorun yok. Yarışmacı bu ana kadar ortaya bir para koymadığı için kumardan bahsetmek de mümkün değil.
Ancak bankanın ilk teklifinden itibaren kumar da başlamış oluyor. O andan itibaren yarışmacı bankanın teklif etmiş olduğu paranın teknik olarak sahibi. Teklif edilen para onun. İsterse alıp gidebilir. Ancak yarışmacıdan bankanın teklif ettiği ve o anda sahip olduğu para ile kapalı olan kutudaki miktarı meçhul para arasında seçim yapması isteniyor.
Yarışmacının bu kararı vermek zorunda bırakılması, kumara zorlanmasından başka bir şey değil. Kendisinden istenilen kazanmış olduğu parayı, kutu içindeki miktarı meçhul bir paraya karşı riske etmesi. Bundan álá kumar ne olabilir?
Bir insanın kazandığı parayı riske atmasının anlamı her dilde kumardır. Olur olmaz konularda aslan kesilen RTÜK’ün kumar karşısında süt dökmüş kediye dönmesinin adı ise yine her dilde tutarsızlıktır...
Sosyete Masa’nın burnunu kaldırmış
Bayramda öğle yemeğine Masa’ya gittik. Yıldız şef Masa Takayama’nın New York’taki dünyaca ünlü Japon restoranı Masa’ya değil... Şu bizim İstinye Park’taki, özenti sosyetemizin rağbet ettiği Masa’ya...
Eşim Lale ve oğlumuz Tibet’le kapıdan girdiğimizde, dostlarımız Cem ve Sevgi Soysal’la bebekleri Can hálá trafikle boğuşuyorlardı. "Maitre d’hotel"e sigara içilmeyen bölümde altı kişilik bir masa istediğimizi söyledik. Sigara içilmeyen bölüm üst kattaymış. "Maitre d’hotel" bize dört kişilik bir masa gösterdi ve bir masa ile iki iskemle ilave ettireceğini söyledi.
Masaya yerleşip, mönüyü incelemeye başlamıştık ki masamıza gelen garson masa ekleyemeyeceklerini belirtip, loş bir köşedeki rahatsız sıralarda oturulan büyük masaya geçmemizi tavsiye etti. "Nasıl olur, altı kişi olacağımızı bilen "maitre d’hotel" bizi buraya oturttu ve masa ekleneceğini söyledi" dediysek de dinletemedik. Kararlı baskımız üzerine aşağıya gitti, birileriyle (büyük olasılık sahibiyle) konuştu ve gelip talebimizi bir kez daha geri çevirdi. Kaliteli ve klas bir restoranda patron "maitre d’hotel"dir. Müşteriyi onun gösterdiği bir masadan restoranın sahibi de işletmecisi de kaldıramaz. Maitre d’hotel hatalı davranmış olsa bile kaldıramaz, kaldırmaz. Kaldırması kendi maitre d’hotel’ine yapılmış bir hakarettir ve bunu yapan işletmecinin müşterisine hiç saygısı yok demektir. İyi bir restoran mutfağından önce "maitre d’hotel"inden başlar. Restoranda yemek yemek bir kültürdür. Parası bol olan dünyanın en iyi şefini kiralayıp, evinde de yemek yaptırtabilir. Restoran ise kapısından garsonuna, ambiyansından servisine, şefinden yamağına, malzeme kalitesinden sunum süslemesine, şarabından tuzuna kadar bir bütündür. Bu bütünlüğün şerefi ise "maitre d’hotel"e emanet edilmiştir. "Maitre d’hotel"ini ezen bir restoranın yüzüne medeni ülkelerde kimse dönüp bakmaz bile. Bizde ise amaç yemeğe değil piyasaya çıkmak olunca, gelecek vaat eden başarılı, genç restoran işletmecileri bile daha kariyerlerinin başında yoldan sapıyorlar. Yazık...
Fazıl Say ve Bedri Baykam
Birçoğumuz Fazıl Say’a "Gitme, mücadele et" dedik ama ne kadar doğru bir tavsiye bu, emin değilim.
Geçen hafta Bedri Baykam’ın 100. kişisel sergisi açıldı. 100. serginin Fenerbahçe’nin 100. yılına denk gelmesi ve "Efsanenin Yüzyılı" başlığını taşıması da ilginçti.
