Cengizhan ve ailesi ile bir röportaj yaptım. Bu hafta sonu bizim Pazar ekinde okumuşsunuzdur. Down sendromlu olmasına rağmen “Askerliğe elverişlidir” demişler. Bu Cengizhan için, ailesi için evet gurur-onur duyulası bir olay.
Ama işe başvurmuş Cengizhan, aradan koca 1 sene geçmiş, iş vermemişler.
Güler misin ağlar mısın?
İş vermezler tabi. Çünkü iliklerimize kadar ayrımcıyız biz.
Dün gece, Canım Ailem reklam arasına girdi diye uzun zamandır yanına yaklaşmadığım Yaprak Dökümü denen zulümü seyre daldım bir süreliğine. Bin pişman oldum yine. Hayatımda hiçbir dizi beni bu kadar germedi, bu kadar sinir etmedi, bu kadar kendine sitem ettirmedi. Ama ne kadar nefret etsem, sinirlensem yine de olan bitenden bir şekilde haberdarım. Ne onunla ne onsuz. Garip bir durum. Bitemedi gitti bir de. O mu bize dadandı, biz mi ona bilmiyorum. Aslında bu diziden neden bu kadar nefret ettiğimi de biliyorum. Çünkü bizim bütün berbat özelliklerimizi aynen gözümüze gözümüze sokuyor. Eleştirdiğim, düzelsin istediğim tüm çarpıklıklarımızı, tüm saçmalıklarımızı cart diye karşımıza çıkarıyor da ondan.
Herkes yalancı olmak zorunda.
Herkes herkesi arkasından vurmak zorunda.
Herkes herkesi dolandırmak zorunda.
Amanın aman, yorum yağdı resmen. Bazıları bana, bazıları da olaya kafa atan cinstendi. Bazılarımıza: “Yahu bana niye kafa atıyorsunuz kardeşim?” diyecektim. Demedim. Demem de. Sorunumuzu bana kafa atmak çözecekse, buyrun, vurun kahpeye! J
Neyse.
Facebook’ta da bayağı ilginç yorumlar döndü. Onlar paylaşıma zaten açık olduğu için alıntılamadım. Ama e-posta kutuma gelenler arasından nispeten sakince ve terbiyesi yerinde olanlardan bir demet hazırladım.
Yonca
“aktarma”
“Yonca de get, boşver!” diyorum, “Dokunma bu rezil konuya diyorum...”; ama dokunmadan da edemiyorum; çünkü ne zaman ilgili bir haber görsem, feci tepki duyuyorum.
Kızıyorum. Kızmak da ne demekmiş, resmen çıldırıyorum. Kime kızıyorum onu da bilmiyorum. Yooo, aslında biliyorum. Kafalara kızıyorum, kafalara! Taş kafalara, köhne kafalara ve de buna çanak tutan bize. Hepimize.
Çocuğunu bu şekilde yetiştiren kafaya kızıyorum.
Kızını 17 yaşında 70’lik dedeye veren kafaya kızıyorum.
Mesela ben çok küçük yaşta yemek yapmak durumunda kaldım. Babamın garip bir “kadın dediğin güzel yemek yapar!” takıntısı vardı ve ben daha ilkokuldayken: “Neee sen hala barbunya yapamıyor musun?” dediğinde nasıl hırsa geldiysem, o biçim barbunya yaptıydım. Pilavım da süperdi, düdüklüde yaptığım et yemeklerim de. Elalem ekmeği zor keserken ben dört dörtlük sofra kurardım. Annemle babam yazlığı yaptırmaya Kuşadası’na gittiklerinde, kardeşimle biz evde kalırdık. Zana ve Gülüm’de bize kalmaya gelirdi tabi ve acayip eğlenceli olurdu. Ben pişirirdim, hep beraber yerdik. Üniversitede, dünyanın en berbat yurt koşullarında, çaydanlıkta bile yemek pişirmişliğim vardır. Güzel yemek kokusu kadar aç öğrenciyi çağıran bir koku yoktur; nitekim odam hiç boş kalmazdı. Yani ayıptır söylemesi iyi bir aşçıydım. İyiydim de ne oldu? Bugün yemek yapmaktan nefret ediyorum. Ögh gelmiş. İnsan işine gelince iş kadını olduğuna şükreder misali, akşam eve geliyorum ne pişmişse o. Pişmediyse de, ışık hızıyla uyduruveriyorum kolaycacık bir şeyler. Ama öyle oturup amanın aman sofra kurmak dendi mi, zzzp tüyüyorum. Elimde değil. Demek ki neymiş?
