Tanrıların patronu Zeus’un hem kardeşi hem de karısı, kıskanç mı kıskanç Hera’nın hizmetçi rahibeleri (Hieries), bedenlerinin tüm hatlarını cömertçe gözler önüne seren uzun beyaz giysileri ile tapınağa doğru ağır adımlarla ilerlediler.
Başrahibe (Prothieria), elindeki meşaleyi iki eli ile tutup gökyüzüne doğru kaldırdı ve "Ey ışık ve aydınlık tanrısı Apollon, bize ışınlarını gönder ve misafirperver Pekin şehri için kutsal meşaleyi yak. Ve sen, ey Zeus, yeryüzünün tüm halklarına barışı bağışla" dedi.
Apollon da Zeus da dinledi başrahibeyi. 21. yüzyılın teknolojisi de elinden geleni yaptı elbet ve Olimpiyat meşalesi bir kez daha yandı.
Gözlerindeki mutluluğu gizlemeyen başrahibe, meşaledeki ateşi, önünde diz çökmüş erkek sporcu ile paylaştı. Ateş meşaleden meşaleye yayıldı sonra. Bu kez yolculuk ta Pekin’e kadar.
Eski Yunan’daki Olimpiyat oyunları canlandırıldı ardından. Bugünkü gibi ne idiği belirsiz spor dalları yoktu tabii. Koşu, disk atma, güreş...
Hera tapınağı önünde meşalenin yakılması, aynı zamanda Olimpiyat Oyunları’nın başlangıcı sayılır. Eski Yunan’da, bu oyunlar aynı zamanda savaşların bir kenara bırakıldığı ateşkes dönemiydi.
Eski Yunan medeniyetini belki de en iyi şekilde canlandıran Olimpiyat meşalesinin yakılması töreni, dört yılda bir Mora Yarımadası’ndaki Olimpia kasabasında tekrarlanır ve her defasında büyük hayranlıkla izlerim.
Bu topraklara neden "medeniyetin beşiği" deniyor, günümüz Yunanlıları arasında neden "kainata biz ışık verdik, sonunda ise karanlıkta kaldık" deniyor, töreni izlerken anlamak mümkün.
Eski Yunan’da ilk olimpiyatların MÖ 776’da yapıldığı tahmin ediliyor.
Kimin icat ettiği konusunda ise rivayetler çeşitli. İlk oyunların Olimpia kasabasında, tanrılar arasında yapıldığını söyleyenler var. Zeus güreşte Satürn’ü (Kronos), Apollon da koşuda Hermes’i yenmiş.
Bir başka versiyona göre, Mora Yarımadası’nın (Peloponez) adını aldığı kral Pelopas, kazandığı bir savaş için tanrılara teşekkür etmek amacıyla ilk oyunları düzenlemiş.
Bu işin mucidinin yarı tanrı Herkül olduğunu ileri sürenler de yok değil.
Kadınlar arasındaki yarışların anası ise Tanrıça Hera’ya teşekkür için az önce belirttiğim Pelopas’ın karısı Hippodami.
Çağdaş anlayışla ilk Olimpiyatlar, 1896’da Atina’da yapıldı. Bu görüşün babası da Fransız Pierre de Coubertin.
1896’da, ta 1936 Berlin Olimpiyatları’na kadar meşale yakılması töreni yoktu. Dünya Olimpiyat Komitesi, 1934 yılında Atina’da toplandığında, Olimpia kasabasını da ziyaret etmiş. Komitenin Alman üyesi Dr. Levald ortaya atmış fikri: "Oyunlar hangi ülkede yapılırsa yapılsın bir şekilde Yunanistan ile bağlantılı olmalı".
Olimpiyat meşalesinin dünya turu da öyle başladı. Tabii o dönemde "Naziler bunu kendi propagandaları için keşfettiler" diyenler de oldu.
Törene ve meşalenin diyar diyar dolaşıp sonunda Olimpiyat Oyunları’nı düzenleyen ülkeye ulaşmasına, radikal Ortodokslar da karşı çıkıyor. Çünkü bu şekilde, çok tanrıya inanan "Olimpistlerin" ekmeğine yağ sürüldüğünü iddia ediyorlar.
