Bilen varsa ne olur bana da acilen yazsa ya...
Dün gece keyfimiz pek yerindeydi sözde. Birden, durup dururken, perişan olduk bir anda. Ne yapsak fayda etmedi. Güzel kızımın gözlerinden akan yaşlar saatlerce dinmedi.
Topuğunda bir ağrı vardı.
Ama sürekli dans ettiği için devamlı bir yeri ağrıyor zaten. Spor yapan, hareketli bir çocuk olduğu için de morarmadık, incinmedik yeri pek yok. İlk başta pek önemsemedik bu topuk ağrısını; çünkü önemsenecek bir şey gibi değildi. Derken dün gece topallamaya başladı, sonra ağrısı arttı ve birden öyle bir hale geldi ki çocuk ayağına hava temas etse ağlamaya başladı.
İnsanın hani sinirine bası yapınca içi çekilir ya, öyle. Resmen bayılacak gibi oldu acıdan kaç kere.
O kadar içime dokundu ki... Küçücük bir çaresizlik bizi ne hale getirdi.
Allah kimseye devası olmayan dert vermesin. İnsan çocuğunun gözünden gelen yaşa hiç dayanamıyor. Acısını geçirememek, aptal aptal sabahı beklemek zorunda olmak acayip yıpratıcı oluyor.
Ateş, öksürük, ishal, kusma, nefes alamama ve saireye öyle alışkınım ki oysa... Bu şey beni gafil avladı gecenin ortasında.
İyice!
Geçtiğimiz haftadan beri kıyamet kopuyor; o geldi, bu gitti, bunu giydi, şunu giymedi, o buna ne dedi, o ne demedi, ne demeliydi, deseydi, diyemezdi...Giderdi, gidecekti, gitmeliydi, gideydi, gitsindi derken...
Kaşla göz arasında madenciler gitti!
‘Ananı da al git!’ ve ‘One minute!’ madem bir gaf olarak değerlendirilmişti; o zaman esas değerlendirilmesi gereken gelmiş geçmiş en büyük gaf, madencilerimizin gidişini ‘kadere’ bağlayan o talihsiz cümleydi.
İçim ürperdi.
***
Çalıştığım şirketin dünyanın öbür ucundaki bir şubesinde, bir grup işçi bir yerden bir yere gitmek için otobüse biniyorlar. Otobüste yoklama almak amacıyla, kadın çalışan koltuğunda ayağa kalkıyor ve olduğu yerde yüzünü işçilere doğru dönüyor. Tam o sırada koltukla koridor arasındaki basamağa ayağını yamuk basıp, bileğini burkuyor. Ama işine devam ediyor. Ertesi gün, bileğinin acısı giderek daha fena bir ağrıya dönüşüyor. Ayağına basamaz hale geliyor. Bilek oluyor davul. Tetkik-teşhis-tedavi o bu şu derken, kadın uzunca süre koltuk değnekleriyle yürümek zorunda kalıyor. Fizik tedaviler, çektiği ağrılar sızılar da cabası.
Bu ‘talihsiz kaza’ üzerine, şirketimizin en üst düzey yetkilisinden tam tamına 13 slaytdan oluşan power point’de hazırlanmış bir sunum, tüm şirket çalışanlarına gönderildi. Yani yaklaşık 90 bin kişiye...
Gençlik ve Spor Bayramı evet.
Aynı zamanda kızımızın da 10. doğumgünü.
Kızım tam 10 yaşına girdi düşünebiliyor musunuz?
Şaka gibi!
Zaten şu ara neyi nasıl yapıyorum bilmiyorum. "Koyveeer gitsin Yoncacım!” dedim, çok şükür gidiyoruz bakalım. Bazen insanın böyle dönemleri oluyor. Canım takılmak istiyor boş boş.
Dönelim şimdi başlıkla alakalı konumuza.