Fenerbahçeli değilim, bu nedenle eserler bana duygu açısından hitap etmedi, ama sergideki 3 boyutlu çalışmalar gerçekten çok ilginçti. Hani çocukluğumuzun, tek yüzü plastik kartlara basılı, üç boyutlu, kitsch kartpostalları vardı ya... Baykam’ın eserleri de bunlarda kullanılan tekniğin, daha fazla katman kullanılarak geliştirilmesiyle yapılmış. Sonuç çarpıcı ve kendine has...
Sergiyi gezerken, kalıp mücadele etmeyi seçtiği için Bedri Baykam’a yapılan haksızlıkları düşündüm. Entelektüelliği kendi tekelinde gören bir takım yazarların, sırf siyasi fikirleri örtüşmediği için Baykam’ı nasıl da küçümsemeye kalkıştıkları, nasıl da tutarsızca eleştirdikleri geldi aklıma. Bedri Baykam’ın sanatçılığını eleştirmek tabii ki herkesin hakkı ama siyasi mücadelesini küçümsemek ve bu küçümsemeyi sanatına çamur atmak için de kullanmak çok çirkin.
Fazıl Say’a da benzer bir saldırı başlatıldı bile...
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2007
Türkiye’den bir Facebook, bir Youtube, bir Google çıkmaz, çıkamaz. Nedeni çok basit. Biz de bu gibi girişimlerin başarılı olabilmesi için gerekli zamanı finanse edecek sermaye sahibi yok. Daha doğrusu sermaye sahibi var ama sermaye sahibinin bu yatırımları yapmasını rasyonel kılacak zemin ve atmosfer yok.
Facebook, Youtube, Google gibi projeler "long tail" olarak tabir edilen, uzun bekleme süreleri gerektiren projeler.
Bu şu demek: Bu gibi projeler, çok yeni, devrimci fikirlerin ürünleri.
Her biri, İnternet’in sağladığı yepyeni olanaklardan, alışılagelmişin dışında çok farklı şekillerde yararlanıyor.
Her biri, daha önce ya hiç denenmemiş, ya da çok az denenmiş yepyeni kullanım biçimleri sunuyor.
Her biri, bilinmeyen bir servisi kullanıma sunuyor.
Bu nedenlerle istisnasız hepsi, başlangıçta kullanıcıya yabancı. Kendini tanıtmak, anlatabilmek için belirli bir süreye var.
Facebook gibilerinin bundan da fazlasına ihtiyacı var. Kullanıcılarının sunulan servisten gerçek bir fayda sağlayabilmesi için, kullanıcı sayısının belli bir kritik sayıyı geçmesi gerekiyor.
Bu kritik eşik geçilmedikçe kullanıcının aldığı fayda; hiçbir arkadaşının telefonu yokken telefon sahibi olan birinin telefondan alabileceği faydaya benziyor.
Kısacası bu devrimci girişimlerin hepsinin, başarılı olabilmek için zamana ihtiyacı var.
Türkiye’deki yatırımcının ise yatırımının karşılığını almak için beklemeye tahammülü yok. En geç bir yıl içinde kár etmeyi bekliyor. Haklı da çünkü ekonomik ortam yatırımcıya "rantiyelik" yapmakla bile kısa zamanda büyük kárlar vadediyor.
Eskiden enflasyonist ortamdı, uzun vadeli yatırımları verimsiz kılan etken. Bugünse rantiyelik. Televizyon ihracatçısı şampiyonu olmakla övünen şirketlerin bir anda emlak krallığına özenmeleri boşuna değil.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, yeni İnternet devleri ile ilgili Türk sermayesine hakim yanlış bir inanç da var.
Bu inanca göre İnternet’te başarılı olan şirketlerin başarılı olup olmayacağı hemen, birkaç ay içinde belli oluyor. Doğru bir vizyonla yola çıkan şirket, kullanıcılarca hemen benimseniyor ve kulaktan kulağa hızla yayılarak bir anda zirveye oturuyor. Bu dayanaksız inanca göre bir yıl hatta birkaç ay içinde zirveye tırmanmayan yepyeni bir fikre dayalı İnternet girişiminin zaten geleceği de yok demek.
Aslı astarı olmayan bu inancın kaynağı kendilerinden başka kimseye hayrı olmayan bir takım danışmanlar.
Hakikat ise ne Facebook’un, ne YouTube’un, ne Google’ın böyle bir geçmişi olması. Evet hepsi çok büyük bir çıkış göstererek doruğa yerleştiler ama hepsi bu çıkışı en az dört yıllık bir bekleme, gelişme süresinin ardından gerçekleştirdi.