Günümüzde her şeyin "ticari reklam aracı" haline dönüşmesi, ideolojisine tamamen zıt olmasına rağmen olimpiyatları da etkiledi şüphesiz. Sponsorlardan geçilmiyor. Sözgelimi Yunan Olimpiyat Komitesi’nin web sayfasını açtığımda, karşıma bir meşrubat firmasının (aman canım Coca Cola’nın işte) ne "iyilikler" yaptığını okudum.
Sembolü, beş kıtayı simgeleyen birbirine geçmiş beş halka, sloganı da Latince "Cirtius, Altius, Fortius" yani "daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü" olan Olimpiyat Oyunları, her şeye rağmen insanlığın övgü kaynaklarından birisi olmaya devam ediyor.
Kıbrıs zirvesi ardından
İster Türk-Yunan ister Kıbrıs zirvelerinde olsun, gazetecinin, kapalı kapılar ardındaki havayı koklayabilmek için ilk yaptığı şeylerden biri, liderlerin görüşmeden çıktıktan sonraki açıklamalarıdır.
Resmi açıklamalarda "şeytan" satır aralarında gizlidir. Bir kelime bile önemlidir. Kimin söylediği, nasıl söylediği ve hatta söylerken diğer liderin yüz ifadesi bile kendi önemini taşır. Liderler, gazetecilerin karşısına çıktığında bazen göz uçlarıyla birbirlerini süzerler.
El sıkışırken halleri, birbirlerine hitap şekilleri, konuşurken ses tonları, bunlara da dikkat etmeli gazeteci.
Giriş konuşmalarından sonra kaç soruya cevap verdikleri, cevap verirken birbirilerine jestleri de kendi anlamını taşır.
Hatta bu dönem "moda" liderlerin taktıkları kravatların rengi bile "mesajlar" gizliyor.
Tıpkı geçen hafta Kıbrıs’taki Mehmet Ali Talat-Dimitris Hristofyas görüşmesinde olduğu gibi. İdeolojileri belli, ikisi de "yoldaş"lar ya, kırmızı rengin hakim olduğu kravatlar seçtiler.
Ancak iki lider, kravatlarının benzerliğinden çok ama çok öte mesajlar verdi. Yanlış hatırlıyor olabilirim, ama ilk kez bir Kıbrıs zivresinde dikkatimi çeken bir şey oldu.
Genellikle bir lider bir soruyu cevaplandırırken, öteki lider bir şey söylemek ihtiyacını hissettiğinde, bu yanlış anlaşılmalara yol açmaması içindir. Yani "bakın o öyle diyor ama benim için durum şu" demek istemesidir.
Talat ve Hristofyas’ın cevaplarında dikkat ettiğim şey, birbirlerini tamamlayıcı şeyler söylemeleri idi. Görüş ayrılıklarını ortaya koyabilecek sorulardan ustalıkla kaçınmaları da dikkatimden kaçmadı.
Bundan dolayı ikisine de teşekkür ederim.
Belli ki iki tarafı ayıran şeyleri şimdilik bir kenara bıraktılar, iki tarafı birleştiren, yakınlaştıran unsurları öne çektiler ve farklı pozisyonlarda, farklı görüşlerde olmalarına rağmen çözüm sürecinin yeniden başlaması için iradelerini ortaya koydular.
Bundan sonrası elbettte büyük zorluklara gebe. Elbette büyük anlaşmazlıklar çıkacak. Elbet umutlar da, sinirler de ciddi sınavlardan geçecek. Gün gelecek belki geriye doğru adımlar bile atılacak. Ne var ki tam dört yıllık ataletten sonra Kıbrıs sanki nefes almaya başlıyor. Umut sanki geri dönüş yolculuğuna hazırlanıyor.
Türk-Yunan ilişkileri tarihinde, Kıbrıs tarihinde, sorunlara gerçekten çözüm isteyen siyasetçiler olmuştur. Ancak, çözüm isteyen liderlerin aynı zamanda yönetimde olmamaları büyük şanssızlıktı. Türk-Yunan ilişkilerinde son yıllarda bu açıdan şeytanın bacağı kırılıyor gibi.
Lefkoşa’daki zirvede ise Talat ile Hristofyas, "muhteşem ikili"yi oluşturabilecekleri hissini verdiler bana. Aralarındaki eski dostluktan başka, sanki gerekli "kimya" da var gibi geldi.