Bedia veya Agapi

Bedia, 1940’lı yıllların başlarında Büyükada’nın en güzel genç kızlarından biriydi. Annesini küçük yaşta kaybetmiş, iki kız kardeşi ile birlikte, dadılarla, ahçılarla büyümüştü. Babası tüccar. Adalılar diliyle "çorbacı".

Kimler talip çıkmadı ki ona? Han, saray sahipleri.

Kalbi bir erkek için farklı atmaya başladığında mevsimlerden yazdı. Büyükada’nın tadına doyum mu olur? Delikanlı yakışıklı, zengin de üstelik. Yağ tüccarı Niko Cavuris. Türkiye’de yaşayan Yunanistan vatandaşlarından.

Aşk, baş dönmesidir, aşk dil, din farkı mı tanır? Sevdi Niko’yu Bedia. Sevdi sevmesine de babasına nasıl söylese, nasıl "Baba gönlümde bir Yunan var" dese?

Diyemedi. Üzülür diye babasıyla konuşmadı.

Evlenmeleri için yalvaran Niko’ya "Babam hayatta iken olmaz" cevabını verdi.

İstanbul’da, Büyükada’da tam 7 yıl gizlice buluşarak yaşadılar aşklarını.

Baba öldüğünde de evlendiler.

Evlerde davetler. Salonlarda tangolar, valsler. Dünyanın dört bir yanına seyahatler.

1956 yılını gösterirken takvimler, Niko, İyon denizindeki Kefalonya Adası’ndaki depremzedelere yardım için para ve giyecek, yiyecek toplamış İstanbul’da.

6-7 Eylül 1955 olayları sonrası, Türk-Yunan ilişkileri zaten limoni, iddialar öyle ki, Ankara’da birileri iyi gözle bakmamış bu işe. Türkiye’yi terk edecek Yunan vatandaşları listesinde en üst sıralardan birinde olduğunu öğrenen Niko, valizlerini Yunanistan için hazırlarken, Bedia’ya "İstersen benimle gel, istersen burada kal" dedi.

Hiç tereddüt etmedi karısı. Varını yoğunu satıp çok büyük bir parayla Atina’ya kocasının yanına geldi. Bir süre sonra da vaftiz oldu. Agapi adını aldı... Yani Sevgi.

Atina’daki yaşamı İstanbul’dan pek değişik değildi çiftin. Davetler, seyahatler. Yunan Kraliyet Ailesi’nin yakın dostları olmuşlardı.

Niko büyük bir yağ fabrikası kurdu. Çift, sosyete semti Kolonaki’de, tarihi Akropolis mabedi manzaralı saray gibi bir evde oturuyordu. Çocukları yoktu. Hayır işlerine, iyiliklere adadılar yaşamlarını.

1962’den sonra kendisi gibi Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan Yunan vatandaşlarına kucak açtı Niko. Fabrikasında işe alıyor, çocuklarına vaftiz babalığı yapıyor, yaşlı ve yoksul olanların yardımına koşuyordu. Bedia veya Agapi de hep yanında.

Kimsesiz yaşlılar için Yunan başkentinde koskoca bir arazi alıp "Skepi" (Çatı) adını verdikleri bir yurt inşa ettirdiler.

Niko 1972 yılında öldüğünde, karısına büyük bir servet bıraktı. Bir de kendi serveti eklenince, Bedia Atina’nın en zengin kadınlarından biri oldu. Yaşı 50’yi geçmişti ve hálá güzeldi.

Sonrası, sonrası karışık biraz. Bir avukat ve onun karısıyla tanışıyor, dostlukları ilerliyor, servet nasıl değerlendirilir, nasıl korunur habersiz Bedia. Bu çifte genel vekaletname veriyor. Avukata aşık mı oldu? Kesin bir şey söylenemez.

Birkaç yıl daha rahat yaşam ve düşüş...

Evler de gitti, saraylar da, hisseler de eridi tahviller de. Beş parasız kaldı, sefil kaldı Bedia.

Son "kalesi" olan tek oda evi de Niko’nun akrabaları bir gecede çırılçıplak bıraktılar. Bir tek albümlere, o mutlu günlerin kanıtı siyah beyaz fotoğraflara dokunmadılar.

Onu tanıyanlar, Niko’yu tanıyanlar, Cavuris çiftinden iyilik görenler yardıma koştu. Ama ne kadar? Bir sene, iki sene, beş sene... Bir süre de yıllardır evinde çalışan hizmetçisi baktı bu hanımefendiye.

İyice yaşlanmıştı. Niko ile birlikte inşa ettirdikleri yurda, "Skepi"ye yatırmayı düşündüler dostları. Çoktan elden gitmişti, çoktan el değiştirmiş "tüzük" değiştirmişti:

"Parasız kimseyi kabul edemeyiz" dendi. Oysa parasızlar için o kadar para harcayıp kurmuşlardı burayı.

Son günlerini bir hastanede geçirdi. Gözlerinde parıltı olduğu anlar, kendisiyle Türkçe konuşulduğunda idi.

Bu fani dünyaya veda etmeden bir gün önce Türkçe "Hanımefendi size yarın ne getirelim?" diyen bir tanıdığına, tek kelime ile cevap verdi: "Ölümü"...