Hayatta hiçbir şeyi vaktinden önce bilmek, yapmak iyi değilmiş. Öte yandan, bildiğim en önemli şeylerden biri de şu: Konu ne olursa olsun, insanın mutluluğunu geciktirmesi, en büyük günah imiş.
Bunu kim mi demiş?
Kim olacak...Yonca
“demiş”
Kişisel mevsimsel tavsiyelerim
Yani uyuyamadım, uyumaya çabaladım.
Oğlan sürekli enlemesine yatıyor ve aralıksız tekmeliyor. Üstelik kulağında iltihap olmuş, canı çok acıdığından iki-üç gecedir doğru düzgün de uyuyamıyor, o da ben de perişanız. Ha bir de gece kızım yataktan düştü, totosunu incitti. Bu ara çok antreman yaptığı için adaleleri zaten ağrıyordu, düşmek üzerine tuz biber oldu... hem zaten boyu da iyice uzadı sıpanın, kocaman bir yer kaplıyor yatakta.
Sıkıştım kaldım aralarında. Gerçi canıma minnet, bayılıyorum bu sıkışıklığa...Hele de koca hafta yoktum ya, ben istedim bu tatlı işkenceyi aslında.
Kalk yat-yat kalk ağrı kesici ver, arnika jel sür ağrıyan totoya derken gecenin karanlığında bir şeyi yanlış yaptım sanırım. Yani yanlış bir hareket yapmış olmalıyım. Hiçbir şeyim yoktu çünkü. Gerçi hala da önemli bir şeyim yok ama...
İster kaleme alınan yazı kurgu olsun, ister günün en flaş haberi.
İclal Aydın’ ın Tuna Kiremitçi için yazdığı o yazı, bence hiç alaya alınacak gibi değildi. Bu olay bana, bizim ne kadar acımasız ve her şeyi işimize geldiği gibi algılamaya hazır insanlar olduğumuzu gösterdi.
Yaşadığımız hayatı, kendi özelimizi, tecrübelerimizi, düşüş ve kalkışlarımızı yazılarımızın odak noktası yapan biz, bence İclal Aydın’dan daha çok hak ettik eleştirilmeyi.
Bugüne kadar bir dolu yazar – karı koca olmasalar da köşe komşusu/rakibi kontenjanından- birbirine laf attı, ayar çekti, hakaret etti olay olmadı da; olay bir kadının eski kocasının “kadınlarla olan bire bir taklite dayalı aşk ilişkisi” üzerine eleştiri yapması olunca mı olay oldu, hiç anlamadım.
Düne kadar benim de bu Twestival’den hiç haberim yoktu. Fatoş Şimşek, yani twitter namıyla @fatosUS haber verdi de öyle öğrendim. Gerçi ilk başta bir türlü kafam basmadı ama... Fatoş sabırlı çıktı sağolsun, ne sorsam yılmadı yanıtladı, bana bir sürü bilgi yolladı.
Twitter benim şu ana kadar gördüğüm en hızlı gelişen sanal toplu iletişim ağı. Bu olay başka nasıl tarif edilir bilemiyorum. Şaşkınlıkla izliyorum gelişimini.
Size tüm eleştirileri bir yana bırakıp olaya şu açıdan da bakmanızı öneririm; mesela Ahmet Hakan’ ın twitter da 23bin433 takipçisi, Oray Eğin’in 18bin629 takipçisi, Elif Şafak’ın ise 9890 takipçisi var.
Yani topu topu 140 vuruş sığdırabildiğiniz bir alanda, aslında siz kendi başınıza, size özel bir gazete çıkarıyor gibisiniz. İsteyen sizi takip edip okuyor, istemeyen umursamıyor. Bence çoook ilginç. Bizde en çok satan derginin bile 20-30bin sattığını düşünürseniz hele, bence bu kişisel “minisanalgazete” çok sıkı satıyor demektir.