Türkiye’de ise değil dört yıllık, iki yıllık bir bekleme bile lüks olduğundan İnternet’te pineklemeye devam edeceğiz. Yabancı sitelerin yerelleştirmiş kopyalarını yapıp yabancılara satmakla yetineceğiz.
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2007
Ülker’in Godiva’yı satın almasını biraz fazlaca abartırken, Beko’nun uyuyan dev Grundig’i satın alma başarısına hak ettiği yeri vermedik. Godiva ve Grundig gibi dünya markalarının Türk şirketleri tarafından satın alınması tabii ki büyük bir başarı. Aynı zamanda Türk şirketlerinin dünya pazarlarına girmesi açısından da çok büyük birer adım. Bu nedenle her iki satın alma da Türk medyasında ne kadar fazla alkış bulsa yeridir. Haklarıdır.
Yanlış olanı Ülker’in başarısının bu kadar abartılması değil, Beko’nun başarısının hak ettiği ilgiyi görmemesi.
Bu dengesiz ilginin birinci nedeni gazetecilerin Godiva’yı, Grundig’e göre daha yakından tanıması.
Grundig parıltılı günlerini çok gerilerde bırakmış bir marka. Godiva ise artık yavaş yavaş inişe geçmiş olmasına rağmen ününün doruğunda.
Genç gazetecilerin yaşı Grundig marka televizyonları, radyoları, teypleri hatırlamaya müsait değil. Hatırlasalar bile, yokluk yıllarının renksiz ürünleri içinde kullandıkları bir marka olarak o renksiz ürünlerle bağdaştırarak hatırlarlar. Yaşı müsait olan gazeteciler ise Grundig teknolojisinin kalitesini değerlendirecek kadar teknolojiye hakim değiller.
Buna karşılık Godiva, yurtdışına çıkmış her gazeteci için karşılaştığı belki de ilk lüks simgesi. Altın rengi kutusu ve şık ambalajıyla "freeshop"lardan otel lobilerindeki mini marketlerin vitrinlerine kadar her yerde karşılaşılabilen bir ürün. Dünyanın en iyi çikolatalardan biri olmasa da, albenili marka imajıyla yurtdışında gezmeye başlayan herkesin algısında lüksü çağrıştıran imgeler yaratabilen bir marka. Başarısı da burada zaten. Herkesin ulaşabileceği kadar sıradan olmasına rağmen lüks bir ürün algısı yaratması.
Yavaş yavaş düşüşe geçiyor olmasının nedenleri de aynı. Kolayca ulaşılabilir olmaya başlayan her lüks ürün gibi, Godiva da cazibesinden yitiriyor.
Bütün bunlara rağmen Godiva hálá çok prestijli bir marka. Ülker’e (Yıldız Holding) büyük güç katacağı kesin. Ülker, Godiva’nın prestijini kendi prestijini artırmak için iyi kullanmalı. Godiva ambalajlarının üzerine logosunu basma köylülüğünü yapmamalı diyenlere katılmıyorum. Tabii öyle ambalajın ön yüzüne nal gibi çakılan bir logodan bahsetmiyorum.
Öncelikle, Oray Eğin’in de önerdiği gibi köhnemiş Ülker logosu, güncellenmeli. Yeni çağdaş logo, Godiva çikolatalarının arkasında, içindekilerin yazdığı yerde, zarif bir büyüklükte, üst marka olarak konumlandırılmalı.
Milyonlarca kişiye ulaşan, şık ve prestijli Godiva kutusundan daha iyi ve üstelik maliyetsiz bir pazarlama iletişimi aracı ne olabilir?
Godiva markasının prestiji kaçınılmaz olarak yavaş yavaş erirken, eriyen prestij üst marka olarak konumlandırılan Ülker’e geri dönüp, Ülker markasının prestijinin yükseltilmesi için kullanılabilir.
Grundig’e gelince. Çok iyi bir marka ve ürün yönetimiyle Beko bu uyuyan devi uyandırabilir. Dünyada retro rüzgarları esiyor ve daha uzun yıllar esecek gibi görünüyor. İyi bir tasarım ve iyi bir pazarlama ile Grundig, Beko için çok büyük bir başarı öyküsünün kapısı olabilecek bir marka.
İstanbul’a Las Vegas restoranları
Dünya çapında iyi restoran açısından fakir olan İstanbul’da birbiri ardına iyi restoranlar açılıyor.
Papermoon, Sunset, Gaja, Mikla. Sırada da Hakkasan var.