Ertesi sabah da bitti Bedia veya Agapi.

Hayatın her iki yüzünü zerresine kadar yaşayan bu hanımefendinin öyküsünü, sadece insanlık namına son gününe kadar yanında kalan İstanbullu Rum avukat İrini Noti’den dinledim ve sizlerle de paylaşmak istedim.

Kıyamet Kilisesi’nde kavga

Hürriyet’in 21 Nisan tarihli sayısında da vardı haber. Kudüs’de, "Kıyamet Kilisesi"nde, Yunan ve Ermeni din adamları arasında "kilisede kim daha fazla kalacak" kavgası çıktı. Tören için bekleyen iki cemaat mensupları da karışınca kavga büyüdü. Yumruklar konuştu. Kıyamet koptu. İsrail güvenlik güçleri duruma müdahale etti.

Meğer, Kudüs’te Yunanlılar ile Ermeniler arasındaki bu kavganın siz deyin 10, ben diyeyim 12 yüzyıllık geçmişi varmış.

Kıyamet Kilisesi, Ortodoks alemi için çok büyük önem taşıyor. Hazreti İsa’nın öldüğü, gömüldüğü ve yeniden dirildiği yer burası. Her yıl Paskalya Bayramı arifesinde bu kilisede yakılan "Kutsal Işık", bir mumdan bir muma tüm dünya Ortodokslarına yayılır. Ayrıca, "Kutsal Işık"ın sadece Kudüs Patriği tarafından yakılabildiğine, yani her yıl bir "mucize"nin yaşandığına inanılır.

Bu kilise, bugünkü şekli ile ilk kez 4. yüzyılda, Hazreti İsa’nın mezarının bulunması üzerine inşa edildi. İlahiyat profesörü Angeliki Hacioannuya’ya göre, Hazreti İsa’nın gömüldüğü yerde, güzellik tanrıçası Afrodit için MS 135 yılında Roma İmparatoru Adrianos tarafından inşa edilen bir tapınak varmış.

"Kutsal Işık" ise ilk kez MS 162’de yakıldı. Bazı din adamları kandillerini yakmak için yağ bulamamaktan şikayet etmişler. Kudüs’te o dönemin piskoposu Narkisos da kuyudan su almalarını söylemiş. Su yağa dönüşmüş, kandiller yanmış. Yani yine "mucize".

Yunan din adamları ve araştırmacılarına göre "Kıyamet Kilisesi"nde Ermeni din adamı ilk kez 9. yüzyılda görülmüş. Ermeni din adamları 14. yüzyıla kadar Kudüs’deki varlıklarını sürekli güçlendirmiş.

Rivayetlere bakılırsa, 1580 yılında Ermeniler Kudüs valisine rüşvet vermiş. Hem bol miktarda para hem de 20 bakire. Vali de Yunan cemaatin kiliseye girişini ve ayin yapmasını yasaklamış. Ermeniler sevinç içinde "Kutsal Işık"ı kendileri yakacakları umuduyla kiliseye geldiklerinde, kapıda Yunan cemaati dua ediyor bulmuşlar. Birdenbire kapıdaki büyük sur yıkılmış. "Mucizeyi" gören Müslüman bekçiler de, Yunan cemaatin kiliseye girmesine izin vermiş. Hatta bekçilerden biri Hristiyan olmuş, dindaşları da onu yakmışlar. 1634 yılında ise Kudüs Patriği Teofanis, Rus Çarı Mihail’e Ermenileri şikayet eden bir mektup yollamış. Mektupta "Bekçiler bizi dışarıda bıraktı. Ancak yer sarsıldı, deprem oldu. Kutsal ışık tüm kiliseyi aydınlattı. Cemaatimiz ağlayarak Tanrı’ya teşekkür etti. Bunu gören Ermeniler de yaptıkları ayıbı örtbas etmek amacıyla, konuşmamaları için Müslüman bekçilere para verdiler" dedi.

Ortodoksların aksine Katolikler "Kıyamet Kilisesi"ndeki mucizelere inanmazlar.

17. yüzyılda Kudüs’e giden bir Katolik papazın mektubunda şunlar yazılı: "Kadınlar naralar atıyordu. Sanki gökyüzü açılmış gibi ellerini yukarıya doğru kaldırıyorlardı. Binlerce kişi koşuyordu. Hazreti İsa’nın mezarı başında bekleyen Türkler ve Yunanlar, daha çok koşmaları ve daha çok bağırmaları için kalabalığı dövüyorlardı. Tabii o kadar kargaşada kilise zangır zargır titriyor gibiydi. Herkes ’mucize mucize’ diye bağırıp kendinden geçiyordu."

Kudüs’te Ermeni ile Yunan cemaatleri arasındaki rekabet, kavga, bir bakıma "iktidar" için. Tarihte, imparatorların, padişanların Kudüs’te kimi zaman biri, kimi zaman öteki için verdiği hak ve imtiyazları korumak hatta güçlendirmek için.

Yunan din adamlarına göre, Ermenilerin derdi "Kıyamet Kilisesi"nde törene katılmak değil, bizzat töreni yönetmek.

Atina’dan bakış böyle. Ermenilerin görüşünü de öğrenebilirsem yazarım.
Yazarın Tüm Yazıları