Orucun başladığı gün “Kathara Deftera” yani “Asude Pazartesi”dir ve tatil günüdür. Millet ovalara, yaylalara, tepelere koşar, uçurtmasını uçurur önce, sonra da orucun ilk günü için geleneksel sofraya oturur.
Pazar gecesi pazartesi şafağına göz kırparken Atina’nın balık pazarında dolaşıyorum. Ne adımlarım beni oraya sürükledi ne de yolumu kaybettim. Madem vakit gece yarısını çoktan geçmiş, ne gezersin tenhalarda menhalarda be garip diyeceksiniz belki.. Hemen anlatayım. Siz deyin 1000, ben diyeyim daha fazla kalabalık toplanmış pazarda. Siz deyin 50 ben diyeyim daha fazla balıkçının naraları ta uzaklardan duyuluyor: “Canlı bunlarrrr.” Siz deyin tonlarca ben de diyeyim öyle mal var balıkçıların tezgahlarında. Ama hiç balık yok. Istakoz, karides, kerevit, kalamar, ahtapot, tarak, midye, istiridye, pavurya ve denizden başka ne çıkıyorsanın istilası vardı o gece. “Ekonomik kriz milletin kafasına mı vurdu? Sabahın köründe alışveriş mi yapıyorlar? Birkaç saat sonra işe gitmeyecekler mi bunlar?” diyeceksiniz belki. Onu da hemen anlatayım. Ortodoks aleminin Noel ile birlikte en büyük yortusu (bayramı) olan Paskalya öncesi oruç pazartesi günü başladı. Din adamlarından ve çok dindar yaşlılardan başka kimse öyle uzun süre oruç tutmaz burada ama yine de “prensip” olarak kırmızı ve beyaz et, balık, süt, peynir, tereyağ, yumurta “yasak” 40 gün boyunca. Bu süre içinde bazı günler zeytinyağlı sebze yemekleri serbest. Haşlanmış ya da çiğ sebze, meyve, baklagiller ise hep serbest. Orucun başladığı gün “Kathara Deftera” yani “Asude Pazartesi”dir ve tatil günüdür. Millet ovalara, yaylalara tepelere koşar, uçurtmasını uçurur önce, sonra da orucun ilk günü için geleneksel sofraya oturur. Yine bazı “uyanık” din adamlarının “vaaz”ları sayesinde sofrası zengindir “Asude Pazartesi”nin. Kan olmayan ne varsa mubah demiş birileri. Ohhh... Gelsin canım deniz ürünleri, helvalar, turşular ve ramazan pidesinin benzeri mayasız “lagana”lar... Alkol tüketimi de orucu bozmaz. Kadehler uzo ile, şarap ile dolsun ve boşalsın... İşte bu “Asude Pazartesi” sofrasını donatmak isteyenler için balıkçılar pazar gecesi açıktı. Balık pazarının da bulunduğu İstanbul’un Perşembe Pazarı benzeri Athinas Caddesi cıvıl cıvıldı. Binlerce genç ile unutulmaz Cem Karaca’nın dediği gibi “... ve daima genç kalanlar” hükmetmişti. Oruçtan önceki vur patlasın çal oynasın karnaval döneminin son günü olduğundan kimi papaz, kimi hayat kadını, kimi süpermen, kimi Hintli, kimi Çinli giyinmiş eğlenmeye gidiyorlardı. Atina’nın eğlence merkezi “Psirri” mahallesi az ötede... Trafik kuralları geçerli değildi ve etrafta tek polis bile yoktu. Uygulanan tek trafik kuralı: “Arabanı her yere park edebilirsin...” Balık pazarının girişinde Çingene kadınları taze soğan, kırmızı turp, roka satıyor. Kuruyemişçiler de çeşit çeşit helva, turşu, tarama ve zeytinle süslemiş vitrinlerini. Daldım içeri. Tonlarca deniz ürünü kuvvetli lambaların ışığıyla altına, elmasa benziyor sanki... Dakikada ancak bir adım atabiliyorum. Fiyatlar hiç de ucuz değil ama kesenin ağzını açmaya gelmiş insanlar. Yılda bir kez de olsa ıstakozu, kereviti alacak tadacak işte. Heyecanlılar, en iyisini almak istiyorlar. Tabii günün önemine binaen pazarı dolaşıp o cümbüşe tanık olmak da. Satıcılara en çok sorulan soru: Bu kaç dakikada pişer? Cevaplar karides, ıstakoz, pavurya ve kerevit için hep aynı: Kaynar suya birkaç damla sirke... İriliğine göre 10-15 dakika haşla... İnsanlar heyecanlı, insanlar mutlu. Bayramların güzelliği de bu zaten... Temizledikten sonra bir saat kadar iki kaşık soda serperek dinlendirdiğim, sonra çok iyi yıkayıp kurutarak sade un ve ardından un-bira karışımı bulamaca batırıp fritözde (tavada çok sıçrar, mutfağı berbat eder) 2-3 dakika kızarttığım kalamar, açılmaları daha kolay olduğu için kaynar suya dalıp çıkarttığım tarak ve haşladıktan sonra benmari usulü buzla soğuttuğum karides aldım. Satıcılar, boyalı, süslü püslü bayanlara, kokanalara takılıyorlar. Onu alma bunu alma diyen karılarına kızan kocalar, anne babalarının yanında eminim “yaa benim burada işim ne?” ya da “büyüyünce buraya asla gelmeyeceğim” diye düşünen çocuklar... “Asude Pazartesi” takvim olarak çoktan başlamıştı balık pazarından çıktığımda. Atninas Caddesi bir eğlence yerinden diğerine gitmek için koşuşturan binbir kıyafete bürünmüş gençler ve daima genç kalanlarla hâlâ nefes alıyordu. Kısmet olursa seneye bu vakit de İstanbul’da çocukluğumdaki karnaval kutlamalarını anlatırım.