İstanbul’un dünya ligindeki bu birkaç restoranı arasına geçenlerde bir yenisi daha katıldı. Gümüşsuyu’nda açılan Topaz.
Sahibi Kaya Demirer ve ortağı Nurdan Peker açılışndan beri davet ediyorlardı. Sonunda geçen hafta eşim Lale ve sevgili dostumuz Ali Esad Göksel ile gittik.
Topaz’a girer girmez büyüleyici bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Büyüyü etkileyici iç mimari tamamlıyor. Gaja gibi, Las Vegas mekanlarını andıran bir mimariye sahip Topaz. Avrupa’da da kendini hissettirmeye başlayan Las Vegas stilinin İstanbul restoranlarında da trend olacağı anlaşılıyor.
Tek kusur çok fazla sayıda masanın tıkıştırılmış olması. Bu kadar sıkış sıkış bir oturma düzeni, Topaz gibi dünya ligine layık bir mekana yakışmamış. Bu tür iç içe oturulan mekanlar, daha çok gençlere hitap eden, gürültülü mekanlar olarak apayrı bir trend. Topaz gibi klas bir restoranda, müşterilerin yan masayla samimi olması beklenmemeli.
Şarap listesi zengin. Ali Esad’ın seçimi harikaydı. Ne de olsa, barda sohbete dalmış Adco’nun sahibi Randy’yi telefonla arayıp, direkt ithalatçısından tavsiye almıştı.
Yemekler ise tam anlamıyla nefisti. Kaya Demirer, Niş’ten de tanık olduğum yaratıcılığını ve dünya yemek trendlerini takip etme avantajını yine konuşturmuş.
Sofrada seçiminden memnun kalmayan yoktu. Hele ızgara bonfileme eşlik eden kahveli sos bir lezzet patlamasıydı.
Etin yanına kahveli sos olur mu, demeyin. Bu da ünlü dünya şefleri arasında birkaç yıldır süren bir trend ve emin olun çok güzel. Evde de deneyebilirsiniz. En basiti kızarmış patatesin üzerine iri çekilmiş kahve serpmek. Bir adım ötesi, eti ızgara yapmadan önce deniz tuzu, karabiber ve iri çekilmiş kahve ile ovmak. Gerisi yaratıcılığınıza kalmış.
Yok evde uğraşamam diyorsanız siz iyisi mi Topaz’a gidip, en iyisini yiyin...
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2007
Geçen hafta dünyanın en ünlü şaraplarından biri olan Gaja’nın yeni nesil yöneticisi Gaia Gaja’nın, Swissôtel’in İstanbullular’a armağanı, dünya ligine layık Gaja restoranda verdiği kalabalık bir yemek davetine katıldım. Efsanevi şarap üreticisi Angelo Gaja’nın kızıyla yan yana oturduğum için şanslıydım. Dünya, İtalyan ve Türk şarapçılığı ile ilgili bol bol sohbet etme fırsatı buldum.
Hiçbir ürünün kendi iç pazarında güçlü olmadan dünyaya açılamayacağını bildiğimden Bayan Gaja’ya, şaraplarının hangi pazarlara gittiğini sordum.
Gaja şaraplarının yüzde 20’si iç pazarda, İtalya’da tüketiliyormuş. En büyük ithalatçı beklendiği gibi ABD... Gaja’ların yüzde 25’i ABD’ye ithal ediliyormuş. Almanya, Avusturya, İsviçre gibi ülkelerin toplamından oluşan kıta Avrupası da toplam yüzde 25 pazar payına sahipmiş. Japonya’nın payı yüzde 5’miş. En hızlı büyüyen pazar ise Rusya’ymış.
Dedesi şarapçılığa başladığında, Gaja şarapları sadece İtalya’da satılıyormuş. Baba Gaja 70’lerde ABD pazarına girmeye başlamış. 80’lerde ise kıta Avrupası’nın kapıları açılmış ve Gaja’nın ithalatı, iç pazardaki tüketimi 90’larda geçmiş.