Hani insan birden bir laf eder ve altında kalır ya; artık çok geçtir ve diyecek sözün kalmamıştır ve olan olmuştur, dönüşü yoktur ve yiğitliğe kaka sürdüremeyeceğin için devam etmekten başka çaren de kalmamıştır ya…
Hah işte! Bana da öyle oldu işte.
Eşimin yaşgünü için arkadaşlarımıza haber saldım: “Kadınlar "Sibel Can" olsun, erkekler de "Kadir İnanır"” diye.
Neyi düşünemediğimi de söyleyeceğim, az bekleyin hele.
Ben bu köşeye geldiğimde bir heyecan, her köşe yazarına tek tek “Merhaba ben geldiiim...” diye bir selam çaktım nezaketen. Çocuklar gibi heyecanlıydım tabi. Bazen, iyi bir iş kadını olmama rağmen medyada yazarlık konusunda kendimi kek gibi hissediyorum; ama bunun da ilginç olduğunu düşünerek gülüyorum. Sanırım ben çok kurumsallaşmışım, selamıma karşılık gelmeyip de pek umursanmayınca yadırgadım. Pek içime oturdu. Ama zaten internet yazarlığı daha yeni yeni benimsenen bir hale geldi. Herkes kendince haklı yani. Ortada yazardan bol bir şey de yok nasıl olsa. Kim kimi nasıl ve neden umursasın? Herkes haklı anlayacağınız. Ben de kendimi teselli ettim. Bunları kafamda saçma sapan büyütmeden kendi işime bakmaya karar verdim.
Neyse.
Velhasıl zaten yazdıkça anlıyorum ki, yazarlık egosu denen şey, insanların birbirine basit bir selam çakmasını bile bazen engelleyebilecek kadar gözü kör edebilen bir ruh halini alabiliyor.
Çok uzattım girişi ama, işte ondan kızdım kendime; çünkü Ayşe (Aral) bana demeden, ben ona destek vermeyi düşünmeliydim. Düşünemedim. Hatta ettim.
Oysa ben Radyo Ben fikrini ilk ortaya attığımda, aynı Ayşe gibi hissetmiştim ve bir tek Ayşe Arman destek verip anlamıştı beni sağolsun.
Ayşe (Aral) Hürriyet.com.tr de “Yetiş Ayşe” diye yeni bir köşe başlattı bundan iki ya da üç hafta önce. Okurun sorunlarına çözüm paketi bularak yetişmeye çalışıyor elinden geldiğince. İlk başta endişe ve şüpheyle baktım fikre açıkçası. Okurlardan gelen sorunlar çoğu zaman benim sağlam kalbimi zorluyor, kim bilir Ayşe’nin kalbine ne yapar diye düşündüm. Ürktüm.
Ama geçen hafta köşesini okurken bambaşka bir şeyi fark ettim.
Dün gece, haberleri seyrederken sinirlerim bozuldu. Hiç güleceğim yoktu, ama güldüm. Nasıl gülünmez ki buna? Komik. Bunun da cılkını çıkarmayı ha becerdik, ha beceriyoruz. Ya bir rahat durun kardeşim de bir olay bir işe yarayacak kadar yol alsın da saçmalıkların gölgesinde kalıp heba olmasın desem, bir işe yarar mı sizce?
Naaa-fiii-le!
Efendim, bir takım insanlarımız Baykal istifa etti diye, evinin önüne gidip çadır kurup açlık grevine başlamış.
Hakikaten tam tiyatro!
Biz esas şimdi korkularımıza yenildik işte!
Uyuşturucu mu kullanmış? Silah kaçakçılığı mı yapmış? Dolandırıcı mıymış?
Olay ne?
Peki “velev ki” görüntüler kendisine ait, taciz mi var ortada?
Eskiden -ki bu eskiden son derece kısa bir zaman öncesine kadardı- ölüyor olsam aksatmayacağım, bekletmeyeceğim, kendimi paralayarak da olsa yapacağım ne çok şey vardı anlatamam.
Artık yok.
Yani var ama, ben onlar hakkında daha sakinim.
Daha seçiciyim.
Dahası bir karar verince uyguluyorum.