PATRİKLER DE PİSKOPOSLAR DA DERTLİ
Birkaç gün önce, ciddiyeti ile tanınan To Vima gazetesindeki bir haberde dünyadaki ekonomik krizin bir başka boyutu işleniyordu: Krizin kiliseye etkisi... Habere bakılırsa, Fener Patrikhanesi ciddi ekonomik güçlük içinde. Maaşlar 2-3 aylık gecikmeyle ödenebiliyormuş ve Patrik Bartolomeos sıkı tasarruf politikası talimatı vermiş. Moskova’da çiçeği burnunda Patrik Kiril dünyadaki Ortodoks kiliselerine yapmayı planladığı ziyaretler için gerekli parayı nereden bulacağını düşünüyormuş. Kriz bir yana, rublenin düşüşü yüzünden de Moskova Patrikhanesi’nin sponsoru Rus işadamları artık paraları öyle saçmıyormuş. Patriklerin arasında en dertli olanı ise Kudüs’deki Theofilos. Bir yandan Gazze’deki savaş yüzünden Kudüs’e turist ayak basmıyor, bir yandan patrikhanenin bir sürü bankadan aldığı kredilerin ödenmesi gerekiyor, bir yandan da 200 Euro zamla 600 Euro’ya çıkan keşiş maaşları için para bulunamıyor. Yunanistan kilisesindeki din adamları, cemaatin elini cebine koyarken artık daha dikkatli davrandığını ve kiliselerdeki para sandıklarından çıkan miktarın her geçen gün daha da azaldığını söylüyorlar. Üstelik kirasını ya da elektrik faturasını ödeyemediği için kiliselerden yardım isteyenlerin sayısı da hızla artıyormuş. Ortodoks aleminde ekonomik krizden bir tek Kıbrıs Rum Kilisesi etkilenmemiş görünüyor. Başpiskopos Hrisostomos daha geçen hafta Lefkoşa’da yeni katedral inşa edileceğini açıkladı. Yeni katedral 800 kişi kapasiteli olacak ve inşası için en az 9 milyon Euro harcanacak.
Ve Tanrı dedi ki...
Tam anlamıyla geriye dönüşü olmayan bir felaket... Hafıza gitmiş, paylaşılan geçmiş, hayal edilen gelecek. Kaynakların da hepsi tükenmiş. Bu kıyamet sonrası mekanda sadece bir adam, bir kadın ve bir bebek kalır geriye. Anlamların, kişisel ve kişilerarası geçmişlerin silinmesinden dolayı kadın ve erkek bir türlü iletişim kuramıyorlar. Ancak bebek acıkınca her şey değişiyor... Eğer senaryosu böyle olan eseri bir Yunanlı (Avra Sidiropulu- Boğaziçi Üniversitesi’nde tiyatro dersleri veriyor) yazıp sahneliyor ve kahramanlarını da iki Türk tiyatro sanatçısı (Derya Durmaz -Ihlamurlar Altında ve Teoman Kumbaracıbaşı) canlandırıyorsa, prömiyerini nisan sonunda Garaj İstanbul’da yapacak olan “And God Said” (Ve Tanrı Dedi ki) ayrı bir önem kazanıyor. “Ve Tanrı Dedi ki”nin bir diğer özelliği de dili. Finale kadar İngilizce. Final bölümünde hangi ülkede sahnelenecekse o dilde. Sidiropulu da, Durmaz da, Kumbaracıbaşı da Atina merkezli ve bünyesinde çeşitli ülkelerden sanatçıları barındıran uluslararası tiyatro topluluğu “Persona”nın üyeleri. Bu üç genç insanla, bir bölümünü tarihi Akropolis mabedinde yaptıkları Atina’daki provaları sırasında buluştuk. Oyunun dünyanın her ülkesinde oynanıp insanlara aynı mesajı vereceği görüşündeler. Elbette sponsor gerekli bu projeye. Türkiye’de Kültür Bakanlığı’ndan “olur” çıkmış ancak bu aynı zamanda maddi katkı anlamını taşımıyor. Yunanistan’da Dışişleri Bakanlığı’na yapılan başvuruya ise olumsuz cevap verilmiş. İki ülkede özel sektörün kapılarını çalmayı planlıyorlar. Yunanlı Avra, İstanbul’a olan hayranlığını anlattı. Derya ile Teoman ise Atina’yı sakin, sevimli bir şehir bulduklarını. Hayat dolu, hayal dolu, duygu dolu üç genç insan, üç genç sanatçı destek bekliyor.