Gaja şarapları Türkiye’ye, pek çok seçkin şarap markasının da ithalatçısı olan ADCO tarafından ithal ediliyor. Yemekte Gaja’nın biri beyaz beş farklı şarabını tattık. Rossj-Bass 2006 enteresan bir Chardonnay beyaz. Kompleks ve bardakta durdukça değişen bir karaktere sahip. Ca’ Marcanda Magari Toscana 2004 tattığımız şaraplar arasında fiyat/kalite oranı açısından mükemmel olanıydı. Gecenin yıldızı henüz çok genç olmasına rağmen şüphesiz Barbaresco DOCG Gaja 2004’tü. ADCO’nun hissedar Genel Müdürü Randolph Ward Mays’in çok yerinde bir eşlemesiyle naneli çikolata milföy eşliğinde tattık. Şaraptaki nane, çay ve baharat aromaları tatlının yanında daha da güçlendi.
İtalyan şarabının kıta Avrupası’ndan önce ABD’ye girmesinin nedeninin ABD’deki İtalyan restoranları olduğu fikrime Bayan Gaja da katılıyor. "İtalyan restoranları, İtalyan yemeği ve İtalyan şarabının konsoloslukları gibiler" diyor.
Görüldüğü gibi dünya pazarlarına girmek hiç de kolay değil. Önce iç pazarda güçlü olmayı, sonra yaklaşması nispeten kolay bir pazara girmeyi gerektiriyor. Tüm dünyaya yayılmak ancak yıllar sonra mümkün olabiliyor.
Bizde ise şarap üreticilerimiz 10 yıl kadar önce başlattıkları atılımın meyvesini tam almaya başlamışlardı ki, AKP hükümetinin düşmanca vergi politikasıyla abandone edildiler. Dünyaya açılabilecek ender jenerik ürünlerimizden biri olan şarap, AKP’nin geri kafalı politikaları nedeniyle boğuluyor.
Elektronik sigara, içene de yanındakine de zararlı
Personelin eğitimsizliğinden yüz bulan bazı saygısız yolcuların THY uçuşlarında elektronik sigara içerek, uçaktaki diğer yolcuların sağlığını tehdit ettiğini yazmıştım.
Gerekli eğitimi yapıp, diğer medeni havayollarında olduğu gibi elektronik sigara içilmesini engelleyeceklerine dair bir açıklama gelmedi THY’den.
THY’deki ikramın kalitesinin arttığı konuşuluyor. İkram kalitesinin artması da olumlu bir gelişme tabii ki. Ama beni uçuş güvenliği ile uçak kabinindeki sağlık koşulları daha fazla ilgilendiriyor.
Bilindiği gibi diğer medeni havayollarının aksine THY’de pilotlara sigara içmek serbest. Kokpitin havalandırmasının yolcu kabininden tecrit edilmiş olması gerekçesi ise tam bir palavra. Çünkü bu tecrit, yolcu kabinindeki havanın güvenlik nedeniyle kokpite girmesini engelleyen bir tecrit, kokpitteki havanın yolcu kabinine geçmesini değil.
THY uçuşlarında pilotların sigara içmesi, yolcuların sağlığına açık bir tehdit oluşturuyor. Bu açık tehdite rağmen THY, pilotların yolcuların sağlığına saldırıda bulunmasına ses çıkarmıyor.
Yolcularının sağlığına önem vermeyen THY’nin uçuş güvenliğine verdiği önemden de şüphe ederim. Aynı THY’nin sorumsuz bazı yolcuların uçaklarda elektronik sigara içmesiyle ilgili herhangi bir adım atmamasını da doğal karşılıyorum.
Elektronik sigara, reklamı yapıldığı gibi hiç de masum bir cihaz değil. İçinde bir nikotin kapsülü var. Havadaki nemi yoğunlaştırarak su buharı haline getiren elektronik sigara, bu buharı nikotin kapsülünden geçirerek buhara nikotin katıyor. Elektronik sigara içen kişi su buharıyla birlikte ciğerlerine nikotin çekiyor. Ve tıpkı normal sigarada olduğu gibi, havaya üflediği duman yine nikotin içeriyor.
Bu duman sigaradaki diğer kimyasalları taşımadığı için sigara kadar zararlı olmasa da, sigaranın en zehirli maddesi olan nikotin taşıyor. Dolayısıyla elektronik sigara içenlerin çevrelerine zarar vermediği savı zırvadan ibaret.
Sigara içmenin yasak olduğu herhangi bir yerde elektronik sigara içmeye müsade etmek de zırvaya ortak olma anlamına geliyor.
THY yönetimi bu zırvaya ortak olma ve elektronik sigara ithalatçısına kıyak geçme yolunu seçmiş olabilir. Ancak bir yolcu olarak siz buna katlanmak zorunda değilsiniz. Sesinizi yükseltmek en doğal hakkınız.
Yazının Devamını Oku